bedirhan.
Aktif Üyemiz
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
106-KUREYŞ:
"Kureyşin îlâfı (uzlaşması) için." Kur'ân'ın asıl resmî imlâsı (yazılış şekli) Hz. Osman'a nisbet edilen Mushafların hepsinde şeklindedir. "Şafiye Şerhi Şeyh Radıy"de de açıklandığı üzere Kûfî hattatların ilkleri, kelime ortasında gelen eliflerin hepsini ardardına hazfederler. Ve bunların benzerlerini hep böyle elifsiz yazarlardı. Basralılar'da ve müteahhirîn (sonrakiler)de çoğunlukla bu elifleri yazmak kaide olmakla beraber ve gibi bazı isimler genellikle elifsiz yazıldığı gibi (Osman), (Muaviye), (Süleyman) isimlerinde de bazıları elifi hazfetmişlerdir.
Şu halde Arapça hattı kaidesince burada yahut diye iki imla (yazım şekli) caiz olabilirdi. Sonraki Mushaflarda müteahhirîn (sonrakiler)in üslubu üzere çoğunlukla ikinci şekilde eliflerin ortaya çıkarılışı umuma kolaylık olmak için caiz görülmüş ise de Kur'ân yazılışının bir çok yerlerde Arapça yazı kurallarına da uymayan özellikleri bulunduğu ve bunun aynı şekilde korunmasının gereği de unutulmamak lazım gelir. Burada Kur'ân'ın asıl resm-i hattı (yazım şekli) ise Kûfi kaidesine yakın olmakla beraber tam aynı olmayıp, söylediğimiz gibi dir. "İthaf" da Kur'ân resm-i hattının böyle olduğunu beyan ederek der ki: Bütün Mushaflar de "ya"nın isbatı ve 'de hazfi ve ikisinde de (fâ)dan önce elifin hazfi üzerine icma etmişlerdir. Yani Hz. Osman Mushaflarının hepsi bunun üzerinde ittifaklıdır. Bunun sebebi de yazı değişmeksizin, bilinen üç kıraat üzere okunabilmesini muhafaza etmek olmalıdır. Çünkü Ebu Ca'fer kırâatında birincisi hemzesiz meksur ya ile ikincisi "ya"sız hemze ile okunur. Bunun ikisi de mufaale babından mualefe mânâsına ilâf demek olup, birincisinde hemze ya'ya telyin olunmuştur. İbnü Amir kıraatında da birincisi 'sız hemze ile ikincisi hemze ve ile diğer kıraatlar gibi okunur. Geri kalan kırâetlerin hepsinde ise ikisi de hemze ve ile şeklinde okunur.
Bunların mânâ itibarıyla farkına ve faydasına gelince: Hepsi de "ilf" ve "üflet"den olmakla beraber "îlâf", âlefe, yûlifû îlâfen if'âl babından ülfet ettirmek mânâsına malum masdar ve ülfet ettirilmek mânâsına mechul masdar olabileceği gibi, âlefe yûâlifi muâlefeten ve ilâfen ve îlâfen diye mufaale babından üçüncü masdar da olabilir. Ve bu şekilde ilaf ve mualefe gibi ülfet edişmek, yani anlaşmak, andlaşmak, muahede yapmak, antant kalmak mânâsına olur. Çoğunluk kırâate göre zahiri if'al babından göründüğü için çokları ülfet ettirmek veya ettirilmek, yani alıştırmak, alıştırılmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir ki, bunda Kureyş'e izafeti mef'ulüne veya failine izafet olmak muhtemeldir. Lakin "ya"sız "îlâf" ancak mufaale babından olduğu ve kırâatler birbirini tefsir etmiş olmak daha açık bulunduğu için bir kısım tefsirciler de Ebu Ca'fer ve İbnü Amir kırâetleri karinesi (ipucu) ile ikisinin de mufaale babından muahede (antlaşma) mânâsına olduğunda ısrar etmişlerdir. Nitekim "Kamus"ta da der ki: Tenzilde îlâf ahd ve hufare (söz verme) ile icazet vermeye benzer; yani ahd ve eman ve korkunç yoldan yolcuların emin ve selametle gidip gelmeleri için yasakçılık ve himaye tarzında verilen icazet (pasaport), geçirtme ruhsatına benzer, emir ve taahhüddür. Bunda Kureyş'e izafeti failine izafet olmak açıktır. Îlâfın bu mânâsı da ülfetten alınmış ise de bunda özel bir örf ve ıstılah mânâsı da bulunduğu ve her iki mânânın bir lafz ile ifadesine imkan bulamadığımız, bir de ilâf kelimesi sûrenin ismi gibi olduğu için meâlde aynen muhafazasını daha muvafık ve doğru bulduk. Zira bunu yalnız ülfet ve itilaf ettirmek, alıştırmak, alıştırılmak, yahut andlaşma, anlaşma diye bir ihtimal üzerine tahsis etmek doğru olmayacaktır.
Ragıb'ın beyanına göre ülfet, itilaf mânâsına isim olup aslında iltiyam (yaranın iyileşmesi) ile toplanmadır. Yani esasında itilaf ve ünsiyet gibi uyuşup kaynaşma şekliyle toplanma mânâsı vardır. Onun için itiyat demek olan alışmak ve ayrılmamak demek olan lüzum ve uygunluğu ifade eden ısımlılık mânâları da onun gereğidir. Ahd, anlaşma, antlaşmak suretiyle itilaf da ülfetten alınmadır. Şu halde, Kureyş'i alıştırmak, ısındırmak, Kureyş'in alıştırılması, alışması demek olabileceği gibi, Kureyş'in birbiriyle yahut başkalarıyla ahitleşmesi, andlaşması, anlaşması, itilaf etmesi veya ettirmesi mânâlarını da ifade eder.
Kureyş, Arap içinde Adnanîler'den, Adnanîler içinde Mudarîler'den, Mudarîler içinde Kinanîler'den, Kinanîler içinde Nadr b. Kinane evladından olan meşhur, büyük kabilenin ismidir. Alûsî'nin beyanına göre Kurtubî buna sözlerin en sahih ve en sabiti demiş ve bazıları fakihlerin de bunu kabul ettiklerini söylemiştir. Fakat Ebu'l-Fida ve diğerlerinin beyanına göre sahih olan Kureyş, Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane evladıdır. Fihr evladından olmayanlar Kureyş sayılmaz. Bunun, çoğunluğun fikri olduğu söylenmiş, hatta Zübeyr b. Bekkar, neseb ilmi bilginleri (nessâbûn)nin bunda ittifakları olduğunu söylemiştir. Kaf'ın fethi ile "karş", kesmek ve şuradan, buradan bir takım şeyler toplayıp birbirine katmak ve ve ilhak ederek karıştırmak ve harpte birbirine karışıp mızrakları birbirine karmakarışık tokuşturmak mânâlarına masdar olur ki Türkçe'de karışmak, karıştırmak masdarına lafız ve mânâ bakımından benzetilebilir. Nitekim harpte mızraklar birbirine girip karıştığı zaman denilir ki süngüler mızraklar karıştı, birbirine girdi demektir.
Tekarruş da tecemmu (toplanma) mânâsınadır. Kaf'ın esresiyle "kırş" deniz canavarlarından birinin ismi imiş ki denizdeki diğer hayvanları yer, kahreder ve kendisi yenilmezmiş. Bunun tasgir (küçültmes)i kaf'ın zammıyla "Kureyş" gelir. Fihr b. Malik b. Nadr, şiddet ve kuvetinden dolayı bu isim veya bu lakab ilk anılmış ve onun sülalesine nisbetle Kuraşî veya Kurayşî denilmiştir. Künyesi Ebu Galib'dir. Bazıları da demişlerdir ki bu kabileye Kureyş denilmesi Fihr zamanında değildir. Bunlar Huzailer'in Mekke'yi zabtı ve Kâbe'nin anahtarlarını onlardan almaları üzerine dağılmışlardı. Sonra Resulullah'ın ecdadından ve Fihr'in sülalesinden Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr, bu dağılmış olan kabileyi derleyip toparlayarak Huzailer'den Kabe'nin anahtarlarını geri alarak şereflerini yeniden kurduğu zaman Fihr evladından olanların hepsine Kureyş ve nisbetinde Kuraşî yahut Kurayşî denilmiştir. Ebu'l-Fida der ki: "İbnü Said Mağribi'nin nakli böyledir. Buna göre Kureyş, Fihr'in kendisinin değil, evladının ismi olmuştur". Ve bu şekilde Kureyş toplanma mânâsına olan "tekarrüş"ten türemiş olarak terhim (kısaltma) yoluyla küçültülmüş demektir. Zira ziyade babdan tasğir (küçültme) sigası ancak kısaltma ile kabil olur. Ferra, ticaretlerinden dolayı kazanma mânâsına tekarrüşten olduğunu söylemiştir. "Siyer-i İbnü Hişam"da der ki: "Kureyş'e Kureyş denilmesi tekarrüştendir. Tekarrüş, ticaret ve kazanma mânâsınadır. Ru'be b. Accac şöyle demiştir:
"Kureyşin îlâfı (uzlaşması) için." Kur'ân'ın asıl resmî imlâsı (yazılış şekli) Hz. Osman'a nisbet edilen Mushafların hepsinde şeklindedir. "Şafiye Şerhi Şeyh Radıy"de de açıklandığı üzere Kûfî hattatların ilkleri, kelime ortasında gelen eliflerin hepsini ardardına hazfederler. Ve bunların benzerlerini hep böyle elifsiz yazarlardı. Basralılar'da ve müteahhirîn (sonrakiler)de çoğunlukla bu elifleri yazmak kaide olmakla beraber ve gibi bazı isimler genellikle elifsiz yazıldığı gibi (Osman), (Muaviye), (Süleyman) isimlerinde de bazıları elifi hazfetmişlerdir.
Şu halde Arapça hattı kaidesince burada yahut diye iki imla (yazım şekli) caiz olabilirdi. Sonraki Mushaflarda müteahhirîn (sonrakiler)in üslubu üzere çoğunlukla ikinci şekilde eliflerin ortaya çıkarılışı umuma kolaylık olmak için caiz görülmüş ise de Kur'ân yazılışının bir çok yerlerde Arapça yazı kurallarına da uymayan özellikleri bulunduğu ve bunun aynı şekilde korunmasının gereği de unutulmamak lazım gelir. Burada Kur'ân'ın asıl resm-i hattı (yazım şekli) ise Kûfi kaidesine yakın olmakla beraber tam aynı olmayıp, söylediğimiz gibi dir. "İthaf" da Kur'ân resm-i hattının böyle olduğunu beyan ederek der ki: Bütün Mushaflar de "ya"nın isbatı ve 'de hazfi ve ikisinde de (fâ)dan önce elifin hazfi üzerine icma etmişlerdir. Yani Hz. Osman Mushaflarının hepsi bunun üzerinde ittifaklıdır. Bunun sebebi de yazı değişmeksizin, bilinen üç kıraat üzere okunabilmesini muhafaza etmek olmalıdır. Çünkü Ebu Ca'fer kırâatında birincisi hemzesiz meksur ya ile ikincisi "ya"sız hemze ile okunur. Bunun ikisi de mufaale babından mualefe mânâsına ilâf demek olup, birincisinde hemze ya'ya telyin olunmuştur. İbnü Amir kıraatında da birincisi 'sız hemze ile ikincisi hemze ve ile diğer kıraatlar gibi okunur. Geri kalan kırâetlerin hepsinde ise ikisi de hemze ve ile şeklinde okunur.
Bunların mânâ itibarıyla farkına ve faydasına gelince: Hepsi de "ilf" ve "üflet"den olmakla beraber "îlâf", âlefe, yûlifû îlâfen if'âl babından ülfet ettirmek mânâsına malum masdar ve ülfet ettirilmek mânâsına mechul masdar olabileceği gibi, âlefe yûâlifi muâlefeten ve ilâfen ve îlâfen diye mufaale babından üçüncü masdar da olabilir. Ve bu şekilde ilaf ve mualefe gibi ülfet edişmek, yani anlaşmak, andlaşmak, muahede yapmak, antant kalmak mânâsına olur. Çoğunluk kırâate göre zahiri if'al babından göründüğü için çokları ülfet ettirmek veya ettirilmek, yani alıştırmak, alıştırılmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir ki, bunda Kureyş'e izafeti mef'ulüne veya failine izafet olmak muhtemeldir. Lakin "ya"sız "îlâf" ancak mufaale babından olduğu ve kırâatler birbirini tefsir etmiş olmak daha açık bulunduğu için bir kısım tefsirciler de Ebu Ca'fer ve İbnü Amir kırâetleri karinesi (ipucu) ile ikisinin de mufaale babından muahede (antlaşma) mânâsına olduğunda ısrar etmişlerdir. Nitekim "Kamus"ta da der ki: Tenzilde îlâf ahd ve hufare (söz verme) ile icazet vermeye benzer; yani ahd ve eman ve korkunç yoldan yolcuların emin ve selametle gidip gelmeleri için yasakçılık ve himaye tarzında verilen icazet (pasaport), geçirtme ruhsatına benzer, emir ve taahhüddür. Bunda Kureyş'e izafeti failine izafet olmak açıktır. Îlâfın bu mânâsı da ülfetten alınmış ise de bunda özel bir örf ve ıstılah mânâsı da bulunduğu ve her iki mânânın bir lafz ile ifadesine imkan bulamadığımız, bir de ilâf kelimesi sûrenin ismi gibi olduğu için meâlde aynen muhafazasını daha muvafık ve doğru bulduk. Zira bunu yalnız ülfet ve itilaf ettirmek, alıştırmak, alıştırılmak, yahut andlaşma, anlaşma diye bir ihtimal üzerine tahsis etmek doğru olmayacaktır.
Ragıb'ın beyanına göre ülfet, itilaf mânâsına isim olup aslında iltiyam (yaranın iyileşmesi) ile toplanmadır. Yani esasında itilaf ve ünsiyet gibi uyuşup kaynaşma şekliyle toplanma mânâsı vardır. Onun için itiyat demek olan alışmak ve ayrılmamak demek olan lüzum ve uygunluğu ifade eden ısımlılık mânâları da onun gereğidir. Ahd, anlaşma, antlaşmak suretiyle itilaf da ülfetten alınmadır. Şu halde, Kureyş'i alıştırmak, ısındırmak, Kureyş'in alıştırılması, alışması demek olabileceği gibi, Kureyş'in birbiriyle yahut başkalarıyla ahitleşmesi, andlaşması, anlaşması, itilaf etmesi veya ettirmesi mânâlarını da ifade eder.
Kureyş, Arap içinde Adnanîler'den, Adnanîler içinde Mudarîler'den, Mudarîler içinde Kinanîler'den, Kinanîler içinde Nadr b. Kinane evladından olan meşhur, büyük kabilenin ismidir. Alûsî'nin beyanına göre Kurtubî buna sözlerin en sahih ve en sabiti demiş ve bazıları fakihlerin de bunu kabul ettiklerini söylemiştir. Fakat Ebu'l-Fida ve diğerlerinin beyanına göre sahih olan Kureyş, Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane evladıdır. Fihr evladından olmayanlar Kureyş sayılmaz. Bunun, çoğunluğun fikri olduğu söylenmiş, hatta Zübeyr b. Bekkar, neseb ilmi bilginleri (nessâbûn)nin bunda ittifakları olduğunu söylemiştir. Kaf'ın fethi ile "karş", kesmek ve şuradan, buradan bir takım şeyler toplayıp birbirine katmak ve ve ilhak ederek karıştırmak ve harpte birbirine karışıp mızrakları birbirine karmakarışık tokuşturmak mânâlarına masdar olur ki Türkçe'de karışmak, karıştırmak masdarına lafız ve mânâ bakımından benzetilebilir. Nitekim harpte mızraklar birbirine girip karıştığı zaman denilir ki süngüler mızraklar karıştı, birbirine girdi demektir.
Tekarruş da tecemmu (toplanma) mânâsınadır. Kaf'ın esresiyle "kırş" deniz canavarlarından birinin ismi imiş ki denizdeki diğer hayvanları yer, kahreder ve kendisi yenilmezmiş. Bunun tasgir (küçültmes)i kaf'ın zammıyla "Kureyş" gelir. Fihr b. Malik b. Nadr, şiddet ve kuvetinden dolayı bu isim veya bu lakab ilk anılmış ve onun sülalesine nisbetle Kuraşî veya Kurayşî denilmiştir. Künyesi Ebu Galib'dir. Bazıları da demişlerdir ki bu kabileye Kureyş denilmesi Fihr zamanında değildir. Bunlar Huzailer'in Mekke'yi zabtı ve Kâbe'nin anahtarlarını onlardan almaları üzerine dağılmışlardı. Sonra Resulullah'ın ecdadından ve Fihr'in sülalesinden Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr, bu dağılmış olan kabileyi derleyip toparlayarak Huzailer'den Kabe'nin anahtarlarını geri alarak şereflerini yeniden kurduğu zaman Fihr evladından olanların hepsine Kureyş ve nisbetinde Kuraşî yahut Kurayşî denilmiştir. Ebu'l-Fida der ki: "İbnü Said Mağribi'nin nakli böyledir. Buna göre Kureyş, Fihr'in kendisinin değil, evladının ismi olmuştur". Ve bu şekilde Kureyş toplanma mânâsına olan "tekarrüş"ten türemiş olarak terhim (kısaltma) yoluyla küçültülmüş demektir. Zira ziyade babdan tasğir (küçültme) sigası ancak kısaltma ile kabil olur. Ferra, ticaretlerinden dolayı kazanma mânâsına tekarrüşten olduğunu söylemiştir. "Siyer-i İbnü Hişam"da der ki: "Kureyş'e Kureyş denilmesi tekarrüştendir. Tekarrüş, ticaret ve kazanma mânâsınadır. Ru'be b. Accac şöyle demiştir:
Moderatör tarafında düzenlendi: