ceylannur
Yeni Üyemiz
Kadınlar erkeklerin tarlası mıdır?
Kısa bir öyküyü paylaşayım. Aya ilk çıkan astronotlardan biri yetmişli yılların başında dünya gezisine çıkar. Gezinin Japonya durağında da, ilköğretim öğrencilerinin hemen yerde duyduğu o bildik sorusuyla karşılaşır: “Ay nasıl bir yer?” Astronot zarif bir tebessümle, babacan bir tavırla cevap verir: “İtiraf etmeliyim ki, orada tavşanlar ve yeşil peynir bulamadım.” Bu cevap şu anda size ne kadar anlamsız ve ilgisiz geliyorsa, o sırada Japon çocuklarına da o kadar anlamsız ve tuhaf gelmiş olmalı… Oysa aya ilk ayak basan astronota göre bir o kadar açıklayıcı ve yerinde bir cevaptı bu Astronotun bilmediği şuydu: Japon çocuklar ve çocukluklarını Türk kültüründe yaşamış bizler de, astronotun yaşadığı kültürün içinde büyümedik. Amerikan kültüründe, dolunayın, en bariz gözüktüğü anlarda, sol alt tarafındaki lekesi bir tavşana benzetilir ve bu tavşanın da ay üzerinde peynir yediğine dair masallar üretilir ve anlatılır. Astronotun kafasındaki bu imge, Japon çocukların kafasında olmadığı için bir tür anlamsızlık anı yaşanır. Astronot saçmalar, yersiz bir cevap verir.
Oysa, Türkiye’deki bir çocuk sorsaydı bu soruyu, ben de astronot olsaydım, “O kadar da yaşlı değilmiş!” deyiverirdim. Bu cevaba Japon çocukları da Amerikalı çocuklar da şaşırır ve yersiz bulur şüphesiz. Ama ay’ı hep “Ay Dede” diye tanıyan Türk çocukları tebessümle karşılar.
Bunun gibi, kendi dünyamızda yüklediğimiz anlamlar üzerinde kalarak bize sunulan kavramlara muhatap olduğumuzda işte bu kadar yanlış anlarız.
Soru şu: “Kadınlar bizim tarlamız mı?”
Elbette ki öyle… Kur’ân öyle diyor çünkü:“Kadınlarınız sizin için bir tarladır.”[Bakara, 223] Şehirli bir akıl, “tarla” kelimesinin “kadın”la eşitlenmesinde hakaret okur. Şehirli akılla okuduğumuzda “tarla” kelimesini, aklın dile eşlik etmediği, sözün anlama denk gelmediği, bağlamından koparılmış bir okuma yapıyoruz. Böylece, Kur’ân’ın kastettiği anlamı, kendimize kalan deneyim bulaşığı içinde lekeliyoruz, saptırıyoruz. Oysa, tarlanın hakkını bilen, hakkını veren bir çiftçinin tarlasıyla arasındaki ilişkiyi okursak, kadının yüceltildiğini fark ederiz.
Nasıl mı?
Bir çiftçi için tarla;
1. Olduğundan fazlasıdır; hep daha ötesini vaad eder. Göründüğünden büyüktür. Verdiğini katlayarak iade eder.
2. Göründüğünden daha güzeldir; yeter ki taşları temizlensin, ayrık otları kesilsin. Sulansın, güneşe maruz kalsın, toprağı nazlansın, gübresi eksik edilmesin.
3. Ekim ve hasat zamanları olan bir “özne”dir. Vakitlerine riayet edilmelidir. Keyfî davranmaya gelmez.
4. Değer atfedilen ve değerli görülen her şey gibi kesin bir sınırla ayrılır ve sağlam bir çitle korunur. Yabancılardan korunmaya değer, “çok özel ve biricik değer”dir.
5. Yerine ve mevsimine göre, neyin ekileceğini kendisi bilir. Zamanlama konusunda saatlerden daha hassastır.
6. Değerli tohumlardan daha da değerli ürünler çıkaran “değer katıcı” bir değerdir. Emanet edileni zayi etmez, daha değerlisiyle geri verir.
7. Ne zaman, nasıl çapalanacağı iyi bilinmelidir. Yokuşta ise başka türlü, ovada işe başka türlü... Nadasa bırakılacaksa hiç dokunulmamalıdır.
8. Azı çok yapar. Görülmeyeni görünür kılar. Tatsız tuzsuz şeylere tat katar. İçinde saklı nüveleri gelişmiş ve genişlemiş, somutlaşmış ve meyvelenmiş olarak ortaya çıkarır.
Daha da uzatılabilecek bu “ihtimam listesi”nde kurulabilecek her cümlede, çiftçi özne, tarla nesne gibi görülse de, çiftçinin her defasında tarlasına göre konum aldığı görülür. Çiftçinin gözüyle bakılınca, “tarla” göz bebeğidir. Çiftçi tarafına geçince, tarla hep “el üstünde” tutulur. Çiftçinin tarlası küçümsenemez, gözden düşürülemez. “Tarla” değerler üreten bir değerdir.
Vahyin “kadın” tarifinden şimdilik anlayabildiklerim… Her cümlede “tarla” yerine “kadın” konulursa, “işin aslı” anlaşılır.
[Vahyin Binbir Sesi’nden özetlenerek]
Senai Demirci
Kısa bir öyküyü paylaşayım. Aya ilk çıkan astronotlardan biri yetmişli yılların başında dünya gezisine çıkar. Gezinin Japonya durağında da, ilköğretim öğrencilerinin hemen yerde duyduğu o bildik sorusuyla karşılaşır: “Ay nasıl bir yer?” Astronot zarif bir tebessümle, babacan bir tavırla cevap verir: “İtiraf etmeliyim ki, orada tavşanlar ve yeşil peynir bulamadım.” Bu cevap şu anda size ne kadar anlamsız ve ilgisiz geliyorsa, o sırada Japon çocuklarına da o kadar anlamsız ve tuhaf gelmiş olmalı… Oysa aya ilk ayak basan astronota göre bir o kadar açıklayıcı ve yerinde bir cevaptı bu Astronotun bilmediği şuydu: Japon çocuklar ve çocukluklarını Türk kültüründe yaşamış bizler de, astronotun yaşadığı kültürün içinde büyümedik. Amerikan kültüründe, dolunayın, en bariz gözüktüğü anlarda, sol alt tarafındaki lekesi bir tavşana benzetilir ve bu tavşanın da ay üzerinde peynir yediğine dair masallar üretilir ve anlatılır. Astronotun kafasındaki bu imge, Japon çocukların kafasında olmadığı için bir tür anlamsızlık anı yaşanır. Astronot saçmalar, yersiz bir cevap verir.
Oysa, Türkiye’deki bir çocuk sorsaydı bu soruyu, ben de astronot olsaydım, “O kadar da yaşlı değilmiş!” deyiverirdim. Bu cevaba Japon çocukları da Amerikalı çocuklar da şaşırır ve yersiz bulur şüphesiz. Ama ay’ı hep “Ay Dede” diye tanıyan Türk çocukları tebessümle karşılar.
Bunun gibi, kendi dünyamızda yüklediğimiz anlamlar üzerinde kalarak bize sunulan kavramlara muhatap olduğumuzda işte bu kadar yanlış anlarız.
Soru şu: “Kadınlar bizim tarlamız mı?”
Elbette ki öyle… Kur’ân öyle diyor çünkü:“Kadınlarınız sizin için bir tarladır.”[Bakara, 223] Şehirli bir akıl, “tarla” kelimesinin “kadın”la eşitlenmesinde hakaret okur. Şehirli akılla okuduğumuzda “tarla” kelimesini, aklın dile eşlik etmediği, sözün anlama denk gelmediği, bağlamından koparılmış bir okuma yapıyoruz. Böylece, Kur’ân’ın kastettiği anlamı, kendimize kalan deneyim bulaşığı içinde lekeliyoruz, saptırıyoruz. Oysa, tarlanın hakkını bilen, hakkını veren bir çiftçinin tarlasıyla arasındaki ilişkiyi okursak, kadının yüceltildiğini fark ederiz.
Nasıl mı?
Bir çiftçi için tarla;
1. Olduğundan fazlasıdır; hep daha ötesini vaad eder. Göründüğünden büyüktür. Verdiğini katlayarak iade eder.
2. Göründüğünden daha güzeldir; yeter ki taşları temizlensin, ayrık otları kesilsin. Sulansın, güneşe maruz kalsın, toprağı nazlansın, gübresi eksik edilmesin.
3. Ekim ve hasat zamanları olan bir “özne”dir. Vakitlerine riayet edilmelidir. Keyfî davranmaya gelmez.
4. Değer atfedilen ve değerli görülen her şey gibi kesin bir sınırla ayrılır ve sağlam bir çitle korunur. Yabancılardan korunmaya değer, “çok özel ve biricik değer”dir.
5. Yerine ve mevsimine göre, neyin ekileceğini kendisi bilir. Zamanlama konusunda saatlerden daha hassastır.
6. Değerli tohumlardan daha da değerli ürünler çıkaran “değer katıcı” bir değerdir. Emanet edileni zayi etmez, daha değerlisiyle geri verir.
7. Ne zaman, nasıl çapalanacağı iyi bilinmelidir. Yokuşta ise başka türlü, ovada işe başka türlü... Nadasa bırakılacaksa hiç dokunulmamalıdır.
8. Azı çok yapar. Görülmeyeni görünür kılar. Tatsız tuzsuz şeylere tat katar. İçinde saklı nüveleri gelişmiş ve genişlemiş, somutlaşmış ve meyvelenmiş olarak ortaya çıkarır.
Daha da uzatılabilecek bu “ihtimam listesi”nde kurulabilecek her cümlede, çiftçi özne, tarla nesne gibi görülse de, çiftçinin her defasında tarlasına göre konum aldığı görülür. Çiftçinin gözüyle bakılınca, “tarla” göz bebeğidir. Çiftçi tarafına geçince, tarla hep “el üstünde” tutulur. Çiftçinin tarlası küçümsenemez, gözden düşürülemez. “Tarla” değerler üreten bir değerdir.
Vahyin “kadın” tarifinden şimdilik anlayabildiklerim… Her cümlede “tarla” yerine “kadın” konulursa, “işin aslı” anlaşılır.
[Vahyin Binbir Sesi’nden özetlenerek]
Senai Demirci