2-3 Kasım tarihlerinde Sakarya Üniversitesi’nde düzenlenen“Kriz ve Kritik: Türkiye’de İslamcılığın dönüşümü”isimli bir panele katıldım. Panelistlerin her biri kendi çalışma alanlarından ve eleştiri pencerelerinden İslamcılık yorumları getirdiler. Kimisini pür dikkat dinlediğim kimisinde dalıp gittiğim konuşmaların hiçbirinde Değişen ve Dönüşen İslamcılık’ta kadın konuşulmadı. Böyle bir etkinliğe katılsaydım “İslamcı kadınların” değişimlerini anlatmaya çalışırdım, aslında pek bir şey anlatamamanın beceriksizliğini hissede hissede.
Bunun elbette nedenleri var. Ne tarafından tutup ne kadarını anlatacağımı bilemediğim başı sonu olmayan bir meseledir “kadın” olgusu. Böyle zamanlarda annemi hatırlayıp onun kadın alemindeki yerini, daha doğrusu benim gözümdeki yerini uzun uzun anlatıp rahatlamak istiyorum. Onun şefkatli, merhametli, fekadar, basiret sahibi, çalışan, yorulan, nazikliği vs. Ama bir saniye, annemi hatırlayışım işte bu kadar. Onun bir anne oluşu, kadın oluşu değil. Bu ikisi farklı diyorum. Annem kadın olarak ne? Dişi olarak neydi? Bunlara kafa yormamıştım ben. Hem de benim fedakar ve merhametli, çalışan annem, başı örtülü geleneksel muhafazakar duruşu ile benim “İslamcı kadın nereden nereye” soruma cevap oluşturmaya yeteri kadar bir malzeme sunamıyor. Çünkü o hala geleneksel kodları dipdiri ayakta bir algının “ürünü”. Sonra kendi bakışlarını etrafındakilere yöneltmiş bakınırken aslında herkesin kendisine baktığını gören bakışların mahpusluğu ile kendine bakıverdim. Ben, liseye gitmiş, üniversiteye başlamış ve bitirmek üzere olan bir “İslamcı” olarak annemden çok farklı bir yerde duruyordum, çünkü annem İslamcı ne demek bilmezdi bile.
Annem, sen o sıcak evimizde işten dönüşünü beklediğimiz anlarda kal biraz…
İmam hatip ve İlahiyat tecrübelerimin bana gösterdiği şu ki İslamcı erkeklerin anlattığı, oluşturduğu, gördüğü ve görmek istediği bir kadın var. Ama bu kadın elbette ki 70 ve 80lerin istenen Müslüman kadın tipinden de 90ların istediği Müslüman kadın tipinden bazı yönleriyle ayrılıyor. Şimdinin Müslüman yahut İslamcı kadını okullaşma oranı yüksek bir seviyede. Okul sonrası hayatında da akademik olsun olmasın bir kariyer düşüncesi var. Tamamına yakını evinde kalıp çocuk bakma planını epey sonraya ertelemiş durumda. 80-90lı yıllardaki gibi bir kanepe bir halıya razı bir hayat sürecek ne fedakarlıkları var ne de evlerini doldurup taşıran sohbet ortamları ve dindar bir yaşam ideali. Ama iyi olan bir yönü de var ki işin, merkezde ya da merkeze aday ve modern-muhafazakar bu kadınlar özneleşiyor.
