LOKMÂN SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ
LOKMÂN Sûresi Hakkında
Kur'an-ı Kerim'in otuz birinci suresi, otuz dört ayet, beş yüz kırk sekiz kelime ve iki bin yüz on harften ibarettir. Hicazlılar bu surenin otuz üç ayet olduğu görüşündedirler.
Mekke'de nâzil olmuştur. Yirmi yedi, yirmi sekiz ve yirmi dokuzuncu ayetlerinin Medenî olduğu rivayet edilmektedir (el-Kurtûbi, el-Câmiu'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut t.y., XIV, 50). Ayet sonlarına ahenk veren fasılaları dâl, râ, zi, mim ve nun harflerdir. Saffât suresinden sonra nazil olmuştur (ez-ZemahŞeri, el-Keşşâf, Beyrut t.y., III, 486).
Lokman (a.s)'dan ve onun oğluna verdiği vasiyetlerden bahsettiği için sûreye bu ad verilmiştir: "Andolsun Biz Lokman'a hikmeti verdik. Hani Lokman oğluna-ona öğüt verirken-demişti ki: Allah'a şirk koşma... " (Lokmân, 31/12-13).
Lokman (a.s), Eyke halkından Nûbiya kabilesine mensup olup, İbrahim (a.s)'ın soyundandır (el-Kurtubî, a.g.e., XIV, 59); (daha fazla bilgi için bk. Lokman mad.);
Sure, insanların şirki terkedip İslâm'a yönelmelerine karşı, şiddetin henüz genel bir mahiyet kazanmasından önce inmiştir. Bu dönemde anne babalar, çocuklarına baskı yapıyor, köleler efendilerinin tazyikine maruz kalıyorlardı. Kur'ân'ın insanları kendine çeken ilâhi uslûbu karşısında çaresiz kalan müşrikler çeşitli entrikalara baş vuruyorlardı. Bunlardan birisi de Nadr İbn Haris'tir. Ticaretle uğraşan Nadr, İran'dan Acemlerin hikâye ve efsâne kitaplarını getiriyor ve Mekke halkına; "Muhammed size Âd ve Semûd hikâyeleri anlatıyor. Gelin, ben size Rüstem'in, İsfendiyâr'ın, Kisrâlar'ın hikâyelerini anlatayım" diyerek, onları Kur'an'ın kalpleri etkileyen sesinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Yeni müslüman olmuş kimseleri yanında bulundurduğu bir şarkıcı cariyenin yanına getirir, ona şarkı söyletirdi. Sonra; "gördün ya, bu Muhammed'in çağırdığı namazdan, oruçtan ve onun önünde savaşmaktan daha güzeldir" diyerek onları yeniden cahilî hayatın pisliklerine döndürmeye çalışırdı.
Bu sure de, müşriklerin boş sözlerle insanları aldatmaya çalışırken içinde bulundukları şirk durumunun anlamsızlığı ve saçmalığı, Tevhid'in aklilik ve gerçekliliği insanın fıtratına uygun kendi mantığı ile anlatılmak isteniyor. Kâinat, her akıl sahibinin ibret alacağı, yaradılışındaki incelik ve özellikleriyle gözler önüne seriliyor ki, insanlar yeryüzündeki konumlarını anlayabilsinler ve ilâhi mesajın gerçeklerine kulak verebilsinler.
Mukatta'a harfleriyle başlayan sure, Kur'an'ın hikmetlerle dolu hükmedici ayetleri ihtiva eden bir kitap olduğu vurgulanarak devam etmektedir. Bu kitabın, iyiler için bir kurtuluş ve rahmet vesilesi olduğuna işaret edildikten sonra, iyilerin kimler olduğu ve özelliklerinin neler olduğu belirtilmektedir: "Onlar ki, namazı (vaktinde) dosdoğru kılarlar; zekat(ların)ı verirler ve onlar ahirete (şüphe etmeyip) imân edenlerin tâ kendileridir"
Bunun akabinde insanları bilgisizce saptıran, gerçeği boş sözlerle değiştiren ve Allah'ın ayetleriyle alay edenlerin durumlarını tehdid edici bir uslûbla ortaya koyarak, onların ahirette uğrayacakları elim azaba değinilmektedir: "Öyle insanlar vardır ki, bilgisizce insanları Allah yolundan saptırmak ve Kur'an'ın âyetlerini alaya almak için boş sözler satın alırlar. İşte böyleleri için, hor ve hakir kılan, ağır bir azap vardır" (6).
Büyüklenerek Allah'a isyan edip İslâm'ı alaya alanların görecekleri azaplar zikredildiği gibi, surenin başında özellikleri açıklanan sâlih kimselerin göreceği mükâfaatlar da açıklanmaktadır: "İman edip sâlih amel işleyenler için, nimetlerle dolu cennetler vardır. Onlar, o cennetlerde ebediyyen kalacaklardır... "(8-9).
Göğün ve yerin yaratılışındaki hikmeti ve inceliklerini beyan eden Allah Teâlâ; "İşte bu Allah'ın yaratışıdır. Gösterin bakalım bana O'ndan başkasının ne yarattığını? Hayır zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler"(11) diyerek, İslâm'ın hakikatlarını inkâr eden kâfirlere, yaradılış karşısında ne kadar aciz bir durumda olduklarını hatırlatmaktadır.
Lokman (a.s)'a hikmetin verilişi ile devam eden sure, ilk olarak hikmetin mahiyetinin neyi gerektirdiği; "Andolsun ki Biz Lokman'a hikmeti verdik ve "Allah'a Şükret" diye emrettik" (12) ifadesiyle vurgulanmaktadır. Allah'ın her türlü nimetine karşı O'na şükretmek hikmet dolu bir hareket ve yönelişi ifade etmektedir. Bunları izleyen ayeti kerimelerde de Lokman (a.s)'ın oğluna verdiği nasihatler gelmektedir. Allah Teâlâ bu ayetlerde insanın ruhî derinliklerine hitap eden bir uslûbla onu gerçekleri kavramaya çağırıyor. Bir insan başkalarına öğüt verirken samimi olmayabilir. Ancak bir babanın kendi oğluna nasihat ederken içten olmaması diye birşey düşünülemez. Çünkü baba, oğlunun mutlaka iyiliğini ister. Bu ayetlerle Allah Teâlâ, müslüman olan çocuklarına baskı yapan Mekkeli müşrik ailelerin iç dünyalarına da hitap etmektedir. Lokman (a.s) oğluna şöyle öğüt vermektedir: "Yavrum! Hiç bir şeyi Allah'a ortak koşma. Çünkü Allah'a ortak koşmak büyük bir zulümdür" (13). Görüldüğü gibi zulmün en büyüğü Allah'a şirk koşmaktır. Lokman (a.s), Mekkeli müşriklerin yabancısı olduğu bir kimse değildi. İşte bu ayette, çocuklarına İslâm'dan dönüp Allah'a şirk koşarak en büyük zulmü işletmek isteyen Mekkeli müşriklerin bunu yaparken, öz çocuklarına karşı böyle davranmakla insan fıtratına ne kadar ters düştükleri ortaya konulmaktadır. Müslümanlardan anne ve babalarına iyi davranmaları isteniyor, Allah'a şükür ile anne-babaya teşekkür konusu; "... Biz insana: "Bana ve anne ve babana şükret" dedik"(14) şeklinde zikredilerek meselenin önemi vurgulanıyor.
Bu arada Allah Teâlâ, inanç bağının her şeyden önce geldiği gerçeğini;
"Eğer anne ve baban seni, bilmediğin bir şeyi bana ortak koşmaya zorlarsa, onlara itaat etme... "(15) ifadesiyle insanlara bildiriyor.
Bunun ardından, Allah'ın her şeyi kuşatıcı ilminin azametini gözler önüne seriyor ve insanın yaptığı amellerde ne kadar dikkatli olması gerektiği, işlediği her şeyin kıyamet gününde nasıl en ince ayrıntısına kadar önüne serileceği bildirilerek, beşer vicdanı uyarılmak isteniyor: "Oğulcuğum, işlediğin Şey bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa Allah onu getirtir. Muhakkak ki Allah, Lâtif'tir, Habir'dir"(16).
Her iman sahibinin de iyiliği emir kötülüğü yasaklama yolunda önüne çıkması kaçınılmaz olan bir takım güçlüklere sabretmesi gerektiği bildiriliyor. Ayrıca bu yoldaki bir dava adamının tebliğ esnasında ve günlük yaşayışında sözle yaptığı iyilikleri, hareketleriyle ifsat etmemesi için ona bir davranış şekli gösteriliyor ve Allah insanları küçümseyip şeytanın hasletlerinden olan kibir hastalığından kaçınılmasını vahiy: "İnsanlardan yüz çevirerek böbürlenme. Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz Allah, büyüklük taslayan ve övünen hiç bir kimseyi sevmez. Yürüyüşünde tabi ol. Sesini kıs... " (18-19) ayeti ile bildiriyor.
Allah göklerde ve yerde bulunan her şeyi insanın emrine vermiş ve insanlar için sayısız nimetler yaratmıştır. Bunların bir çoğu insanlara malum olduğu gibi bir kısmı da hâlâ insan bilgisinin ötesinde durmaktadır. Ama insanların çoğu Allah'ın bu nimetlerini görmezlikten gelerek onun hakkında cahilce çekişip dururlar; Allahın göklerde ve yerde bulunan her şeyi emrinize verdiğini ve sizlere açık ve gizli bol bol nimetler bahşettiğini görmez misiniz? İnsanlar içinde öyleleri vardır ki; hiç bir ilmi, hiç bir rehberi ve aydınlatıcı hiç bir kitabı olmadan Allah hakkında, mücadele eder durur" (20).
Daha sonra Allah'ın indirdiklerinden yüz çevirip, atalarımızın dininden dönmeyiz diyenlere: "Ya şeytan atalarını alev alev yanan ateşin azabına çağırmışsa!"(21) şeklindeki korku ve tehdid ifade eden soruyla uyarılıyor.
"İyilik yaparak yüzünü Allah'a çeviren kimse, muhakkak sapasağlam bir kulpa sarılmıştır... "(22). Onlara yer yüzünde hiç kimse zarar veremez. Onlar için ahirette de hiç bir korku yoktur. Kâfirler ise hak ile batıl arasında bocalayıp dururlar. Fıtrî mantıkları gerekli kıldığı halde, zalimlikleri onları hakka yaklaşmaktan alıkoyuyor: "Andolsun ki onlara; Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, "Allah'tır" derler. De ki: "Hamd Allah'adır". "Doğrusu onların çoğu nasıl çelişki içine düştüklerini bilmezler"(25).
Gecenin gündüzü, gündüzün geceyi peşi sıra takip edip gitmesi, güneşin ve ayın kendi yörüngelerinde bir intizam içinde yürüyüp gitmesi, ayrıca kâinatın içinde akıp giden diğer bütün gezeğen ve yıldızların Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği ve bilemeyeceği bir çerçeve dahilinde hareket etmeleri gösterilerek insan düşünmeye davet ediliyor.
Surenin sonuna doğru, büyük belâların insanları nasıl fıtratlarının gerektirdiği şekilde düşünmeye sevkettiği anlatılırken şöyle bir misâl verilir: "Onları, dağlar gibi dalgalar kapladığı vakit, dinin sadece Allah'a ait olduğuna inanarak, Allah'a yalvarmaya başlarlar. Daha sonra Allah kendilerini sağ salim karaya çıkardığı zaman da içlerinden bir kısmı sözünde durup orta yolu tutar. Zaten Bizim ayetlerimizi ancak hâin ve nankör olanlar inkâr eder"(32). Evet burada inkârın temel kaynağı da böylece tesbit edilmiş oluyor.
LOKMÂN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Elif. Lâm. Mîm.
2. Bunlar, hüküm ve hikmet dolu kitabın âyetleridir.
3. O, iyi davranıp yaptığı işi güzel yapanlara doğru yolu gösteren bir rehber ve pek büyük bir rahmettir.
4. Onlar namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, âhirete de tam ve kesin bir şekilde inanırlar.
5. İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca onlardır.
