KUR’AN’A YÖNELİK İTİRAZLAR
De ki: ‘Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? Hakka yalnız Allah iletir. Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl 0 şöyle yanlış) hükümler veriyorsunuz?’ Onların çoğu zandan başka bir şeye uymuyorlar. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını çok iyi bilendir. Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından söylenmiş bir şey değildir. O, ancak kendinden öncekini’ doğrulayan ve o (ezelî ölçüyü) Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir. Yoksa, onu ‘(Muhammed) uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir süre getirin’. Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan (Kur’an’ı) yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Şimdi bak, zalimlerin sonu nasıl oldu! İçlerinden öylesi var ki ona (Kur’an’a) inanır, yine onlardan öylesi de var ki ona inanmaz. Rabbin bozguncuları en iyi bilendir. [160]
Kur’an, dosdoğru bir inanç sisteminin kaynağı, esenliğin rehberidir. Allah, onu, mevcut bilgi imkânları ve araçları ile mutlak anlamda doğru inanç ve hayat tarzına ulaşamayan insanlara çözümsüz gibi görünen problemlerinin çözümlerini göstermek, yollarını aydınlatmak için göndermiştir. O insanlığın hayat rehberidir. İnsanları yanlış inançların ve hayat tarzlarının karanlıklarından, sıkıntılarından, zorluklarından kurtarmak ve huzuru, saadeti, iyiliği, mutluluğu insanlığın kaderi yapmak için gönderilmiştir. Bu özelliğini ise, insanlık katında önce bizzat kendi elçisini yetiştirip, O’nu insanlık için en mükemmel örnek kılarak, O’nun çevresindeki insanlardan en ideal toplum modelini ortaya koyarak somut bir şekilde göstermiştir. Yine bu özelliklerini risâletin her aşamasında açıkça ortaya koymuş ve sıklıkla bu değiştirici, mükemmelleştirici, doğruya sevk edici özelliklerine dikkat çekerek, insanları, gerçekleşen değişimlerde vahyin etkisini bizzat müşahede etmeleri sağlamıştır. Yine bu çerçeveden olmak üzere, birçok ayette, Kur’an’ın, Galip, Kadir ve Hakim olan Allah’ın [161] durumları ve gidişadarıyla ilgili olarak düşünüp ibret almaları, akledenlere öğüt olması için [162] gidişatı yanlış olan ve bu yanlışları sürdürmekte inat edenleri de korkutup, uyarmak için [163] insanlara lütfedilen bir hidayet rehberi olduğu bildirilmiştir. O, insanlara gerçek faydayı sağlamak amacına sahiptir. Zamanın, içinde yaşanan ortamın ve sahip olunan şartların göreceli faydalan yerine, mutlak faydayı sağlamak amacı taşımaktadır. Ancak tüm bunları gerçekleştirirken insanları zorlamaz; sadece müjdeler ve uyarır. Karar, tercih insanlara kalmıştır, isteyen kendi lehine olanı seçer ve ona uyar; istemeyen ise uymaz, kendi zararına sapar [164]
İftiralar
Müşrikler, inançlarını, hayat tarzlarını, toplumsal sistemlerini… eleştirdiği ve eleştirdiklerinin yerine mevcuttakinden çok farklı bir inanç sistemi ve hayat tarzı sunduğu için İslâm davetine karşı gittikçe daha fazla öfkeyle doluyorlardı. Daveti durdurabilmek veya lehlerine bir sapmaya uğratabilmek için çabalarlarken, ilk aşamada Resulüllah’m peygamberliği ile ilgili kuşkular oluşturmaya çalıştılar. Bir insanın değil, ancak bir meleğin peygamber olabileceğini savundular. Ayetlerle verilen cevaplar karşısında oyunları bozulunca, bu sefer de Hz. Muhammed’in peygamberliğine şahit olarak yanında bir meleğin bulunması gerektiğini söylediler. Ancak bu görüşlerinin de geçersizliği açığa çıkarılıp, insanlara gönderilen bir elçinin ancak insan olabileceği, melek gönderilse bile onun da ancak insan biçiminde gönderileceğini anlayınca; daveti çarpıtma faaliyetlerine yeni bir aşama kaydettiler. Toplumsal statüsü, sosyo-ekonomik durumu nedeniyle, peygamberliğe Muhammed’den daha layık kimselerin bulunduğunu, onlar varken bir yetimin, halktan birisinin peygamber olmasını uygun bulmadıklarını ifade ettiler. Esasen bu bir tekliften ziyade, yetim, eşraftan olmayan birisinin peygamber olamayacağı, eğer peygamberlik iddiasında bulunuyorsa bunun yalan olduğunu dile getiren dolaylı bir tepki idi. Bütün bu itiraz ve iftiraları hiç vakit kaybedilmeden, her seferinde en doğru ve en uygun şekilde ayetlerle cevaplandı.
Müşriklerin sürekli değişen ve hiçbir şekilde hakikat temeline sahip olmayan bütün bu tutum ve tavırlarına karşılık, ilâhî plan dahilinde fonksiyonunu yerine getiren Kur’an, müşriklerin iftiralanna inat, ebedî hakikatleri insanların kolay anlayabileceği bir tarzda sunmaya devam etti. Bu sunuşun temel özelliklerinden birisini ise, ilâhî hakikatleri herkesin kolaylıkla anlayabileceği tarzda somut örneklere dayanılarak açıklanması oluşturuyordu. ‘Kıssa’ tarzında anlatım ise, takip ettiği yöntemin değişmeyen özelliklerinden birisiydi. Kur’an, insanlar için gerekli olan bilgiyi bildirmesinde farklı bir yöntem izliyor ve anlattığı kıssalarla gerçeği herkesin görebilmesini ve anlayabilmesini sağlıyordu. Kıssa demek, yaşanmış hayat hikayeleri, gerçekleşmiş olaylar demekti, Kur’an, gerçeği sunuşunda takip ettiği bu yönteminde, oldukça çetrefil görünen bireysel ve toplumsal konuları, yaşanan bir olayın, yaşamış bir kişinin ve toplumun hayatından örnekler vererek kolay anlaşılır hale getiriyor; bireysel ve toplumsal hayatı somut örneklerden hareket ederek ele alıyordu. Böylelikle konunun eksik ve açık bir tarafını bırakmıyordu. Konuyu, yaşanmış insanî boyutta ele aldığı için, birey ve toplum gerçeğinin uzağında, hayattan kopuk hükümler vermek, açıklamalar yapmak hatasına ve eksikliğine sahip olmuyordu. Her açıklaması, verdiği hüküm Veya bilgi, hayatın yaşanmış ve yaşanacak gerçekleri kadar hayatın içinde yer alıyordu. Ayrıca, yaşanmış bir hayatın veya olayın üzerinden verdiği örneklerle, herkesin, anlatılan yaşanmış gerçekleri, yaşadığı ve yaşayacağı hayatın içinde değerlendirip ve kolaylıkla anlamasını sağlıyordu. Ancak ne var ki müşrikler İslâm davetine tepkilerinin Kur’an’la ilgili kısmında, kıssa anlatımını dillerine doladılar. Kıssalarla anlatılanları değil de anlatılış yöntemini iftiralarının ve tepkilerinin malzemesi kıldılar.
Müşrikler, Resulüllah’m kimliğiyle ilgili itirazlarıyla amaçlarına ulaşamayınca hedeflerine Kur’an’ı koydular? Çünkü Resulüllah’m rehberinin, İslâm davetinin kaynağının Kur’an olduğunu görüyor ve biliyorlardı. Her türlü itirazları, demagojileri, oyunları ayetlerle cevaplanıyor ve bozuluyordu. Kur’an nedeniyle hep kaybeden, mahcup olan, oyunu açığa çıkarılmış kimseler oluyorlardı. Bu nedenle insanların islâm davetine eğilimlerini saptırmak, İslâm’a ilgilerini azaltmak için Kur’an hakkında iftiralara başladılar, iftiralarını bir itiraz, gerçeği bulmak amacında olan birisinin çabaları gibi sundular. îlk iddialarından birisini Kur’an’ın Allah katından olmadığı, Resulüllah’ın bir ‘uydurması [165] olduğu iftirası oluşturdu. Sürekli denecek sıklıkta bunu gündeme getirmeye başladılar.
Resulüllah’a karşı ‘Biz seni değil, senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz [166] diyerek, tepkilerinin asıl nedeninin Kur’an olduğunu açıkça ifade eden eşraf, Meclis’teki toplantılarının birisinde islâm davetine yönelik yeni taktiklerini belirlediler. Bu sefer, Kur’an’ın anlattığı, geçmişte yaşamış peygamberlerden ve toplumlardan bahseden kıssaları dillerine dolamaya karar verdiler. Aralarındaki görüşmeler sonunda Kur’an’ı, bir hikaye kitabı, bir masal kitabı gibi takdim etmeyi kararlaştırdılar. Kendilerine okunan ayetler karşısında ‘Bunlar eskilerin masalları [167] demeye başladılar.
İslâm davetini durdurmak veya çarpıtmak amaçlı girişimlerin bu sonuncusunun akıl hocası Nadr b. Haris’ti. Arap yarımadasının dışındaki birçok bölgeleri gezmiş ve buralardaki insanlarla görüşüp, konuşmuş olan Nadr b. Haris, seyahatleri sırasında duyup öğrendiği hikayeleri Kur’an’a alternatif olarak sundu. ‘Ey Kureyşliler, Vallahi ben Muhammed’den daha güzel söz söyler hikaye anlatırım’ diyerek, bildiği hikayeleri anlatmaya başladı. O, bu anlatmalarını da ‘Görüyorsunuz Muhammed’in anlattıkları benimkilerin yanında hiçbir güzelliğe sahip değil sözleriyle bitiriyordu. Mekke müşriklerinin ve bilhassa da Nadr b. Haris’in söz konusu taktiği bazı kişiler üzerinde etkisi görülmüş olmalı ki, Velid b. Muğire de bir müddet sonra Nadr b. Haris’in yöntemini takip etmeye başladı. Onların, Kur’an’ı bütün fonksiyonlarından soyutlayıp, bir hikaye kitabı gibi algılanmasını sağlamayı amaçlayan bu girişimleri, birçok kimsenin ön şartlı olarak Kur’an’ı dinlemelerine yol açtı.
Resulüllah, vahyolunan yeni ayetler ile her seferinde karşılaştığı zorlukları aşıyordu; ama buna rağmen sıkıntılıydı. Çünkü insandı, insan olan ise zorluklar, tepkiler karşısında sıkılır ve çekinirdi. İftiralar ve itirazlar kendi şahsından Kur’an’a yönelince sıkıntıları iyice arttı; zira, yalancı, oyuncu, hilebaz konumuna düşürülmeye çalışılıyordu. Bunlar karşısında öylesine sıkıldı ki, bir ayetin şahitliğiyle öğrendiğimize göre, müşrikleri öfkelendirecek, iftiralarını artırmalarına neden olacak bazı ayetleri duyurmayı ertelemek gibi bir düşüncenin zihnini kurcaladığı zamanlar bile oldu.[168] Ama emir açık ve kesindi: ‘Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bu durumda sen de bize karsı hiçbir koruyucu bulamazsın.[169] Rabbinden sana vahyolunana uy. O’ndan başka ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir.[170]
Müşriklerin ‘Kur’an’ı Muh.amm.ed uyduruyor’, ‘Masal anlatıyof iftiralarına en uygun cevap da yine Kur’an ile verildi. Kur’an kendisine yönelmiş iftirayı cevaplarken yüceliğini bir kat daha artırdı: ‘Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o (ebedî gerçeği kapsayan) Kitabı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir. Yoksa, ‘Onu (Muhammed) uydurdu’ mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.[171] Fakat müşrikler iftiralarında ısrarcı olunca bu sefer vahyin meydan okuyuşu daha da şiddetlendi: Vnu (Kur’an’ı) kendisi uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi on sûre getirin.[172] Daha sonra ise, eğer yapabiliyor-larsa,Kur’an’dakine benzer bir söz getirmeleri istendi: “Onu kendisi uydurdu!’ mu diyorlar? Hayır, onlar iman etmezler. Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz getirsinler.[173]
Bütün bunlarla, Kur’an’ın, Resulüllah tarafından söylenemeyecek/yazılamayacak kitap olduğu, bütün insanların ve hatta cinlerin [174] ve hatta Allah’tan başka her şeyin (melekler, cinler ve insanlar) bir araya gelse bile [175] Kur’an’ın tamamı bir yana, bir kısmının benzerini bile ifade etmekten aciz oldukları bildirildi. Şiirden anlayan, sözü güzel söylemesini bilen o müşrikler ise bu meydan okuma karşısında ‘Kur’an’ı Muhammed uydurdu ama ‘Allah’tan vahyolunuyor’ diye yalan söylüyor’ iftiralarına bir daha başvurmadılar. Acziyet içerisinde, iftiraları ortaya çıkarılmış kimseler olarak, ‘kendisi uyduruyor’ iftiralarını bir yana bıraktılar.
Müşrikler iftiracı tavırlarından vazgeçici değillerdi: çünkü gerçeği bulmak ve kabul etmek gibi bir kaygıları veya çabalan yoktu. Onların bütün çabaları mevcut inançlarının ve hayat tarzlarının devamını sağlamaya odaklanmıştı. ‘Muhammed Kur’an’ı uyduruyor’, ‘Masal anlatıyor’ iftiraları işlerine yaramayınca, bu sefer İslâm davetine meyletmesi muhtemel kimselerin zihnini karıştırmak için gündemi başka bir iftirayla meşgul etmeyi denediler. Kur’an’ın edebî mükemmelliği dikkate alarak, çocukluğundan beri yakından tanıdıkları Muhammed’in şiirle hiç ilgilenmemiş birisi olması nedeniyle, O’nun Kur’an’ı kendi çabalarıyla oluşturamayacanı ancak bu işten anlayan birilerinden yararlanmış olabileceğini söylemeye başladılar. Daha önceki iftirası açığa çıkarılmış Nadr b.Haris yeni kampanyanın liderliğine soyundu. ‘Bu Kur’an, olsa olsa onun Muhammed’in uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir [176] demeye başladı, iftirasının etkisini artırmak için, kaynak kişileri de gösterdi: Bunlar ehli kitaba mensup olan Addâs, Yesâr ve Cebr ismindeki bazı kölelerdi. Bu iftira müşrikler arasında çabucak ilgi gördü; birbirlerine ‘Kur’an’ı ona ancak bir insan öğretiyor [177] diyerek, içlerindeki kini açığa vurmaya ve bir yandan da iftiralarına bizzat kendileri inanarak sıkıntılarını gidermeye çalıştılar. Ama bu sefer de cevap gecikmedi. Vahyolunan bir ayet, bu iftira kampanyasını da bir daha gündeme gelmeyecek şekilde sona erdirdi: ‘Kur’an’ı kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu Kur’an apaçık bir Arapça’dır.[178] Bu önemli.bir bilgiydi. Müşriklerin kendilerinin dili Arapça’ydı ve Arapça’yı en güzel şiirler yazacak kadar iyi kullanan veya şiirler hakkında eleştirilerde bulunabilecek kadar Arapça’yı iyi bilen kimselerdi. Ama buna rağmen Kur’an’ın bir sözünün benzerini getirme meydan okuyuşuna karşılık verememişlerdi. Halbuki Muhammed’e Kur’an’ı yazdırıyor’ dedikleri kişiler Arapça’yı iyi bilen kimseler değillerdi; onlar böylesi mükemmel bir Arapça ile ifade edilen sözleri nasıl söyleyebilirlerdi?
Eleştiriler
Müşriklerin Kur’an’la ilgili hiçbir iftiraları işe yaramadı. İftira ile amaçlarına ulaşamayacaklarını anladılar. Bu sefer taktik değiştirdiler. İftira atma taktiğini bir yana bırakıp, bizzat Kur’an’ın bazı özellikleriyle ilgili eleştiriler ileri sürerek, Kur’an’ı gözden düşürmeye veya değerini sarsmayı denediler. Bu konudaki önem verdikleri ve işe yarayacağına inandıkları eleştirilerinden birisini, Kur’an’m toptan vahyolunmaması oluşturdu. Madem ki Kur’an en doğru inanç sistemini ve hayat tarzını bildirmek için vahyolunuyordu; gidişattan anlaşıldığına göre vahyolunmaya da devam edecekti. O günün şartlarında vahyin nerede biteceği ve Kur’an’ın nerede tamamlanacağı belli değildi. O halde Allah neden Kur’an’ı bütün haliyle vah-yetmiyordu; neden bir defada tamamım insanlara sunmuyordu: ‘Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenler: ‘Kur’an O’na topluca indirilmesi gerekmez miydi?’ dediler.[179]
Müşrikler, Kur’an’m hayatın kitabı olduğunu, hayatın kitabı oluşunu da bizzat hayatın olaylarına bağlı olarak, en somut biçimiyle insanlara göstermek amacında olduğunu bilmiyorlardı. Kur’an, eğer herhangi bir hukuk veya ahlâk kitabı gibi bir defada toptan insanlara sunulsa, çoğu yönleriyle teorik kalacağını, birçok hükmünün, özelliğinin eksik veya yanlış anlaşılabileceğinin farkında değillerdi, insanların doğru inanca ve hayat tarzına sahip olmalarını temin etmek için vahyolunmuş ve hakikati en özet biçimiyle sunan Kur’an’ın en önemli açıklayıcısının vahyolumış şartlan (Nüzul sebepleri) olduğunu anlamıyorlardı. Ayrıca, mevcut gelişmelerden anlaşıldığı üzere, tüm bunları bilseler, fark etseler ve anlasalar da inatlarını terk edip iman edecek değillerdi. Bu nedenle eleştirilerinin cevabı yine Kur’an ile açıkça verildi: ‘Biz, onların akıllarım başlarına toplamaları için bu Kur’an’da (çeşitli ikaz ve ihtarları) türlü şekillerde tekrar ettik. Fakat bu, onlara, daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir şey sağlamıyor.[180] Allah’tan gelen gerçeklen örtbas edenler: ‘Kur’an O’na topluca indirilmeli değil miydi?’ dediler. Biz O’nu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle, parça parça indirdik ve O’nu tane tane, ağır ağır okuduk.[181] Kur’an kısım kısım vahyolunuyordu ve böyle vahyolunmaya da devam edecekti. Bu, Kur’an’ın müminler tarafından en doğru biçimde anlaşılması ve aşama aşama hayata aktarılmasını kolaylaştırmak için, ilâhi iradenin insanı eğitmesini bizzat uygulamada göstermek için tercih ettiği bir yöntemdi.
Müşrikler her seferinde, her iftiralarında ve itirazlarında en uygun ve en doğru tarzda cevapladılar. Ancak onların asıl problemi Kur’an’ın gerçekten vahye dayanıp dayanmadığı konusu değildi. Onlar vahye dayansa bile Kur’an’ı kabul edici değillerdi. Zira Kur’an işlerine gelmiyordu. Ama bunu açıkça söyleyemezlerdi. Bu nedenle de hep böyle dolambaçlı yolları tercih ettiler. Her seferinde de çaresiz bırakılınca, iftira veya itirazları bir işe yaramayınca, bu sefer çok garip bir iddiada bulundular. O zamana kadar hep anladıkları ve anladıkları için de itiraz ettikleri Kur’an’ı anlayamadıklarını iddia ettiler: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalı.
Kulaklarımızda da bir ağırlık var. Bizimle senin aranda bir perde bulunuyor [182] demeye başladılar. Halbuki onlar Kur’an’ı anlıyorlardı; anlamaları eksik veya yanlış değildi. Böyle olduğu için de hiçbir zaman ‘Siz bunu yanlış anladınız’ veya Siz bunu eksik anladınız’ gibi bir düzeltmeye veya uyarıya muhatap olmamışlardı. Üstelik eğer anlamıyorlarsa niçin itiraz ediyorlardı; anlamadıkları şeye itirazlarının akla uygun bir tarafı var mıydı? Kur’an onların bu dolaylı itirazlarına uygun cevabı verdi.
Öncelikle bildirdi ki, Kur’an her Arap’m anlayabileceği bir sadelikte, anlaşılırlıkta vahyolunuyordu ve insanlar anlasınlar diye de çokça örnek veriliyor; tekrar takrar açıklamalar yapılıyordu: ‘Kur’an rahman ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bu, bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğuyuz çevirdi. Artık dinlemezler.[183] Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.[184] ‘Biz Kur’an’ı, öğüt alsınlar diye senin dilinde indirerek, kolayca anlaşılmasını sağladık.[185] Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’an’da insanlara, her türlü misali verdik. Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur’an indirdik.[186] Resulüm! Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. Elbette ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi hem de acı bir azap sahibidir. Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki: ‘Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab’a yabancı dilden (kitap) olur mu?’ De ki: ‘O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır.[187] Ancak bütün bunlara rağmen eğer bazıları Kur’an’ı anlayamadıklarını söylüyorlarsa, problem kendilerindeydi.
Zaten müşriklerin sıkıntıları anlayıp-anlamamak konusu da değildi. Kur’an’m mesajlarını çarpıtmayı arzuluyorlar; insanların zihninde Kur’an’ı garip, anlaşılmaz bir kitaba dönüştürmek, hayattan koparmak istiyorlardı. Allah, onların şahsında, her zaman için Kur’an’ın anlaşılır olma özelliğini tekrar tekrar ifade ettiği gibi, müşrik liderlerin oyunlarını kendilerine çeviren bir durumu da açıkladı. Müşrik liderler ne demişlerdi: ‘Biz Kur’an’ı anlamıyoruz Allah bildirdi ki, anlaşılabilir bir kitap olmasına rağmen Kur’an’ı anlamıyorsunuz öyle mi? O halde hiç anlayamayacaksınız. Çünkü siz buna layık kişiler değilsiniz: ‘Onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır [188] ‘Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyecekler.[189]
Teklifler
Müşrik liderler, Kur’an ile bildirilip açıklanan ve insanî bütün alanları kuşatıp, kontrol eden inanç sistemi ve yaşantı tarzını kabul etmedikleri gibi, başkaları tarafından kabul edilmesine de razı olmadılar. Sahibi ve yürütücüsü oldukları zorba sistem bunu gerektiriyordu. Zira, Kur’an’ın bildirdiği inanç sisteminin ve hayat tarzının, yürürlükteki zorba sistemleri, bu zorba sistemlere meşruiyet sağlayan ve imkânlar sunan inanç ve hayat tarzlarını değiştirmeye aday ve bu konuda da tam kararlı olduğunu açık-seçik görüyorlardı. Eğer İslâm hakim olursa, bütün haksız gelirlerinin kesileceğini, sahte şan ve şöhretlerini kaybedeceklerinin farkındaydılar. Durumlarının devamını sağlamak amacıyla, Kur’an’ı veya Kur’an’ı insanlara bildiren Resulüllah’ı susturmaya çalıştılar; bu amaçla yoğun bir faaliyete giriştiler.
Faaliyetlerinin merkezini ise Mekke şehir devletinin meclisi olan Dâr’un Nedve oluşturuyordu. Risâlet sürecinde ilk defa bir anlaşma zemini oluşturmaya karar verdiler.
Karşılıklı bazı tavizlerde bulunarak bir anlaşma teklifinde bulunmaya ve böylelikle yürürlükteki sistemi ve onu meşrulaştıran inanç sistemini kurtarmayı planladılar. Bu amaçla Kur’an’ın, kendi istek ve menfaatleri doğrultusunda değişikliğe uğratümasını istediler: ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir [190] dediler. Müşrik liderler umuyorlardı ki, bu tekliflerinin kabulü durumunda, kendi ‘ileri gevenlikleri devam edecekti. Fakat bu ve benzeri tekliflerinin istedikleri biçimde bir karşılığı olmadı. Cevap olarak sadece ‘olmaz’ denilmedi. Böylesi bir şeyi Resulüllah’ın hiçbir şekilde yapamayacağı, Kur’an’m ayetlerinin neler olduğunun ve olacağının kararının Hz, Muhammed’de olmadığı bizzat O’nun ağzından ifade edildi: ‘De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbimc isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım. Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum, hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?.[191] Bunu takiben de vahyin hakikati açıklandı: ‘Kim Allah’a karşı yalan uydurandan veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalimdir! Bileşmiş ki suçlular asla onmazlar!.[192]
Bunlar, Resulü de kapsayan ve müşriklere, bu teklifinizin muhatabı ‘Muhammed değil; onun bu konuda yapacağı hiçbir şey yok’ mesajını açıkça veren ayetlerdi. Diğer bir grup ayet ise müşriklerin durumlarını açıkladı: ‘Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz. O halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Kuşkusuz Allah yaptıklarınızı görmektedir. Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir.
(Resulüm!) Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. Elbette ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi hem de acı bir azap sahibidir.[193] Müşriklerin ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir’ teklifleri, önceki peygamberlere vahyolunan kitapların da Kur’an’dan farklı olmadığı ifade edildikten sonra, Resulüllah’ın dilinden ifade edilen bir teklifle sonuca bağlandı: ‘(Resulüm) De ki: ‘Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (bana ve önceki peygamberlere inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!.[194]
Engeller
Artık müşriklerin yapacakları bir şey kalmamıştı. Ne Hz. Muhammed’in peygamberliği ve Kur’an’m vahiy oluşu hakkında bir kuşku oluşturabilmişler, ne de durumlarının devamını sağlayacak tekliflerine uygun karşılıklar almışlardı. Her defasında kaybeden taraf kendileri olmuştu. Ne yaparlarsa yapsınlar Kur’an’ı susturamıyor veya çarpıtamıyor; Resulüllah’ı kendi saflarına çekemiyorlardı. İslâm daveti olanca canlılığıyla devam ediyor, her gün birileri islâm’a giriyor, Mekke’de Mekke sisteminin kontrolünün dışında yeni bir kitle oluşuyordu. İnsanlar Hz. Muhammed’in davetine daha ilgili olmaya başlamışlardı. O’nun okuduğu Kur’an ayetlerini ilgiyle dinliyorlardı. Belki büyük çoğunluğu islâm’a girmiyordu, ama en azından Kur’an’a ve Peygambere karşı olumlu düşüncelere, kanaatlere sahip oluyorlardı. Bu ise müşrik eşrafı çılgına çevirdi. Resulüllah’ı birilerine bir şeyler anlatırken veya sesli olarak Kur’an okurken gördüklerinde veya duyduklarında öfkeden gözleri dönüyordu. Onların bu tepkilerine, çaresizliğin verdiği öfkenin şiddetine Kur’an şöyle şahitlik yapmaktadır: ‘O inkâr edenler Kur’an’ı işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi. Hâlâ da kin ve hasetlerinden: ‘Hiç şüphe yok o bir delidir’ derler. Oysa Kur’an, âlemler için ancak bir öğüttür. [195] (Resulüm) O kâfirlere ne oluyor ki, sana doğru koşuyorlar? Bölük bölük sağından ve solundan gelip etrafını sarıyorlar.[196]
Müşrik liderler her zaman olduğu üzere, islâm davetini durdurmanın veya işlerine yarayacak bir şekilde değişikliğe uğratmanın yöntemlerini düşündüler. O zamana kadar gerek Hz. Muhammed’in şahsıyla ve gerekse davetin kaynağı olan Kur’an’la ilgili yapmadıkları girişim kalmamıştı. Hiçbirinden de umduklarına ulaşamamışlardı.
Ne yapıp da insanların peygamberden ve Kur’an’dan etkilenmelerini engelleyebilirlerdi? Gündemlerini sürekli bu soru oluşturmaya başladı. Yeni bir şeyler bulmalı ve davet ile insanlar arasına engeller koymalı, islâm davetini kontrole alabilmeliydiler. Bu yoğun düşünceler içerisinde yeni bir yöntem buldular. Bu esasında son derece sıradan bir çözümdü; ama yapacakları başka bir şey kalmamıştı. Başka yapacakları bir şeyin kalmadığını fark etmişlerdi. Yapacakları şey insanların Peygamberi dinlemelerine engel olmaktı; özellikle de Kur’an’ı işitmelerine engel olmalıydılar. Bunu önlemenin yolu ise başta Resulüllah olduğu üzere herhangi bir mümin Kur’an okuduğunda, eğer o mümin cebren engelleyebilecekleri bir kişi değilse, gürültü yaparak onun sesini bastırarak insanların onun okuduğu Kur’an’ı duymalarım engellemeye çalışmaktı. Buna bir süre devam ettiler. Başta Kabe’nin çevresi olmak üzere Mekke sokaklarında adeta nöbet tutmaya ve Kur’an okunduğunu duydukları anda bağırarak, ellerindeki metalleri birbirine vurarak gürültü yapıp, Kur’an okuyanın sesini bastırmaya, sözlerinin anlaşılmasını önlemeye çalıştılar. Onların bir süre devam ettikleri ama sonunda bunun da bir fayda sağlamadığını gördükleri için bıraktıkları bu girişimlerinden Kur’an şöyle bahsetmiştir: ‘İnkâr edenler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız’, dediler.[197]
Müşrikler ve özellikle de eşraf, başta Kur’an’la ilgili olmak üzere islâm davetini durdurma veya çarpıtmayla ilgili girişimlerinden başarısız çıkınca asıl kimliklerini, niyetlerini ortaya koymaktan başka çareleri kalmadı. Her ne olursa olsun İslâm davetine karşıydılar, peygambere karşıydılar, Kur’an’a karşıydılar. Çünkü unlar kurulu sistemlerim sorguluyor, hayat tarzlarına müdahale ediyor, gidişatı eğıştirmek istiyordu ve onlar bunu istemiyordu. Mevcut şartları kendileri inşa e misler ve bundan büyük imkânlar elde ediyorlardı. Bu nedenle de, Kur’an’ın akıllarına hitap eden, gerçeği gösterme amacı taşıyan, düşünmelerini, durumlarını gözden geçirmelerini isteyen çağrılarına karşı kulaklanm tıkadılar ve Kur’an’la ilgili nihaî kararlarını açıklamakta bir sakınca görmediler: “Kâfir olanlar dediler ki: ‘Biz hiçbir zaman bu Kuran’a ve bundan önce gelen kitaplara inanmayacağız.[198]
[160] Yunus sûresi, 10:35-40
[161] Ahkaf, 46:2
[162] Sad, 38:29
[163] Şura, 42:7
[164] Zümer, 39:41
[165] Hûd sûresi, 11:13; Secde sûresi, 32:3; Yunus sûresi, 10:37; Tûr sûresi, 52:33
[166] Tirmizî, Tefsir 7; El- Kâdî, Esbâb-ı Nüzul, 172
[167] Kalem sûresi, 68:15; En’am sûresi, 6:25; Mutaffifin sûresi, 83:13
[168] Hud, 11:12
[169] îsra, 17:86
[170] En’am, 6:106
[171] Yunus, 10:38-39
[172] Hud, 11:13
[173] Tur, 52:33-34
[174] Îsra, 17:88
[175] Hud, 11:13
[176] Furkan, 25:4
[177] Nahl, 16:3
[178] Nahl, 16:03
[179] Furkan, 25:32
[180] îsra, 17:41
[181] Furkan, 25:32
[182] Fussilat: 41:5
[183] Fussilat, 41.2-3
[184] Yusuf, 12:2
[185] Duhan, 44:58
[186] 39:27,28
[187] Fussüet: 41:43,44
[188] Fussilet: 41:44
[189] Kehf: 18:57
[190] Yunus, 10:15
[191] Yunus, 10:15,16
[192] Yunus, 10:17
[193] Fussüet, 41:40-43
[194] Kasas, 28:49
[195] Kalem, 68: 51,52
[196] Mearic, 70:36,37
[197] Fussilat, 41:26
[198] Se-be, 34:31
De ki: ‘Ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? Hakka yalnız Allah iletir. Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl 0 şöyle yanlış) hükümler veriyorsunuz?’ Onların çoğu zandan başka bir şeye uymuyorlar. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını çok iyi bilendir. Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından söylenmiş bir şey değildir. O, ancak kendinden öncekini’ doğrulayan ve o (ezelî ölçüyü) Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir. Yoksa, onu ‘(Muhammed) uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir süre getirin’. Bilakis, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine asla gelmemiş olan (Kur’an’ı) yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Şimdi bak, zalimlerin sonu nasıl oldu! İçlerinden öylesi var ki ona (Kur’an’a) inanır, yine onlardan öylesi de var ki ona inanmaz. Rabbin bozguncuları en iyi bilendir. [160]
Kur’an, dosdoğru bir inanç sisteminin kaynağı, esenliğin rehberidir. Allah, onu, mevcut bilgi imkânları ve araçları ile mutlak anlamda doğru inanç ve hayat tarzına ulaşamayan insanlara çözümsüz gibi görünen problemlerinin çözümlerini göstermek, yollarını aydınlatmak için göndermiştir. O insanlığın hayat rehberidir. İnsanları yanlış inançların ve hayat tarzlarının karanlıklarından, sıkıntılarından, zorluklarından kurtarmak ve huzuru, saadeti, iyiliği, mutluluğu insanlığın kaderi yapmak için gönderilmiştir. Bu özelliğini ise, insanlık katında önce bizzat kendi elçisini yetiştirip, O’nu insanlık için en mükemmel örnek kılarak, O’nun çevresindeki insanlardan en ideal toplum modelini ortaya koyarak somut bir şekilde göstermiştir. Yine bu özelliklerini risâletin her aşamasında açıkça ortaya koymuş ve sıklıkla bu değiştirici, mükemmelleştirici, doğruya sevk edici özelliklerine dikkat çekerek, insanları, gerçekleşen değişimlerde vahyin etkisini bizzat müşahede etmeleri sağlamıştır. Yine bu çerçeveden olmak üzere, birçok ayette, Kur’an’ın, Galip, Kadir ve Hakim olan Allah’ın [161] durumları ve gidişadarıyla ilgili olarak düşünüp ibret almaları, akledenlere öğüt olması için [162] gidişatı yanlış olan ve bu yanlışları sürdürmekte inat edenleri de korkutup, uyarmak için [163] insanlara lütfedilen bir hidayet rehberi olduğu bildirilmiştir. O, insanlara gerçek faydayı sağlamak amacına sahiptir. Zamanın, içinde yaşanan ortamın ve sahip olunan şartların göreceli faydalan yerine, mutlak faydayı sağlamak amacı taşımaktadır. Ancak tüm bunları gerçekleştirirken insanları zorlamaz; sadece müjdeler ve uyarır. Karar, tercih insanlara kalmıştır, isteyen kendi lehine olanı seçer ve ona uyar; istemeyen ise uymaz, kendi zararına sapar [164]
İftiralar
Müşrikler, inançlarını, hayat tarzlarını, toplumsal sistemlerini… eleştirdiği ve eleştirdiklerinin yerine mevcuttakinden çok farklı bir inanç sistemi ve hayat tarzı sunduğu için İslâm davetine karşı gittikçe daha fazla öfkeyle doluyorlardı. Daveti durdurabilmek veya lehlerine bir sapmaya uğratabilmek için çabalarlarken, ilk aşamada Resulüllah’m peygamberliği ile ilgili kuşkular oluşturmaya çalıştılar. Bir insanın değil, ancak bir meleğin peygamber olabileceğini savundular. Ayetlerle verilen cevaplar karşısında oyunları bozulunca, bu sefer de Hz. Muhammed’in peygamberliğine şahit olarak yanında bir meleğin bulunması gerektiğini söylediler. Ancak bu görüşlerinin de geçersizliği açığa çıkarılıp, insanlara gönderilen bir elçinin ancak insan olabileceği, melek gönderilse bile onun da ancak insan biçiminde gönderileceğini anlayınca; daveti çarpıtma faaliyetlerine yeni bir aşama kaydettiler. Toplumsal statüsü, sosyo-ekonomik durumu nedeniyle, peygamberliğe Muhammed’den daha layık kimselerin bulunduğunu, onlar varken bir yetimin, halktan birisinin peygamber olmasını uygun bulmadıklarını ifade ettiler. Esasen bu bir tekliften ziyade, yetim, eşraftan olmayan birisinin peygamber olamayacağı, eğer peygamberlik iddiasında bulunuyorsa bunun yalan olduğunu dile getiren dolaylı bir tepki idi. Bütün bu itiraz ve iftiraları hiç vakit kaybedilmeden, her seferinde en doğru ve en uygun şekilde ayetlerle cevaplandı.
Müşriklerin sürekli değişen ve hiçbir şekilde hakikat temeline sahip olmayan bütün bu tutum ve tavırlarına karşılık, ilâhî plan dahilinde fonksiyonunu yerine getiren Kur’an, müşriklerin iftiralanna inat, ebedî hakikatleri insanların kolay anlayabileceği bir tarzda sunmaya devam etti. Bu sunuşun temel özelliklerinden birisini ise, ilâhî hakikatleri herkesin kolaylıkla anlayabileceği tarzda somut örneklere dayanılarak açıklanması oluşturuyordu. ‘Kıssa’ tarzında anlatım ise, takip ettiği yöntemin değişmeyen özelliklerinden birisiydi. Kur’an, insanlar için gerekli olan bilgiyi bildirmesinde farklı bir yöntem izliyor ve anlattığı kıssalarla gerçeği herkesin görebilmesini ve anlayabilmesini sağlıyordu. Kıssa demek, yaşanmış hayat hikayeleri, gerçekleşmiş olaylar demekti, Kur’an, gerçeği sunuşunda takip ettiği bu yönteminde, oldukça çetrefil görünen bireysel ve toplumsal konuları, yaşanan bir olayın, yaşamış bir kişinin ve toplumun hayatından örnekler vererek kolay anlaşılır hale getiriyor; bireysel ve toplumsal hayatı somut örneklerden hareket ederek ele alıyordu. Böylelikle konunun eksik ve açık bir tarafını bırakmıyordu. Konuyu, yaşanmış insanî boyutta ele aldığı için, birey ve toplum gerçeğinin uzağında, hayattan kopuk hükümler vermek, açıklamalar yapmak hatasına ve eksikliğine sahip olmuyordu. Her açıklaması, verdiği hüküm Veya bilgi, hayatın yaşanmış ve yaşanacak gerçekleri kadar hayatın içinde yer alıyordu. Ayrıca, yaşanmış bir hayatın veya olayın üzerinden verdiği örneklerle, herkesin, anlatılan yaşanmış gerçekleri, yaşadığı ve yaşayacağı hayatın içinde değerlendirip ve kolaylıkla anlamasını sağlıyordu. Ancak ne var ki müşrikler İslâm davetine tepkilerinin Kur’an’la ilgili kısmında, kıssa anlatımını dillerine doladılar. Kıssalarla anlatılanları değil de anlatılış yöntemini iftiralarının ve tepkilerinin malzemesi kıldılar.
Müşrikler, Resulüllah’m kimliğiyle ilgili itirazlarıyla amaçlarına ulaşamayınca hedeflerine Kur’an’ı koydular? Çünkü Resulüllah’m rehberinin, İslâm davetinin kaynağının Kur’an olduğunu görüyor ve biliyorlardı. Her türlü itirazları, demagojileri, oyunları ayetlerle cevaplanıyor ve bozuluyordu. Kur’an nedeniyle hep kaybeden, mahcup olan, oyunu açığa çıkarılmış kimseler oluyorlardı. Bu nedenle insanların islâm davetine eğilimlerini saptırmak, İslâm’a ilgilerini azaltmak için Kur’an hakkında iftiralara başladılar, iftiralarını bir itiraz, gerçeği bulmak amacında olan birisinin çabaları gibi sundular. îlk iddialarından birisini Kur’an’ın Allah katından olmadığı, Resulüllah’ın bir ‘uydurması [165] olduğu iftirası oluşturdu. Sürekli denecek sıklıkta bunu gündeme getirmeye başladılar.
Resulüllah’a karşı ‘Biz seni değil, senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz [166] diyerek, tepkilerinin asıl nedeninin Kur’an olduğunu açıkça ifade eden eşraf, Meclis’teki toplantılarının birisinde islâm davetine yönelik yeni taktiklerini belirlediler. Bu sefer, Kur’an’ın anlattığı, geçmişte yaşamış peygamberlerden ve toplumlardan bahseden kıssaları dillerine dolamaya karar verdiler. Aralarındaki görüşmeler sonunda Kur’an’ı, bir hikaye kitabı, bir masal kitabı gibi takdim etmeyi kararlaştırdılar. Kendilerine okunan ayetler karşısında ‘Bunlar eskilerin masalları [167] demeye başladılar.
İslâm davetini durdurmak veya çarpıtmak amaçlı girişimlerin bu sonuncusunun akıl hocası Nadr b. Haris’ti. Arap yarımadasının dışındaki birçok bölgeleri gezmiş ve buralardaki insanlarla görüşüp, konuşmuş olan Nadr b. Haris, seyahatleri sırasında duyup öğrendiği hikayeleri Kur’an’a alternatif olarak sundu. ‘Ey Kureyşliler, Vallahi ben Muhammed’den daha güzel söz söyler hikaye anlatırım’ diyerek, bildiği hikayeleri anlatmaya başladı. O, bu anlatmalarını da ‘Görüyorsunuz Muhammed’in anlattıkları benimkilerin yanında hiçbir güzelliğe sahip değil sözleriyle bitiriyordu. Mekke müşriklerinin ve bilhassa da Nadr b. Haris’in söz konusu taktiği bazı kişiler üzerinde etkisi görülmüş olmalı ki, Velid b. Muğire de bir müddet sonra Nadr b. Haris’in yöntemini takip etmeye başladı. Onların, Kur’an’ı bütün fonksiyonlarından soyutlayıp, bir hikaye kitabı gibi algılanmasını sağlamayı amaçlayan bu girişimleri, birçok kimsenin ön şartlı olarak Kur’an’ı dinlemelerine yol açtı.
Resulüllah, vahyolunan yeni ayetler ile her seferinde karşılaştığı zorlukları aşıyordu; ama buna rağmen sıkıntılıydı. Çünkü insandı, insan olan ise zorluklar, tepkiler karşısında sıkılır ve çekinirdi. İftiralar ve itirazlar kendi şahsından Kur’an’a yönelince sıkıntıları iyice arttı; zira, yalancı, oyuncu, hilebaz konumuna düşürülmeye çalışılıyordu. Bunlar karşısında öylesine sıkıldı ki, bir ayetin şahitliğiyle öğrendiğimize göre, müşrikleri öfkelendirecek, iftiralarını artırmalarına neden olacak bazı ayetleri duyurmayı ertelemek gibi bir düşüncenin zihnini kurcaladığı zamanlar bile oldu.[168] Ama emir açık ve kesindi: ‘Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bu durumda sen de bize karsı hiçbir koruyucu bulamazsın.[169] Rabbinden sana vahyolunana uy. O’ndan başka ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir.[170]
Müşriklerin ‘Kur’an’ı Muh.amm.ed uyduruyor’, ‘Masal anlatıyof iftiralarına en uygun cevap da yine Kur’an ile verildi. Kur’an kendisine yönelmiş iftirayı cevaplarken yüceliğini bir kat daha artırdı: ‘Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o (ebedî gerçeği kapsayan) Kitabı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir. Yoksa, ‘Onu (Muhammed) uydurdu’ mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.[171] Fakat müşrikler iftiralarında ısrarcı olunca bu sefer vahyin meydan okuyuşu daha da şiddetlendi: Vnu (Kur’an’ı) kendisi uydurdu’ mu diyorlar? De ki: ‘Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi on sûre getirin.[172] Daha sonra ise, eğer yapabiliyor-larsa,Kur’an’dakine benzer bir söz getirmeleri istendi: “Onu kendisi uydurdu!’ mu diyorlar? Hayır, onlar iman etmezler. Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz getirsinler.[173]
Bütün bunlarla, Kur’an’ın, Resulüllah tarafından söylenemeyecek/yazılamayacak kitap olduğu, bütün insanların ve hatta cinlerin [174] ve hatta Allah’tan başka her şeyin (melekler, cinler ve insanlar) bir araya gelse bile [175] Kur’an’ın tamamı bir yana, bir kısmının benzerini bile ifade etmekten aciz oldukları bildirildi. Şiirden anlayan, sözü güzel söylemesini bilen o müşrikler ise bu meydan okuma karşısında ‘Kur’an’ı Muhammed uydurdu ama ‘Allah’tan vahyolunuyor’ diye yalan söylüyor’ iftiralarına bir daha başvurmadılar. Acziyet içerisinde, iftiraları ortaya çıkarılmış kimseler olarak, ‘kendisi uyduruyor’ iftiralarını bir yana bıraktılar.
Müşrikler iftiracı tavırlarından vazgeçici değillerdi: çünkü gerçeği bulmak ve kabul etmek gibi bir kaygıları veya çabalan yoktu. Onların bütün çabaları mevcut inançlarının ve hayat tarzlarının devamını sağlamaya odaklanmıştı. ‘Muhammed Kur’an’ı uyduruyor’, ‘Masal anlatıyor’ iftiraları işlerine yaramayınca, bu sefer İslâm davetine meyletmesi muhtemel kimselerin zihnini karıştırmak için gündemi başka bir iftirayla meşgul etmeyi denediler. Kur’an’ın edebî mükemmelliği dikkate alarak, çocukluğundan beri yakından tanıdıkları Muhammed’in şiirle hiç ilgilenmemiş birisi olması nedeniyle, O’nun Kur’an’ı kendi çabalarıyla oluşturamayacanı ancak bu işten anlayan birilerinden yararlanmış olabileceğini söylemeye başladılar. Daha önceki iftirası açığa çıkarılmış Nadr b.Haris yeni kampanyanın liderliğine soyundu. ‘Bu Kur’an, olsa olsa onun Muhammed’in uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir [176] demeye başladı, iftirasının etkisini artırmak için, kaynak kişileri de gösterdi: Bunlar ehli kitaba mensup olan Addâs, Yesâr ve Cebr ismindeki bazı kölelerdi. Bu iftira müşrikler arasında çabucak ilgi gördü; birbirlerine ‘Kur’an’ı ona ancak bir insan öğretiyor [177] diyerek, içlerindeki kini açığa vurmaya ve bir yandan da iftiralarına bizzat kendileri inanarak sıkıntılarını gidermeye çalıştılar. Ama bu sefer de cevap gecikmedi. Vahyolunan bir ayet, bu iftira kampanyasını da bir daha gündeme gelmeyecek şekilde sona erdirdi: ‘Kur’an’ı kendisine nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu Kur’an apaçık bir Arapça’dır.[178] Bu önemli.bir bilgiydi. Müşriklerin kendilerinin dili Arapça’ydı ve Arapça’yı en güzel şiirler yazacak kadar iyi kullanan veya şiirler hakkında eleştirilerde bulunabilecek kadar Arapça’yı iyi bilen kimselerdi. Ama buna rağmen Kur’an’ın bir sözünün benzerini getirme meydan okuyuşuna karşılık verememişlerdi. Halbuki Muhammed’e Kur’an’ı yazdırıyor’ dedikleri kişiler Arapça’yı iyi bilen kimseler değillerdi; onlar böylesi mükemmel bir Arapça ile ifade edilen sözleri nasıl söyleyebilirlerdi?
Eleştiriler
Müşriklerin Kur’an’la ilgili hiçbir iftiraları işe yaramadı. İftira ile amaçlarına ulaşamayacaklarını anladılar. Bu sefer taktik değiştirdiler. İftira atma taktiğini bir yana bırakıp, bizzat Kur’an’ın bazı özellikleriyle ilgili eleştiriler ileri sürerek, Kur’an’ı gözden düşürmeye veya değerini sarsmayı denediler. Bu konudaki önem verdikleri ve işe yarayacağına inandıkları eleştirilerinden birisini, Kur’an’m toptan vahyolunmaması oluşturdu. Madem ki Kur’an en doğru inanç sistemini ve hayat tarzını bildirmek için vahyolunuyordu; gidişattan anlaşıldığına göre vahyolunmaya da devam edecekti. O günün şartlarında vahyin nerede biteceği ve Kur’an’ın nerede tamamlanacağı belli değildi. O halde Allah neden Kur’an’ı bütün haliyle vah-yetmiyordu; neden bir defada tamamım insanlara sunmuyordu: ‘Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenler: ‘Kur’an O’na topluca indirilmesi gerekmez miydi?’ dediler.[179]
Müşrikler, Kur’an’m hayatın kitabı olduğunu, hayatın kitabı oluşunu da bizzat hayatın olaylarına bağlı olarak, en somut biçimiyle insanlara göstermek amacında olduğunu bilmiyorlardı. Kur’an, eğer herhangi bir hukuk veya ahlâk kitabı gibi bir defada toptan insanlara sunulsa, çoğu yönleriyle teorik kalacağını, birçok hükmünün, özelliğinin eksik veya yanlış anlaşılabileceğinin farkında değillerdi, insanların doğru inanca ve hayat tarzına sahip olmalarını temin etmek için vahyolunmuş ve hakikati en özet biçimiyle sunan Kur’an’ın en önemli açıklayıcısının vahyolumış şartlan (Nüzul sebepleri) olduğunu anlamıyorlardı. Ayrıca, mevcut gelişmelerden anlaşıldığı üzere, tüm bunları bilseler, fark etseler ve anlasalar da inatlarını terk edip iman edecek değillerdi. Bu nedenle eleştirilerinin cevabı yine Kur’an ile açıkça verildi: ‘Biz, onların akıllarım başlarına toplamaları için bu Kur’an’da (çeşitli ikaz ve ihtarları) türlü şekillerde tekrar ettik. Fakat bu, onlara, daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir şey sağlamıyor.[180] Allah’tan gelen gerçeklen örtbas edenler: ‘Kur’an O’na topluca indirilmeli değil miydi?’ dediler. Biz O’nu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle, parça parça indirdik ve O’nu tane tane, ağır ağır okuduk.[181] Kur’an kısım kısım vahyolunuyordu ve böyle vahyolunmaya da devam edecekti. Bu, Kur’an’ın müminler tarafından en doğru biçimde anlaşılması ve aşama aşama hayata aktarılmasını kolaylaştırmak için, ilâhi iradenin insanı eğitmesini bizzat uygulamada göstermek için tercih ettiği bir yöntemdi.
Müşrikler her seferinde, her iftiralarında ve itirazlarında en uygun ve en doğru tarzda cevapladılar. Ancak onların asıl problemi Kur’an’ın gerçekten vahye dayanıp dayanmadığı konusu değildi. Onlar vahye dayansa bile Kur’an’ı kabul edici değillerdi. Zira Kur’an işlerine gelmiyordu. Ama bunu açıkça söyleyemezlerdi. Bu nedenle de hep böyle dolambaçlı yolları tercih ettiler. Her seferinde de çaresiz bırakılınca, iftira veya itirazları bir işe yaramayınca, bu sefer çok garip bir iddiada bulundular. O zamana kadar hep anladıkları ve anladıkları için de itiraz ettikleri Kur’an’ı anlayamadıklarını iddia ettiler: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalı.
Kulaklarımızda da bir ağırlık var. Bizimle senin aranda bir perde bulunuyor [182] demeye başladılar. Halbuki onlar Kur’an’ı anlıyorlardı; anlamaları eksik veya yanlış değildi. Böyle olduğu için de hiçbir zaman ‘Siz bunu yanlış anladınız’ veya Siz bunu eksik anladınız’ gibi bir düzeltmeye veya uyarıya muhatap olmamışlardı. Üstelik eğer anlamıyorlarsa niçin itiraz ediyorlardı; anlamadıkları şeye itirazlarının akla uygun bir tarafı var mıydı? Kur’an onların bu dolaylı itirazlarına uygun cevabı verdi.
Öncelikle bildirdi ki, Kur’an her Arap’m anlayabileceği bir sadelikte, anlaşılırlıkta vahyolunuyordu ve insanlar anlasınlar diye de çokça örnek veriliyor; tekrar takrar açıklamalar yapılıyordu: ‘Kur’an rahman ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bu, bilen bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğuyuz çevirdi. Artık dinlemezler.[183] Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.[184] ‘Biz Kur’an’ı, öğüt alsınlar diye senin dilinde indirerek, kolayca anlaşılmasını sağladık.[185] Andolsun ki biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’an’da insanlara, her türlü misali verdik. Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur’an indirdik.[186] Resulüm! Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. Elbette ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi hem de acı bir azap sahibidir. Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki: ‘Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab’a yabancı dilden (kitap) olur mu?’ De ki: ‘O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır.[187] Ancak bütün bunlara rağmen eğer bazıları Kur’an’ı anlayamadıklarını söylüyorlarsa, problem kendilerindeydi.
Zaten müşriklerin sıkıntıları anlayıp-anlamamak konusu da değildi. Kur’an’m mesajlarını çarpıtmayı arzuluyorlar; insanların zihninde Kur’an’ı garip, anlaşılmaz bir kitaba dönüştürmek, hayattan koparmak istiyorlardı. Allah, onların şahsında, her zaman için Kur’an’ın anlaşılır olma özelliğini tekrar tekrar ifade ettiği gibi, müşrik liderlerin oyunlarını kendilerine çeviren bir durumu da açıkladı. Müşrik liderler ne demişlerdi: ‘Biz Kur’an’ı anlamıyoruz Allah bildirdi ki, anlaşılabilir bir kitap olmasına rağmen Kur’an’ı anlamıyorsunuz öyle mi? O halde hiç anlayamayacaksınız. Çünkü siz buna layık kişiler değilsiniz: ‘Onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır [188] ‘Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyen hidayete eremeyecekler.[189]
Teklifler
Müşrik liderler, Kur’an ile bildirilip açıklanan ve insanî bütün alanları kuşatıp, kontrol eden inanç sistemi ve yaşantı tarzını kabul etmedikleri gibi, başkaları tarafından kabul edilmesine de razı olmadılar. Sahibi ve yürütücüsü oldukları zorba sistem bunu gerektiriyordu. Zira, Kur’an’ın bildirdiği inanç sisteminin ve hayat tarzının, yürürlükteki zorba sistemleri, bu zorba sistemlere meşruiyet sağlayan ve imkânlar sunan inanç ve hayat tarzlarını değiştirmeye aday ve bu konuda da tam kararlı olduğunu açık-seçik görüyorlardı. Eğer İslâm hakim olursa, bütün haksız gelirlerinin kesileceğini, sahte şan ve şöhretlerini kaybedeceklerinin farkındaydılar. Durumlarının devamını sağlamak amacıyla, Kur’an’ı veya Kur’an’ı insanlara bildiren Resulüllah’ı susturmaya çalıştılar; bu amaçla yoğun bir faaliyete giriştiler.
Faaliyetlerinin merkezini ise Mekke şehir devletinin meclisi olan Dâr’un Nedve oluşturuyordu. Risâlet sürecinde ilk defa bir anlaşma zemini oluşturmaya karar verdiler.
Karşılıklı bazı tavizlerde bulunarak bir anlaşma teklifinde bulunmaya ve böylelikle yürürlükteki sistemi ve onu meşrulaştıran inanç sistemini kurtarmayı planladılar. Bu amaçla Kur’an’ın, kendi istek ve menfaatleri doğrultusunda değişikliğe uğratümasını istediler: ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir [190] dediler. Müşrik liderler umuyorlardı ki, bu tekliflerinin kabulü durumunda, kendi ‘ileri gevenlikleri devam edecekti. Fakat bu ve benzeri tekliflerinin istedikleri biçimde bir karşılığı olmadı. Cevap olarak sadece ‘olmaz’ denilmedi. Böylesi bir şeyi Resulüllah’ın hiçbir şekilde yapamayacağı, Kur’an’m ayetlerinin neler olduğunun ve olacağının kararının Hz, Muhammed’de olmadığı bizzat O’nun ağzından ifade edildi: ‘De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbimc isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım. Eğer Allah dileseydi onu size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum, hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?.[191] Bunu takiben de vahyin hakikati açıklandı: ‘Kim Allah’a karşı yalan uydurandan veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalimdir! Bileşmiş ki suçlular asla onmazlar!.[192]
Bunlar, Resulü de kapsayan ve müşriklere, bu teklifinizin muhatabı ‘Muhammed değil; onun bu konuda yapacağı hiçbir şey yok’ mesajını açıkça veren ayetlerdi. Diğer bir grup ayet ise müşriklerin durumlarını açıkladı: ‘Ayetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar bize gizli kalmaz. O halde, ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Dilediğinizi yapın! Kuşkusuz Allah yaptıklarınızı görmektedir. Kendilerine Kitap geldiğinde onu inkâr edenler (şüphesiz bunun sonucuna katlanacaklardır). Halbuki o, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir.
(Resulüm!) Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. Elbette ki senin Rabbin, hem mağfiret sahibi hem de acı bir azap sahibidir.[193] Müşriklerin ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir’ teklifleri, önceki peygamberlere vahyolunan kitapların da Kur’an’dan farklı olmadığı ifade edildikten sonra, Resulüllah’ın dilinden ifade edilen bir teklifle sonuca bağlandı: ‘(Resulüm) De ki: ‘Eğer doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden (bana ve önceki peygamberlere inen kitaplardan) daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!.[194]
Engeller
Artık müşriklerin yapacakları bir şey kalmamıştı. Ne Hz. Muhammed’in peygamberliği ve Kur’an’m vahiy oluşu hakkında bir kuşku oluşturabilmişler, ne de durumlarının devamını sağlayacak tekliflerine uygun karşılıklar almışlardı. Her defasında kaybeden taraf kendileri olmuştu. Ne yaparlarsa yapsınlar Kur’an’ı susturamıyor veya çarpıtamıyor; Resulüllah’ı kendi saflarına çekemiyorlardı. İslâm daveti olanca canlılığıyla devam ediyor, her gün birileri islâm’a giriyor, Mekke’de Mekke sisteminin kontrolünün dışında yeni bir kitle oluşuyordu. İnsanlar Hz. Muhammed’in davetine daha ilgili olmaya başlamışlardı. O’nun okuduğu Kur’an ayetlerini ilgiyle dinliyorlardı. Belki büyük çoğunluğu islâm’a girmiyordu, ama en azından Kur’an’a ve Peygambere karşı olumlu düşüncelere, kanaatlere sahip oluyorlardı. Bu ise müşrik eşrafı çılgına çevirdi. Resulüllah’ı birilerine bir şeyler anlatırken veya sesli olarak Kur’an okurken gördüklerinde veya duyduklarında öfkeden gözleri dönüyordu. Onların bu tepkilerine, çaresizliğin verdiği öfkenin şiddetine Kur’an şöyle şahitlik yapmaktadır: ‘O inkâr edenler Kur’an’ı işittikleri zaman, neredeyse seni gözleriyle devirivereceklerdi. Hâlâ da kin ve hasetlerinden: ‘Hiç şüphe yok o bir delidir’ derler. Oysa Kur’an, âlemler için ancak bir öğüttür. [195] (Resulüm) O kâfirlere ne oluyor ki, sana doğru koşuyorlar? Bölük bölük sağından ve solundan gelip etrafını sarıyorlar.[196]
Müşrik liderler her zaman olduğu üzere, islâm davetini durdurmanın veya işlerine yarayacak bir şekilde değişikliğe uğratmanın yöntemlerini düşündüler. O zamana kadar gerek Hz. Muhammed’in şahsıyla ve gerekse davetin kaynağı olan Kur’an’la ilgili yapmadıkları girişim kalmamıştı. Hiçbirinden de umduklarına ulaşamamışlardı.
Ne yapıp da insanların peygamberden ve Kur’an’dan etkilenmelerini engelleyebilirlerdi? Gündemlerini sürekli bu soru oluşturmaya başladı. Yeni bir şeyler bulmalı ve davet ile insanlar arasına engeller koymalı, islâm davetini kontrole alabilmeliydiler. Bu yoğun düşünceler içerisinde yeni bir yöntem buldular. Bu esasında son derece sıradan bir çözümdü; ama yapacakları başka bir şey kalmamıştı. Başka yapacakları bir şeyin kalmadığını fark etmişlerdi. Yapacakları şey insanların Peygamberi dinlemelerine engel olmaktı; özellikle de Kur’an’ı işitmelerine engel olmalıydılar. Bunu önlemenin yolu ise başta Resulüllah olduğu üzere herhangi bir mümin Kur’an okuduğunda, eğer o mümin cebren engelleyebilecekleri bir kişi değilse, gürültü yaparak onun sesini bastırarak insanların onun okuduğu Kur’an’ı duymalarım engellemeye çalışmaktı. Buna bir süre devam ettiler. Başta Kabe’nin çevresi olmak üzere Mekke sokaklarında adeta nöbet tutmaya ve Kur’an okunduğunu duydukları anda bağırarak, ellerindeki metalleri birbirine vurarak gürültü yapıp, Kur’an okuyanın sesini bastırmaya, sözlerinin anlaşılmasını önlemeye çalıştılar. Onların bir süre devam ettikleri ama sonunda bunun da bir fayda sağlamadığını gördükleri için bıraktıkları bu girişimlerinden Kur’an şöyle bahsetmiştir: ‘İnkâr edenler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız’, dediler.[197]
Müşrikler ve özellikle de eşraf, başta Kur’an’la ilgili olmak üzere islâm davetini durdurma veya çarpıtmayla ilgili girişimlerinden başarısız çıkınca asıl kimliklerini, niyetlerini ortaya koymaktan başka çareleri kalmadı. Her ne olursa olsun İslâm davetine karşıydılar, peygambere karşıydılar, Kur’an’a karşıydılar. Çünkü unlar kurulu sistemlerim sorguluyor, hayat tarzlarına müdahale ediyor, gidişatı eğıştirmek istiyordu ve onlar bunu istemiyordu. Mevcut şartları kendileri inşa e misler ve bundan büyük imkânlar elde ediyorlardı. Bu nedenle de, Kur’an’ın akıllarına hitap eden, gerçeği gösterme amacı taşıyan, düşünmelerini, durumlarını gözden geçirmelerini isteyen çağrılarına karşı kulaklanm tıkadılar ve Kur’an’la ilgili nihaî kararlarını açıklamakta bir sakınca görmediler: “Kâfir olanlar dediler ki: ‘Biz hiçbir zaman bu Kuran’a ve bundan önce gelen kitaplara inanmayacağız.[198]
[160] Yunus sûresi, 10:35-40
[161] Ahkaf, 46:2
[162] Sad, 38:29
[163] Şura, 42:7
[164] Zümer, 39:41
[165] Hûd sûresi, 11:13; Secde sûresi, 32:3; Yunus sûresi, 10:37; Tûr sûresi, 52:33
[166] Tirmizî, Tefsir 7; El- Kâdî, Esbâb-ı Nüzul, 172
[167] Kalem sûresi, 68:15; En’am sûresi, 6:25; Mutaffifin sûresi, 83:13
[168] Hud, 11:12
[169] îsra, 17:86
[170] En’am, 6:106
[171] Yunus, 10:38-39
[172] Hud, 11:13
[173] Tur, 52:33-34
[174] Îsra, 17:88
[175] Hud, 11:13
[176] Furkan, 25:4
[177] Nahl, 16:3
[178] Nahl, 16:03
[179] Furkan, 25:32
[180] îsra, 17:41
[181] Furkan, 25:32
[182] Fussilat: 41:5
[183] Fussilat, 41.2-3
[184] Yusuf, 12:2
[185] Duhan, 44:58
[186] 39:27,28
[187] Fussüet: 41:43,44
[188] Fussilet: 41:44
[189] Kehf: 18:57
[190] Yunus, 10:15
[191] Yunus, 10:15,16
[192] Yunus, 10:17
[193] Fussüet, 41:40-43
[194] Kasas, 28:49
[195] Kalem, 68: 51,52
[196] Mearic, 70:36,37
[197] Fussilat, 41:26
[198] Se-be, 34:31