Şöyle ki:
70li ve 80li yıllarda çokça yaygınlaşan ve 90lara da sirayet eden bir hidayet romanları dönemi vardı. Hidayet romanları ne demek? Edebiyatın bir türü olan roman sanatının Müslüman yazarlar tarafından bir çeşit ihtida ve tebliğ amaçlarına hizmet etmesidir, romanın araçsallaşmasıdır. Bu romanlarda karakter ya İslami hayat formundan uzaklaşmış bir müslümandır, irşad bulur ya da ateist, gayr-i Müslimdir yani tamamen din dairesinin dışına çıkmıştır bu kişi de doğru yolu bulur. Yazarın amacı genelde bu iki başlık altında toplanınca roman sanatı da bu amaca hizmet için bir enstrümandır ama amaç o kadar baskın, öncelikli ve acelecidir ki romanlarda edebi kaygıya pek rastlanmaz. Kolayca anlaşılan, söz sanatlarının yer almadığı, kurgunun basit bir hikayeleştirmeden öteye gidemediği amatör diyebileceğimiz bir dil vardır. Romanlar böyle yazılmalıydı çünkü bu edebi çaba ne sanat için ne toplum için veriliyordu. Tamamen “Allah rızasını” gözeten ve insanları doğru yola ulaştırma gayretiyle yazılıyordu. Romanlar böyle yazılmalıydı çünkü bu ulvi niyetin gerçekleşmesi için çok fazla zaman yoktu, toplum ifsada/bozulmaya uğramıştı ve romanlar aracılığıyla bir anda yüzlerce kişinin değişimine vesile olabilirdi.
13-14 yaşlarında idim. Nerden elime geçtiyse şimdi ismini hatırlamadığım bu türden bir roman okuduğumu anımsıyorum. İsmi ve kurgusu aklımda olmayan bu romandan çok etkilendiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Bu etki, yani o bir insanın mahrem yaşantısına ve düşünce dünyasına dalıp da kendinize yollar aradığınız bu girift hal, bu türden romanlara ilgiyi artırabiliyor. Bulunduğum semtin cami avlusunda sakallı bir amca, arabasıyla getirdiği Kuran, tesbih, cevşen, Yusuf Tavaslı kitapları, 41 Yasin kitaplarının yansı sıra bir de bu iştah kabartan hidayet romanlarından satardı. Bu anlattığım 90lı yılların sonu. 28 Şubat olmuş mu olmamış mı hatırlamıyorum. Kitapların üzerinde en çok dikkatimi çeken isim Emine Şenlikoğlu idi, o kadar çok kitabı vardı ki. Çoğu kapağın üzerinde yüz hatları çok iyi çizilmiş, kimi başörtülü kimi açık çok güzel kadınlar yarı gizemli, yarı ağlamaklı yarı şehvetli halleriyle duruyordu. Bir tanesini seçip almıştım.
Az buçuk muhafazakar bir çevrede büyümüşseniz ve imam hatip kökenindenseniz bu tarz kitaplara bulaşma ihtimaliniz çok yüksektir. Bu roman türünün totalindeki zihniyeti ifşa ettikçe gördüm ki yazın türü aracılığıyla yoldan çıkanları yola getirme gayreti bir iyi niyet taşısa da patolojik bir duruma işaret ediyor. Benim açımdan büyük bir iddia olan bu patolojik durumu, yazarların “neden bu kitapları yazdınız” sorusuna verdikleri cevaptaki psikolojik arkaplanı es geçip yazdıkları dönem ve sonrasındaki ilk 20 yıl açısından neden oldukları sosyolojik çözülmeye bağlıyorum. Çünkü hidayet romanlarının fetva müslümanlığını öne çıkarması, fıkhın despotizmini benimsemesi, işin marketing/pazarlama kısmını zamanla çok daha büyük bir pazara dönüştürmesi, kadınların bu kitapla sağladıkları terapist seanslarının geçiciliği, çoğu zaman erkek eliyle dağıtılan hidayet ve ıslah hareketlerinin dinin ataerkil yorum ve taşıyıcılığına daha çok alan açması gibi hepsini burada zikredemeyeceğim bir dizi genel sonuçları var.
Bu romanların içerik ve misyonuna yönelik birkaç hususa değinmek istiyorum.
Sözkonusu romanların Müslümanların yaşadıkları sıkıntıları, toplumdaki mücadelelerini ve iktidarla yaşadıkları gerilimlerini anlatması açısından kendilerine özgü bir gündem oluştururken toplumun diğer sosyal meselelerine sırt çevirdiğini görmekteyiz. Sosyo-ekonomik birçok probleme ve kırılmaya değinmeyen bu romanların okuyucularını da belli bir dünya algısına ittiğini bu yüzden de diğer dünyalara kapattığını düşünüyorum.
Ayrıca 99 ‘daki 28 Şubat darbesi sonrası kaç tane İslamcı yazar acaba bu konuyu bir roman anlatısına dönüştürmüştür. Bir “trend” halini alan hidayet romanlardaki o özveri ve çaba ne oldu da 28 Şubat sonrası buharlaştı ve İslamcı yazarlar 28 Şubat ve başörtüsü mağduriyetlerini siyasal bir dil de kullanarak romanlarından taşırmadılar? Yine bu romanlar yazılmaya başlandıkları dönemden itibaren müslüman dünyanın hangi bir sorununa çözüm arayışında bulunmuş, pratikte sosyal politik hangi krize merhem olabilmiştir? Dışarıda Siyasal İslam’ın konuşulduğu içeride bu siyasallaşmaya katılmaya çalışan bir hava var bu metinlerde. Ama en çok da kaynaklarını, köklerini unutmuş Müslümanların bu yeni dünyada düştükleri boşluğa bir çare bulma niyetiyle yazılmıştır bu romanlar.
Sayısı yüzlerce ifade edilen hidayet romanı kategorisinde yer alan tüm kitapları tek tek okumam mümkün değil elbette. Okuduklarım ve dinlediklerimden yola çıkarak bir genelleme ile bahsedeceğim bu türün edebi olarak incelediğinde şu tespitleri yapmamız mümkün: Edebi kaygı taşımadıkları tartışmasız bir durum. Bunun yanında bu romanlarda genelde dramatik bir hal vardır. Buradaki drama’yı bir Yunan edebiyat seçkisi anlamında değil toplumumuzda epey yaygınlaşan aslında “arabesk” tabirinin biraz daha soft hali için kullandığımı söylemeliyim. Bu anlamda bir romantizmin ağır bastığı kitaplarda didaktik bir taraf da var, çünkü asıl amacı okurunda değişime neden olması beklenen bir kitapta öğretici ve tembihleyici bir yön bulunması beklenen bir durumdur. Asla unutulmaması gereken bir diğer tespit de bu romanlardaki savunmacı dildir. Neye karşı savunma? Dönem itibarıyla yaygınlaşan “Batı” ahlaksızlıklarının ve dinsizlik hareketlerinin Müslüman-Türk bir toplumda artmaya başlaması Müslüman yazarları harekete geçirmiştir.
Belki de ilk kez yazdıkları hidayet romanı ile yazarlığa adım atan bu yazarlar hem bu ateist ayaklanmalara karşı bir duruş sergilemek hem de kendilerinden en az bir 20 yıl öncesinden başlayan köy romancılığına reddiye geliştirmek istiyordu. Bu reddiye, köy romancılığı ile toplumun hakim değerlerinin önemsizleştirilmesi ve kötü dindar tipolojisinin çizilmesine yönelikti. Zamanla çok talep gören ve bir ihtiyaca karşılık geldiği görülen bu romanların yazılması arttı ve bu kurmaca dünya kendisine büyük bir pazar kurdu. Tüketilen bir edebiyat oluştu.
Her romanda kaçınılmaz olarak yer alan karakterlerin mutlaka cinsiyet kimlikleri üzerinden verilmesine ve Müslüman erkek karakterinin bir “heroik” anlatısı, onların her zaman bir kahraman olmasına aşinayız. Hidayet erkeğin elinden olduğuna göre onun karizması da iyi sunulmuş olmalıdır ve “müslüman erkek idea”sına mümkün olduğunca yakın durmaktadır. İslamcılığın dönüşümünü bu romanlardaki anlatılardan bağımsız ele almak bana eksik geliyor. Çünkü bu romanlarda hadis ve ayetlerle de desteklenerek idealize edilen karakterler reel hayattaki Müslümanlara bir düşünüş, bakış ve inanış dikte etti zamanla. Ayrıca o dönemlerde ismi davetiyelere bile yazılmayan kadın, müslüman erkeğin penceresinden göz renginden kaş biçimine kadar roman karakterlerinde resmediliyordu. Bu da ayrı bir paradoks olarak önümüzde durmaktadır.
Okurun edilgen kaldığı bu süreçte Müslüman kadın ve Müslüman erkek mahiyetine ilişkin hemen her kafada aynı tip belirginleşmeye başlıyordu, tektipleştirme sözkonusu yani. Evliliklerin dava uğruna yapıldığı, maddi beklentilerin minimize edildiği, konfor ve lüksün ayıplandığı bir algı vardı. Darul-harp, darul-İslam, tağut, cihad gibi terimlerin çokça gündemde tutulduğu bir “ev” formu vardı. Bu “mütevazı” hayat içerisinde kadına biçilen rol, evini kadın sohbetlerine açması, bol bol okuyup kendini yetiştirmesi, erkeği takip etmesi ve tabi ki nesil yetiştirmesidir.
Böyle bakınca evdeki kadınla bir problemi olmayan erkek karakterin kimi romanlarda zengin, sosyete kızlara hidayet aşılamaya çalıştığını görebiliyoruz. Müslüman kadının kamusal hayata girişi Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı isimli kitabı ile olduğu bilinen bir gerçek. Ancak burada da kamusal hayat tecrübesi sınırlıdır, çünkü geçinmek zorunda kalan Müslüman kadın Feyza’nın sokağa çıkışı kendisi ve küçük kızı için yeterli olabilecek bir iş arayışıdır.
Zamanla müslüman kadınlar eğer “çilekeş” Feyza karakterinde olduğu gibi İslamı yaşama uğruna tek başına ayakta kalma mağduriyeti dışında bir hayatı varsa kamusal alan tecrübesini İslamı tebliğ etme uğruna yaşarlar. Toplumsal bir mücadeleye giren kadınlar için Hz. Fatma, Hz. Hatice ve Hz. Aişe gibi İslam tarihinin en önemli kadın karakterleri büyük dayanak oluşturur ve okuru ikna edici gücü yüksektir.
Aşkın nesnesi, hidayetin nesnesi haline gelen bu romanların idealize edeyim derken mahkum ettiği bir dindar tip algısının izlerini halen görmek mümkün. “Hidayetteki erk” düşüncesinin neden olduğu hali ben hastalıklı bir hal olarak yorumluyorum. Müslüman bir erkeğin Şule Yüksel Şenler’in romanı ile hidayet romanı alanındaki iktidarını kadın yazarlarla paylaşmaya mecbur kalması, erkek müslüman yazarın “itibarından” bir şey kaybettiği anlamına gelmez. Çünkü her ne kadar yazan el kadın olsa da ortaya konan kadın karakter bir erkeğin algısının aynısıdır yahut devamıdır.
Müslüman bir erkeğin gözünde nasıl algılandığını önemsemek müslüman kadın için hem bir cinsiyet hem bir ailesel/ toplumsal rol olarak ikili bir vurguyla ele alınır. Ancak buraya bir şerh düşmem gerek, modernleşmenin hızla yaşandığı bir zamanda Müslümanların hayat algıları, beklentileri, yaşam standartları değiştiği için eskisi gibi dava evlilikleri revaçta değil artık. Sadece iyi bir dişi olduğu için de müslüman bir kadınla evlenilebilinir artık.
Kurgusal bir metin olarak roman ve zikretmediğimiz hikaye türünde genelde erkek eliyle dağıtılan hidayet anlatılarının yer bulduğu diğer bir alan da mektuplardır. Bu mektuplar birer itiraf mektuplarıdır. Bu kez yazar hiçbir kurgulama zahmetine katılmadan kendisine gelen samimi itirafları, paylaşımları kamuya açabilmekte, o insanın yaşadığı mahrem değişim sürecini ifşa ederek kendisine isim yapabilmektedir.
Günümüzde bu romanlar etkisini büyük oranda yitirdi. Artık pek okunmuyorlar ve güçlü bir yönlendirici faktörleri yok. Vakıf ve cemaat ayağı güçlü birkaç yayınevini istisna tutarsak bu şekilde bir değerlendirme yapabiliriz. İslamcı kadınların tüm bu hidayet romanları birikiminden ve algısından ayrı olarak nesne oluşunu kırıp da özne olarak var olduğu ve kendi sorunlarına yönelebildiği dönem çok yenidir. Ve belki de başka yönlerden eleştiri alsa da bugünün İslamcı genç kızları bahsettiğim bu yeninin takipçileri olarak İslamcılığın dönüşümü için özne olmaklık bakımından belki daha iyi bir söz söyleyebilirler.
Namazı ve sahip olduğum ahlakın temellerini kendisinden öğrendiğim annem işten döndü, “reçel yapmayı bilmeyen kızı” ona hayranlıkla bakıyor…
Ayşenur Narboğa
Bunun elbette nedenleri var. Ne tarafından tutup ne kadarını anlatacağımı bilemediğim başı sonu olmayan bir meseledir “kadın” olgusu. Böyle zamanlarda annemi hatırlayıp onun kadın alemindeki yerini, daha doğrusu benim gözümdeki yerini uzun uzun anlatıp rahatlamak istiyorum. Onun şefkatli, merhametli, fekadar, basiret sahibi, çalışan, yorulan, nazikliği vs. Ama bir saniye, annemi hatırlayışım işte bu kadar. Onun bir anne oluşu, kadın oluşu değil. Bu ikisi farklı diyorum. Annem kadın olarak ne? Dişi olarak neydi? Bunlara kafa yormamıştım ben. Hem de benim fedakar ve merhametli, çalışan annem, başı örtülü geleneksel muhafazakar duruşu ile benim “İslamcı kadın nereden nereye” soruma cevap oluşturmaya yeteri kadar bir malzeme sunamıyor. Çünkü o hala geleneksel kodları dipdiri ayakta bir algının “ürünü”. Sonra kendi bakışlarını etrafındakilere yöneltmiş bakınırken aslında herkesin kendisine baktığını gören bakışların mahpusluğu ile kendine bakıverdim. Ben, liseye gitmiş, üniversiteye başlamış ve bitirmek üzere olan bir “İslamcı” olarak annemden çok farklı bir yerde duruyordum, çünkü annem İslamcı ne demek bilmezdi bile.
Annem, sen o sıcak evimizde işten dönüşünü beklediğimiz anlarda kal biraz…
İmam hatip ve İlahiyat tecrübelerimin bana gösterdiği şu ki İslamcı erkeklerin anlattığı, oluşturduğu, gördüğü ve görmek istediği bir kadın var. Ama bu kadın elbette ki 70 ve 80lerin istenen Müslüman kadın tipinden de 90ların istediği Müslüman kadın tipinden bazı yönleriyle ayrılıyor. Şimdinin Müslüman yahut İslamcı kadını okullaşma oranı yüksek bir seviyede. Okul sonrası hayatında da akademik olsun olmasın bir kariyer düşüncesi var. Tamamına yakını evinde kalıp çocuk bakma planını epey sonraya ertelemiş durumda. 80-90lı yıllardaki gibi bir kanepe bir halıya razı bir hayat sürecek ne fedakarlıkları var ne de evlerini doldurup taşıran sohbet ortamları ve dindar bir yaşam ideali. Ama iyi olan bir yönü de var ki işin, merkezde ya da merkeze aday ve modern-muhafazakar bu kadınlar özneleşiyor.
Şöyle ki:
70li ve 80li yıllarda çokça yaygınlaşan ve 90lara da sirayet eden bir hidayet romanları dönemi vardı. Hidayet romanları ne demek? Edebiyatın bir türü olan roman sanatının Müslüman yazarlar tarafından bir çeşit ihtida ve tebliğ amaçlarına hizmet etmesidir, romanın araçsallaşmasıdır. Bu romanlarda karakter ya İslami hayat formundan uzaklaşmış bir müslümandır, irşad bulur ya da ateist, gayr-i Müslimdir yani tamamen din dairesinin dışına çıkmıştır bu kişi de doğru yolu bulur. Yazarın amacı genelde bu iki başlık altında toplanınca roman sanatı da bu amaca hizmet için bir enstrümandır ama amaç o kadar baskın, öncelikli ve acelecidir ki romanlarda edebi kaygıya pek rastlanmaz. Kolayca anlaşılan, söz sanatlarının yer almadığı, kurgunun basit bir hikayeleştirmeden öteye gidemediği amatör diyebileceğimiz bir dil vardır. Romanlar böyle yazılmalıydı çünkü bu edebi çaba ne sanat için ne toplum için veriliyordu. Tamamen “Allah rızasını” gözeten ve insanları doğru yola ulaştırma gayretiyle yazılıyordu. Romanlar böyle yazılmalıydı çünkü bu ulvi niyetin gerçekleşmesi için çok fazla zaman yoktu, toplum ifsada/bozulmaya uğramıştı ve romanlar aracılığıyla bir anda yüzlerce kişinin değişimine vesile olabilirdi.
13-14 yaşlarında idim. Nerden elime geçtiyse şimdi ismini hatırlamadığım bu türden bir roman okuduğumu anımsıyorum. İsmi ve kurgusu aklımda olmayan bu romandan çok etkilendiğimi hayal meyal hatırlıyorum. Bu etki, yani o bir insanın mahrem yaşantısına ve düşünce dünyasına dalıp da kendinize yollar aradığınız bu girift hal, bu türden romanlara ilgiyi artırabiliyor. Bulunduğum semtin cami avlusunda sakallı bir amca, arabasıyla getirdiği Kuran, tesbih, cevşen, Yusuf Tavaslı kitapları, 41 Yasin kitaplarının yansı sıra bir de bu iştah kabartan hidayet romanlarından satardı. Bu anlattığım 90lı yılların sonu. 28 Şubat olmuş mu olmamış mı hatırlamıyorum. Kitapların üzerinde en çok dikkatimi çeken isim Emine Şenlikoğlu idi, o kadar çok kitabı vardı ki. Çoğu kapağın üzerinde yüz hatları çok iyi çizilmiş, kimi başörtülü kimi açık çok güzel kadınlar yarı gizemli, yarı ağlamaklı yarı şehvetli halleriyle duruyordu. Bir tanesini seçip almıştım.
Az buçuk muhafazakar bir çevrede büyümüşseniz ve imam hatip kökenindenseniz bu tarz kitaplara bulaşma ihtimaliniz çok yüksektir. Bu roman türünün totalindeki zihniyeti ifşa ettikçe gördüm ki yazın türü aracılığıyla yoldan çıkanları yola getirme gayreti bir iyi niyet taşısa da patolojik bir duruma işaret ediyor. Benim açımdan büyük bir iddia olan bu patolojik durumu, yazarların “neden bu kitapları yazdınız” sorusuna verdikleri cevaptaki psikolojik arkaplanı es geçip yazdıkları dönem ve sonrasındaki ilk 20 yıl açısından neden oldukları sosyolojik çözülmeye bağlıyorum. Çünkü hidayet romanlarının fetva müslümanlığını öne çıkarması, fıkhın despotizmini benimsemesi, işin marketing/pazarlama kısmını zamanla çok daha büyük bir pazara dönüştürmesi, kadınların bu kitapla sağladıkları terapist seanslarının geçiciliği, çoğu zaman erkek eliyle dağıtılan hidayet ve ıslah hareketlerinin dinin ataerkil yorum ve taşıyıcılığına daha çok alan açması gibi hepsini burada zikredemeyeceğim bir dizi genel sonuçları var.
Bu romanların içerik ve misyonuna yönelik birkaç hususa değinmek istiyorum.
Sözkonusu romanların Müslümanların yaşadıkları sıkıntıları, toplumdaki mücadelelerini ve iktidarla yaşadıkları gerilimlerini anlatması açısından kendilerine özgü bir gündem oluştururken toplumun diğer sosyal meselelerine sırt çevirdiğini görmekteyiz. Sosyo-ekonomik birçok probleme ve kırılmaya değinmeyen bu romanların okuyucularını da belli bir dünya algısına ittiğini bu yüzden de diğer dünyalara kapattığını düşünüyorum.
Ayrıca 99 ‘daki 28 Şubat darbesi sonrası kaç tane İslamcı yazar acaba bu konuyu bir roman anlatısına dönüştürmüştür. Bir “trend” halini alan hidayet romanlardaki o özveri ve çaba ne oldu da 28 Şubat sonrası buharlaştı ve İslamcı yazarlar 28 Şubat ve başörtüsü mağduriyetlerini siyasal bir dil de kullanarak romanlarından taşırmadılar? Yine bu romanlar yazılmaya başlandıkları dönemden itibaren müslüman dünyanın hangi bir sorununa çözüm arayışında bulunmuş, pratikte sosyal politik hangi krize merhem olabilmiştir? Dışarıda Siyasal İslam’ın konuşulduğu içeride bu siyasallaşmaya katılmaya çalışan bir hava var bu metinlerde. Ama en çok da kaynaklarını, köklerini unutmuş Müslümanların bu yeni dünyada düştükleri boşluğa bir çare bulma niyetiyle yazılmıştır bu romanlar.
Sayısı yüzlerce ifade edilen hidayet romanı kategorisinde yer alan tüm kitapları tek tek okumam mümkün değil elbette. Okuduklarım ve dinlediklerimden yola çıkarak bir genelleme ile bahsedeceğim bu türün edebi olarak incelediğinde şu tespitleri yapmamız mümkün: Edebi kaygı taşımadıkları tartışmasız bir durum. Bunun yanında bu romanlarda genelde dramatik bir hal vardır. Buradaki drama’yı bir Yunan edebiyat seçkisi anlamında değil toplumumuzda epey yaygınlaşan aslında “arabesk” tabirinin biraz daha soft hali için kullandığımı söylemeliyim. Bu anlamda bir romantizmin ağır bastığı kitaplarda didaktik bir taraf da var, çünkü asıl amacı okurunda değişime neden olması beklenen bir kitapta öğretici ve tembihleyici bir yön bulunması beklenen bir durumdur. Asla unutulmaması gereken bir diğer tespit de bu romanlardaki savunmacı dildir. Neye karşı savunma? Dönem itibarıyla yaygınlaşan “Batı” ahlaksızlıklarının ve dinsizlik hareketlerinin Müslüman-Türk bir toplumda artmaya başlaması Müslüman yazarları harekete geçirmiştir.
Belki de ilk kez yazdıkları hidayet romanı ile yazarlığa adım atan bu yazarlar hem bu ateist ayaklanmalara karşı bir duruş sergilemek hem de kendilerinden en az bir 20 yıl öncesinden başlayan köy romancılığına reddiye geliştirmek istiyordu. Bu reddiye, köy romancılığı ile toplumun hakim değerlerinin önemsizleştirilmesi ve kötü dindar tipolojisinin çizilmesine yönelikti. Zamanla çok talep gören ve bir ihtiyaca karşılık geldiği görülen bu romanların yazılması arttı ve bu kurmaca dünya kendisine büyük bir pazar kurdu. Tüketilen bir edebiyat oluştu.
Her romanda kaçınılmaz olarak yer alan karakterlerin mutlaka cinsiyet kimlikleri üzerinden verilmesine ve Müslüman erkek karakterinin bir “heroik” anlatısı, onların her zaman bir kahraman olmasına aşinayız. Hidayet erkeğin elinden olduğuna göre onun karizması da iyi sunulmuş olmalıdır ve “müslüman erkek idea”sına mümkün olduğunca yakın durmaktadır. İslamcılığın dönüşümünü bu romanlardaki anlatılardan bağımsız ele almak bana eksik geliyor. Çünkü bu romanlarda hadis ve ayetlerle de desteklenerek idealize edilen karakterler reel hayattaki Müslümanlara bir düşünüş, bakış ve inanış dikte etti zamanla. Ayrıca o dönemlerde ismi davetiyelere bile yazılmayan kadın, müslüman erkeğin penceresinden göz renginden kaş biçimine kadar roman karakterlerinde resmediliyordu. Bu da ayrı bir paradoks olarak önümüzde durmaktadır.
Okurun edilgen kaldığı bu süreçte Müslüman kadın ve Müslüman erkek mahiyetine ilişkin hemen her kafada aynı tip belirginleşmeye başlıyordu, tektipleştirme sözkonusu yani. Evliliklerin dava uğruna yapıldığı, maddi beklentilerin minimize edildiği, konfor ve lüksün ayıplandığı bir algı vardı. Darul-harp, darul-İslam, tağut, cihad gibi terimlerin çokça gündemde tutulduğu bir “ev” formu vardı. Bu “mütevazı” hayat içerisinde kadına biçilen rol, evini kadın sohbetlerine açması, bol bol okuyup kendini yetiştirmesi, erkeği takip etmesi ve tabi ki nesil yetiştirmesidir.
Böyle bakınca evdeki kadınla bir problemi olmayan erkek karakterin kimi romanlarda zengin, sosyete kızlara hidayet aşılamaya çalıştığını görebiliyoruz. Müslüman kadının kamusal hayata girişi Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı isimli kitabı ile olduğu bilinen bir gerçek. Ancak burada da kamusal hayat tecrübesi sınırlıdır, çünkü geçinmek zorunda kalan Müslüman kadın Feyza’nın sokağa çıkışı kendisi ve küçük kızı için yeterli olabilecek bir iş arayışıdır.
Zamanla müslüman kadınlar eğer “çilekeş” Feyza karakterinde olduğu gibi İslamı yaşama uğruna tek başına ayakta kalma mağduriyeti dışında bir hayatı varsa kamusal alan tecrübesini İslamı tebliğ etme uğruna yaşarlar. Toplumsal bir mücadeleye giren kadınlar için Hz. Fatma, Hz. Hatice ve Hz. Aişe gibi İslam tarihinin en önemli kadın karakterleri büyük dayanak oluşturur ve okuru ikna edici gücü yüksektir.
Aşkın nesnesi, hidayetin nesnesi haline gelen bu romanların idealize edeyim derken mahkum ettiği bir dindar tip algısının izlerini halen görmek mümkün. “Hidayetteki erk” düşüncesinin neden olduğu hali ben hastalıklı bir hal olarak yorumluyorum. Müslüman bir erkeğin Şule Yüksel Şenler’in romanı ile hidayet romanı alanındaki iktidarını kadın yazarlarla paylaşmaya mecbur kalması, erkek müslüman yazarın “itibarından” bir şey kaybettiği anlamına gelmez. Çünkü her ne kadar yazan el kadın olsa da ortaya konan kadın karakter bir erkeğin algısının aynısıdır yahut devamıdır.
Müslüman bir erkeğin gözünde nasıl algılandığını önemsemek müslüman kadın için hem bir cinsiyet hem bir ailesel/ toplumsal rol olarak ikili bir vurguyla ele alınır. Ancak buraya bir şerh düşmem gerek, modernleşmenin hızla yaşandığı bir zamanda Müslümanların hayat algıları, beklentileri, yaşam standartları değiştiği için eskisi gibi dava evlilikleri revaçta değil artık. Sadece iyi bir dişi olduğu için de müslüman bir kadınla evlenilebilinir artık.
Kurgusal bir metin olarak roman ve zikretmediğimiz hikaye türünde genelde erkek eliyle dağıtılan hidayet anlatılarının yer bulduğu diğer bir alan da mektuplardır. Bu mektuplar birer itiraf mektuplarıdır. Bu kez yazar hiçbir kurgulama zahmetine katılmadan kendisine gelen samimi itirafları, paylaşımları kamuya açabilmekte, o insanın yaşadığı mahrem değişim sürecini ifşa ederek kendisine isim yapabilmektedir.
Günümüzde bu romanlar etkisini büyük oranda yitirdi. Artık pek okunmuyorlar ve güçlü bir yönlendirici faktörleri yok. Vakıf ve cemaat ayağı güçlü birkaç yayınevini istisna tutarsak bu şekilde bir değerlendirme yapabiliriz. İslamcı kadınların tüm bu hidayet romanları birikiminden ve algısından ayrı olarak nesne oluşunu kırıp da özne olarak var olduğu ve kendi sorunlarına yönelebildiği dönem çok yenidir. Ve belki de başka yönlerden eleştiri alsa da bugünün İslamcı genç kızları bahsettiğim bu yeninin takipçileri olarak İslamcılığın dönüşümü için özne olmaklık bakımından belki daha iyi bir söz söyleyebilirler.
Namazı ve sahip olduğum ahlakın temellerini kendisinden öğrendiğim annem işten döndü, “reçel yapmayı bilmeyen kızı” ona hayranlıkla bakıyor…
Ayşenur Narboğa