Lokman Hekim Efsanesi
Lokman hekim efsanesi hakkinda bilgiler
Lokman hekim efsanesi
Şahmaran'ın ölümünün ardından Tahmasp, yüreği acılar içinde, günlerce dağ bayır dolanıp, Şahmaran'ın yasını tutuyormuş. Tüm bu yaşadıklarının ve Şahmaran'ı kaybetmesinin bir rüya olmasını dileyen Tahmasp, bu gerçekten kaçamamış ve sonunda bu olan bitenlerden dolayı kendini suçlu görmeye başlamış. Bu suçluluk duygusunun verdiği acıya daha fazla dayanamayan Tahmasp, Şahmaran'la karşılaştığı mağaraya gitmeye ve işlediğini düşündüğü bu ağır suçun cezasını da Şahmaran'ın halkının, yani yılanların vermesi gerektiğine karar vermiş.
Tahmasp, Şahmaran'la karşılaştığı mağaranın girişine vardığında Bilge Yılan'ın onu beklediğini görmüş. Utançtan ve acıdan morarmış yüzünü eğerek kendisini mağaranın hemen girişinde bekleyen Bilge Yılan'a bütün olan biteni ayrıntılarıyla anlatmış. Bilge yılan duyduklarını büyük bir üzüntü ile dinlemiş ve bir süre düşündükten sonra konuşmaya başlamış;
"Bak Tahmasp, sakın Şahmeran'ın öldüğünü yılanlara söyleme, bu sırrı seninle birlikte saklayalım. Eğer yılanlar Şahmaran'ın öldüğünü anlarlarsa bu insanlığın da sonu olur. Yılanları ne ben ne de sen durdurabiliriz. Mağralarından çıkıp dünyanın sonuna kadar insanlarla savaşıp dururlar."
Bilge yılan konuşmasını bitirdikten sonra yerinden ağır ağır doğrularak Tahmasp'ı mağaranın içine çekmiş. "Şimdi sen gel de diğer yılanlarla vedalaş. Sonrasını düşünürüz" demiş.
Tahmasp mağaranın girişini dolduran her renkten ve türden binlerce çeşit yılanın karşısına geçip gözyaşları içinde onlarla vedalaşmış.
Vedalaşmanın ardından Bilge Yılan Tahmasp'la birlikte mağaranın ağzına yakın bir yere kadar ilerlemiş ve orada diğer yılanların duymayacağı bir şekilde sesini alçaltarak konuşmaya başlamış; "Şahmaran senin ölmemen için kendini feda etti. O'nun bütün bilgeliği ve ruhu senin bedeninde. Sen artık bu dünyanın en bilgili adamısın. Senin de bildiğin gibi Şahmaran ölümsüzdür. Şimdi ben sana bir hediye vereceğim." Böyle konuştuktan sonra Bilge Yılan mağaranın içinden daha önce Şahmaran'a muhafızlık eden iki yılanı yanına çağırmış. Çağrılan muhafız yılanlar mağaranın alanını dolduran diğer yılanların arasından süzülerek Bilge Yılan'ın yanına kadar gelmişler. Bilge Yılan bu sefer de iki yılana dönerek konuşmaya başlamış: "Ey yılan kardeşlerim, sizler bundan sonra , Tahmasp'ın, yani bilgeliği ile insanlığa şifa dağıtacak olan Lokman Hekim'in muhafızlığını yapacaksınız." İki yılan Bilge Yılan böyle der demez bir burgu gibi dönmeye başlayıp uzun, görkemli bir asaya dönüşmüşler. Bilge Yılan asayı Lokman Hekim'e vermiş ve onunla vedalaşmış; "Şimdi git artık. Ama sakın emin oluncaya kadar da bir yerde durma. Gezdikçe bütün canlılar senle konuşacak ve sana kendi sırlarını verecek. Sen de bu bilgileri insanlara ver. Hadi yolun açık olsun" Böyle dedikten sonra Bilge Yılan mağaranın karanlık ağzına dönüp içeriye süzülmüş ve gözden kaybolmuş.
Bir süre Bilge Yılan'ın ardından bakan Lokman Hekim gözlerinden akan yaşları silerek kendini yollara vurmuş.