Kur’ân-ı Kerîm, her yönden sapasağlamdır, hüküm ve hikmet doludur; verdiği her bilgi hikmete dayalıdır. O, doğru yolu gösteren bir kılavuz ve kulları Allah’ın rahmetine eriştiren bir rahmettir. Fakat onun hüküm ve hikmetlerinden, hidâyet ve rahmetinden ancak Allah’ı görüyormuşçasına bir kulluk şuuruna erişmiş, iyi bir insan olmaya çalışan, iyilerden olmak için dua eden, uyarıldığı kötülükleri derhal terk edip, gösterilen hayır yollarına hemen tâbi olan ihsan sahipleri faydalanır. Onlar, iman ve ibâdet hayatlarıyla mükemmel bir İslâm şahsiyetine sahiptirler. Çünkü namazı kılar, zekâtı verir ve âhiretin varlığını kesin olarak kabul ederler. Namaz ibâdeti onlarda huşû, takvâ ve teslimiyet hislerini geliştirir. Zekât onlardaki fedakârlık duygularını kuvvetlendirip, dünya sevgisini kontrol altına alarak Allah’ın rızâsına erme arzusunu kamçılar. Âhirete iman ise onlarda sorumluluk şuurunu ve gerçeği kabul edip uygulama azmini yerleştirir. Böylece hep Allah’ın gösterdiği doğru yol üzere hareket eder ve netîcede kurtuluşa ererler.
Fakat insanlar içinde bunların tam tersi istikâmette gidenler de vardır:
6. İnsanlar arasında öyleleri var ki, hiçbir doğru bilgiye dayanmaksızın halkı Allah yolundan saptırmak ve dini alay konusu yapıp gözden düşürmek için aldatıcı, oyalayıcı ve saptırıcı sözleri satın alır. Böyleleri için alçaltıcı ve aşağılayıcı bir azap vardır.
7. Kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki onu hiç duymamış ve sanki iki kulağında da sağırlık varmışçasına büyüklük taslayıp küstahça arkasını döner gider. Sen onu, can yakıcı bir azapla müjdele!
لَهْوَ الْحَد۪يثِ (lehve’l-hadîs) terkibi; insanı faydalı işler yapmaktan oyalayan, hayırlı amellerden alıkoyan, dinleyeni veya okuyanı cezbedip tamamıyla kendi atmosferine çeken her türlü faydasız sözleri, asılsız hikâyeleri, masalları, romanları, tarihî efsâneleri, güldürücü lakırdıları, eğlendirici gevezelikleri, şarkıları ve nağmeleri ifade eder. Cenâb-ı Hak gerçek mü’minlerin bu tür boş şeylerden uzak durmalarını isteyerek şöyle buyurur:
“Kurtuluşa erecek o mü’minler her türlü boş söz ve faydasız işlerden yüz çevirirler.” (Mü’minûn 23/3)
“Mü’minler, boş ve çirkin bir söz duydukları zaman ondan yüz çevirirler…” (Kasas 28/55)
Rivayete göre, Kur’an’ın mesajının yayılmasına mani olmaya çalışan ve buna bir türlü muvaffak olamayan Mekke müşriklerinden Nadir b. Hâris, Rûm ve Acem masalları ihtiva eden kitaplar satın alıp getirir ve Mekkelilere şöyle derdi: “Muhammed size Âd ve Semûd kavimlerinin masallarını anlatıyor. Ben de size Rüstem, İsfendiyâr ve Kayserlerin masallarını anlatacağım.” Böyle yapmakla müşrikleri eğlendirir ve insanları Kur’an dinlemekten alıkoymaya çalışırdı. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 356) Yine o mel‘ûn, bu maksatla şarkıcı kızlar getirirdi. Bir kimsenin Resûlullah (s.a.s.)’in tesiri altına girdiğini işittiğinde, derhal şarkıcı bir kızı ona musallat eder ve: “Onu yedir, içir, söyleyeceğin şarkılarla onu öyle meftûn et ki diğer taraftan kopup seninle hemhal olsun” tâlimatını verirdi. Böylece eğlendirdiği kimseye: “Gördün ya bu, Muhammed’in çağırdığından, namazdan, oruçtan, onun önünde çarpışıp ölmekten daha iyi değil mi?” derdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 52)
Nitekim bu yol, şer odaklarının her devirde insanları hak yoldan saptırmak için başvurdukları bir yoldur. Kötülüğün elebaşları diye vasıflandırabileceğimiz bu kimseler, sıradan insanları kültür adı altında eğlence, spor ve müzik programlarıyla öylesine oyalamaktadırlar ki, hayatın ciddî problemlerine eğilmek için onların ne zamanları ne de istekleri kalmaktadır. Bu boş vermişlik ve nemelâzımcılık duyguları içinde sürüklenmekte oldukları büyük felâketi hissedemez duruma gelmektedirler.
Din düşmanları, Allah’ın dinini alçaltmak, Kur’ân-ı Kerîm’in tesirini kırmak ve hak sözün yücelmesini engellemek için bu tür faaliyetlerde bulundukları için, âhirette de onlara, yaptıklarına uygun bir ceza olarak, alçaltıcı bir azap verilecektir. Kendilerini gerçeği kabule çağıran ilâhî âyetler karşısında sanki hiç duymamış gibi, sanki iki kulakları da sağırmış gibi vurdumduymaz tavırları sebebiyle de onlar can yakıcı bir azaba uğrayacaklardır.
Kur’ân-ı Kerîm’e inanmayan ve onunla savaşı tercih eden kâfirlerin bu hazin âkıbetlerine mukâbil:
8. man edip sâlih ameller yapanlara ise, nimetlerle dolu cennetler vardır.
9. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah’ın verdiği gerçek sözdür. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Şüphesiz Allah Teâlâ, mü’minlere verdiği bu sözünü yerine getirerecek güce sahiptir. Bununla birlikte O’nu bu sözünden dönmeye zorlayacak hiçbir güç de yoktur.
Rabbinizin nimetlerini ve azametini anlamak için şu ilâhî kudret tecellilerine bakın:
10. Allah gökleri, gördüğünüz herhangi bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yeryüzüne haşmetli sabit dağlar yerleştirdi ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz, gökten su indirdik de orada renk, koku, tat bakımından türlü türlü o güzel bitkilerden çift çift yetiştirdik.
11. İşte bunlar, Allah’ın yarattıklarıdır. Peki, gösterin bana, O’nun dışındakiler ne yaratmış? Hayır, gösteremezsiniz; fakat o zâlimler apaçık bir sapıklık içindeler.
Yarattığı tüm sorumlu varlıkları yalnız kendine kulluğa çağıran Allah Teâlâ, vardır ve birdir. Yoktan var edip kâinata yerleştirdiği muazzam varlıklar bu gerçeğin şâhididir. Burada bunlardan dördüne yer verilir:
› Akıl terazimizin çekemeyeceği büyüklük ve genişlikteki gökleri, görebildiğimiz herhangi bir direk olmaksızın, yaratması. Bu mânaya göre gökleri ve sayısız gök cisimlerini düşmekten koruyup bulundukları yerde tutarak dönmelerini sağlayan göremediğimiz direklerin olması mümkündür. Günümüzdeki astronomi ilmi bunu “çekim kanunu” olarak izah eder. Ancak ilim geliştikçe bu hususta başka yeni izahların yapılması da ihtimal dâhilindedir. (bk. Ra‘d 13/2)
› Bizi sarsmaması ve üzerinde rahat yaşayabilmemiz için yeryüzüne sabit ve sağlam dağlar yerleştirmesi. (bk. Nahl 16/15)
› Yeryüzünde her türlü canlıyı yaratıp yayması.
› Gökten su indirip onunla yeryüzünde her türlü bitkiyi çift çift bitirmesi. Burada bitkilerin erkekli dişili yaratıldıklarına işaret edilmektedir ki, daha pek çok âyette bu hususa dikkat çekilir.
İbâdete lâyık yegâne tek ilâh, işte bu muazzam varlıkları yaratan Allah’tır. O’nun dışında müşriklerin taptığı putların yarattığı herhangi bir şey yoktur ki ibâdet edilmeye layık olabilsinler. Dolayısıyla yaratma vasfını taşımayan varlıkları Allah’a ortak koşmak, önlerinde secde etmek, yardımları için onlara yalvarmak zulüm ve akılsızlıktan başka bir şey değildir. Bu olsa olsa apaçık bir sapıklıktır.
Öyleyse, bu tür yanlış düşüncelerden kendinizi kurtarıp doğru olanı öğrenmek ve ona uymak için, hikmet sahibi örnek şahsiyet Lokmân (a.s.)’ın şu ölümsüz, doyumsuz ve diriltici öğütlerine kulak verin:
12. Biz Lokmân’a hikmet verdik ve: “Allah’a şükret!” buyurduk. Kim şükrederse kendi iyiliği için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki Allah kesinlikle hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü hamde, övgüye lâyık olan da O’dur.
13. Lokmân oğluna nasihat ederek dedi ki: “Evlâdım! Allah’a ortak koşma. Çünkü şirk, gerçekten çok büyük bir zulümdür!”
Lokmân (a.s.)’ın peygamber olup olmadığı tartışılsa da büyük bir velî ve hakîmlerin pîri olduğu kesindir. Bu sebeple “Lokmân Hakîm” lâkabıyla meşhurdur. Cenâb-ı Hak kendisine “hikmet” vermiştir. Allah Teâlâ, Lokmân (a.s.)’ı numûne göstererek, bir babanın evlâdına nasıl örnek olması ve onları nasıl bir İslâmî terbiye ile yetiştirmesi lâzım geldiğini beyân eder.
Hikmet; insanın nazarî ilimleri en güzel şekilde öğrenip onların gereklerini yerine getirmesi, böylece üstün ve güzel fiilleri, gücü nispetinde meleke kazanarak kemale erdirmesidir.
Hikmet; illet ve sebeplerini bilerek, gâyeye ulaştıracak şekilde ameli ilme, ilmi amele uydurmaktır.
Hikmet; gerçek Hakîm olan Allah Teâlâ’nın hükmüne boyun eğmek, nefsin istediğine değil de Hakk’ın istediğine uymak, nefsi tanıyıp dizginlerini ele alarak ölçülü davranmak ve hükmüne karşı koymanın imkânsız olduğunu bildiğimiz Allah’a karşı asla isyan etmemektir. Bu sebeple âyet-i kerîmede:
“Kime hikmet verilmişse, ona gerçekten pek çok hayır verilmiştir” (Bakara 2/269) buyrulur.
Lokmân Hakîm’e verilen hikmetlerden bir misâl şöyledir:
Bir gün Dâvûd (a.s.), Lokmân Hakîm’den bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça getirmesini istedi. Lokmân Hakîm de ona, kestiği hayvanın dilini ve yüreğini getirdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hz. Dâvûd, bu defâ hayvanın en kötü yerinden iki parça et getirmesini taleb etti. Lokmân Hakîm, yine koyunun dil ve yüreğini getirdi. Dâvûd (a.s.), ona bunun sebebini sorunca da şöyle dedi:
“–Bu iki şey iyi olursa, bunlardan daha iyisi olmaz. Yine bu iki şey kötü olursa, bunlardan daha kötüsü olmaz!..” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXI, 82)
İmâm Mâlik şöyle anlatır:
“Bana ulaşan bilgiye göre Lokmân Hakîm’e:
«–Sende gördüğümüz bu meziyetin mâhiyeti nedir?» diye sormuşlar, bununla onun faziletlerini kastetmişlerdi. O da şu cevâbı verdi:
«−Doğru sözlülük, emâneti yerine getirmek, beni ilgilendirmeyen şeyi terk etmek ve ahde vefâ göstermek.»” (Muvattâ, Kelâm 17)
Hikmet sahibi kişiye lâzım gelen, hem ilim hem de amel bakımından bunun şükrünü îfâ etmektir. Bu yüzden hikmetin verilmesi mukâbilinde “Allah’a şükret!” buyrulur. Bu şükrün ilmî yönü, önce o hikmetin Allah Teâlâ’nın bir ihsânı olduğunu bilerek, Allah’ı şirkten pak ve uzak tutmaktır. Amelî yönü ise her türlü söz, fiil ve davranışlarda kendi nefsânî arzularını değil, Allah’ın emrini ve rızâsını gözetmektir. İşte bu sebeple, Lokmân (a.s.)’ın oğluna nasihati vesile kılınarak Allah’a şirk koşmak en büyük zulüm sayılıp kesinlikle yasaklanmış, sonra da sâlih amellerin başında gelen Allah’a kulluk ve ana babaya iyilik emredilmiştir.
“Zulüm”; bir şeyi olması gereken yere koymamak, bir kimseyi hakkından mahrum etmek ve adâletsizce davranmaktır. Buna göre en büyük zulüm, şirk yâni tek olan Allah’a zâtında, sıfatlarında, yetki ve hükümlerinde ortak koşmaktır. Çünkü:
İnsan kendisini yaratan ve her türlü rızkını, nimetini veren Allah’a karşı, bu hususlarda hiçbir katkısı bulunmayan varlıkları ortak koşmaktadır. Bundan daha büyük bir haksızlık ve adâletsizlik olamaz.
Yine insanın yalnızca Allah’a kulluk etmesi, tek Yaratıcı olan Cenâb-ı Hakk’ın insan üzerindeki hakkıdır. Fakat şirke düşen, başkalarına tapmakla Allah’ın bu hakkını çiğnemekte ve büyük bir haksızlık yapmaktadır. Dahası ötesi, insan Allah’tan başkasına taparken yaptığı her işte, kendi fizikî, aklî ve rûhî imkânlarından tutun, yer ve göklerdeki bir çok şeyi bu yolda seferber eder. Halbuki seferber ettiği bütün imkânlar, bir olan Allah tarafından yaratılmıştır ve insanın Allah’tan başkasına kulluk ederek onlardan hiçbirini sarf etmeye hakkı yoktur.
Ayrıca insanın kendi üzerinde koruması gereken bir hakkı vardır. Bu hak, mükerrem kılındığının farkında olarak kendisini alçaltmamak, layık olmadığı mecrâlara sürüklememek ve onu cezaya müstahak hale getirmemektir. Ancak, şu bir gerçek ki, Allah’tan başkasına tapan kişi netice itibariyle büyük bir cezaya müstahak olduğu gibi kendisini de alçaltmakta, insanlık şeref ve haysiyetini sıfırlamaktadır. Girdiği bu yanlış yol sebebiyle şirk belâsına bulaşan kişinin bütün hayatı, her yönüyle ve tüm anlarıyla zulüm haline gelir. Hatta onun aldığı her nefes bir adâletsizlik ve zulmün ifadesi keyfiyetindedir. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, IV, 295)
Şirkten arınıp tevhide ulaşma sorumluluğundan sonra ikinci talimat ana-babaya iyilik olarak belirlenmektedir:
14. Biz insana, anne-babasına mümkün olan en iyi şekilde davranmasını emrettik. Annesi onu nice zahmetlere katlanarak karnında taşımış; sütten kesilmesi de iki yılı bulmuştur. Onun için, ey insan, bana şükret, ana-babana da teşekkür et. Unutma ki, sonunda bana dönecek ve yaptıklarının hesabını vereceksin.
15. Eğer anne-baban seni, ilâhlığına dâir bilgin olmayan şeyleri bana ortak koşmaya zorlayacak olurlarsa, o takdirde onlara itaat etme. Fakat yine de dünyada onlara gerektiği ölçüde sahip çık. Sen, her işinde bütün gönlüyle bana yönelmiş, sürekli benim rızâmı arayan seçkin kulların yolunu izle. Sonunda dönüşünüz bana olacak, ben de bütün yaptıklarınızı size tek tek haber vereceğim.
