[SOLAAL]
[/SOLAAL] Etrafımıza bir bakalım, her tarafta şuurluca Din-i Mübin-i İslam’a yapılan saldırılar var. Bu manzara karşısında kalbine bıçak saplanmış gibi yara aldığını hissetmeyen, hatta ölmeyen insanın diniyle kalbî irtibatını gözden geçirmesi lazım.
“Allah onlara fırsat vermez ki?” deyip kenara çekilenlere, gamsız ve dertsiz laubalice hayat sürenlere sormak isterim; siz bu sözlerinizle Allah’a tevekkülünüzü mü ifade ediyorsunuz? Bence hayır; çünkü Cenab-ı Hakk’ın, bu lütfu ihsan buyuracağı seviyenin insanı böyle demez. Ne yaptık şimdiye kadar O’nun için? Gecelerimizde kaç damla gözyaşı var seccadelerimizde? Kaç defa inledik, ah u vah ettik Din-i Mübin-i İslam için? Kaç defa yüreklerimizi deldik Allah aşkına?
Allah sonsuz hikmeti icabı kendi varlığını inkâr edenlere bile imkânlar verir. Bolluk ve refah içinde hayat sürmelerini murad edebilir. Onlara bakıp “bize de versin” demek hem Allah’a, hem de mensubu olduğumuz dine ve dinî düşünceye karşı saygısızlıktır. Biz kendimize bakalım; bakalım ve O’na layık, O’nun lütuf ve ihsanlarına layık kul olmaya çalışalım.
Hem biz bozuk olduktan sonra devletler muvazenesinde hâkim unsur olmuşuz olmamışız ne ifade eder ki? Yarım yamalak Müslümanlıkla bir yere varılamaz. O yarım yamalak Müslümanlar değil mi Osmanlı’yı batıran? Hakperest olmalı, Allah’tan güzel şeyler istemeden önce o güzelliklere layık olmayı dilemeli.”
İnanmıyorum ben bizim samimi olduğumuza.. her tarafımızdan riya dökülüyor.. her davranışımız gösteriş.. nefsani bir sürü açıklarımız var.. zaaflarımız diz boyu. Tövbe kapısı sûrun üfleneceği ana kadar açıktır ve Allah’ın affetmeyeceği günah da yok. Öyleyse halimizi düzeltmek, kötülüklerden nedamet duymak, bir daha tövbeler tövbesi demek, kendimizi istikamete zorlamak, kendimize rağmen istikamette yaşamak için ne bekliyoruz? Niçin nefsaniliğe açık pencerelerden ağyar yüzüne bakıyoruz? Niçin nifak emareleri taşıyoruz?
Nefsim için söylediğimi zannetmiyorum bu sözleri. Çünkü nefsim için kavga etmiyorum ben. Ama hakikat-ı imaniyeye karşı lakaytlığı hazmedemiyorum. Neden imanda derinleşme gibi bir mefkûremiz yok? Neden elimizin altında hazine gibi eserlere yabancıyız? Neden onları okurken yabancılar gibi ağzımızda geveliyoruz? Neden ibadet ü taatimiz bizim gafletimizin gölgesinde cereyan ediyor? Neden okumayı, düşünmeyi, evrad u ezkarı angarya gibi kabul ediyoruz? Neden bazen yaptıklarımıza riya karıştırıyoruz? Neden, neden? İşte bu nedenlere cevap bulamıyorum ben.
Bir özenti, bir imrenme, bir taklit, bir yabancılaşma düşüncesi, bir mâsiyet hissi, küçük bile olsa günahı kâle almama, hareketin haysiyetini düşünmeme, gayri ciddi, laubali davranma almış başını gidiyor. Yara bunların hepsi. Yara zahirî ise zamanla geçer, ama ya batınî ise? Ya kalpte oturmuş ise? İşte böylesi, basit müdahaleler ile geçmiyor, çok güçlü ameliyat-i cerrahiyeler istiyor. Üstad buyuruyor ki: “İçimizi dışımıza çevirseler Hazreti Eyüp aleyhisselam’dan daha dertli olduğumuz görülecektir.”
Günahı hafife alanlar var. Çirkinlikler, ahlak üzerine bir tortu gibi oturmuş. Para zaafı var kimilerinde. Kimilerinde yeme-içme gibi oldukça basit cismani zaaflar var. Bazılarında daha başka nefsani arızalar var. Ve daha ilerisinde Allah’ın haram kıldığı münasebetlere “Keşke meşru olsaydı!” diyenler. “Keşke küfrün mahzuru olmasaydı!” demek gibi şeyler bunlar.
İnsan, Zaaflarını Görmeli
Hâlbuki insan kendi zaaflarını bir şekilde görebilir, görmelidir de. Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem), ashab-ı kiramla, her dönemde davranışlarını örnek aldığı insanlarla kendini kıyas ederek boşluklarını görebilir. Aksi halde bu zaaf ve boşluklar farkında olmadan tabiat haline gelebilir. Bu da kalbin tab’ına (mühürlenmesine) vesile olur. Şeytanın durumu da böyledir. Yoksa şeytan bilmiyor değildi hak ve hakikati. Fakat Kur’an’a karşı asi, Allah’ın emirlerine karşı isyankâr. Öyle bir noktada tutuyor ki kendini, oradan ayrılması mümkün değil. Adeta kilitlemiş kendisini. İnsan da böyledir, bir şeye kilitlenirse, ona zıt olan en yumuşak şeylere bile tepki verir. İşte şeytan da küfre böyle kilitlenmiş ve günah işlemek tabiatı haline gelmiş.
Evet, Allah içimizi dışımız gibi, dışımızı da içimiz gibi biliyor. Onun için bu zaaf ve boşluklar tabiat haline gelmeden terbiye edilmesi, izlerinin silinmesi gerekir. Bunun için de kişinin kendisini iyi terbiyecilerin terbiyesine teslim etmesi lazım.
İnsan, ahsen-i takvime mazhardır, dünyalara yeten bir mahiyete sahiptir. Dolayısıyla latifelerini küçücük şeylerde batırmamalıdır. Matlubu, maksudu Allah olmalı onun. Veya şöyle diyelim, mademki onun yaratılışı itibariyle nefsaniliği var, nefsaniliğini meşru dairedeki zevklerle, lezzetlerle tatmin etmeli, onun dışına çıkmamaya çalışmalı. Dişini sıkmalı, dilini ısırmalı, “la havle” çekmeli.
Hâsılı; bu denli serzenişe benim hakkım var mı? Siz bunu hak ettiniz mi? Bilmiyorum, ama isterseniz bunu benim huşûnetime verin. İsterseniz de her gün yapmanız gereken muhasebe ve murakabenizde mihenk taşı olarak kullanın ve tartın kendinizi bu kantara çıkarak...
“Allah onlara fırsat vermez ki?” deyip kenara çekilenlere, gamsız ve dertsiz laubalice hayat sürenlere sormak isterim; siz bu sözlerinizle Allah’a tevekkülünüzü mü ifade ediyorsunuz? Bence hayır; çünkü Cenab-ı Hakk’ın, bu lütfu ihsan buyuracağı seviyenin insanı böyle demez. Ne yaptık şimdiye kadar O’nun için? Gecelerimizde kaç damla gözyaşı var seccadelerimizde? Kaç defa inledik, ah u vah ettik Din-i Mübin-i İslam için? Kaç defa yüreklerimizi deldik Allah aşkına?
Allah sonsuz hikmeti icabı kendi varlığını inkâr edenlere bile imkânlar verir. Bolluk ve refah içinde hayat sürmelerini murad edebilir. Onlara bakıp “bize de versin” demek hem Allah’a, hem de mensubu olduğumuz dine ve dinî düşünceye karşı saygısızlıktır. Biz kendimize bakalım; bakalım ve O’na layık, O’nun lütuf ve ihsanlarına layık kul olmaya çalışalım.
Hem biz bozuk olduktan sonra devletler muvazenesinde hâkim unsur olmuşuz olmamışız ne ifade eder ki? Yarım yamalak Müslümanlıkla bir yere varılamaz. O yarım yamalak Müslümanlar değil mi Osmanlı’yı batıran? Hakperest olmalı, Allah’tan güzel şeyler istemeden önce o güzelliklere layık olmayı dilemeli.”
İnanmıyorum ben bizim samimi olduğumuza.. her tarafımızdan riya dökülüyor.. her davranışımız gösteriş.. nefsani bir sürü açıklarımız var.. zaaflarımız diz boyu. Tövbe kapısı sûrun üfleneceği ana kadar açıktır ve Allah’ın affetmeyeceği günah da yok. Öyleyse halimizi düzeltmek, kötülüklerden nedamet duymak, bir daha tövbeler tövbesi demek, kendimizi istikamete zorlamak, kendimize rağmen istikamette yaşamak için ne bekliyoruz? Niçin nefsaniliğe açık pencerelerden ağyar yüzüne bakıyoruz? Niçin nifak emareleri taşıyoruz?
Nefsim için söylediğimi zannetmiyorum bu sözleri. Çünkü nefsim için kavga etmiyorum ben. Ama hakikat-ı imaniyeye karşı lakaytlığı hazmedemiyorum. Neden imanda derinleşme gibi bir mefkûremiz yok? Neden elimizin altında hazine gibi eserlere yabancıyız? Neden onları okurken yabancılar gibi ağzımızda geveliyoruz? Neden ibadet ü taatimiz bizim gafletimizin gölgesinde cereyan ediyor? Neden okumayı, düşünmeyi, evrad u ezkarı angarya gibi kabul ediyoruz? Neden bazen yaptıklarımıza riya karıştırıyoruz? Neden, neden? İşte bu nedenlere cevap bulamıyorum ben.
Bir özenti, bir imrenme, bir taklit, bir yabancılaşma düşüncesi, bir mâsiyet hissi, küçük bile olsa günahı kâle almama, hareketin haysiyetini düşünmeme, gayri ciddi, laubali davranma almış başını gidiyor. Yara bunların hepsi. Yara zahirî ise zamanla geçer, ama ya batınî ise? Ya kalpte oturmuş ise? İşte böylesi, basit müdahaleler ile geçmiyor, çok güçlü ameliyat-i cerrahiyeler istiyor. Üstad buyuruyor ki: “İçimizi dışımıza çevirseler Hazreti Eyüp aleyhisselam’dan daha dertli olduğumuz görülecektir.”
Günahı hafife alanlar var. Çirkinlikler, ahlak üzerine bir tortu gibi oturmuş. Para zaafı var kimilerinde. Kimilerinde yeme-içme gibi oldukça basit cismani zaaflar var. Bazılarında daha başka nefsani arızalar var. Ve daha ilerisinde Allah’ın haram kıldığı münasebetlere “Keşke meşru olsaydı!” diyenler. “Keşke küfrün mahzuru olmasaydı!” demek gibi şeyler bunlar.
İnsan, Zaaflarını Görmeli
Hâlbuki insan kendi zaaflarını bir şekilde görebilir, görmelidir de. Efendimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem), ashab-ı kiramla, her dönemde davranışlarını örnek aldığı insanlarla kendini kıyas ederek boşluklarını görebilir. Aksi halde bu zaaf ve boşluklar farkında olmadan tabiat haline gelebilir. Bu da kalbin tab’ına (mühürlenmesine) vesile olur. Şeytanın durumu da böyledir. Yoksa şeytan bilmiyor değildi hak ve hakikati. Fakat Kur’an’a karşı asi, Allah’ın emirlerine karşı isyankâr. Öyle bir noktada tutuyor ki kendini, oradan ayrılması mümkün değil. Adeta kilitlemiş kendisini. İnsan da böyledir, bir şeye kilitlenirse, ona zıt olan en yumuşak şeylere bile tepki verir. İşte şeytan da küfre böyle kilitlenmiş ve günah işlemek tabiatı haline gelmiş.
Evet, Allah içimizi dışımız gibi, dışımızı da içimiz gibi biliyor. Onun için bu zaaf ve boşluklar tabiat haline gelmeden terbiye edilmesi, izlerinin silinmesi gerekir. Bunun için de kişinin kendisini iyi terbiyecilerin terbiyesine teslim etmesi lazım.
İnsan, ahsen-i takvime mazhardır, dünyalara yeten bir mahiyete sahiptir. Dolayısıyla latifelerini küçücük şeylerde batırmamalıdır. Matlubu, maksudu Allah olmalı onun. Veya şöyle diyelim, mademki onun yaratılışı itibariyle nefsaniliği var, nefsaniliğini meşru dairedeki zevklerle, lezzetlerle tatmin etmeli, onun dışına çıkmamaya çalışmalı. Dişini sıkmalı, dilini ısırmalı, “la havle” çekmeli.
Hâsılı; bu denli serzenişe benim hakkım var mı? Siz bunu hak ettiniz mi? Bilmiyorum, ama isterseniz bunu benim huşûnetime verin. İsterseniz de her gün yapmanız gereken muhasebe ve murakabenizde mihenk taşı olarak kullanın ve tartın kendinizi bu kantara çıkarak...
Moderatör tarafında düzenlendi: