Jilet gibi bir sözcük: şizofreni

ceylannur

Yeni Üyemiz
JİLET GİBİ BİR SÖZCÜK: ŞİZOFRENİ
Haldun Soygür
Toplum şizofreniye ilişkin yalan yanlış fikirler ve olumsuz önyargılarla dolu…
Birçok insan şizofreninin tedavisi olmayan bir hastalık olduğuna inanır, oysa şizofreni tedavi edilebilir bir hastalıktır.
Birçok insan şizofreni hastalarının asla iyileşmeyeceğine inanır, oysa şizofreni hastaları iyileşebilir.
Birçok insan şizofreni hastalarının cinayet işleyen, saldırgan, zarar verici insanlar olduğuna inanır. Oysa onlar naif, kırılgan kişilerdir.
Hastalığın en şiddetli olduğu dönemde böyle bir olasılık olsa bile, bunun oranı % 10’dur ve bu oran tedavi ile daha da azalır (Planlanarak gerçekleştirilen cinayetlerin tama yakınının “akıllılar” tarafından işlendiğini biliyor muydunuz?).
Birçok insan şizofreni hastalarının iş yapamayacağına, hiçbir zaman çalışamayacağına, şizofreni hastalarının tembel ve güvenilmez kişiler olduğuna inanır, oysa olanak yaratılırsa yeteneği ölçüsünde her biri üretken olabilir.
Birçok insan şizofreni hastalarının her zaman saçmalayarak konuşan ve ne dediği anlaşılmaz kişiler olduğuna, zaman ne yapacakları belli olmayan kişiler olduğu inanır, oysa bu durum sadece hastalığın aktif olduğu belirli dönemlerde olur, bunun dışında ise bir şizofreni hastasından öğreneceğimiz pek çok şey vardır.
Şizofreninin başarılı tedavisinin ve hastanın yeniden topluma kazandırılmasının önündeki en önemli engellerden birisi olumsuz önyargılar ve damgalamadır.
Aslında burada bir kısır döngü söz konusu olmaktadır.
Damgalama, tedavi olanaklarından yeterince yararlanmayı olumsuz etkilerken, yetersiz tedavi ve hastalığın gidişinin kötü olması da damgalamayı körüklemektedir.
Toplum içinde herhangi bir nedenle damgalanmak ve olumsuz önyargılara maruz kalmak, stres dolu bir yaşam deneyimi anlamına gelir.
Damgalanmış insanlar, önemsiz ve değersiz bir toplumsal kimliğe bürünürler.
Bu değersizlik durumu ve bunu izleyen sonuçlar, damgalanmış insanları şiddetli ve süreğen diğer stres etkenlerinin baskısı altında bırakır.
Damgalanan kişi önyargı veya ayrımcılığın hedefi durumundadır.
Damgalanmış bir grubun üyelerinin alay edilme, dışlanma, ayrımcılık ve şiddet gibi durumları damgalanmamış insanlara göre daha fazla yaşadıkları konusunda somut kanıtlar vardır.
Bu nedenle, damga kişinin benliğine yöneltilen tehditlerin yoğunluğunu ve sıklığını arttırmaktadır.
Damganın ikinci ana özelliği, kişinin toplumsal kimliğindeki değersizliğin farkında olmasıdır. Damgalanmış bireyler, diğer insanların kendilerine değer vermediklerinin, saygı göstermediklerinin, onlar tarafından beğenilmediklerinin farkındadır.
Böyle bir durum damgalanmış bireyin benlik saygısına ciddi bir tehdittir. Damgalanmanın başka bir anahtar özelliği diğer insanların bir bireyin toplumsal kimliği hakkında olumsuz ve kalıplaşmış fikirler yürüttüğü gerçeğidir.
Damgalanmış insanlar, onlara inanmıyorlar olsalar bile, bu kalıplaşmış görüşler tarafından sıklıkla tehdit edilmektedirler.
Bir bireyin, önyargılı bir tutumla muamele görüp görmediği konusunda yaşardığı belirsizlik damgalanmanın önemli bir özelliğidir.
Damgalanmamış insanlar, damgalanmış insanlara karşı besledikleri, gerçek tutumlarını genellikle gizlemeye çalışırlar.
Bunun sonucu olarak, damgalanmamış bireylerin damgalanmış bireylere karşı gösterdiği davranışlar, onların gerçek tutumlarının doğru bir göstergesi değildir.
Damgalanmış insanlar için yaratılan bu belirsizlik, bir stres kaynağıdır.
Damga, strese dolaylı bir biçimde de neden olabilir.
Damgalanmış insanlara karşı gösterilen ayrımcılık, onların hastane, barınma, eğitim ve iş edinme gibi olanaklara ulaşmasındaki zorluklar bunun örnekleridir.
Damgalanmış insanların yaşamları, daha zengin ve statüsü daha yüksek olan insanların yaşamlarına göre daha fazla günlük sıkıntılara ve kronik gerginliklere uğrayabilir.
Damgalanmış insanların toplum tarafından reddedilmesi, yalnızlığa ve toplumsal desteğin azalmasına yol açabilir.
Uzun yıllardır toplumda var olan şizofreniye ilişkin damgalama eğilimi, dışlayıcı ve ayrımcı tutumları ortadan kaldırmak için çabalıyoruz.
Ne zaman biraz olumlu düşünceler ve tutumlar öne çıksa seviniyoruz, mutlu oluyoruz.
Ne yazık ki bunlar uzun süreli olmuyor.
Kısa bir süre sonra, yeniden “şizofreni damgası”na çarpıyor ve sendeliyoruz.
Sanki jilet gibi bir sözcük şizofreni...
Duyanı ürpertiyor…
Handiyse kanatıyor, uzaklaştırıyor…
Hastalığın kendisi değil ama onu imleyen sözcük kesiyor, can yakıyor.
Sözcüğü mü değiştirmeli?
Hayır, çünkü bu kez de o sözcük damga haline gelecek.
Öyleyse sorun sözcük de değil, kuşaktan kuşağa aktarılarak olumsuz ve korkutucu imgeler çağrıştıran, yalan yanlış öğrenilmiş içeriğinde.
Öte yandan toplumun bu olumsuz tutumu şizofreni hastasını da kanatıyor, yaralıyor.
İki ucu keskin jilet yani!
Çocukluğumuzda eski, güzel, tarihi değeri olan gemileri hurdaya çıkarırlar, yok ederlerdi.
Bunun ortalıktaki söylemi de “gemileri jilet yapmak”tı.
Şimdi “jiletten gemi yapma” zamanı.
Kapuz kabuğundan değil, jiletten gemi yapmak!
Zorlu, yorucu, uzun bir iş…
Jilet gibi bir sözcük olan şizofreni sözcüğünü algılayışımızı –mesela- bir “gemi” gibi algıladığımız gün, gemiler özgürce kalkacak limanlardan…
Şizofreniye ilişkin damgalama eğilimi, dışlayıcı ve ayrımcı tutumları ortadan kaldırmak için verdiğimiz mücadelede en değerli araçlarımızdan birisi sanat.
Damgalanmaya karşı sanat…
Damgalanmaya karşı yazın…
Damgalanmaya karşı öykü…
Hepimize kolay gelsin.
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KİŞİLER ARASI İLİŞKİLERİNE GÖRÜNMEYEN DUVARLAR ÖREN, ANLAŞILMASI ZOR KIRILGAN BENLİKLERİN HASTALIĞI
Haldun Soygür

Şizofreni, toplumun büyük bir kesimi tarafından, korku verici, tehtid edici, "delilik"le eş anlamlı, dehşet uyandıran bir sözcük olarak algılanmaktadır. Bu inancı, yıllar boyunca kuşaktan kuşağa aktarılan "deli" öykülerinin yargılayıcı, etiketleyici hatta suçlayıcı atmosferi doğurmuş ve pekiştirmiştir. "Deli" sözcüğü, genel sözlüklerin dar ya da sınırlı kapsamları içinde, aklını yitirmiş olan, akılsal dengesi bozulmuş olan, davranışları aşırı ve taşkın olan, çılgınlık yapan gibi tanımlamalarla anılıyor. Hayatın içinde ise, toplum bu sözcüğe aşağılayıcı ya da küçük düşürücü nitelemeler yüklüyerek, bir bakıma hakaret amacıyla kullanıyor. Bizler, ruh sağlığı çalışanları olarak, şizofreniyi, insanın kişilerarası ilişkiler ve gerçeklerden koparak, kendine özgü bir içe kapanım dünyasında yaşadığı bir ruhsal bozukluk olarak tanımlıyoruz. Bu yalın ve bilimsel ifade her türlü olumsuzlamadan uzaktır, sadece bir tanımlamadır. Adı ne koyulursa koyulsun, şizofreni, akıl hastalığı ya da başka bir sözcük, yapılması gereken, bu sürecin içindeki kişiyi anlamaya ve kendimizi onun yerine koymaya çalışmak olmalıdır. Şizofrenin tanımlanması ve tedavisinde büyük katkıları olan bir bilim adamının, Silvano Arieti'nin şu sözlerine yürekten katılıyoruz: "Anlaşılması çok güç bir insanı daha iyi anlamayı ve diğer insanlarla bütün ilişkilerini koparmak istemesine karşın, onunla ilişki kurmayı öğrenebileceğimizi umuyoruz. Modern psikiyatri biliminin ve gönüllerimizin buluştuğu yer, şizofeni hastası için yardımın bulunduğu ve daha ileri amaçlar için umutların beslendiği, harekete geçirildiği yerdir".
Şizofreni, tahmin edildiğinden çok daha fazla görülen, yaygın bir hastalıktır. Örneğin Amerika Birleşik Devletlerinde her yıl 100.000 yeni şizofreni olgusu ortaya çıkmaktadır. Bu sayı, bütün dünya için, 1,5-3 milyon civarındadır. Yaşam boyu hastalığa yakalanma riski yaklaşık % 1'dir. Ülkemizde henüz nicel bir saptama yapılamamışsa da, bu hastalık için toplumlararası çok büyük bir yaygınlık farkı olmadığı gözönünde tutularak, benzer bir yaygınlıktan sözedilebilir. Şizofreninin yaygınlığını vurgulamak için verilen bu sayılar, hastalığın yarattığı kişisel trajediyi veya izdırabı ifade etmede yetersiz kalmaktadır. Yıllarboyunca görece iyileşen ya da hiç iyileşmeyen hastalar için trjedi sürüp gitmektedir. "Hekimden sorma, çekenden sor" deyişi, hasta ve hasta yakınlarının yaşadığı acıyı içtenlikle tanımlamaktadır.
Aile üyelerinden birisinde hastalık ortaya çıktığında, çoğu kez ilk tepki, şaşkınlık, kabullenemeyiş ve felaket duygusudur. Hastanın hastalığını reddetme özelliğiyle, ailenin hastalığı gizleme-saklama davranışı bir araya geldiğinde, geçen yıllarla birlikte çaresizlik egemen olur. Hastalığın tüm belirtilerini gösterdiği halde, hasta olmadığını iddia eden bir hasta, beliki de tüm hastalıkların tedavisi içinde en zor durumu oluşturur. Aslında daha da zor olanı, toplumun şizofreniyi bir "damga" olarak algılamasıdır. Şizofreni hastası ve ailesi, bu hastalıkla başetme güçlüklerinin yanı sıra damgayı da taşımak zorunda kalır. Toplumun beslediği bu ağır yük, birçok aileyi bu hastalığı perde rakasında gizlemeye iter. Diyelim, hastalık nedeniyle aksyan bir okul ya da iş varsa, bu durum çevredekilere geçici bir dinlenme olarak aktarılır. Evde yaşayan teyze hastaneye yatmak üzere evden ayrılmışsa, aile çevreye teyzenin evden taşındığını söyler. Eğer evin kızı bir intihar girişiminde bulunduysa, aile bunun bir aşk intiharı olduğunu söyler. Hiç bir zaman kızlarının kulağına gelen, bizim duymadığımız sesler tarafından rahatsız edildiğini ve bu seslerin etkisinde kalarak ya da hastalığa dayanamamaktan intihar girişiminde bulunduğunu söylemez. Aile bu hastalığı evin bir odasında saklar ve hiç kimsenin bu hastalık hakkında konuşmayacağını veya bir şey sezinlemeyeceğini ümideder durur. Bu duygular, bir bakıma şizofreniyi yirminci yüzyılın "cüzzam”ı haline getirmiştir. Evin bir odasında gizlenilen hala veya teyze, çocuk ya da yeğen her an keşfedilebilir. "Giz"in açığa çıkışıyla birlikte bir utanç duygusu yaşanır. Aileyi hırpalıyan ve güçsüz bırakan, en az hastalığın kendisi kadar bu dahjmgayı taşıyor olmaktır. Toplumun acımasız bakışları altında, aile bir yandan hastalıkla bir yandan bu damga ile adeta boğuşur.
Bütün bu gizlilik/saklılık ve çaresizlik, bizim toplum olarak konuyu gözardı edişimizden kaynaklanmaktadır. Biz onunla uğraşmayı yadsıdığımız sürece, şizofreninin bireysel ve toplumsal bir sorun olarak boyutu artacaktır. Şizofreni bir beyin hastalığı ya da hastalıklar grubudur. Bu artık kesin olarak bilinmektedir. Nasıl şeker hastalığı, multipl skleroz, kanser ya da kalp hastalığı bilimsel ve biyolojik konularsa, şizofreni de o derece bilimsel ve biyoljik bir konudur. Düşünce bozukluğu, sanrılar, varsanılar, duygulanım ve davranış bozuklukları gibi beyin hastalığı belirtileri gösterir. Belirtilerin insanın duygusal ve düşünsel yaşamı ile ilgili olması ve örneğin kolda ya da bacakta felç, çift görme veya his kaybı gibi "somut" (elle tutulur, gözle görülür) olmaması, bu belirtilerin anlaşılırlığını ve kabulünü zorlaştırmaktadır. Ancak bu durum diğer ruhsal bozukluklar için de söz konusudur. Şizofreninin tanı, ayırıcı tanı, gidişi ve tedavisinde kültürel farklılıkların büyük önemi olmakla birlikte, şizofreni belirtilerinin birçoğu evrensel özellikler taşır. Örneğin etkilenme sanrıları gibi bir belirti grubu, sanrının içeriği yerel ya da kültürel özellikler taşısa da, Amerikalı, Japon ya da Türk bir hastada aynı karakteristiklerle gözlenmektedir. Yinelemekte yarar var: şizofreni bir beyin hastalığıdır. Hakkında hala bilmediklerimiz olsa da, bu hastalıkla mücadelenin ve başa çıkabilmenin yolu, bilgi birikimimizi hastalar ve yakınlarıyla paylaşmak ve elden geldiğince bilgilenmeyi arttırmaktır. Bu çaba, merakımızı giderici bir entellektüel bir egzersiz değildir. Amaç, şizofreni hastalarına yardım edebilmenin temel koşulu oaln ilgi, sevgi ve eşduyum zeminini oluşturmaktır.
Şizofreni hastasıyla aramızda sanki görünmeyen bir duvar vardır. Kişi sanrıları ve varsanıları ile, bir anlamda kendisine yeni ve farklı bir dünya kurmuştur. Duvar nasıl aşılır, o dünyaya nasıl ulaşılır? Onu anlamanın ve nasıl yaşadığını öğrenmenin biricik yolu, onu dinlemektir. Gerçek anlamda bir dinleme ise, ilgi, sevgi ve eşduyum varlığında mümkündür. Eşduyum, o kişinin yerine kendimizi koyabilmemiz, o durumda onun duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışmamızdır. Kişinin kendini bir şizofreni hastasının yerine koyabilmesi çok güç bir girişimdir. Çünkü tüm hastalık süreci diğer insanlara müphem, yabancı ve korkutucu gelir. Torrey bu konuda şunları söylemiştir: "Hastalığa yakalanmış olmak başlı başına kötü bir şeydir. Bu hastalığa hiç yakalanmamış olanlarımız kendimize sormalıyız, eğer beynimiz bize oyun oynamaya başlasaydı, eğer başkalarının işitmediği sesler bize bağırsaydı, eğer duyguları hissedebilme ve mantıklı düşünme yetimizi kaybetseydik neler yaşardık? Böyle bir durum herkes için kesinlikle taşınması ağır bir yük olurdu. Üstelik en yakınımızda bulunanlar, bizden uzaklaşıp, bizi gözardı etmeye başlasalardı, söylediklerimizi işitmeseler, yaptıklarımıza önem vermeseler neler hissederdik? En çok sevdiğimiz insanlar hergün yaptığımız davranışlardan utanç duysalardı neler hissederdik?".
Kendimizi şizofreni hastasını yerine koyabilmek, hastalığı anlamamıza olanak tanır. Hastalık anlaşıldıkça, korku ve dehşet yaşantılarından uzaklaşıp, çözüm üretme şansı doğar. Bütün o ürpertici sanrıların, varsanıların nihayet birer belirti olduklarını kavramak, acı ve üzüntü verse de tedavi yolunda önemli bir değişimdir. Bu hastanın kişiliği ve iç dünyasını yok saymak anlamına gelmez. Tersine onun geçekten yaratıcı ve içten süreçlerinin kımıldanmasına izin verir. Şizofreni, yaygınlığı ve şiddetine karşın, toplum tarafından çok az dikkat çekmektedir. Şizofreni bütün kronik hastalıklar içinde en pahalı olanıdır. Büyüme ve eğitim yıllarını olağan bir biçimde geçiren ve tam üretken olacağı sırada hastalanan bir insan, hem bireysel hem hep toplumsal anlamda ciddi bir sarsıntı yaratır. Sorunun önemi yeterince ortada olmasına karşın, ruh sağlığı çalışanları için bile yeterince önceliğe sahip değildir. Bu noktada herkes için içten ve üretken bir işbirliği zamanının geldiğine inanıyoruz.
 
Üst Alt