Anne-babaya iyilik İslâm’ın önde gelen ahlâkî esaslarından biridir. Anne-baba müslüman olsa da olmasa da onlara mutlaka iyi davranılmalıdır. müslüman iseler seve seve iyiliğe devam etmek, şâyet değilseler yine de İslâm’ın bir emri olarak onlara iyilikle sahip çıkmak lazımdır. Meselâ günaha iştirak etmeksizin yemek, içmek, giymek gibi ihtiyaçlarını düzene koymak, eziyet etmemek, ağır söylememek, hastalıklarını tedâvi ettirmek ve vefatlarında defnetmek gibi dünyaya ait yardımlarda bulunmak bu kabildendir. Ancak ana baba müslüman olmamakla birlikte, bir de çocuklarını körü körüne Allah’a şirk koşmaya zorlarlarsa, onlara bu hususta kesinlikle itaat edilmemelidir. Çünkü Allah’a isyan sayılacak emirlere itaat etmemek de dinin temel esaslarından biridir. Âyet-i kerîme, Mekke döneminde ana babaları tarafından şirke zorlanan gençlere bir çıkış yolu göstermek için indirilmiştir. Nitekim bunun en dikkat çekici misallerinden biri şöyledir:
Ashâb-ı kirâmdan Sa‘d b. Ebî Vakkâs (r.a.), annesine karşı itaatkâr bir evlattı. Bu mübârek sahâbî İslâm’la şereflendiği zaman annesi:
“–Ey Sa‘d! Sen ne yaptın? Eğer sen, bu yeni dîni bırakmazsan, yemîn olsun ki, ben bir lokma bile yemem, içmem, nihâyet ölürüm. Sen de benim yüzümden «İşte bu kişi anasının kâtilidir!» diye kötü bir isimle çağrılırsın!” demişti. O da:
“–Yapma anneciğim, ben bu dîni hiçbir şey için terk edemem!” deyince, anası da iki gün, iki gece yememiş, kuvvetten düşmüştü. Bunu gören Sa’d (r.a.):
“–Anneciğim! Vallahi yüz canın olsa da hepsi birer birer çıksa, ben bu dîni hiçbir şey için terk edemem, bilesin! Artık dilersen ye, dilersen yeme!” dedi. Çaresiz kalan Sa‘d’in annesi yemeğe başladı. Bu sebeple bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 43-44; İbn Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 368)
14. âyette “annesi onu nice zahmetlere katlanarak karnında taşımıştır” buyrularak annenin fedakârlığına hususi bir yer verilmekte, dolaylı olarak onun daha çok alaka ve muhabbet beklediğine işaret edilmektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ashâb-ı kirâmdan birinin: “Yâ Rasûlellah! Kime iyilik etmeliyim?” şeklindeki bir sorusuna, üç defa peş peşe “annene” diye cevap vermiş; dördüncüsünde “babana” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 3, 5)
Mâneviyat yolunun büyüklerinden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin bir vasiyet niteliğindeki şu nasihati, yüksek bir İslâm ahlâkını gözler önüne sermektedir. Hz. Pîr buyuruyor ki:
“Bizim kabrimizi ziyârete gelenler, önce annemin kabrini ziyâret etsinler!”
Nitekim bugün, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin kabrini ziyârete gidenler, önce annesinin kabrini ziyâret etmektedirler.
Abdurrahman Câmî (k.s.) de anneye hürmet ve sevgiyle alâkalı olarak:
“Ben annemi nasıl sevmem ki; o beni bir müddet cisminde, uzun bir zaman kucağında, ölünceye kadar da kalbinin şefkat köşesinde taşımıştır. Ona hürmetsizlik göstermekten daha kötü bir şey bilmiyorum!..” derdi.
Âyette yer alan “sütten kesilmesi de iki yılı bulmuştur” ifadesi, emzirmenin normal süresinin iki yıl kadar olmakla birlikte bunun mutlaka tamamlanması gerekmediğine, ana-baba isterlerse çocuğun iki yıl dolmadan da sütten kesebileceğine işaret etmektedir. (bk. Bakara 2/233)
Lokmân (a.s.), oğluna verdiği nasihatlere şöyle devam ediyor: