MURATS44
Özel Üye
Kabir Azabı Nasıl Olur; Ruh Ölür mü?
Eğer birisi, “Bizler bir kâfiri mezarına koyduktan sonra uzun bir müddet bekleştik, ancak anlatılan haberlerde zikredilenlerin hiçbirisini göremedik; şu halde tasdik ve teslimiyetimiz gördüklerimizle çakışmıyor mu?” diye bir soru sorsa, deriz ki:
Bu gibi bir durumda senin tasdik ve teslimiyetin için üç durum söz konusudur:
Birincisi: İman ve teslimiyettir. Senin için en açık, en sağlam ve en güvenilir olanı budur. Bu da senin o yılan ve akreplerin varlığına ve ölüyü sokup ısırdıklarına inanmandır. Çünkü sahih hadis ve haberler bunu gerektirmektedir. Ne var ki onlar bu baş gözü ile görülemezler, çünkü baş gözü Melekût (Berzah) âlemine ait olayları görmeye müsait değildirler. Âhiret âlemine ait olan her şey de melekût âlemindendir.
Baksana sahabeler görmedikleri halde, Cebrâil'in vahiy getirmek için Resûlullah'ın (s.a.v) yanına geldiğine ve yine göremedikleri halde Resûlullah'ın (s.a.v) onunla konuştuğuna nasıl inanıyorlardı!
Eğer bu kadarına da inanmıyorsan, öncelikle imanını tazelemen, ardından da meleklere ve vahyin nüzulüne olan inancını düzeltmen senin için diğer bütün şeylerden daha önemlidir. Eğer bunlara iman ettiysen ve bu ümmetin göremediği şeyleri Hz. Peygamber'in (s.a.v) görebileceğine inandıysan, o zaman ölülerin başına gelecek bu hâdiselere neden inanmıyorsun!
Nasıl ki melekler insana ya da hayvana benzemiyorsa, kabir azabında bahsedilen yılanlar ve akrepler de bizim âlemimizin yılan ve akreplerine benzemezler. Aksine onlar bizdeki duyu organları ile algılanmayan ve bizim bildiğimiz yılan ve akreplerden daha başka varlıklardır.
İkincisi: Tasdik ve teslimiyeti elde etmenin bu kısmı uykuda olan birinin durumunu düşünmendir. Örneğin uykuda olan birinin rüyasında yılanların kendisini sokmasını ele alalım. Elbette bu kişi, gördükleri ve yaşadıkları rüya âleminden olsa bile, bunlardan elem duyar, çığlıklar atar, alnından terler boşalır ve hatta yerinden fırlar. Bütün bunların hepsini nefsinde yani ruhunda hisseder. Evet, uyanık bir adam böyle bir durumla karşılaştığında ne yaşıyorsa o da aynını yaşamaktadır. Sense ona baktığında sanki hiçbir şey yokmuş gibi sakin sakin uyuduğunu görürsün. O uyurken etrafında yılan diye bir şey de yoktur. Ancak sen görsen de görmesen de onun için hem yılan hem de onun verdiği acı ve ıstıraplar mevcuttur.
Mademki elem ve ıstırap yılan sokmasından ise, bunun hayalî ya da vücudî olması arasında hiçbir fark yoktur. Neticede ikisi de acı vermektedir.
Üçüncüsü: Sen de biliyorsun ki acı ve ıstırap veren yılanın kendisi değil onun vücuda attığı zehirdir. Sonra zehir de elemin kendisi değildir. Belki o, zehrin senin bedeninde yerleşmesinden sonra hâsıl olan tesirin verdiği acıdır. Zehrin meydana getirdiği gibi bir tesir zehir olmaksızın yapılmaya kalkışılsa elbette bunun vereceği azap çok çetin ve yaman olur. Öyle ki, böyle bir acının, hangi tür bir azap olduğu tarif edilemez. Bu ancak insanların bildikleri bir ıstıraba benzetilerek anlatılabilir (Kabir azabının diş ağrısından daha şiddetli olduğunu anlatmak gibi…).
Örneğin, bir insanda, cinsi münasebette bulunmamasına rağmen cima yapmanın lezzeti yaratılmış olsa, bunu tarif edebilmek için cimadan söz etmesi gerekecekti. Zira tarif edilmek istenen bir şeyin bir başkasına izafesi, sebebin varlığını anlatmak içindir. Burada her ne kadar sebebin kendisi yok ise de neticesi mevcuttur. Zaten sebep zatı için değil neticesi için aranır.
İşte insanda mevcut olan o kötü ve helâk edici sıfatlar, ölümüyle beraber ona eziyet ve elem veren yaratıklara dönüşürler. Tıpkı, yılan olmadan (rüyada kabus görürken) yılanın zehrinden elem duymak gibi..
Ölümün ardından kişideki kötü sıfatların eziyet veren birer varlığa dönüşmesi, sevgilisinin ölümüyle ona olan aşkının eziyete dönüşmesine benzer. Çünkü evvelden kendisine zevk veren aşkı ve sevdası birden bire sevgilisinin ölmesiyle elem ve ıstırap verici bir hastalığa dönüşmüştür. Hatta kalbine öyle elem ve ıstıraplar saplanır ki, keşke hiç âşık olmasaydım, keşke onunla vuslata ermeseydim diye temennilerde bulunur. İşte aşkın eleme dönüşmesi, ölünün kabirde çektiği azaplardan biridir. Çünkü dünya aşkı büsbütün onu kuşatmış, malının, gayrimenkullerinin, makamının, çocuklarının sevdalısı olmuştur.
Bir düşünsene, eğer bu adamın bütün mallarını, kendisi hayatta iken bir daha asla geri alamayacağı birisi gasp etse, onun hali nice olur? Pişmanlığı daha büyük ve azabı daha çetin olmaz mı? O, “Keşke malım, mülküm, makamım olmasaydı da ayrılık acısı çekmeseydim!” demez mi?
İşte ölüm, bütün dünyevî sevgi ve sevgililerin bir anda ayrılması demektir.
Nitekim bir şair bu hususta şu beyitleri söylemiştir:
“Bir tek şeyi olan bunu da kaybettiğinde hali nice olur!”
Yalnız dünya ile ferah bulup onunla sevinen bir kimsenin, elinden bunlar alınıp düşmanlarına teslim edildiğinde ve bu azabın üstüne âhiret nimetlerini elden kaçırmanın ve Allah'a kavuşamamanın hasreti de eklendiğinde onun hali nasıl olur? Allah'tan başkasını (onu c.c. unutarak) sevmek ona ulaşmaya en büyük engeldir.
Bütün bunların üstüne, dünyada sevdiklerinden ayrılmanın verdiği elem, âhiret nimetlerinden ebedîyen mahrum kalmanın verdiği hasret ve Allah'ın huzuruna kabul edilmeme zilleti eklenir. Aslında bu karşılaşacağı en büyük azaptır ve ayrılık ateşinin ardından cehennem ateşi gelir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurur:
“Hayır! Onlar şüphesiz o gün rablerinden (O'nu görmekten) mahrum kalmışlardır. Sonra onlar cehenneme girerler.”
Ama huzurunu dünya ile bulamamış, sadece Allah'ı sevip O'na kavuşma aşkıyla yanıp tutuşmuş kimselere gelince; ölüm, onlar için dünya zindanından ve boş lezzetlerinden kurtuluş, sevgiliye vuslat ve tüm engellerin ortadan kalkarak emniyet ve güven içerisinde hiç tükenmeyen âhiret nimetlerine nail olmak demektir. İşte amel edenler bunları düşünerek amel etsinler.
Maksadımızı bir örnekle izah edersek: Adamın birinin çok sevdiği bir atı vardır. Öyle ki kendisine, “Ya atından ayrılacaksın ya da akrebin zehrine tahammül edeceksin; bunlar arasında bir tercih yap” denilse muhakkak akrebin sokmasını tercih edip atından ayrılmayı istemeyecektir. Çünkü onun için atından ayrılmanın vereceği acı ve ıstırap akrebinkinden daha şiddetlidir. Aslında onu zehirleyen atına olan sevgisidir.
O halde kul bu zehirlenmelere hazır olsun! Muhakkak ki ölüm onun atını, evini, ehlini, dostlarını, makamını elinden alacak, dahası kulağını, gözünü, bütün âzâlarını yok edecektir. Bütün bunların geri dönüşünden elbette ümidini kesecektir.
Sevdası sadece bunlara olduğundan ve onlar da elinden alındığından hissedeceği acı akrep ve yılanların sokmasından daha şiddetli olur. Hayatta iken bütün varı yoğu elinden alındığında nasıl ki elem ve ıstırabı şiddetli oluyorsa, ölünce de aynı durum söz konusudur.
Daha önce de açıkladığımız gibi, ruh bedenin ölmesiyle ölmez, o kalıcıdır. Bütün elem ve azabı tadacak olan odur ve ölümle beraber bu azap daha da artar.
Şu sebeple ki: Ruh, içinde bulunduğu beden hayatta iken, bazı dünya meşgaleleri ile oyalanarak teselli bulabilir. Dostlarla beraber oturur, konuşur vs. Bazı şeylerini kaybeder bazen de kazanır… Fakat ölümden sonra teselli olma diye bir şey yoktur, bütün teselli kapıları kapanmış ümitler sönmüştür. Hayatta iken çok sevdiği bir gömleğinin veya mendilinin alınması kendisine çok ağır gelen kimsenin bu durumu kabrinde de devam eder.
Dünyadaki varlığı az olan (veya çok olup da hayır yolunda harcayan kimse) elbette kurtuluşa erer. Dünyalığı çok ise azabı çetin ve elim olur.
Nasıl ki, bir dinarı çalınan birinin üzüntüsü on dinarı çalınandan az olursa, bir dirhem sahibinin hesabı da iki dirhem sahibininkinden az olur. Bu anlattıklarımız, Resûlullah'ın (s.a.v) şu hadisinde ifade edilmiştir:
“Bir dirhemi olanın hesabı, iki dirhemi olandan daha hafiftir”
Ölüm anında geriye bıraktığın dünyalık her şey ölümünden sonra senin için ancak hasret ve hüsran sebebidir. Artık sen onları istersen çoğalt, istersen azalt! Çoğaltırsan ancak hasretini artırmış olursun; azaltırsan da sırtındaki yükü hafifletmiş olursun.
Kabrinde yılanları ve akrepleri çok olanlar, dünyaya bağlanıp onu âhirete tercih eden, onunla sevinip onunla sükûn bulan zenginlerdir.
Bu anlattıklarımız, kabirdeki azabın çeşitleriyle, orada azap sebebi yapılacak yılan ve akreplere iman hakkındaki açıklamalardır.
Anlatıldığına göre Ebû Saîd Harrâz (rah), ölmüş olan oğlunu rüyasında gördü. Ona:
—Oğulcuğum, bana biraz nasihatte bulun, dedi, oğlu:
—Allah Teâlâ'nın yerine getirilmesini emir buyurduğu hususlarda ona muhalefet etme, dedi. Ebû Said:
—Biraz daha nasihat et, dedi. Oğlu:
—Babacığım, bunun ağırlığına tahammül edemezsin, deyince, babası:
—Söyle, söyle, deyince oğlu:
—Baba, bir gömlek ile olsa dahi (kalbini ona bağlayarak) Allah ile arana perde sokma, dedi. Bundan sonra Ebû Saîd (rah) tam otuz sene gömlek giymedi.
Soru Cevap:
Bu zikrettiğin üç makamdan hangisi doğrudur diye sorarsan; şunu bil ki, insanlardan bazıları sadece birincisine inanıp diğerlerini inkâr etmişledir. Kimileri de yalnızca ikincisine inanıp birincisini reddetmişlerdir. Kimileri ise üçüncüsüne inanmıştır. Basiret yoluyla bizlere gösterilen ise bu üç yolun da imkân dâhilinde olmasıdır.
Bunlardan birisine inanıp diğerine inanmayan kişi, gerçekten idraki dar, Allah'ın kudret ve tecellilerinin sonsuz derecede büyük ve hayret verici olduğunu anlamayacak kadar cahildir. Bu tür azapların olmasını aklen anlayamadığı için inkâra kalkışmak ise tam bir cehalet ve idrak noksanlığıdır.
Bu düşüncelerin aksine bahsettiğimiz bütün azap çeşitleri mümkündür, onlara inanmaksa vâciptir. Nice insanlar vardır ki bu azaplardan sadece birini çeker, niceleri de vardır ki, hepsiyle cezalandırılır. Azından da çoğundan da Allah'a sığınırız.
İşte gerçekler bunlardır. Hiç olmazsa taklit yoluyla olsun bunlara iman et. Zira yeryüzünde bunları hakikatleriyle (kefiş ve basiret yoluyla) bilenler pek azdır. Sana tavsiyem, vaktini boşa harcayarak bu konunun ayrıntısına fazla girmemen ve hemen kabir azabını senden kaldıracak çareleri araştırmaya bakmandır.
Ameli ve ibadeti terk edip kabir azabının nasıl olacağını araştırman, sultanın birisini yakalayıp onu ellerini ve burnunu kesmek üzere hapse atması ve bu kimsenin, “Acaba ellerim ve burnum, kılıçla mı yoksa bıçakla mı yoksa usturayla mı ya da başka bir âletle mi kesilecek?” diye sabaha kadar düşünen ve ondan kurtulma çarelerini hiç aramayan kimsenin durumuna benzer. Bu ise cehaletin ta kendisidir.
İnsanın öldükten sonra ya büyük bir azapla cezalandırılacağı ya da ebedî nimetlere mazhar olacağı kesin olarak bilinmektedir. O halde bir an evvel ölüme hazırlanmak gerekir. Orada azabın veya sevabın nasıl ve ne kadar olacağını bilmek için uğraşmak boş yere zaman harcamaktan başka bir şey değildir
Eğer birisi, “Bizler bir kâfiri mezarına koyduktan sonra uzun bir müddet bekleştik, ancak anlatılan haberlerde zikredilenlerin hiçbirisini göremedik; şu halde tasdik ve teslimiyetimiz gördüklerimizle çakışmıyor mu?” diye bir soru sorsa, deriz ki:
Bu gibi bir durumda senin tasdik ve teslimiyetin için üç durum söz konusudur:
Birincisi: İman ve teslimiyettir. Senin için en açık, en sağlam ve en güvenilir olanı budur. Bu da senin o yılan ve akreplerin varlığına ve ölüyü sokup ısırdıklarına inanmandır. Çünkü sahih hadis ve haberler bunu gerektirmektedir. Ne var ki onlar bu baş gözü ile görülemezler, çünkü baş gözü Melekût (Berzah) âlemine ait olayları görmeye müsait değildirler. Âhiret âlemine ait olan her şey de melekût âlemindendir.
Baksana sahabeler görmedikleri halde, Cebrâil'in vahiy getirmek için Resûlullah'ın (s.a.v) yanına geldiğine ve yine göremedikleri halde Resûlullah'ın (s.a.v) onunla konuştuğuna nasıl inanıyorlardı!
Eğer bu kadarına da inanmıyorsan, öncelikle imanını tazelemen, ardından da meleklere ve vahyin nüzulüne olan inancını düzeltmen senin için diğer bütün şeylerden daha önemlidir. Eğer bunlara iman ettiysen ve bu ümmetin göremediği şeyleri Hz. Peygamber'in (s.a.v) görebileceğine inandıysan, o zaman ölülerin başına gelecek bu hâdiselere neden inanmıyorsun!
Nasıl ki melekler insana ya da hayvana benzemiyorsa, kabir azabında bahsedilen yılanlar ve akrepler de bizim âlemimizin yılan ve akreplerine benzemezler. Aksine onlar bizdeki duyu organları ile algılanmayan ve bizim bildiğimiz yılan ve akreplerden daha başka varlıklardır.
İkincisi: Tasdik ve teslimiyeti elde etmenin bu kısmı uykuda olan birinin durumunu düşünmendir. Örneğin uykuda olan birinin rüyasında yılanların kendisini sokmasını ele alalım. Elbette bu kişi, gördükleri ve yaşadıkları rüya âleminden olsa bile, bunlardan elem duyar, çığlıklar atar, alnından terler boşalır ve hatta yerinden fırlar. Bütün bunların hepsini nefsinde yani ruhunda hisseder. Evet, uyanık bir adam böyle bir durumla karşılaştığında ne yaşıyorsa o da aynını yaşamaktadır. Sense ona baktığında sanki hiçbir şey yokmuş gibi sakin sakin uyuduğunu görürsün. O uyurken etrafında yılan diye bir şey de yoktur. Ancak sen görsen de görmesen de onun için hem yılan hem de onun verdiği acı ve ıstıraplar mevcuttur.
Mademki elem ve ıstırap yılan sokmasından ise, bunun hayalî ya da vücudî olması arasında hiçbir fark yoktur. Neticede ikisi de acı vermektedir.
Üçüncüsü: Sen de biliyorsun ki acı ve ıstırap veren yılanın kendisi değil onun vücuda attığı zehirdir. Sonra zehir de elemin kendisi değildir. Belki o, zehrin senin bedeninde yerleşmesinden sonra hâsıl olan tesirin verdiği acıdır. Zehrin meydana getirdiği gibi bir tesir zehir olmaksızın yapılmaya kalkışılsa elbette bunun vereceği azap çok çetin ve yaman olur. Öyle ki, böyle bir acının, hangi tür bir azap olduğu tarif edilemez. Bu ancak insanların bildikleri bir ıstıraba benzetilerek anlatılabilir (Kabir azabının diş ağrısından daha şiddetli olduğunu anlatmak gibi…).
Örneğin, bir insanda, cinsi münasebette bulunmamasına rağmen cima yapmanın lezzeti yaratılmış olsa, bunu tarif edebilmek için cimadan söz etmesi gerekecekti. Zira tarif edilmek istenen bir şeyin bir başkasına izafesi, sebebin varlığını anlatmak içindir. Burada her ne kadar sebebin kendisi yok ise de neticesi mevcuttur. Zaten sebep zatı için değil neticesi için aranır.
İşte insanda mevcut olan o kötü ve helâk edici sıfatlar, ölümüyle beraber ona eziyet ve elem veren yaratıklara dönüşürler. Tıpkı, yılan olmadan (rüyada kabus görürken) yılanın zehrinden elem duymak gibi..
Ölümün ardından kişideki kötü sıfatların eziyet veren birer varlığa dönüşmesi, sevgilisinin ölümüyle ona olan aşkının eziyete dönüşmesine benzer. Çünkü evvelden kendisine zevk veren aşkı ve sevdası birden bire sevgilisinin ölmesiyle elem ve ıstırap verici bir hastalığa dönüşmüştür. Hatta kalbine öyle elem ve ıstıraplar saplanır ki, keşke hiç âşık olmasaydım, keşke onunla vuslata ermeseydim diye temennilerde bulunur. İşte aşkın eleme dönüşmesi, ölünün kabirde çektiği azaplardan biridir. Çünkü dünya aşkı büsbütün onu kuşatmış, malının, gayrimenkullerinin, makamının, çocuklarının sevdalısı olmuştur.
Bir düşünsene, eğer bu adamın bütün mallarını, kendisi hayatta iken bir daha asla geri alamayacağı birisi gasp etse, onun hali nice olur? Pişmanlığı daha büyük ve azabı daha çetin olmaz mı? O, “Keşke malım, mülküm, makamım olmasaydı da ayrılık acısı çekmeseydim!” demez mi?
İşte ölüm, bütün dünyevî sevgi ve sevgililerin bir anda ayrılması demektir.
Nitekim bir şair bu hususta şu beyitleri söylemiştir:
“Bir tek şeyi olan bunu da kaybettiğinde hali nice olur!”
Yalnız dünya ile ferah bulup onunla sevinen bir kimsenin, elinden bunlar alınıp düşmanlarına teslim edildiğinde ve bu azabın üstüne âhiret nimetlerini elden kaçırmanın ve Allah'a kavuşamamanın hasreti de eklendiğinde onun hali nasıl olur? Allah'tan başkasını (onu c.c. unutarak) sevmek ona ulaşmaya en büyük engeldir.
Bütün bunların üstüne, dünyada sevdiklerinden ayrılmanın verdiği elem, âhiret nimetlerinden ebedîyen mahrum kalmanın verdiği hasret ve Allah'ın huzuruna kabul edilmeme zilleti eklenir. Aslında bu karşılaşacağı en büyük azaptır ve ayrılık ateşinin ardından cehennem ateşi gelir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurur:
“Hayır! Onlar şüphesiz o gün rablerinden (O'nu görmekten) mahrum kalmışlardır. Sonra onlar cehenneme girerler.”
Ama huzurunu dünya ile bulamamış, sadece Allah'ı sevip O'na kavuşma aşkıyla yanıp tutuşmuş kimselere gelince; ölüm, onlar için dünya zindanından ve boş lezzetlerinden kurtuluş, sevgiliye vuslat ve tüm engellerin ortadan kalkarak emniyet ve güven içerisinde hiç tükenmeyen âhiret nimetlerine nail olmak demektir. İşte amel edenler bunları düşünerek amel etsinler.
Maksadımızı bir örnekle izah edersek: Adamın birinin çok sevdiği bir atı vardır. Öyle ki kendisine, “Ya atından ayrılacaksın ya da akrebin zehrine tahammül edeceksin; bunlar arasında bir tercih yap” denilse muhakkak akrebin sokmasını tercih edip atından ayrılmayı istemeyecektir. Çünkü onun için atından ayrılmanın vereceği acı ve ıstırap akrebinkinden daha şiddetlidir. Aslında onu zehirleyen atına olan sevgisidir.
O halde kul bu zehirlenmelere hazır olsun! Muhakkak ki ölüm onun atını, evini, ehlini, dostlarını, makamını elinden alacak, dahası kulağını, gözünü, bütün âzâlarını yok edecektir. Bütün bunların geri dönüşünden elbette ümidini kesecektir.
Sevdası sadece bunlara olduğundan ve onlar da elinden alındığından hissedeceği acı akrep ve yılanların sokmasından daha şiddetli olur. Hayatta iken bütün varı yoğu elinden alındığında nasıl ki elem ve ıstırabı şiddetli oluyorsa, ölünce de aynı durum söz konusudur.
Daha önce de açıkladığımız gibi, ruh bedenin ölmesiyle ölmez, o kalıcıdır. Bütün elem ve azabı tadacak olan odur ve ölümle beraber bu azap daha da artar.
Şu sebeple ki: Ruh, içinde bulunduğu beden hayatta iken, bazı dünya meşgaleleri ile oyalanarak teselli bulabilir. Dostlarla beraber oturur, konuşur vs. Bazı şeylerini kaybeder bazen de kazanır… Fakat ölümden sonra teselli olma diye bir şey yoktur, bütün teselli kapıları kapanmış ümitler sönmüştür. Hayatta iken çok sevdiği bir gömleğinin veya mendilinin alınması kendisine çok ağır gelen kimsenin bu durumu kabrinde de devam eder.
Dünyadaki varlığı az olan (veya çok olup da hayır yolunda harcayan kimse) elbette kurtuluşa erer. Dünyalığı çok ise azabı çetin ve elim olur.
Nasıl ki, bir dinarı çalınan birinin üzüntüsü on dinarı çalınandan az olursa, bir dirhem sahibinin hesabı da iki dirhem sahibininkinden az olur. Bu anlattıklarımız, Resûlullah'ın (s.a.v) şu hadisinde ifade edilmiştir:
“Bir dirhemi olanın hesabı, iki dirhemi olandan daha hafiftir”
Ölüm anında geriye bıraktığın dünyalık her şey ölümünden sonra senin için ancak hasret ve hüsran sebebidir. Artık sen onları istersen çoğalt, istersen azalt! Çoğaltırsan ancak hasretini artırmış olursun; azaltırsan da sırtındaki yükü hafifletmiş olursun.
Kabrinde yılanları ve akrepleri çok olanlar, dünyaya bağlanıp onu âhirete tercih eden, onunla sevinip onunla sükûn bulan zenginlerdir.
Bu anlattıklarımız, kabirdeki azabın çeşitleriyle, orada azap sebebi yapılacak yılan ve akreplere iman hakkındaki açıklamalardır.
Anlatıldığına göre Ebû Saîd Harrâz (rah), ölmüş olan oğlunu rüyasında gördü. Ona:
—Oğulcuğum, bana biraz nasihatte bulun, dedi, oğlu:
—Allah Teâlâ'nın yerine getirilmesini emir buyurduğu hususlarda ona muhalefet etme, dedi. Ebû Said:
—Biraz daha nasihat et, dedi. Oğlu:
—Babacığım, bunun ağırlığına tahammül edemezsin, deyince, babası:
—Söyle, söyle, deyince oğlu:
—Baba, bir gömlek ile olsa dahi (kalbini ona bağlayarak) Allah ile arana perde sokma, dedi. Bundan sonra Ebû Saîd (rah) tam otuz sene gömlek giymedi.
Soru Cevap:
Bu zikrettiğin üç makamdan hangisi doğrudur diye sorarsan; şunu bil ki, insanlardan bazıları sadece birincisine inanıp diğerlerini inkâr etmişledir. Kimileri de yalnızca ikincisine inanıp birincisini reddetmişlerdir. Kimileri ise üçüncüsüne inanmıştır. Basiret yoluyla bizlere gösterilen ise bu üç yolun da imkân dâhilinde olmasıdır.
Bunlardan birisine inanıp diğerine inanmayan kişi, gerçekten idraki dar, Allah'ın kudret ve tecellilerinin sonsuz derecede büyük ve hayret verici olduğunu anlamayacak kadar cahildir. Bu tür azapların olmasını aklen anlayamadığı için inkâra kalkışmak ise tam bir cehalet ve idrak noksanlığıdır.
Bu düşüncelerin aksine bahsettiğimiz bütün azap çeşitleri mümkündür, onlara inanmaksa vâciptir. Nice insanlar vardır ki bu azaplardan sadece birini çeker, niceleri de vardır ki, hepsiyle cezalandırılır. Azından da çoğundan da Allah'a sığınırız.
İşte gerçekler bunlardır. Hiç olmazsa taklit yoluyla olsun bunlara iman et. Zira yeryüzünde bunları hakikatleriyle (kefiş ve basiret yoluyla) bilenler pek azdır. Sana tavsiyem, vaktini boşa harcayarak bu konunun ayrıntısına fazla girmemen ve hemen kabir azabını senden kaldıracak çareleri araştırmaya bakmandır.
Ameli ve ibadeti terk edip kabir azabının nasıl olacağını araştırman, sultanın birisini yakalayıp onu ellerini ve burnunu kesmek üzere hapse atması ve bu kimsenin, “Acaba ellerim ve burnum, kılıçla mı yoksa bıçakla mı yoksa usturayla mı ya da başka bir âletle mi kesilecek?” diye sabaha kadar düşünen ve ondan kurtulma çarelerini hiç aramayan kimsenin durumuna benzer. Bu ise cehaletin ta kendisidir.
İnsanın öldükten sonra ya büyük bir azapla cezalandırılacağı ya da ebedî nimetlere mazhar olacağı kesin olarak bilinmektedir. O halde bir an evvel ölüme hazırlanmak gerekir. Orada azabın veya sevabın nasıl ve ne kadar olacağını bilmek için uğraşmak boş yere zaman harcamaktan başka bir şey değildir