Her ayrıntısıyla kulağa oldukça fantastik ve büyüleyici gelen bir yaratılış hikâyesi anlatmak istiyorum size; tabii eğer ilginizi çekiyorsa. “Aşağı yukarı bundan 14 milyar yıl kadar önceydi,” diye başlıyor bu hikâye. “Bugün bildiğiniz hiçbir şey henüz var olmamıştı: Ne ayağınızı bastığınız yeryüzü vardı ortada, ne sizi kuşatan bu uçsuz bucaksız gökler, ne dağlar, ne ağaçlar, ne de kuşlar ve böcekler. Bugün gözlerinizi açıp çevrenize baktığınızda gördüğünüz ve göremediğiniz ne varsa, hepsini biçimlendirebilecek ana bileşenler, bir toz zerresinden bile defalarca küçük bir kabuğun içine sıkışmış durumdaydı. Evrenin yapısında yer alan tüm elementleri oluşturma potansiyeline sahip o minicik temel parçacıkları içeren bir karışımdı bu ve kaosun egemen olduğumikroskobik ölçülerde bir deniz görüntüsü vermekteydi. Derken bir an geldi ve…
…sonsuz yoğunluktaki o deniz, benzersiz bir patlamayla sarsıldı: Çevrimsel sonsuzluğun içinde kimbilir kaç kez yinelenmiş bir büyük gösteri, yeniden sahne alıyordu şimdi. Müthiş bir ışık her yanı kapladı, düşlenmesi bile son derece güç, muazzam büyüklükte bir ısı ortaya çıktı ve o toz zerresinden bile küçük noktacık, göz açıp kapama süresinden defalarca kısa bir zaman dilimi içinde ilkin bir golf topu büyüklüğüne ulaştı; sonra da büyümeyi sürdürerek bugün bildiğiniz evreni oluşturdu.”
Kulağa gerçekten fantastik geliyor, değil mi? Ama bundan daha çarpıcısı da var: Bugün teorik fizikçiler tarafından ayrıntıları üzerinde çalışılan bu hikâyenin çok benzeri, günümüzden binlerce yıl önce Mısır’ın, Mezopotamya’nın, Yakındoğu’nun, Ege Adaları’nın ve İndüs ırmağı kıyılarının kozmoloji tutkunu rahiplerince de dillendirilmekteydi; hem de, temel kavramlar üzerindeki çağrışımlara varana dek.
Eski Mısır’ın üç bin yılı aşkın bir süreye yayılan uygarlık serüveninde, sınırları net çizilmiş tek ve homojen bir inanç sisteminden söz etmek mümkün değil. Bu uzun zaman dilimi içinde yerel farklılıklara ya da merkezi otoritenin tercihlerine bağlı olarak, birbirinden farklı teolojiler biçimlenmiş ve bunların bazıları, dönem dönem hayli öne çıkmış: Heliopolis (Iunu) kentinde Atum (sonraları Ra-Atum), Thebes (Waset) kentinde Amen (sonraları Amen-Ra), Memphis’te Ptah, Elephantine ve Esna’da Khnum, Hermopolis’te de Thoth, evrenin oluşumundaki düzenleyici ilahi figürler olarak çıkıyor karşımıza. Ama tüm bu teolojilerde, aslında hepsinin önceli olan bir başka temel unsurun, yaratılışın potansiyeli olarak tanımlandığını görüyoruz. Bu, evrenin biçimlenmesi öncesindeki “büyük kaynak” olarak değerlendirilen, ilksel deniz; yani, Mısır düşüncesindeki adıyla, Nun.
Benzeri biçimde, Mezopotamya düşüncesinin kozmogoni anlayışında da “başlangıç”, varoluşun bütün unsurlarını hazır halde içinde barındıran, öncesiz ve sonrasız bir ilksel denize, yani tanrıça Nammu’ya dayandırılıyor. Sümer ve sonraları Akat düşüncesinde bilgeliğin kaynağı olarak da değerlendirilen AB.ZU, yani “evrensel sular”, Nammu’nun potansiyelinin parçalarından ya da tezahürlerinden biri.
İndüs kıyılarına ve Hint anakarasına doğru uzandığımızda, etkisi Veda’lara dek iletilen bir “kozmik okyanus” kavramıyla buluşuyoruz. Evrenin tüm maddi temelini biçimlendirecek ana yapıtaşları, bu denizin içinde çözülmüş halde bekliyor. Mezopotamya’da rastladığımız AB.ZU kavramıyla net bir fonetik benzerlik içeren “Âpas”, yani “ilksel sular”, varoluşun kozmik okyanusunu tanımlamada kullanılan adlardan biri. Bir düzensizlik ve dağınıklığı içeren bu ilksel suların içinde bir “kozmik yumurta”da ya da kimi sembolik anlatılarda bir lotus çiçeğinin içinde beliren Brahma, sınırsız bir gücü harekete geçirerek doğuyor aniden ve evrenin oluşumu başlıyor. Tıpkı Mısır’da, Nun’un içinde Atum’un doğup, evrensel düzenleme sürecini başlatması gibi.
Her şeyin “yapıtaşları”, parçalanmış ve dağılmış halde var bu ilksel suların içinde. Ama evrenin maddi varlığının oluşması için, bu öncesiz ve sonrasız potansiyeli harekete geçirecek büyük gücün açığa çıkması gerekiyor. Ne zaman beliriyor bu güç? Evrenin işleyişini belirleyen ilke ve kurallar sistemine göre, kaos belli bir noktaya ulaştıktan ve o “süper enerji”, artık kabına sığamaz hale geldikten sonra. Bu evrensel ilkeler bütününe Mısır’da Maat, Mezopotamya’da Me, Hindu düşüncesinde Rta ve Budist evren anlayışında da Dharma adı veriliyor.
Bugün bizim kozmolog ve teorik fizikçilerimiz, evrenin oluşumundan önceki “başlangıca hazırlık” koşullarını tanımlarken, sıkışıp küçücük bir zerre içine hapsedilmiş, kararsız ve dağınık atom-altı parçacıklardan oluşan bir “kuantum denizi”nden söz ediyorlar. Değil atomlar, çekirdeklerin bile oluşamadığı bu koşullar altında, ortalıkta gezinen elektronları, pozitronları ve nötrinoları içeren, kaotik bir deniz bu. İçinde, evrenin maddesel yapısını oluşturacak tüm bileşenleri barındırıyor ama bu oluşumun gerçekleşmesi için, büyük bir gücün harekete geçmesi gerek. İşte o “tekilliğe sıkışmış yapı” kabına sığamayıp benzersiz bir patlamaya sahne olduğunda, “başlangıç anı” da ortaya çıkıyor.
Modern kozmoloji, “Big Bang” adını veriyor o büyük başlangıca; Eski Mısırlılar Atum, Hindular Brahma, kadim Çin bilgeleriyse Pangu olarak adlandırıyorlardı. Kendi sembolik sistemleri içinde “tanrısallık” olarak ifade ettikleri unsur, ardında “evrensel temel güç” düşüncesini barındırmaktaydı aslında. Tıpkı bugün bizim fizikçilerimizin kütle çekimi (gravitation), elektromanyetik çekim, büyük ve küçük nükleer kuvvetleri, “evrenin temel güçleri” olarak adlandırması gibi.
Günümüzden binlerce yıl önce kendilerini kuşatan bu sistemi anlamaya çalışan bir avuç düşünür, “hiçbir şeyin yoktan var olmayacağını ve var olan hiçbir şeyin yok edilemeyeceğini, ancak dönüşeceğini ve biçim değiştireceğini” fark etmişler miydi gerçekten? Evrende hiçbir şeyin sabit kalmadığını ve sürekli bir değişim/dönüşüm içinde olduğunu sezmişler miydi?