KEHF SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Hakkında
Mekke döneminde inmiştir. 28. âyetin Medine döneminde indiği de rivayet edilmiştir. 110 âyettir. Sûre, adını; ilk defa dokuzuncu âyette olmak üzere,birkaç yerde geçen “kehf ” kelimesinden almıştır. Kehf, mağara demektir. Sûre de temel konu olarak, inançları sebebiyle öldürülmekten kurtulmak için bir mağaraya sığınan gençlerin mucizevî hâlleri, ayrıca Hz. Mûsâ ile Zülkarneyn konu edilmektedir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada on sekizinci, iniş sırasına göre altmış dokuzuncu sûredir. Gåşiye sûresinden sonra, Nahl sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Ancak 28. âyeti ile 83 ve 101. âyetlerinin Medine’de indiği rivayeti de vardır Nüzûl sebebi olarak tefsir ve siyer kaynaklarında şöyle bir olay anlatılmaktadır: Müslümanların sayısının çoğalması üzerine müşrikler, Resûlullah’ın peygamber olup olmadığını araştırmak için Nadr b. Hâris ile Utbe b. Muayt’ı Medine’deki yahudi âlimlerine gönderip kendilerine şu tâlimatı vermişlerdi: “Muhammed’in durumunu onlara sorun, vasıflarını ve söylediklerini anlatın; onlar kitap ehlidir, peygamberler hakkında bizim bilmediklerimizi bilirler.” Bu iki adam, Medine’ye giderek meseleyi yahudi âlimlerine anlattılar. Onlar da, “Muhammed’e, geçmiş zamanlarda mağaraya sığınmış gençleri; dünyanın doğusunu ve batısını dolaşmış olan adamı; rûhun ne olduğunu sorun; eğer bunları size bildirirse o bir peygamberdir, ona uyun; aksi takdirde bir falcıdır, ona istediğinizi yapabilirsiniz” dediler. Nadr ile arkadaşı Mekke’ye dönüp bunları Hz. Peygamber’e sordular. O da “Sorularınıza yarın cevap veririm” dedi. Fakat “inşallah” demesi gerekirken bunu ihmal ettiği için o günden itibaren on beş gün vahiy gelmedi. Bunun üzerine Mekke halkı, “Muhammed bize, ‘Sorularınıza yarın cevap veririm’ diye söz vermişti. Ancak aradan on beş gün geçtiği halde hâlâ sorularımıza cevap vermedi” diyerek dedikoduya başladılar. Hz. Peygamber’e vahyin gecikmesi sırasında iyice bunaldığı bir sırada Cebrâil yukarıdaki soruların cevabını içeren Kehf sûresi ile İsrâ sûresinin 85. âyetini getirdi (İbn Âşûr, XV, 242-244). Tefsir ve siyer kaynaklarından bu rivayeti nakleden İbn Âşûr, Ashâb-ı Kehf hakkında Hz. Peygamber’e soru sormaya Kureyşliler’i teşvik edenlerin, ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen bazı hıristiyanlar veya Kureyş’in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunan kiliselerdeki hıristiyan din adamları olabileceğini söylemektedir (XV, 259-260). Elmalılı Muhammed Hamdi de yukarıdaki rivayeti geniş şekliyle naklettikten sonra, hadis tekniği açısından bu rivayetin zayıf olduğunu, buna dayanılarak sûrenin tefsir edilmesinin doğru olmayacağını ifade etmektedir. Elmalılı’ya göre sûrenin baş tarafındaki âyetler gösteriyor ki esas iniş sebebi, “Allah çocuk edindi” denilmiş olmasıdır. Sûre, bunun ilmî dayanağı bulunmayan büyük bir yalan olduğunu açıklamak, bu sözü söyleyenleri uyarmak ve onları tevhide davet etmek için indirilmiş, Zülkarneyn ile ilgili sorunun cevabı da bunun tamamlayıcısı olmuştur (V, 3220).
Konusu
Yüce Allah’a hamd ile başlayan Kehf sûresinin başlangıcında Allah’ın kutsiyeti ve kemal sıfatlarıyla Kur’an’ın üstünlüğü, müminlere verilecek mükâfatın müjdesi ve Allah’a çocuk yakıştıranların uyarılması konuları yer alır; kâfirlerin inatçı tutumları karşısında üzülen Hz. Peygamber’in durumuna da işaret edilir (1-8). Bundan sonraki âyetlerin büyük bir kısmının konularını şu üç ibretli kıssa oluşturur: 1. Ashâb-ı Kehf kıssası (9-26). Bu kıssada inançları uğruna canlarını ortaya koyarak yurtlarından çıkıp dağdaki bir mağaraya sığınan gençlerin durumu anlatılır. 2. Hz. Mûsâ ile Hızır’ın kıssası (60-82). Bu kıssada Hızır ile Hz. Mûsâ arasında geçen olağan üstü olaylar ve bunlarla ilgili açıklamalar yer alır. 3. Zülkarneyn kıssası (83-98). Bu kıssada takvâ ve adalet sahibi bir hükümdar olan Zülkarneyn’in batıya ve doğuya yaptığı seferlerle Ye’cûc ve Me’cûc’ün yeryüzüne yayılmasını önlemek için yaptığı set anlatılmaktadır. Sûrede ahlâk eğitimine yönelik temsilî anlatımlar da yer almaktadır. FaziletiKehf sûresinin fazileti hakkında birçok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir: Berâ b. Âzib’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir adam Kehf sûresini okuyordu, yanında da iki uzun iple bağlı bir at vardı. Derken bir bulut adamın üzerine doğru inmeye başladı. Bulut yaklaştıkça yaklaşıyordu. At bundan dolayı ürktü ve huysuzlandı. Sabaha çıkınca o zat Hz. Peygamber’e gelerek olayı anlattı. Resûlullah, “O, sekînettir (huzur verendir), Kur’an okunduğu için inmiştir” buyurdular (Buhârî, “Fezâil”, 11; Müslim, “Müsâfirîn”, 240; sekînet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/248). Diğer hadislerde de Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Kim, Kehf sûresinin başından on âyet ezberlerse deccâlden korunmuş olur” (Müslim, “Müsâfirîn”, 257); “Kim, Kehf sûresinin son on âyetini okursa deccâlin fitnesinden korunur” (Müsned, VI, 446); “Kim, Kehf sûresini indirildiği gibi okursa sûre, kıyamet gününde onun için bir nûr olur (Beyhak^, Sünen, III, 249).
KEHF SURESİ TEFSİRİ
1. Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirdi; onda hiçbir eğrilik, çarpıklık ve tutarsızlığa yer vermedi.
Allah Te’âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in bütün çarpıklık, eğrilik, dolambaçlılık, yalan ve yanlışlıktan uzak olduğunu bu âyetteki “onda hiçbir eğrilik, çarpıklık ve tutarsızlığa yer vermedi” (Kehf 18/1) ifadesiyle, bir diğer âyet-i kerîmede de “Onu her türlü çelişkiden ve gerçeğe aykırı bütün unsurlardan uzak, dosdoğru Arapça bir Kur’an olarak indirdik; belki gittikleri yolun yanlışlığını anlayıp Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye” (Zümer 39/28) ifadesiyle beyân eder. Bu mânayı ifade için kullanılan kelime, “ivec” kelimesidir. اَلْعِوَجُ (‘ivec), “istikametten, düz ve dik halden sapmak ve meyletmek; eğrilik, karışık, çapraşık” demektir. Kur’ân’da ne göze ne de kalbe takılacak hiçbir eksiklik ya da eğrilik yoktur. Onda ne bir kimsenin anlayamayacağı kadar karışık ve karmaşık şeyler vardır, ne de gerçeği bulmak isteyen bir kimseyi kararsız bırakarak doğru yoldan saptıran bir nokta bulunmaktadır. Yine onda lafzın dil yönünden bozuk olması, fesâhat ve belâğata aykırı olması, mânalarının çelişkili olması, gerçek olmayan şeyler ihtiva etmesi, Allah’tan başka şeylere kulluğa davet etmesi gibi eğrilik ve çarpıklık sayılacak bir şey bulmak mümkün değildir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 471) İşte kendisinde eğrilik bulunmayan bu Kur’ân’ı Yüce Allah dosdoğru bir kitap kılarak, onu en emîn ve en sâdık bir insan olan kulu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirmiştir.
Kur’an’ın indiriliş gayesi ise şöyle açıklanmaktadır:
2. Allah bu tutarlı ve dosdoğru kitabı, inanmayanları kendi katından gelecek şiddetli bir azapla uyarmak, sâlih ameller işleyen mü’minleri de güzel bir mükâfat ile müjdelemek için indirdi;
3. Hem de içinde ebedî kalmak üzere…
4. Bu ilâhî kelâmı, aynı zamanda “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarıp korkutmak için indirdi.
5. Bu konuda ne Allah’a çocuk isnat edenlerin dayandıkları kesin bir bilgi vardır, ne de aynı iddiayı taşıyan atalarının! Ağızlarından çıkan o söz, ne kadar korkunç bir küfür sözüdür! Onlar, başka değil, ancak yalan söylüyorlar.
Kur’an’in indiriliş gâyesi ilk olarak umûmî mânada bütün insanları uyarmak, onlara dikkatli davranmadıkları takdirde istikbalde mutlaka karşılaşacakları korkunç hâdiseleri haber vermektir. İkinci olarak iman ve itaatle davetine uyan mü’minleri fevkalade güzel bir mükâfat olan ebedî cennetlerle müjdelemektir. Üçüncü olarak da müşrikler, yahudiler ve hıristiyanlar başta olmak üzere çeşitli inanç grupları arasında müzmin bir hastalık halinde yaygınlaşan ve aynı zamanda büyük bir küfür ifadesi olan “Allah çocuk edindi” diyenleri cehennemle korkutarak, onları bu tür yanlışları bırakmaya çağırmaktır. Yalnız bu vazifeyi yerine getirirken aşırılıktan uzak durup itidalli olmaya zaruri ihtiyaç vardır:
6. Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helâk edeceksin! Hayır böyle yapma!
Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve insanlara karşı nihâyetsiz bir merhamet ve şefkat sahibi olan Allah Resûlü (s.a.s.), onların doğru yolu bulmasını çok arzu ediyor ve bu uğurda gece gündüz bütün gücünü harcıyordu. Hatta o (s.a.s.), kendisinin ve ashâbının gördüğü eziyetlerden ziyâde kavminin imansızlıkta ve sapıklıkta ısrar etmelerine üzülüyordu. Çünkü bu gidişâtın sonunda helâk olacaklarını ve ebediyen Allah’ın azabına uğrayacaklarını biliyordu. En büyük üzüntü sebebi işte bu korkuydu. Bu sebeple dinin tebliğinde gerçekten tahammül ötesi bir gayret gösteriyordu. Muhatapları ise, âdeta Allah’ın azabının başlarına inmesini istercesine inat ediyorlardı. Resûlullah (s.a.s.)’in şu ifadeleri onun içinde bulunduğu bu hâli ne güzel gözler önüne sermektedir:
“Benimle sizin durumunuz şuna benzer: Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler. Ben, ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikâk 26; Müslim, Edeb 82; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 244)
Bu âyette aynı zamanda Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’i teselli eden bir yön de bulunmaktadır. Çünkü onun vazifesi insanları imana zorlamak değil, sadece tebliğ etmek; müjdelemek ve korkutmaktır. Bilmelisiniz ki Peygamber’in tebliğine insanlığın zaruri ihtiyacı vardır. Çünkü oldukça kısa ve fâni dünya hayatı bütünüyle imtihandan ibarettir:
7. Şüphesiz biz, insanların amel bakımından hangisinin daha güzel olduğunu deneyip ortaya çıkaralım diye yeryüzünde bulunan her şeyi ona mahsus bir zînet ve imtihan için bir malzeme yaptık.
8. Doğrusu biz, yeryüzünde bulunan her şeyi vakti gelince kupkuru bir toprak hâline getirmekteyiz.
Allah Teâlâ hayatı ve ölümü insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu belirlemek için yarattığı gibi (bk. Mülk 67/2), dünya üzerinde bulunan canlı cansız her türlü varlığı da birer imtihan malzemesi ve sorusu olarak var etmiştir. Oradaki sayısız nimetleri; malı, mülkü, evlat ve serveti dünyanın bir zineti olarak yaratıp çekici kılmıştır. Buna mukâbil insanları da iyiyi kötüden ayırabilecek, yaptıklarından sorumlu olacak akıl, irade ve diğer melekelerle donatmıştır. Bunların hepsinin yaratılış maksadı imtihan sırrıdır. Yoksa hâşâ Yüce Allah bunları bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Biz göğü, yeri ve aralarında bulunan şeyleri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, bunların hiçbirini yaratmadan, onu kendi katımızda edinirdik. Fakat biz böyle bir şey yapmayız.” (Enbiyâ 21/16-17)
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları gerçek bir sebep ve hikmete bağlı olarak yarattık. Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez.” (Duhân 44/38-39)
O halde fırsat eldeyken bu nimetleri Allah Teâlâ’ya kulluk yapıp O’na yakınlaşmak yolunda kullanmak gerekmektedir. Değilse Cenâb-ı Hak, dünya üzerindeki bütün nimetleri ve varlıkları vakti gelince yok etmekte, kurumuş toprak haline getirmektedir. Bu yok oluş ve toprak haline geliş her an durmadan devam etmektedir. An be an canlılar ölmekte; insanların, hayvanların ve bitkilerin bedenleri toprağa karışıp toprak olmaktadır. Evler, saraylar, hanlar, hamamlar, milletler, devletler, kültürler ve medeniyetler için de aynı ilâhî kanun hükmünü icrâ etmektedir. Kıyamette ise bu durum son olarak, en muhtevalı ve her şeyi kuşatacak şekilde vuku bulacak, ardından yepyeni bir hayat başlayacaktır. Dolayısıyla dünyada dâimî hiçbir şey yoktur; her şey fanîdir. Yalnız Allah bâkîdir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Yeryüzünde bulunan herkes fanîdir. Yalnız sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân 55/26-27)
İşte insanın üzerinde durması ve düşünmesi gereken asıl mes’ele budur. Şimdi, Allah’a ve âhirete imanın kalbi nasıl tesir altına alıp zorluklara karşı insana nasıl bir tahammül gücü kazandırdığını muşahhas halde göstermek ve yüzyıllarca uyutulduktan sonra yeniden uyandırılmak suretiyle âhiretin varlığına apaçık bir delil olarak sunulmak üzere Ashâb-ı Kehf’in son derece dikkat çekici kıssasına giriş yapılmaktadır:
9. Rasûlüm! Yoksa sen sadece Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Rakîm’in mi ibrete şâyan âyetlerimizden olduğunu sandın? Öyle sanma; başka nice ibretâmiz âyetlerimiz var!
اَصْحَاب الْكَهْفِ (Ashâbu’l-Kehf), Allah’tan başkasına tapmaya zorlandıkları için Rablerine sığınarak mağaraya çekilen, ilâhî kudret eliyle uyutulup orada uzun bir süre kalan ve âhiretin varlığına açık bir delil olmak üzere tekrar uyandırılan bir grup genç yiğitlerdir. Buradan itibâren 26. âyete kadar onların çok ibretli kıssaları anlatılmaktadır. اَلرَّق۪يمِ (Rakîm), bu yiğitlerin isimlerinin yazıldığı belge veya bunların bulundukları yerin ismidir. Bir diğer görüşe göre ise “Ashâb-ı Rakîm”, yolculuk esnâsında tutuldukları yağmurdan kurtulmak için bir mağaraya sığınan, o sırada düşen bir kayanın mağaranın ağzını tamâmen kapatması sebebiyle içeride mahpus kalan, sonra yaptıkları sâlih amelleri vesile kılıp Allah’a dua ederek kayanın yavaş yavaş yana kaymasıyla oradan kurtulma imkânı bulan üç arkadaştır. (bk. Buhârî, Enbiyâ 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 274)
Bunlar her ne kadar Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz kudretini gösteren birer işaret olsa da, O’nun kâinatta akılları daha da dehşete düşürecek nice âyetleri, delilleri, kudret ve azamet tecellileri vardır. Bunu görmek için bütün ecrâmiyle göklerin ve tüm tefrişâtıyla yeryüzünün yaratılışına; gece ile gündüzün peş peşe gelişine; insanların, hayvanların, bitkilerin ve cansız varlıkların hallerine; Cenâb-ı Hakk’ın her an ölüden diri, diriden ölü çıkarmasına ibretle bir kez bakmak yeterlidir. Daha fazla düşünülecek olursa, sınırlı akıl terâzisi, sınırsız ilâhî kudret akışlarının ağırlığını çekemez, altında ezilir, kalır.
Şimdi isterseniz dikkatleri tekrar Ashâb-ı Kehf dediğimiz o gençlere çevirelim de bakalım neler yapıyorlar:
10. Hani o genç yiğitler mağaraya sığınıp: “Rabbimiz bize katından bir rahmet ver, bize yardım et; şu işimizde doğru ve rızâna uygun olan ne ise onu bize nasip eyle!” diye niyâz etmişlerdi.
11. Bunun üzerine biz de onları sığındıkları o mağarada yıllarca sürecek derin bir uykuya daldırdık.
12. Sonra iki fırkadan; Ashâb-ı Kehf ve düşmanlarından hangisinin bekledikleri gayeyi daha iyi hesap etmiş olduğunu ortaya çıkarmak için onları tekrar uyandırdık.
Bu yiğitler, Rablerine öyle yürekten bağlı idiler ki, mağaraya çekilir çekilmez niyâza başladılar. Allah’tan kendilerine rahmetini, nimet ve yardımını lütfetmesini; en güzel ve en doğru bir çıkış yolu göstermesini ve giriştikleri bu davada kendilerini başarılı kılmasını istediler. Cenâb-ı Hak da derhal dualarını kabul ederek haklarında hayırlı olacak bir süreci başlattı. Hemen kulaklarına bir perde vurup onları mağarada uyuttu. Senelerce orada o şekilde kaldılar. Belki yüzyıllarla ifade edilebilecek uzun bir müddet sonra onları tekrar uyandırdı. Böyle yapmasındaki maksat, Ashâb-ı Kehf’in mi, yoksa onlara düşmanlık edenlerin mi hedefledikleri gâye itibariyle haklı olduğunu ortaya koymaktı. Daha sonra gelecek âyetlerde de belirtileceği üzere (bk. Kehf 18/19-21) Ashâb-ı Kehf uyandıkları zaman işlerinde başarılı olduklarını, gâyelerinde isâbet ettiklerini gördüler ve Allah’ın rahmetine kavuştular. Buna karşılık Kur’an, onlara düşmanlık yapanların feci akıbetlerini bahse değer bile görmemiştir.
Kıssanın tafsilâtı şöyledir:
13. Şimdi biz, onların başından geçen ibretli hâdiseyi bütün gerçekliğiyle sana anlatacağız: Hiç şüphesiz onlar Rablerine iman etmiş genç yiğitlerdi; biz de onların imanlarını daha da artırdık.
Ashâb-ı Kehf, Rablerine yürekten inanmış genç yiğitlerdi. Onlar imanlarında samimi oldukları için, Allah da onların doğru yola olan iman ve bağlılıklarını daha da artırdı. Onlara bâtıla boyun eğmekten sakınıp canları pahasına da olsa hak yolunda sabır ve sebat etme kuvveti verdi. Kalplerini iman, sabır ve metânetle iyice pekiştirdi, kuvvetlendirdi. İman ve itminân hali âdeta onların hücrelerine ve iliklerine işledi. Öyle ki putlara ibâdeti reddetmek üzere kralın karşısına dikildiklerinde veya bulundukları şirk ortamını terk etmeye karar verip harekete geçtiklerinde kalplerine yerleşen tevhid inancını şu ifadelerle dile getirdiler:
“Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır. Biz O’ndan başkasını ilâh kabul edip tapmayız. Böyle bir şey yaparsak, yemin olsun ki gerçek dışı, pek saçma bir iddiada bulunmuş oluruz.” (Kehf 18/14)
Gerçek imanın bu olduğunu; kavimlerinin içine saplandığı putperestlik inancının ise herhangi bir delile dayanmayan asılsız bir anlayış olduğunu açıklamaktan çekinmediler. Nihâyetinde imanlarını tehlikeden koruyabilmek için, Allah’tan rahmet ve kolaylık umarak mağaraya sığınmalarının artık zaruret hâline geldiğini anladılar. Sâdık bir dost gibi peşlerini bırakmayan köpekleriyle birlikte mağaraya sığındılar ve orada ilâhî kudret eliyle uykuya daldırıldılar.
Bu âyetlerde Allah’ın haram kıldığı şeylerden ve haramların işlendiği ortamlardan uzaklaşmanın önemine dikkat çekilir. Gerçekten de Allah’ın dışındaki varlıklardan gönlen uzaklaşmak, Allah’a kavuşmayı kolaylaştırır. Belki, Allah’ın dışındaki şeylerden uzaklaşılmadığı müddetçe Allah’a kavuşma gerçekleşmez, demek daha doğrudur. İşte Ashâb-ı Kehf ne zaman ki Allah’ın dışında tapınılan putlardan uzaklaştılar, Hak Teâlâ onları riâyet mahfazası içinde korudu, onlar için inâyet mağarasında güzel bir yer hazırladı. Dolayısıyla bütün söz, fiil ve davranışlarında şahsî arzulardan soyunup Allah’ın iradesine teslim olan, her halinde Allah’a yönelişi dürüstlük ve samimiyet içinde olan ve yine her durumda sadece Allah’tan yardım isteyen kişilere Rabbimiz büyük lutuflarda bulunacak, onların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak ve onlara çok güzel bir gelecek hazırlayacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Ashâb-ı Kehf’e olan yardım ve ikramı bunun açık bir misalidir:
اَلْفِتْيَةُ (fitye) genç yiğitler demektir. Bu kelimeden hareketle tasavvuf ve ahlâk ıstılâhında “fütüvvet” diye bir kavram oluşmuştur. Fütüvvetin başı imandır. Fütüvvet; mevcudun karşılıksız verilmesi, eziyetin önlenmesi, şikâyetin terk edilmesidir. Yine fütüvvet, haramlardan kaçınmak ve üstün ahlâkî faziletleri ifâ etmede eli çabuk tutmaktır.
14. Kalplerine tam kuvvet ve metânet verdik de zâlim krala karşı kıyâm ettiklerinde şöyle dediler: “Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır. Biz O’ndan başkasını ilâh kabul edip tapmayız. Böyle bir şey yaparsak, yemin olsun ki gerçek dışı, pek saçma bir iddiada bulunmuş oluruz.”
15. “Şu bizim halkımız ise tuttular, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Madem öyle, onların gerçek ilâh olduklarına dair açık bir delil getirmeleri gerekmez mi? Artık Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?”