bedirhan.
Aktif Üyemiz
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
1-2-3.O kâria. O çarpacak bela, yani kıyamet. Çünkü "kâria", "kâr' "dan türemiştir. Maddesinden "kar'", şiddetli bir ses çıkaracak derecede şiddetle dayanıp çarpmaktır. Sopayı başına çaldı. "Tokmak" mânâsına "mikraa", kapı çalmak mânâsına "kar'-ı bâb"; kılıçla çarpışmak mânâsına "kılıçla vuruştu" ifadesi bundandır. Bu şekilde çarpan her şeye kâria, çoğulunda kavari' denilir. Sonra dehr (zaman)ın başlara çarpan büyük hadiselerine kâria denilmiştir. Nitekim "Küfredenlere, yaptıkları işler sebebiyle bir felaket isabet edecek." (Ra'd, 13/31) buyurulmuştur. Kur'ân'ın inzar (korkutma) âyetlerine de denilir. Bilhassa elif-lâm ile "el-Kâria" da "el-Hâkka" gibi kıyametin isimlerinden olmuştur. Ki başlangıcı, birinci sûr üfleme, sonu da kaza etmektir. Böyle isimlendirmenin de bir kaç vechi söylenmiştir.
1- İnsanların akıllarını alacak, ödlerini patlatacak olan ilk haykırıştır.
"(Birinci defa) Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldılar." (Zümer, 39/68) buyurulduğu üzere "sa'k" üflemesinde olacaktır. "Onlar, başka değil, sadece korkunç bir sese bakıyorlar." (Yâsin, 36/49) buyurulması da bunu teyit eder.
2- Âlemin tahribi zamanında ulvî ve süflî cisimlerin şiddetle, çarpışacaklarından dolayıdır.
3- Kâria, insanları korku ve dehşet ile çarpan demektir. Bu ise gökde yarılma ve parçalanma; Güneş ve Ay'da dürme, çarpıp yıkma; yıldızlarda saçılmak; dağlarda ufalmak ve kökünden sökmek; yerde dürmek ve değiştirme iledir. Bu, Kelbi'nin görüşüdür.
4- Hak düşmanlarını zillet, azap ve işkence ile çarpacağından dolayıdır ki, bu da Mükatil'in görüşüdür. Bazı araştırmacılar demiştir ki, bu, Kelbi'nin görüşünden daha kuvvetlidir. Çünkü "Ve onlar (hayır işleyenler) o gün korkudan emin kalırlar." (Neml, 27/89) buyurulmuştur. Bununla beraber bu sûrede gelecek beyan ile yetinmek daha uygundur.
Nedir o kâria? Mâ konumunda mahiyet ve hakikatten sorudur. Fakat bununla maksat gerçekten soru değil, "o ne dehşetli kariadır?" meâlinde korkutmak için olması açıktır. Nitekim ne bildirdi sana ki, nedir o kâria (kıyamet)? buyurulması da onun hakikati, insanların ilim dairesinin dışında, yani fiilen görülmedikçe şiddet ve dehşetinin büyüklüğünü hiç kimsenin hatta Peygamber'in bile dirayetle bilemeyeceğini hatırlatmak suretiyle o korkutma te'kit ve takviye edilmiştir. Zamir ile ifade edilmeyip de "kâria" isminin üç defa açıkça tekrar edilmesi de o korkutmayı terbiye ve anlatmak içindir. Bundan dolayı Râzî'nin zikrettiği üzere birtakım tefsir bilginleri nün irabı tahzir (sakındırma) babından olduğuna kâni olmuşlardır. Çünkü "sakın kendini, arslan var aslan!" mânâsında diye tahzir (sakındırma) nesb ile de, ref ile de caizdir. Buna göre mânâ: Sakının kendinizi kâria var, çok korkunç kâria, öyle ki onun ne büyük kâria olduğunu görmeyince dirayetle bilemezsiniz, demek olur. Bunun aslı (kork) fiilinin mef'ulü olarak nasıbdan değiştirmedir. Diğer bir kısım tefsirciler de "size kâria gelecek", çok dehşetli kâria, mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Fakat fiil takdirine ihtiyaç olmayacak "el-Kâria" doğrudan doğruya mübteda, ...'l-kâria) da haber ve mübteda olarak cümlesi onun haberi olmak, tahzir (sakındırma) ve tehvil (korkutma) kelâmın mânâsından anlaşılmak, yukarıki sûreye göre de, gösterildiği üzere, takdir edilmiş sorunun cevabı olmak daha açık ve daha tercihe değerdir.
4. "O gün insanlar olur." Bu kelimesinin zahiri zarf olmak üzere mensub olmaktır ki, yani o kâria o gün çarpacak ki demek olur "Keşşaf" sahibi bu vechi tercih etmiştir. "An o günü" diye mukadder ile mansub olduğunu da söyleyenler olmuştur. Bir de cümlesine muzaf olmak hasebiyle feth üzere mebnî, mahal itibarıyla merfu olarak mahzuf mübtedanın haberi de olur. Ki Ebu's-Suud'un beyanı üzere Kûfelilerin tercihi budur. Yani o kâria o gündür ki demek olur. Günden maksad da uzun zamandır. "pervaneler gibi" "Ferâş", "feraşe"nin çoğuludur. Geceleri ışık ve ateş etrafında çırpınıp uçarak kendisini ateş içine atan ve Farsça'da olduğu gibi dilimizde de pervane diye bilinen küçük kelebeklere denir. Ateşe çarptıktan sonra kanatlarını yayıp döşendiği için feraşe diye isimlendirilmiştir.
Yayılmış, demek olduğu için onların çok ve yayılmakla çırpınıp çırpınıp yayılış, dağılış ve seriliş hallerini özellikle ifade etmektedir. Bundan görünen de sa'k (bayılma) halidir. Şiir ve edebiyatta pervane, kendisini ateşe atıncaya kadar mum ve ateşe düşkünlüğü sebebiyle kendini feda etmekle darb-ı mesel olmuştur. Nitekim Şeyh Sadi feryadıyla meşhur olan bülbüle aşkı öğretmek için:
Ey murğ-i seher zi-pervâne biyâmuz
K'ân sûhterâ can şüd ü âvâz neyâmed
"Ey seher kuşu! Aşkı pervane (kelebek)den öğren.
Zira o yanmışın canı gitti de sesi çıkmadı".
Yani sen de onun gibi can verde feryat edip durma! demiştir. Şüphe yok ki Sâdi, bununla bir ateşe tapıcılık remzi değil, ilâhî aşkda sabır ve ihlas ile bir fedakârlık misali kastetmiştir. Bu mânâ ile bizim Divan Edebiyatı'nda da nar (ateş)dan çok, nur üzerine dönen pervane (kelebek)ye dair:
"Döner pervane-âsâ bâşıma her ârif-i billâh
Dilim bezm-i hakikatte çerağ-ı ruşen olmuştur"
"Allah'ı tanıyan herkes pervane gibi etrafımda döner.
Gönlüm hakikat meclisinde parlak bir kandil olmuştur." gibi binlerce mazmun söylenmiştir.
Peygamber'e ait Mevlid'de Süleyman Çelebi Efendinin:
"Bir aceb nur kim Güneş pervanesi", mısrası da bunun en güzellerindendir. Fakat görülüyor ki, bu âyette "feraş-i mebsus" (yayılan pervaneler) diye ifade olması kelebeklerin hali övülecek ve gıbta olunacak bir durum olarak değil, son derece sakınılması gereken kârianın (kıyametin) dehşetini, en büyük bir felaket perişanlığının şiddet ve korkusunu temsil biçiminde zikrolunmaktadır. Bu itibar ile burada ateşe tapanların ve onlar gibi batıl inançlarıyla kendilerini ateşlere atanların durumlarındaki fecaate de bir işaret yok değilse de, yalnız onları değil, iyi ve kötü bütün insanları saracak olan ve gerek hak uğrunda ve gerek batıl peşinde can vermek için çırpınıp serilenlerin hepsiyle ilgisi bulunan bir günün korkusunu düşündürmektedir. Alûsî'nin naklettiği üzere "Te'vilat" sahibi demiştir ki: "Bunun yorumunda bir kaç vecih üzerinde ihtilaf etmişlerse de hepsi bir mânâya dayanır: O günün korkusundan hayret ve ıstıraba işarettir." Katade'den rivayet olunduğu üzere bir takımları şu fikri benimsemişler ve demişlerdir ki: "İnsanlar mahşere çağırıldıkları sıra, çağıran davetçiye doğru uçuşmakta ve nizamsız gelip gidişteki perişanlıkta, zayıflık ve düşkünlükte, çokluk ve yayılmada uçuşup çırpınan çeşitli kelebeklere benzetilmişlerdir." Bu mânâ ise Kamer Sûresi'ndeki: "O çağırıcının görülmemiş, tanınmamış bir şeye çağırdığı gün. Gözleri düşkün düşkün (zillet ve dehşet içinde) kabirlerden çıkarlar, tıpkı yayılan çekirgeler gibi. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış koşarlarken." (Kamer, 54/6-8) mefhumu olduğundan, buradaki "feraş-i mebsus" (yayılan kelebekler) benzetmesi, oradaki "yayılan çekirgeler" teşbihi (benzetmesi) mânâsında demek olur. Nitekim Ferra, yerde yapılan ve dehşetle birbiri üzerine yığılan çekirge kavgası, yani çekirge hurdalarına da "faraş" denildiğini söylemiş olduğundan "yayılmış kelebek", "yayılmış çekirge" demek olduğunu söyleyenler de olmuştur. Fakat genellikle lügat ve tefsirlerde bilinen "feraş", yukarıda açıklandığı üzere kelebeklerdir. Bununla beraber ikisine de teşbihten kastedilen, o günün dehşetinden hayret ve ıstırabı tasvir olmak itibarıyla, asıl mânâ bir demektir. Şu kadar ki, "yayılmış çekirge"de zarar durumu, kelebekte ise imtihan durumu daha açık görünür. Bir de kelebekler heyecan zamanında hep bir yöne değil, her biri çeşitli yöne dönerek dağılır, bayılırlar. Çekirgeler ise yayılmalarında çoğunlukla yığılarak bir semte yönelerek çılgın bir halde dalgalanır giderler. Bu itibar ile "yayılan kelebek", kıyamet gününde çeşitli insanların, çeşit yönlere fırlayıp yayılışları halini; "yayılan çekirge" çoğunlukla bir semte sevkedilişleri halini ifade eder denilmiştir.
Hâsılı o gün o "kâria" (kıyamet) öyle çarpacak ki, insanlar "yayılmış kelebekler" gibi olacak.
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
101-KAARİ'A:
1-2-3.O kâria. O çarpacak bela, yani kıyamet. Çünkü "kâria", "kâr' "dan türemiştir. Maddesinden "kar'", şiddetli bir ses çıkaracak derecede şiddetle dayanıp çarpmaktır. Sopayı başına çaldı. "Tokmak" mânâsına "mikraa", kapı çalmak mânâsına "kar'-ı bâb"; kılıçla çarpışmak mânâsına "kılıçla vuruştu" ifadesi bundandır. Bu şekilde çarpan her şeye kâria, çoğulunda kavari' denilir. Sonra dehr (zaman)ın başlara çarpan büyük hadiselerine kâria denilmiştir. Nitekim "Küfredenlere, yaptıkları işler sebebiyle bir felaket isabet edecek." (Ra'd, 13/31) buyurulmuştur. Kur'ân'ın inzar (korkutma) âyetlerine de denilir. Bilhassa elif-lâm ile "el-Kâria" da "el-Hâkka" gibi kıyametin isimlerinden olmuştur. Ki başlangıcı, birinci sûr üfleme, sonu da kaza etmektir. Böyle isimlendirmenin de bir kaç vechi söylenmiştir.
1- İnsanların akıllarını alacak, ödlerini patlatacak olan ilk haykırıştır.
"(Birinci defa) Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldılar." (Zümer, 39/68) buyurulduğu üzere "sa'k" üflemesinde olacaktır. "Onlar, başka değil, sadece korkunç bir sese bakıyorlar." (Yâsin, 36/49) buyurulması da bunu teyit eder.
2- Âlemin tahribi zamanında ulvî ve süflî cisimlerin şiddetle, çarpışacaklarından dolayıdır.
3- Kâria, insanları korku ve dehşet ile çarpan demektir. Bu ise gökde yarılma ve parçalanma; Güneş ve Ay'da dürme, çarpıp yıkma; yıldızlarda saçılmak; dağlarda ufalmak ve kökünden sökmek; yerde dürmek ve değiştirme iledir. Bu, Kelbi'nin görüşüdür.
4- Hak düşmanlarını zillet, azap ve işkence ile çarpacağından dolayıdır ki, bu da Mükatil'in görüşüdür. Bazı araştırmacılar demiştir ki, bu, Kelbi'nin görüşünden daha kuvvetlidir. Çünkü "Ve onlar (hayır işleyenler) o gün korkudan emin kalırlar." (Neml, 27/89) buyurulmuştur. Bununla beraber bu sûrede gelecek beyan ile yetinmek daha uygundur.
Nedir o kâria? Mâ konumunda mahiyet ve hakikatten sorudur. Fakat bununla maksat gerçekten soru değil, "o ne dehşetli kariadır?" meâlinde korkutmak için olması açıktır. Nitekim ne bildirdi sana ki, nedir o kâria (kıyamet)? buyurulması da onun hakikati, insanların ilim dairesinin dışında, yani fiilen görülmedikçe şiddet ve dehşetinin büyüklüğünü hiç kimsenin hatta Peygamber'in bile dirayetle bilemeyeceğini hatırlatmak suretiyle o korkutma te'kit ve takviye edilmiştir. Zamir ile ifade edilmeyip de "kâria" isminin üç defa açıkça tekrar edilmesi de o korkutmayı terbiye ve anlatmak içindir. Bundan dolayı Râzî'nin zikrettiği üzere birtakım tefsir bilginleri nün irabı tahzir (sakındırma) babından olduğuna kâni olmuşlardır. Çünkü "sakın kendini, arslan var aslan!" mânâsında diye tahzir (sakındırma) nesb ile de, ref ile de caizdir. Buna göre mânâ: Sakının kendinizi kâria var, çok korkunç kâria, öyle ki onun ne büyük kâria olduğunu görmeyince dirayetle bilemezsiniz, demek olur. Bunun aslı (kork) fiilinin mef'ulü olarak nasıbdan değiştirmedir. Diğer bir kısım tefsirciler de "size kâria gelecek", çok dehşetli kâria, mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Fakat fiil takdirine ihtiyaç olmayacak "el-Kâria" doğrudan doğruya mübteda, ...'l-kâria) da haber ve mübteda olarak cümlesi onun haberi olmak, tahzir (sakındırma) ve tehvil (korkutma) kelâmın mânâsından anlaşılmak, yukarıki sûreye göre de, gösterildiği üzere, takdir edilmiş sorunun cevabı olmak daha açık ve daha tercihe değerdir.
4. "O gün insanlar olur." Bu kelimesinin zahiri zarf olmak üzere mensub olmaktır ki, yani o kâria o gün çarpacak ki demek olur "Keşşaf" sahibi bu vechi tercih etmiştir. "An o günü" diye mukadder ile mansub olduğunu da söyleyenler olmuştur. Bir de cümlesine muzaf olmak hasebiyle feth üzere mebnî, mahal itibarıyla merfu olarak mahzuf mübtedanın haberi de olur. Ki Ebu's-Suud'un beyanı üzere Kûfelilerin tercihi budur. Yani o kâria o gündür ki demek olur. Günden maksad da uzun zamandır. "pervaneler gibi" "Ferâş", "feraşe"nin çoğuludur. Geceleri ışık ve ateş etrafında çırpınıp uçarak kendisini ateş içine atan ve Farsça'da olduğu gibi dilimizde de pervane diye bilinen küçük kelebeklere denir. Ateşe çarptıktan sonra kanatlarını yayıp döşendiği için feraşe diye isimlendirilmiştir.
Yayılmış, demek olduğu için onların çok ve yayılmakla çırpınıp çırpınıp yayılış, dağılış ve seriliş hallerini özellikle ifade etmektedir. Bundan görünen de sa'k (bayılma) halidir. Şiir ve edebiyatta pervane, kendisini ateşe atıncaya kadar mum ve ateşe düşkünlüğü sebebiyle kendini feda etmekle darb-ı mesel olmuştur. Nitekim Şeyh Sadi feryadıyla meşhur olan bülbüle aşkı öğretmek için:
Ey murğ-i seher zi-pervâne biyâmuz
K'ân sûhterâ can şüd ü âvâz neyâmed
"Ey seher kuşu! Aşkı pervane (kelebek)den öğren.
Zira o yanmışın canı gitti de sesi çıkmadı".