Geçtiği yerlerde bitkiler, çiçekler, ağaçlar ona sesleniyormuş. Hepsi sanki kendi sırrını vermek için birbirleriyle yarışıyormuş. Lokman Hekim bu durum karşısında şaşkına dönmüş önceleri ama sonra yavaş yavaş alışmış ve tek tek not almaya başlamış bitkilerin sırlarını.
Zamanla bütün otların ve çiçeklerin dillerini öğrenmeye başlamış Lokman Hekim. Çiçekler ve otlar hangi hastalığa iyi geleceklerini söylemişler ona, o da bilgilerini bütün insanlığa aktarmak için gezgin olup tüm dünyayı dolaşmaya başlamış. Geçtiği yerlerde adı dilden dile dolaşmaya başlamış. Lokman Hekim yıllarca hiç durmadan gezmiş, öğrenmiş, öğrendiklerini de insanlara sunmuş ve sonunda tekrar kutsal Mezopotamya'ya dönmüş.
Lokman Hekim, bir gün geçtiği köylerden birinde büyük bir kalabalıkla karşılaşmış. Kızgınlıkla bağırıp çağıran kalabalığın hamile genç bir kızı taşladıklarını görmüş. Gördüklerinden dehşete kapılan Lokman Hekim hemen kendini kalabalığın önüne atıp kızın başucuna dikilmiş ve siper etmiş kendini atılan taşlara. Kalabalık aniden önlerine çıkıp attıkları taşlara engel olmaya çalışan yabancının bu hareketi karşısında bir an duraksamış. Lokman Hekim fırsattan istifade ederek hışımla çıkışmış kalabalığa; "Bu ne vahşettir! İnsan, hele ki iki can taşıyan hamile bir kadın taşlanır mı hiç. Siz de hiç mi vicdan ve insanlık kalmadı?" Kalabalığın arasından elinde tuttuğu taşı sinirle sıkan yaşlıca bir adam öne doğru çıkmış ve Lokman Hekim'e cevap vermiş: "Ben kızın babasıyım. Sen kimsin yabancı? Neden bizim işimize karışırsın?"
Lokman Hekim cevap vermeden önce kalabalığı gözleriyle şöyle bir süzmüş. Sesini herkese gidebilecek kadar yükselterek: "Ben Lokman Hekim'im." demiş
Köylüler şimdiye kadar adını duydukları ama kendisini hiç görmedikleri bu ünlü hekimi karşılarında görünce şaşkınlıkları daha bir artmış. Lokman Hekim, kızın babasına dönerek, kızgın bir şekilde sormuş: "Söyle bana ey zalim, ölümü hakkedecek ne yaptı bu biçare kadın?"
Kızın babası şaşkın ve korkmuş bir şekilde cevap vermiş; " Gördüğün gibi kızım hamile. Ama evli değil, bu çocuğu kimden ve nasıl yaptığını bilmiyoruz. Yaptığı bu kötü iş yüzünden benim ve ailemin namusunu kirletti ve boynumuzu büktü. Biz de onu böyle cezalandırmaya karar verdik"
Lokman Hekim yerde kanlar içinde yatan kızcağıza bakmış. İçi acımış. Sonra da kalabalığa dönüp hiddetle bağırmış. "Bana biraz zaman verin size bu kadının suçsuz olduğunu kanıtlayayım" böyle dedikten sonra Lokman Hekim kızın yanına gidip onu yerden kaldırmış. Sırtında taşıdığı bohçasından cam bir şişe çıkarıp içindeki şuruptan kızın dudaklarının arasından birkaç damla yuvarlayıvermiş. Kızcağızın damlaları yutmasıyla ağzından kocaman bir yılanın süzülüp dışarı çıkması bir olmuş. İnsanlar bütün bu olanlar karşısında korkudan ve şaşkınlıktan dillerini yutmuşlar, tek kelime edememişler. Hepsi de utançlarından başlarını öne eğmiş. Lokman Hekim kızgınlıkla devam etmiş konuşmasına. "Büyük bir ihtimalle bu kızcağız, bir dere kenarından su içerken yavru bir yılan kaçmış ağzına. Midesinde büyümüş ve siz de bu durumu böyle yanlış anlamışsınız.
Kim bilir kaç günahsızın daha böyle suçsuz yere günahına girdiniz?" Lokman Hekim konuştukça öfkesi artıyormuş, öfkesi arttıkça da gözleri kan çanağına dönüyormuş. Konuşmasını bitirdikten sonra kızcağızı bırakıp hışımla köylülerin arasından uzaklaşıp gitmiş. Tekrar yollara düşmüş Lokman Hekim. Az gitmiş, uz gitmiş Çukurova'nın bereketli topraklarına varmış. Bereketli topraklardan fışkıran doğanın binbir yeşilini görünce buraya yerleşip yaşamaya karar vermiş Lokman Hekim. Seyhan ile Ceyhan Nehri arasındaki Misis'e yerleşmiş ve burada şifa dağıtmaya devam etmiş. Lokman Hekim'in dağıttığı şifalar sayesinde, sağlıklı, mutlu, hastalıktan uzak bir şekilde yaşayan Misis halkı, gel zaman git zaman sonra bu sefer de ölümden korkmaya başlamış. Hep birlikte Lokman Hekim'e gidip ölüme de çare bulması için yalvarıp yakarmışlar. Lokman hekim her ne kadar "Benden çok zor bir şey istiyorsunuz. Dünya kurulduğundan beri ölüme kim çare bulabilmiş ki ben bulayım?" dese de insanlara dinletememiş. İnsanların ısrarlarına, ağlayıp sızlamalarına dayanamayıp bu iş için çalışacağına söz vermiş ve bereketli Çukurova dağlarında ve ovalarında dolaşmaya başlamış. Günler, haftalar, aylarca dolaşmış ölümsüzlük ilacını bulabilmek için. Sonunda yorgun düşüp bir ağacın altına oturup uyuyuvermiş. Uykusunun en tatlı yerinde bir ses uyandırmış Lokman Hekim'i. Gözlerini kırpmış, etrafını dinlemeye başlamış. Duyduğu sesin hayal mi gerçek mi olduğunu anlamaya çalışırken yeniden duymuş o sesi. Ses uyuya kaldığı ağacın arkasından geliyormuş. Kulağını vermiş sese, anlamaya çalışmış ne söylediğini.
Şöyle diyormuş rüzgarın getirdiği ses; "Bunca zamandır arayıp bulamadığın ilaç benim. Ben ölümün sırrını çözenim. Bendedir o büyük sırrın çözümü. Benle birlikte yeryüzünde insana ve hayvana ölüm olmayacak" Lokman Hekim'in kalbi heyecandan fırlayacak gibi olmuş. Hemen sesin geldiği yere koşmuş ve otu bulmuş. Ot ona ilacı nasıl yapacağını iyice tarif etmiş. Lokman Hekim'de otun anlattıklarını can kulağıyla dinlemiş. Bütün anlatılanları kendi şifa defterine yazmış. Ve otu koparıp yola düşmüş.
Misis'e gelince altında kadim Ceyhan'ın ağır ağır aktığı köprünün üzerinde durmuş bir süre. Bu sırada Tanrı da bütün olan biteni izliyormuş gökyüzündeki eşsiz mekanında. Hemen yardımcısı Cebrail'i çağırmış huzuruna. "Yetiş Cebrail, Lokman ölümsüzlüğün sırrını insanlara götürüyor. Eğer onu durdurmazsam insanlığın hali hiç de iyi olmaz. Hemen git ve onu durdur." diye buyurmuş. Bunun üzerine Cebrail derhal dünyaya gelmiş ve Pir-i Fanî kılığında köprünün üzerinde duran Lokman Hekim'in karşısına çıkıvermiş. Lokman'a selam verdikten sonra elinde tuttuğu notlara bir bakmak istemiş hemen. Lokman Hekim kitabı vermek istememiş ama Cebrail el çabukluğuyla kitabı ve otu Lokman Hekim'in elinden kaptığı gibi Ceyhan'ın sularına atıvermiş. Lokman Hekim de hemen suya atlayıp defteri kurtarmaya çalışmış ama nafile. Uzun uğraşlar sonucu defterinden sadece bir yaprağı bulabilmiş bir mısır tarlasının kenarında.
Derler ki bugünkü Tıp biliminin temeli işte o tek sayfa ile atılmış da, ta bugüne kadar gelmiş. Lokman'a asa olan iki yılan da Tıp bilimin simgesi olmuş.
Lokman hekim efsanesi hakkinda bilgiler
Lokman hekim efsanesi
Şahmaran'ın ölümünün ardından Tahmasp, yüreği acılar içinde, günlerce dağ bayır dolanıp, Şahmaran'ın yasını tutuyormuş. Tüm bu yaşadıklarının ve Şahmaran'ı kaybetmesinin bir rüya olmasını dileyen Tahmasp, bu gerçekten kaçamamış ve sonunda bu olan bitenlerden dolayı kendini suçlu görmeye başlamış. Bu suçluluk duygusunun verdiği acıya daha fazla dayanamayan Tahmasp, Şahmaran'la karşılaştığı mağaraya gitmeye ve işlediğini düşündüğü bu ağır suçun cezasını da Şahmaran'ın halkının, yani yılanların vermesi gerektiğine karar vermiş.
Tahmasp, Şahmaran'la karşılaştığı mağaranın girişine vardığında Bilge Yılan'ın onu beklediğini görmüş. Utançtan ve acıdan morarmış yüzünü eğerek kendisini mağaranın hemen girişinde bekleyen Bilge Yılan'a bütün olan biteni ayrıntılarıyla anlatmış. Bilge yılan duyduklarını büyük bir üzüntü ile dinlemiş ve bir süre düşündükten sonra konuşmaya başlamış;
"Bak Tahmasp, sakın Şahmeran'ın öldüğünü yılanlara söyleme, bu sırrı seninle birlikte saklayalım. Eğer yılanlar Şahmaran'ın öldüğünü anlarlarsa bu insanlığın da sonu olur. Yılanları ne ben ne de sen durdurabiliriz. Mağralarından çıkıp dünyanın sonuna kadar insanlarla savaşıp dururlar."
Bilge yılan konuşmasını bitirdikten sonra yerinden ağır ağır doğrularak Tahmasp'ı mağaranın içine çekmiş. "Şimdi sen gel de diğer yılanlarla vedalaş. Sonrasını düşünürüz" demiş.
Tahmasp mağaranın girişini dolduran her renkten ve türden binlerce çeşit yılanın karşısına geçip gözyaşları içinde onlarla vedalaşmış.
Vedalaşmanın ardından Bilge Yılan Tahmasp'la birlikte mağaranın ağzına yakın bir yere kadar ilerlemiş ve orada diğer yılanların duymayacağı bir şekilde sesini alçaltarak konuşmaya başlamış; "Şahmaran senin ölmemen için kendini feda etti. O'nun bütün bilgeliği ve ruhu senin bedeninde. Sen artık bu dünyanın en bilgili adamısın. Senin de bildiğin gibi Şahmaran ölümsüzdür. Şimdi ben sana bir hediye vereceğim." Böyle konuştuktan sonra Bilge Yılan mağaranın içinden daha önce Şahmaran'a muhafızlık eden iki yılanı yanına çağırmış. Çağrılan muhafız yılanlar mağaranın alanını dolduran diğer yılanların arasından süzülerek Bilge Yılan'ın yanına kadar gelmişler. Bilge Yılan bu sefer de iki yılana dönerek konuşmaya başlamış: "Ey yılan kardeşlerim, sizler bundan sonra , Tahmasp'ın, yani bilgeliği ile insanlığa şifa dağıtacak olan Lokman Hekim'in muhafızlığını yapacaksınız." İki yılan Bilge Yılan böyle der demez bir burgu gibi dönmeye başlayıp uzun, görkemli bir asaya dönüşmüşler. Bilge Yılan asayı Lokman Hekim'e vermiş ve onunla vedalaşmış; "Şimdi git artık. Ama sakın emin oluncaya kadar da bir yerde durma. Gezdikçe bütün canlılar senle konuşacak ve sana kendi sırlarını verecek. Sen de bu bilgileri insanlara ver. Hadi yolun açık olsun" Böyle dedikten sonra Bilge Yılan mağaranın karanlık ağzına dönüp içeriye süzülmüş ve gözden kaybolmuş.
Bir süre Bilge Yılan'ın ardından bakan Lokman Hekim gözlerinden akan yaşları silerek kendini yollara vurmuş.
Geçtiği yerlerde bitkiler, çiçekler, ağaçlar ona sesleniyormuş. Hepsi sanki kendi sırrını vermek için birbirleriyle yarışıyormuş. Lokman Hekim bu durum karşısında şaşkına dönmüş önceleri ama sonra yavaş yavaş alışmış ve tek tek not almaya başlamış bitkilerin sırlarını.
Zamanla bütün otların ve çiçeklerin dillerini öğrenmeye başlamış Lokman Hekim. Çiçekler ve otlar hangi hastalığa iyi geleceklerini söylemişler ona, o da bilgilerini bütün insanlığa aktarmak için gezgin olup tüm dünyayı dolaşmaya başlamış. Geçtiği yerlerde adı dilden dile dolaşmaya başlamış. Lokman Hekim yıllarca hiç durmadan gezmiş, öğrenmiş, öğrendiklerini de insanlara sunmuş ve sonunda tekrar kutsal Mezopotamya'ya dönmüş.
Lokman Hekim, bir gün geçtiği köylerden birinde büyük bir kalabalıkla karşılaşmış. Kızgınlıkla bağırıp çağıran kalabalığın hamile genç bir kızı taşladıklarını görmüş. Gördüklerinden dehşete kapılan Lokman Hekim hemen kendini kalabalığın önüne atıp kızın başucuna dikilmiş ve siper etmiş kendini atılan taşlara. Kalabalık aniden önlerine çıkıp attıkları taşlara engel olmaya çalışan yabancının bu hareketi karşısında bir an duraksamış. Lokman Hekim fırsattan istifade ederek hışımla çıkışmış kalabalığa; "Bu ne vahşettir! İnsan, hele ki iki can taşıyan hamile bir kadın taşlanır mı hiç. Siz de hiç mi vicdan ve insanlık kalmadı?" Kalabalığın arasından elinde tuttuğu taşı sinirle sıkan yaşlıca bir adam öne doğru çıkmış ve Lokman Hekim'e cevap vermiş: "Ben kızın babasıyım. Sen kimsin yabancı? Neden bizim işimize karışırsın?"
Lokman Hekim cevap vermeden önce kalabalığı gözleriyle şöyle bir süzmüş. Sesini herkese gidebilecek kadar yükselterek: "Ben Lokman Hekim'im." demiş
Köylüler şimdiye kadar adını duydukları ama kendisini hiç görmedikleri bu ünlü hekimi karşılarında görünce şaşkınlıkları daha bir artmış. Lokman Hekim, kızın babasına dönerek, kızgın bir şekilde sormuş: "Söyle bana ey zalim, ölümü hakkedecek ne yaptı bu biçare kadın?"
Kızın babası şaşkın ve korkmuş bir şekilde cevap vermiş; " Gördüğün gibi kızım hamile. Ama evli değil, bu çocuğu kimden ve nasıl yaptığını bilmiyoruz. Yaptığı bu kötü iş yüzünden benim ve ailemin namusunu kirletti ve boynumuzu büktü. Biz de onu böyle cezalandırmaya karar verdik"
Lokman Hekim yerde kanlar içinde yatan kızcağıza bakmış. İçi acımış. Sonra da kalabalığa dönüp hiddetle bağırmış. "Bana biraz zaman verin size bu kadının suçsuz olduğunu kanıtlayayım" böyle dedikten sonra Lokman Hekim kızın yanına gidip onu yerden kaldırmış. Sırtında taşıdığı bohçasından cam bir şişe çıkarıp içindeki şuruptan kızın dudaklarının arasından birkaç damla yuvarlayıvermiş. Kızcağızın damlaları yutmasıyla ağzından kocaman bir yılanın süzülüp dışarı çıkması bir olmuş. İnsanlar bütün bu olanlar karşısında korkudan ve şaşkınlıktan dillerini yutmuşlar, tek kelime edememişler. Hepsi de utançlarından başlarını öne eğmiş. Lokman Hekim kızgınlıkla devam etmiş konuşmasına. "Büyük bir ihtimalle bu kızcağız, bir dere kenarından su içerken yavru bir yılan kaçmış ağzına. Midesinde büyümüş ve siz de bu durumu böyle yanlış anlamışsınız.
Kim bilir kaç günahsızın daha böyle suçsuz yere günahına girdiniz?" Lokman Hekim konuştukça öfkesi artıyormuş, öfkesi arttıkça da gözleri kan çanağına dönüyormuş. Konuşmasını bitirdikten sonra kızcağızı bırakıp hışımla köylülerin arasından uzaklaşıp gitmiş. Tekrar yollara düşmüş Lokman Hekim. Az gitmiş, uz gitmiş Çukurova'nın bereketli topraklarına varmış. Bereketli topraklardan fışkıran doğanın binbir yeşilini görünce buraya yerleşip yaşamaya karar vermiş Lokman Hekim. Seyhan ile Ceyhan Nehri arasındaki Misis'e yerleşmiş ve burada şifa dağıtmaya devam etmiş. Lokman Hekim'in dağıttığı şifalar sayesinde, sağlıklı, mutlu, hastalıktan uzak bir şekilde yaşayan Misis halkı, gel zaman git zaman sonra bu sefer de ölümden korkmaya başlamış. Hep birlikte Lokman Hekim'e gidip ölüme de çare bulması için yalvarıp yakarmışlar. Lokman hekim her ne kadar "Benden çok zor bir şey istiyorsunuz. Dünya kurulduğundan beri ölüme kim çare bulabilmiş ki ben bulayım?" dese de insanlara dinletememiş. İnsanların ısrarlarına, ağlayıp sızlamalarına dayanamayıp bu iş için çalışacağına söz vermiş ve bereketli Çukurova dağlarında ve ovalarında dolaşmaya başlamış. Günler, haftalar, aylarca dolaşmış ölümsüzlük ilacını bulabilmek için. Sonunda yorgun düşüp bir ağacın altına oturup uyuyuvermiş. Uykusunun en tatlı yerinde bir ses uyandırmış Lokman Hekim'i. Gözlerini kırpmış, etrafını dinlemeye başlamış. Duyduğu sesin hayal mi gerçek mi olduğunu anlamaya çalışırken yeniden duymuş o sesi. Ses uyuya kaldığı ağacın arkasından geliyormuş. Kulağını vermiş sese, anlamaya çalışmış ne söylediğini.
Şöyle diyormuş rüzgarın getirdiği ses; "Bunca zamandır arayıp bulamadığın ilaç benim. Ben ölümün sırrını çözenim. Bendedir o büyük sırrın çözümü. Benle birlikte yeryüzünde insana ve hayvana ölüm olmayacak" Lokman Hekim'in kalbi heyecandan fırlayacak gibi olmuş. Hemen sesin geldiği yere koşmuş ve otu bulmuş. Ot ona ilacı nasıl yapacağını iyice tarif etmiş. Lokman Hekim'de otun anlattıklarını can kulağıyla dinlemiş. Bütün anlatılanları kendi şifa defterine yazmış. Ve otu koparıp yola düşmüş.
Misis'e gelince altında kadim Ceyhan'ın ağır ağır aktığı köprünün üzerinde durmuş bir süre. Bu sırada Tanrı da bütün olan biteni izliyormuş gökyüzündeki eşsiz mekanında. Hemen yardımcısı Cebrail'i çağırmış huzuruna. "Yetiş Cebrail, Lokman ölümsüzlüğün sırrını insanlara götürüyor. Eğer onu durdurmazsam insanlığın hali hiç de iyi olmaz. Hemen git ve onu durdur." diye buyurmuş. Bunun üzerine Cebrail derhal dünyaya gelmiş ve Pir-i Fanî kılığında köprünün üzerinde duran Lokman Hekim'in karşısına çıkıvermiş. Lokman'a selam verdikten sonra elinde tuttuğu notlara bir bakmak istemiş hemen. Lokman Hekim kitabı vermek istememiş ama Cebrail el çabukluğuyla kitabı ve otu Lokman Hekim'in elinden kaptığı gibi Ceyhan'ın sularına atıvermiş. Lokman Hekim de hemen suya atlayıp defteri kurtarmaya çalışmış ama nafile. Uzun uğraşlar sonucu defterinden sadece bir yaprağı bulabilmiş bir mısır tarlasının kenarında.
Derler ki bugünkü Tıp biliminin temeli işte o tek sayfa ile atılmış da, ta bugüne kadar gelmiş. Lokman'a asa olan iki yılan da Tıp bilimin simgesi olmuş.