ceylannur
Yeni Üyemiz
Dövüş Kulübü'nün kahramanı Tyler Durden, 'Biz tarihin ortanca çocuklarıyız' der, 'bir yerimiz ve bir amacımız yok. Bir büyük savaşımız, büyük depresyonumuz yok. Bizim büyük savaşımız manevi bir savaştır. Ve büyük depresyonumuz hayatlarımızın ta kendisidir'. Yaşadığımız günler antidepresan ilaçların yaygın ölçüde kullanıldığı, insanların süregiden mutsuzluklarına psikotrop ilaçlarla çözüm aradığı günler olarak tarihe geçecek gibi görünüyor. Yeryüzü ölçeğinde bir mutluluk kültürü yayılıyor, ABD mahreçli bu kültür hayatın acılarına katlanmamız gerekmediğini, 'mutluluk hapları'yla hayatı ağrısız, sancısız, uçarı bir neşeyle yaşayabileceğimizi telkin ediyor. 'Iyi bir hayat mümkündür' diyor bize bu küresel mutluluk kültürü, 'en yeni ürün ve modaları, en çok miktar ve çeşitlilikte tüketmeye hazır ve muktedir olmalıyız'. Bunun için de girişken ve hareketli olmamız gerekiyor, 'hayattan kam alabilecek' gücümüzün olması lazım ki sokağa çıkıp para harcayabilelim, sahip olmakla mutluluğumuza mutluluk katabilelim. Bu noktada yeni antidepresan ilaçlar devreye giriyor, onlar hayatın bizden çekip aldığı enerjiyi bize geri verecek birer tılsımdır artık. Kimi yazarların 'kozmetik psikofarmakoloji' olarak isimlendirdiği bu durum yeni antidepresanları kullanan bazı insanların 'yeni bir insan' olduklarını,'gerçek benliklerini keşfettiklerini' söylemeleriyle kendisine zemin buluyor. Böylece bu tedaviler, bir makyaj gibi iyi görünmemizi ve iyi hissetmemizi sağlarken, varoluşsal sorunlarımıza bir cevap getirmiyorlar.
Burada şu can yakıcı soru devreye giriyor: Ya sorun bireylerin iç dünyasında değil de toplumsal dünyada ise? Bireyler toplumsal ortamlardaki zorluklardan dolayı keyifsizlik ve tatminsizlik yaşarlarsa, bu yaygın durumlar için de antidepresan verecek miyiz? Sıradan mutsuzluğun 'tıbbileştirilmesi' yoluyla gündelik hayatta karşımıza çıkan dert ve tasalar bir psikiyatrik rahatsızlığa dönüştürülüyor ve tıbbın hükümranlık sahasına sokuluyor.
Bu konuda Latin Amerika'dan iki örnek verilebilir: Peru'nun başkenti Lima'nın Indepencia bölgesinde (200 bin insanın yaşadığı, yoksulluğun kasıp kavurduğu bir gecekondu bölgesi) renkli posterler depresyonun temel bulgularını sıralamakta ve bu bulguları olanların doktora gitmesini salık vermektedir. Bu posterler şirketin ürettiği ilacın ismini belirgin bir biçimde sergilemektedir. Arjantin'de ekonomik buhranla birlikte antidepresan satışları da artmıştır. Özellikle serotonin üzerinden etki gösteren yeni antidepresanlar bu dönemde yoğun pazarlama stratejilerinin de etkisiyle giderek daha fazla tüketilir olmuşlardır. Doktorlar bu ilaçları, ekonomik ve politik buhranın yol açtığı güvensizlik ve incinebilirlik duygusunu, yani toplumsal durumun yol açtığı ıstırabı gidermek için kullanmışlardır. Işsizliğin patlama yaptığı 2001 krizinin hemen ertesinde Türkiye'de bir antidepresan reklamında kullanılan 'vaka örneği' çok manidardır: Bu reklamda işini kaybeden, bu yüzden yoğun bir ümitsizlik ve üzüntü yaşayan genç bir kadın hastanın söz konusu ilaç kullandıktan sonra depresyonundan kurtulduğu müjdelenmektedir!
Depresyon önceleri dinı bir bakış açısıyla ele alınırken modernlikle beraber psikolojik bakışın ön plana geçtiği görülüyor. Postmodern devrim ise psikolojik açıklamaların yerine biyokimyasal açıklamaları ikame ediyor. Artık biyoloji kaderimizdir ve hepimiz serotonin, dopamin gibi biyokimyasal ileticilerin edilgen kurbanlarıyızdır. Bu anlayışa göre insan, biyokimyasında gizlidir.
Böylece insan dış dünyada etkin bir amil olarak değil biyokimyasal güçlerin tesirinde edilgen bir kurban olarak yeniden tanımlanmaktadır.
Depresifin enerjisi yoktur, 'işlev' gösteremez, işinde ve ilişkilerinde ketlenmiştir. Üstelik bu patoloji bireysel sorumluluk ve inisiyatifi her şeyin üzerinde tutan bir toplumda ortaya çıkmaktadır. çağımızda depresyon, 'saygın bireyin, hayatının yazarı olarak kendisini gören bireyin' tersine dönmesidir ve içinde yaşadığımız toplumun yaratıp yücelttiği bir öznelliğin karanlık yüzüdür. O yüzden depresif tedavi edilmeli, en kısa yoldan üretkenliğe veya tüketiciliğe geri döndürülmelidir. Bizden sürekli hareket bekleyen modern toplum, atıl bireylerden hoşlanmamaktadır. Bu noktada farklı bir tartışma da şu: Elli yıl önce bu kadar yaygın olarak depresyon teşhisi konulmuyordu. Depresyon antidepresanların yaygınlaşması ve yan etkilerinin azaItılmasıyla daha çok teşhis edilmeye başlanmıştır. Eğer onu tedavi edebilecek antidepresanlar olmasaydı bu duruma depresyon adını vermeyecektik. Yani tedavi seçeneklerinin çoğalması ve bu seçeneklerin pazarda hatırı sayılır bir değer ifade etmeye başlaması, depresyon teşhisini de yaygınlaştırmıştır. Pazarın istekleri bilimin bakış açısını belirleyebilmektedir.
Sözgelimi Japonya'da yakın zamana kadar yeni antidepresanlar yaygın bir kabul görmüyordu. Küresel rüzgarlar muhafazakar Japonya'nın psikiyatri bilimine de tesir ederek bu ilaçların pazardaki yerini almasını sağladı. ABD psikiyatrisinin etkisiyle, Japonya' da da son beş yılda giderek artan sayılarda yeni ilaçlar tüketilmeye başlandı.
Alıntı:
Oysa bu ilaçların getirdiği o uçarı neşe hali ve parlaklık, Japon geleneği içinde olumlu kişilik özellikleri olarak değerlendirilmiyordu. Keder, Japon toplumuna kaybı, geçiciliği ve kusurluiuğu hatırlattığı için hoş karşılanmaktaydı. Kişinin sıradan keder ve yası yaşamasını engelleyecek bir ilacın onun kişiliğine, duyarlılığına ve manevi gelişimine zarar vereceği düşünüıürdü. Keder ve kayıplara duyarlı bir biçimde verilen tepki, Japonya'da her zaman çok önemli olmuştur. Tiyatro, edebiyat, geleneksel ve modern halk şarkıları; nostaljiye, kayıp ve yas duygularına, şeylerin geçiciliğine olumlu göndermelerle do-ludur. Insanlar ayrılık ve kayıp durumlarında rahatça ağlarıar, fakat aynı zamanda bu yaşantılardan güç devşirirler, hayatta kalanlarla bağlarını güçlendirirler ve grup dayanışması sağlarlar. Öfke ve huzursuzluktan farklı olarak hüzün, yas ve melankoli bu dünyanın geçiciliğini hatırlattıkları için adeta buyur edilirler. Konfüçyüsçülük ve Budizm tahammülü öne çıkarır, keder ve hüzne bir içsel gelişim vasıtası olarak değer verirler. Dışadönüklük, girişkenlik, sokulganlık ABD'de bir satıcı için vazgeçilmez kişilik özellikleri; bir Japon için ise duyarsız ve hoyrat toplumsal davranışlardır.
Burada hatırlanması gereken nokta keyifsizlik ve depresyonun bazen de beyin kimyasından çok yaşama tarzlarımıza işaret ettiğidir. Müreffeh ülkelerdeki insanlar da, bolluğun tam ortasında, görece bir yoksunluk duygusundan, aile veya toplumla olan bağlarının kaybolmasından mustarip olabilirler. Öte yanda antidepresan ilaçlar Amerikan iş hayatı için uygun kişilikler biçmektedir. Adeta bir tornadan çıkmışçasına parlak, enerjik, çok ciddi ve çok düşünceli olmayan kişiler üretirler ki bu nitelikler, ileri teknoloji kapitalizminde yüceltilen niteliklerdir. Mutluluğun bir hapla başarılabileceği düşüncesi, Amerikan psikiyatrisinin uzun süredir var olan takıntılarından birisidir. Değişik on yıllarda farklı mutluluk hapları öne sürülmüştür, son dönemin gözdesi de, Prozac'ın şahsında temsil edilen yeni antidepresanlardır.
Dikkat çekici bir başka konu da son yıllarda insan psikolojisinde 'incinebilirlik' unsurunun öne çıkarılması. Kişilik radikal bir biçimde yeniden tanımlanıyor. Günübirlik hayatın sorunlarını duyguların prizmasından geçirmek suretiyle, 'terapi kültürü' insanları çaresizliğe mahkum ediyor.
Alıntı:
Mukavemet, dayanıklılık, insanı hayata bağlayan olumlu kişilik özellikleri değil de, bizi hayat karşısında yenik düşüren olumsuz özelliklerimiz öne çıkarılıyor. Iyi ama acı, ıstırap ve hüznü hayattan tamamen kovarsak anlam üretebilir miyiz?
Biyokimyasal tedaviler depresyon yaşantısını anlam ve anlatıdan mahrum bırakıyor.
Sözlerimin asla indirgemeci bir bakış açısıyla ele alınmasını istemem, elbette klinik anlamda depresyonu olan insanlara ilaç tedavisi vermek ahlaki ve insani bir görevdir. Sözüm, hayatın kendisinden kaynaklanan dertleri ilaçlarla tedavi etmeye kalkışan bir zihniyete. Bu ilaçların sunduğu 'yeni benlik' hafif ve geçicidir, yaşantıdan değil ilaçların sağladığı enerjiden köken alır. Dolayısıyla da bize bir öykü, bir anlatı sunmaz: 'Bir ilaç aldım ve hayatım değişti' demekle zorlukları kendi imkan ve potansiyellerimizi harekete geçirerek nasıl yendiğimiz konusunda anlatacağımız öykü bir tutulamaz. Hepimiz anlattığımız öyküleriz. Bizim de yazarı olduğumuz bir öykü, bizi biz yapan şeylerin arasına katılır, kişiliğimizin, kuvvetimizin bir parçası haline gelir. Başka bir bakış açısından bakıldığında, depresyonun sosyal bağların yok olmasıyla da ilgili olduğu görülebilir.
Moderniteyle birlikte bireysel benlik öne çıkarken, geniş kurumlar (aile, millet, din) çözülmeye uğramış ve insanı koruyucu etkileri azalmıştır. Kişisel başarısızlık artık bir felaket olarak yorumlanmaktadır. Moderniteyle birlikte sadece zenginlik değil, yeni patolojiler de gelmiştir: Çok fazla değişkenlik, çok fazla seçenek, aşırı çalışma, aşırı uyarılma, zaman baskısı, yersiz yurtsuzluk gibi. Modernite aşırı bir dinamizm üzerine kuruludur. Zaman ve mekan ayrışır. Sosyal kurumlar bağlamsız kalır.
Böylesi kaotik durumlarda bireylerin özkimlikleri için tutarlı bir anlatı geliştirmeleri zordur. Bu anlatıdaki boşluk ve delikler belirgin utanç duygularına yol açar. Içe atıcı, özeleştirel bireyler modernitenin bireycilik, kendini gerçekleştirme, bağımsızlık, hareketlilik, profesyonalizm gibi mitlerini daha fazla içselleştirirler. Bu bireyler başarıya yaptıkları vurguyla, bağımsızlıklarını sürdürmek için verdikleri çabayla ve kronik utanç duygularıyla modern toplumu temsil ederler. Japonya'da daha hafif belirtilerle giden depresyonlara 'ruh üşümesi' adı verilmektedir ve bu durum modernleşmeyle yakından ilgili görünmektedir. Disiplin ve itaat i önceleyen toplumsal yapıdan özerkliğe vurgu yapan toplum yapıya geçilmesiyle birlikte depresyon bir 'özerklik hastalığı' olarak karşımıza çıkıyor. Depresyon artık, bir Fransız sosyoloğun harika benzetmesiyle 'kendi olma yorgunluğu'dur. Toplumlarımız önceki nesile oranla daha fazla acı çekmiyor ama acıya tahammül artık bir erm değil; dolayısıyla gerek ruhsal gerekse de bedensel ıstırap bir an önce kovulması gereken birer ifrit gibi mütalaa ediliyor. Depresyonun 'O kimyasal dili bizi anlamdan ve anlatıdan mahrum bırakıyor. Hikayerimize sahip çıkabildiğimiz ölçüde kendimiz olmaktan yorulmaya ve ruh üşümesine yakalanmayacağız. O hikayeler bizden önceki kişilerin yüreğini nasıl ısıttıysa ,bizi de öyle ısıtacak. Çünkü hayat, bize öğrettikleriyle güzeldir.
Burada şu can yakıcı soru devreye giriyor: Ya sorun bireylerin iç dünyasında değil de toplumsal dünyada ise? Bireyler toplumsal ortamlardaki zorluklardan dolayı keyifsizlik ve tatminsizlik yaşarlarsa, bu yaygın durumlar için de antidepresan verecek miyiz? Sıradan mutsuzluğun 'tıbbileştirilmesi' yoluyla gündelik hayatta karşımıza çıkan dert ve tasalar bir psikiyatrik rahatsızlığa dönüştürülüyor ve tıbbın hükümranlık sahasına sokuluyor.
Bu konuda Latin Amerika'dan iki örnek verilebilir: Peru'nun başkenti Lima'nın Indepencia bölgesinde (200 bin insanın yaşadığı, yoksulluğun kasıp kavurduğu bir gecekondu bölgesi) renkli posterler depresyonun temel bulgularını sıralamakta ve bu bulguları olanların doktora gitmesini salık vermektedir. Bu posterler şirketin ürettiği ilacın ismini belirgin bir biçimde sergilemektedir. Arjantin'de ekonomik buhranla birlikte antidepresan satışları da artmıştır. Özellikle serotonin üzerinden etki gösteren yeni antidepresanlar bu dönemde yoğun pazarlama stratejilerinin de etkisiyle giderek daha fazla tüketilir olmuşlardır. Doktorlar bu ilaçları, ekonomik ve politik buhranın yol açtığı güvensizlik ve incinebilirlik duygusunu, yani toplumsal durumun yol açtığı ıstırabı gidermek için kullanmışlardır. Işsizliğin patlama yaptığı 2001 krizinin hemen ertesinde Türkiye'de bir antidepresan reklamında kullanılan 'vaka örneği' çok manidardır: Bu reklamda işini kaybeden, bu yüzden yoğun bir ümitsizlik ve üzüntü yaşayan genç bir kadın hastanın söz konusu ilaç kullandıktan sonra depresyonundan kurtulduğu müjdelenmektedir!
Depresyon önceleri dinı bir bakış açısıyla ele alınırken modernlikle beraber psikolojik bakışın ön plana geçtiği görülüyor. Postmodern devrim ise psikolojik açıklamaların yerine biyokimyasal açıklamaları ikame ediyor. Artık biyoloji kaderimizdir ve hepimiz serotonin, dopamin gibi biyokimyasal ileticilerin edilgen kurbanlarıyızdır. Bu anlayışa göre insan, biyokimyasında gizlidir.
Böylece insan dış dünyada etkin bir amil olarak değil biyokimyasal güçlerin tesirinde edilgen bir kurban olarak yeniden tanımlanmaktadır.
Depresifin enerjisi yoktur, 'işlev' gösteremez, işinde ve ilişkilerinde ketlenmiştir. Üstelik bu patoloji bireysel sorumluluk ve inisiyatifi her şeyin üzerinde tutan bir toplumda ortaya çıkmaktadır. çağımızda depresyon, 'saygın bireyin, hayatının yazarı olarak kendisini gören bireyin' tersine dönmesidir ve içinde yaşadığımız toplumun yaratıp yücelttiği bir öznelliğin karanlık yüzüdür. O yüzden depresif tedavi edilmeli, en kısa yoldan üretkenliğe veya tüketiciliğe geri döndürülmelidir. Bizden sürekli hareket bekleyen modern toplum, atıl bireylerden hoşlanmamaktadır. Bu noktada farklı bir tartışma da şu: Elli yıl önce bu kadar yaygın olarak depresyon teşhisi konulmuyordu. Depresyon antidepresanların yaygınlaşması ve yan etkilerinin azaItılmasıyla daha çok teşhis edilmeye başlanmıştır. Eğer onu tedavi edebilecek antidepresanlar olmasaydı bu duruma depresyon adını vermeyecektik. Yani tedavi seçeneklerinin çoğalması ve bu seçeneklerin pazarda hatırı sayılır bir değer ifade etmeye başlaması, depresyon teşhisini de yaygınlaştırmıştır. Pazarın istekleri bilimin bakış açısını belirleyebilmektedir.
Sözgelimi Japonya'da yakın zamana kadar yeni antidepresanlar yaygın bir kabul görmüyordu. Küresel rüzgarlar muhafazakar Japonya'nın psikiyatri bilimine de tesir ederek bu ilaçların pazardaki yerini almasını sağladı. ABD psikiyatrisinin etkisiyle, Japonya' da da son beş yılda giderek artan sayılarda yeni ilaçlar tüketilmeye başlandı.
Alıntı:
Oysa bu ilaçların getirdiği o uçarı neşe hali ve parlaklık, Japon geleneği içinde olumlu kişilik özellikleri olarak değerlendirilmiyordu. Keder, Japon toplumuna kaybı, geçiciliği ve kusurluiuğu hatırlattığı için hoş karşılanmaktaydı. Kişinin sıradan keder ve yası yaşamasını engelleyecek bir ilacın onun kişiliğine, duyarlılığına ve manevi gelişimine zarar vereceği düşünüıürdü. Keder ve kayıplara duyarlı bir biçimde verilen tepki, Japonya'da her zaman çok önemli olmuştur. Tiyatro, edebiyat, geleneksel ve modern halk şarkıları; nostaljiye, kayıp ve yas duygularına, şeylerin geçiciliğine olumlu göndermelerle do-ludur. Insanlar ayrılık ve kayıp durumlarında rahatça ağlarıar, fakat aynı zamanda bu yaşantılardan güç devşirirler, hayatta kalanlarla bağlarını güçlendirirler ve grup dayanışması sağlarlar. Öfke ve huzursuzluktan farklı olarak hüzün, yas ve melankoli bu dünyanın geçiciliğini hatırlattıkları için adeta buyur edilirler. Konfüçyüsçülük ve Budizm tahammülü öne çıkarır, keder ve hüzne bir içsel gelişim vasıtası olarak değer verirler. Dışadönüklük, girişkenlik, sokulganlık ABD'de bir satıcı için vazgeçilmez kişilik özellikleri; bir Japon için ise duyarsız ve hoyrat toplumsal davranışlardır.
Burada hatırlanması gereken nokta keyifsizlik ve depresyonun bazen de beyin kimyasından çok yaşama tarzlarımıza işaret ettiğidir. Müreffeh ülkelerdeki insanlar da, bolluğun tam ortasında, görece bir yoksunluk duygusundan, aile veya toplumla olan bağlarının kaybolmasından mustarip olabilirler. Öte yanda antidepresan ilaçlar Amerikan iş hayatı için uygun kişilikler biçmektedir. Adeta bir tornadan çıkmışçasına parlak, enerjik, çok ciddi ve çok düşünceli olmayan kişiler üretirler ki bu nitelikler, ileri teknoloji kapitalizminde yüceltilen niteliklerdir. Mutluluğun bir hapla başarılabileceği düşüncesi, Amerikan psikiyatrisinin uzun süredir var olan takıntılarından birisidir. Değişik on yıllarda farklı mutluluk hapları öne sürülmüştür, son dönemin gözdesi de, Prozac'ın şahsında temsil edilen yeni antidepresanlardır.
Dikkat çekici bir başka konu da son yıllarda insan psikolojisinde 'incinebilirlik' unsurunun öne çıkarılması. Kişilik radikal bir biçimde yeniden tanımlanıyor. Günübirlik hayatın sorunlarını duyguların prizmasından geçirmek suretiyle, 'terapi kültürü' insanları çaresizliğe mahkum ediyor.
Alıntı:
Mukavemet, dayanıklılık, insanı hayata bağlayan olumlu kişilik özellikleri değil de, bizi hayat karşısında yenik düşüren olumsuz özelliklerimiz öne çıkarılıyor. Iyi ama acı, ıstırap ve hüznü hayattan tamamen kovarsak anlam üretebilir miyiz?
Biyokimyasal tedaviler depresyon yaşantısını anlam ve anlatıdan mahrum bırakıyor.
Sözlerimin asla indirgemeci bir bakış açısıyla ele alınmasını istemem, elbette klinik anlamda depresyonu olan insanlara ilaç tedavisi vermek ahlaki ve insani bir görevdir. Sözüm, hayatın kendisinden kaynaklanan dertleri ilaçlarla tedavi etmeye kalkışan bir zihniyete. Bu ilaçların sunduğu 'yeni benlik' hafif ve geçicidir, yaşantıdan değil ilaçların sağladığı enerjiden köken alır. Dolayısıyla da bize bir öykü, bir anlatı sunmaz: 'Bir ilaç aldım ve hayatım değişti' demekle zorlukları kendi imkan ve potansiyellerimizi harekete geçirerek nasıl yendiğimiz konusunda anlatacağımız öykü bir tutulamaz. Hepimiz anlattığımız öyküleriz. Bizim de yazarı olduğumuz bir öykü, bizi biz yapan şeylerin arasına katılır, kişiliğimizin, kuvvetimizin bir parçası haline gelir. Başka bir bakış açısından bakıldığında, depresyonun sosyal bağların yok olmasıyla da ilgili olduğu görülebilir.
Moderniteyle birlikte bireysel benlik öne çıkarken, geniş kurumlar (aile, millet, din) çözülmeye uğramış ve insanı koruyucu etkileri azalmıştır. Kişisel başarısızlık artık bir felaket olarak yorumlanmaktadır. Moderniteyle birlikte sadece zenginlik değil, yeni patolojiler de gelmiştir: Çok fazla değişkenlik, çok fazla seçenek, aşırı çalışma, aşırı uyarılma, zaman baskısı, yersiz yurtsuzluk gibi. Modernite aşırı bir dinamizm üzerine kuruludur. Zaman ve mekan ayrışır. Sosyal kurumlar bağlamsız kalır.
Böylesi kaotik durumlarda bireylerin özkimlikleri için tutarlı bir anlatı geliştirmeleri zordur. Bu anlatıdaki boşluk ve delikler belirgin utanç duygularına yol açar. Içe atıcı, özeleştirel bireyler modernitenin bireycilik, kendini gerçekleştirme, bağımsızlık, hareketlilik, profesyonalizm gibi mitlerini daha fazla içselleştirirler. Bu bireyler başarıya yaptıkları vurguyla, bağımsızlıklarını sürdürmek için verdikleri çabayla ve kronik utanç duygularıyla modern toplumu temsil ederler. Japonya'da daha hafif belirtilerle giden depresyonlara 'ruh üşümesi' adı verilmektedir ve bu durum modernleşmeyle yakından ilgili görünmektedir. Disiplin ve itaat i önceleyen toplumsal yapıdan özerkliğe vurgu yapan toplum yapıya geçilmesiyle birlikte depresyon bir 'özerklik hastalığı' olarak karşımıza çıkıyor. Depresyon artık, bir Fransız sosyoloğun harika benzetmesiyle 'kendi olma yorgunluğu'dur. Toplumlarımız önceki nesile oranla daha fazla acı çekmiyor ama acıya tahammül artık bir erm değil; dolayısıyla gerek ruhsal gerekse de bedensel ıstırap bir an önce kovulması gereken birer ifrit gibi mütalaa ediliyor. Depresyonun 'O kimyasal dili bizi anlamdan ve anlatıdan mahrum bırakıyor. Hikayerimize sahip çıkabildiğimiz ölçüde kendimiz olmaktan yorulmaya ve ruh üşümesine yakalanmayacağız. O hikayeler bizden önceki kişilerin yüreğini nasıl ısıttıysa ,bizi de öyle ısıtacak. Çünkü hayat, bize öğrettikleriyle güzeldir.