Yani sen de onun gibi can verde feryat edip durma! demiştir. Şüphe yok ki Sâdi, bununla bir ateşe tapıcılık remzi değil, ilâhî aşkda sabır ve ihlas ile bir fedakârlık misali kastetmiştir. Bu mânâ ile bizim Divan Edebiyatı'nda da nar (ateş)dan çok, nur üzerine dönen pervane (kelebek)ye dair:
"Döner pervane-âsâ bâşıma her ârif-i billâh
Dilim bezm-i hakikatte çerağ-ı ruşen olmuştur"
"Allah'ı tanıyan herkes pervane gibi etrafımda döner.
Gönlüm hakikat meclisinde parlak bir kandil olmuştur." gibi binlerce mazmun söylenmiştir.
Peygamber'e ait Mevlid'de Süleyman Çelebi Efendinin:
"Bir aceb nur kim Güneş pervanesi", mısrası da bunun en güzellerindendir. Fakat görülüyor ki, bu âyette "feraş-i mebsus" (yayılan pervaneler) diye ifade olması kelebeklerin hali övülecek ve gıbta olunacak bir durum olarak değil, son derece sakınılması gereken kârianın (kıyametin) dehşetini, en büyük bir felaket perişanlığının şiddet ve korkusunu temsil biçiminde zikrolunmaktadır. Bu itibar ile burada ateşe tapanların ve onlar gibi batıl inançlarıyla kendilerini ateşlere atanların durumlarındaki fecaate de bir işaret yok değilse de, yalnız onları değil, iyi ve kötü bütün insanları saracak olan ve gerek hak uğrunda ve gerek batıl peşinde can vermek için çırpınıp serilenlerin hepsiyle ilgisi bulunan bir günün korkusunu düşündürmektedir. Alûsî'nin naklettiği üzere "Te'vilat" sahibi demiştir ki: "Bunun yorumunda bir kaç vecih üzerinde ihtilaf etmişlerse de hepsi bir mânâya dayanır: O günün korkusundan hayret ve ıstıraba işarettir." Katade'den rivayet olunduğu üzere bir takımları şu fikri benimsemişler ve demişlerdir ki: "İnsanlar mahşere çağırıldıkları sıra, çağıran davetçiye doğru uçuşmakta ve nizamsız gelip gidişteki perişanlıkta, zayıflık ve düşkünlükte, çokluk ve yayılmada uçuşup çırpınan çeşitli kelebeklere benzetilmişlerdir." Bu mânâ ise Kamer Sûresi'ndeki: "O çağırıcının görülmemiş, tanınmamış bir şeye çağırdığı gün. Gözleri düşkün düşkün (zillet ve dehşet içinde) kabirlerden çıkarlar, tıpkı yayılan çekirgeler gibi. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış koşarlarken." (Kamer, 54/6-8) mefhumu olduğundan, buradaki "feraş-i mebsus" (yayılan kelebekler) benzetmesi, oradaki "yayılan çekirgeler" teşbihi (benzetmesi) mânâsında demek olur. Nitekim Ferra, yerde yapılan ve dehşetle birbiri üzerine yığılan çekirge kavgası, yani çekirge hurdalarına da "faraş" denildiğini söylemiş olduğundan "yayılmış kelebek", "yayılmış çekirge" demek olduğunu söyleyenler de olmuştur. Fakat genellikle lügat ve tefsirlerde bilinen "feraş", yukarıda açıklandığı üzere kelebeklerdir. Bununla beraber ikisine de teşbihten kastedilen, o günün dehşetinden hayret ve ıstırabı tasvir olmak itibarıyla, asıl mânâ bir demektir. Şu kadar ki, "yayılmış çekirge"de zarar durumu, kelebekte ise imtihan durumu daha açık görünür. Bir de kelebekler heyecan zamanında hep bir yöne değil, her biri çeşitli yöne dönerek dağılır, bayılırlar. Çekirgeler ise yayılmalarında çoğunlukla yığılarak bir semte yönelerek çılgın bir halde dalgalanır giderler. Bu itibar ile "yayılan kelebek", kıyamet gününde çeşitli insanların, çeşit yönlere fırlayıp yayılışları halini; "yayılan çekirge" çoğunlukla bir semte sevkedilişleri halini ifade eder denilmiştir.
Hâsılı o gün o "kâria" (kıyamet) öyle çarpacak ki, insanlar "yayılmış kelebekler" gibi olacak.
Moderatör tarafında düzenlendi: