Marifetullah ve Ariflerdeki Tecelliler

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Mârifetullâh, bütün kâinattaki sır ve hikmetleri muhtevi, sınırsız ve sonsuz bir ilm-i ilâhîdir. Bu ilmi, tam anlamıyla tarif etmek, beşer idrakinin üzerindedir. Ancak herkes, iktidar, istidat ve gayreti nispetinde bu ilimden haz duyar ve nasiplenir. Bu sebeple Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "(Allah’ım!) Sen'i lâyık olduğun şekilde medh ü senadan acizim! Sen kendini nasıl medh ü sena etmişsen öylesin!" (Müslim, Salât, 222) buyurmuşlardır. Hadis-i kudsî olarak rivayet edilen: "Ben gizli bir hazine idim, marifetime (tanınmama) muhabbet ettim ve Beni tanımaları için mahlûkatı yarattım." ifadeleri de, mârifetullâhın ehemmiyetine işaret eder.

Kur'ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hadis-i şeriflerinden sonra Rabbin marifete ermiş has kullarının davranış ve sözlerinden daha güzel hiçbir söz yoktur. Çünkü onların davranış ve sözleri deruni ve ledünnidir, kesbi değildir. Bu sebeple onlara "veresetü'l-enbiyâ" denir. O has kulların davranışlarını müşahede eden ve kelâmlarını işitenlerin gönülleri feyiz ile dolar. Gayretleri artar, sırlar kendilerine ayan olmaya başlar, şeytani vesveselerden ve dünyevî ihtiraslardan halâs olurlar.

Bu Hak dostlarının bir kısmı, Hazret-i Âdem sıfatlı; bir kısmı Hazret-i İbrahim sıfatlı, bir kısmı Hazret-i Musa sıfatlı, bir kısmı Hazret-i İsa sıfatlı; bir kısmı da Muhammediyyü'l-meşrebdir. Muhammediyyü'l-meşreb olanların fârik vasıfları; marifet, muhabbet ve tevhit ehli olmalarıdır. Bu zevat-ı kiram içerisinde öyleleri de vardır ki onlar bütün fârik vasıfları kendilerinde cem ettiklerinden bî-sıfattırlar. Yani izahtan varestedirler.

Cenâb-ı Hak, sevdiği bu kullarına, hâllerine göre muhtelif tecelliler bahşetmiştir. Bu meyanda kimini Şah-ı Nakşibend eyleyip tasarruf ve mârifetullâhta sonsuz ve eşsiz bir himmet deryası kılmış; kimini Mecnun gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vadilerinde gezdirmiş; kimini azamet-i ilâhiyye karşısında dilsiz eylemiş, kimini Yunus Emre gibi aşk bülbülü kılmış, kimini de Hazret-i Mevlana gibi dilinden hikmetler fışkıran ve nadide inciler saçan bir mana deryası eylemiştir. Cenâb-ı Hak, bu farklı tecellilere mazhar kıldığı cümle velilerini, dostluk ikliminde marifet ilmiyle donatıp müstesna rehberler hâlinde bütün insanlığa ihsan buyurmuştur.

Mârifetullâha eren kâmil insan, Hakk'ın aşk ve muhabbetinin tecellisi altında olduğu için, mercek altında bir kâğıdın yanması gibi, onda nefsanî temayüller ömrünü tüketmiştir. Böylece, nurani bir cazibe merkezi hâline geldiğinden, diğer insanlar da gayr-i ihtiyari olarak onu sever ve sayarlar. Ancak o, fani iltifat ve alâkaların kıskacından kendini kurtarmış olduğundan; gurur, kibir ve ucub gibi mezmûm sıfatların girdabına düşmez. Halk içinde Hak ile beraberdir. "Ta'zîm li emrillâh" yani Allah’ın emirlerine hürmetle riayet ve "Şefkat li halkillâh" yani Allah’ın mahlukatına şefkat ve merhamet duygularıyla yaşar. Ancak Allah’a muhabbeti muktezasınca zıdd-ı kâmili olan zalim ve nankörlere asla muhabbet ve meyil göstermez. Yalnız, merhameti icabı, onlara da acır, hidayetlerine dua eder.

Mal-mülk ve dünyaya ait bütün servetler, ona yalnız infak için lâzımdır. Kâmil insan, kendini mârifetullâha ve vasıl-ı illallah olmaya adamıştır. Artık o, bu cihanın kendine ait dert ve ızdıraplarına aldırmayan, has bir kuldur.


Mevlana -kuddise sirruh-, ruhların, nefislerin ve istidatların insandan insana farklı olduğunu, herkesin kendi aynasında kâinat nakışlarını, değişik açılardan ayrı ayrı gördüklerini ve kalabalıklar içinde dahi Allah ile beraber olma hâllerini şu kıssa ile ne güzel ifade eder: "Bir sûfî, neşelenip tefekküre dalmak için müzeyyen bir bahçeye gider. Bahçenin rengârenk tezyinatı karşısında mest olur. Gözlerini kapayarak murakabe ve tefekküre dalar. Orada bulunan gafil bir kişi, sûfîyi uyur zanneder. Onun bu hâline hayret eder, canı sıkılır. Sûfîye: "-Ne uyuyorsun? Gözünü aç da üzüm çubuklarını, çiçek açmış ağaçları, yeşermiş çimenleri seyret! Allah’ın rahmet eserlerine nazar et!" der. Sûfî de ona şöyle cevap verir: "-Ey gafil! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri gönüldür. Onun dışındakiler bu büyük eserin gölgesi mesabesindedir. Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün...
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Su içine aksedip görülenler, hayali bir bağ-bahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Onların zarif ve latif akisleri, su ve çamurdan olan dünya âlemindedir. Eğer bu âlemdekiler, gönül âlemindeki o neş'e selvisinin aksi olmasaydı, Cenâb-ı Hak bu hayal âlemine aldanış mekânı demezdi. Al-i İmran Suresi’nin 185. ayet-i kerimesinde: "... (Bu) dünya hayatı, aldanma metaından başka bir şey değildir." buyurulur. Gafil olanlar ve dünyayı cennet zannederek "Cennet budur!" diyenler, bu derenin görüntüsüne kananlardır. Asıl bağ ve bahçelerden, yani evliyâullâhtan uzakta kalanlar, o hayale meylederek aldanırlar. Bir gün bu gaflet uykusu nihayete erer. Gözler açılır, hakikat görülür. Fakat son nefeste o manzaranın ne faydası olur? Ne mutlu o kimseye ki, ölmeden evvel ölmüş, onun ruhu, bu bağın hakikatinden koku almıştır..."

Gerçekten bir kimse, dünyanın nefsanî lezzetlerine itibar etmez, ondan yüz çevirirse, Allah -celle celâlühû-, o kulun ruhunu saf, kalbini nurlu kılar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "İçine nur giren kalp, açılır ve genişler." buyurduğunda; "- Ya Rasûlallâh, bunun alâmeti nedir?" diye sorulmuş, O da: "- Fani dünyadan uzaklaşmak, ebedî olan âhiret yurduna gönül vermek ve ölmeden evvel ölüme hazırlanmaktır." (Taberî, Tefsir, VIII, 37) şeklinde cevap vermişlerdir.

Bu şerefli marifet yolunun sadık yolcuları olan ehlullâh, yani Hak dostlarının gönülleri, nisan yağmuru damlalarından iri inciler peyda eden sedefler gibidir. Kendilerine muhabbet gösteren nice ham gönülleri, Allah’ın lütfu ile birer iri inci sedefi yapmaktan uzak kalmazlar. Yeter ki bu talipler, bu sedefte saklanacak yağmur damlasını idrak edebilsin!

Mesnevî şerhinde buyurulur: "Kelâm sahibi olan Allah, bulutun kulağına bir sır söyledi, gözünden su tulumu gibi yaşlar boşandı. Gülün kulağına bir sır söyledi; onu renk ve rayiha saltanatıyla güzelleştirdi. Taşa bir sır söyledi; onu maden içinde akik etti. Yani latif sıfatıyla tecelli edip buluttan su akıttı, gülü güzelleştirdi, taşı da kıymetlendirdi. İnsan vücuduna da bir sır verdi; o sırrı muhafaza eden marifet ehlini sonsuzluğa yüceltti. İlâhî âlemden ilham alan bu Hak dostları, cisimden kurtulup Hakk'a yakınlığın sırrına erdi."

Hiç şüphesiz ki bu sırlar, farklı tecelliler hâlinde marifete medar olan muhabbet sırrıdır. Muhabbet sırrı ki, her şeyin kemali ve güzelliği onun feyizli ikliminde gizlenmiştir. Yüksek seviyedeki Allah dostlarında zati muhabbet tecellileri kesifleşir. Zati muhabbet, bir kişinin bir faniyi gayr-i iradi sevmesi ve bir aşk bağlantısı kurmasıdır. Bu muhabbet mecazidir. Hakiki zati muhabbet ise Rabb'e bu tür bir meclûbiyet ve O'nda fani olma hâlidir.

Bu zati muhabbet tecellilerine mazhar olan Hak dostları, ikram gördükçe seven, kahra uğrayınca da sevgisi zayıflayan kişiler değildir. Şu mecazi hikâye, zati muhabbete ait güzel bir misal teşkil eder: Mevlana Câmî -kuddise sirruh- anlatıyor: Pirimiz Mevlana Sâdeddîn Kâşgarî'nin sohbet halkasında bir genç vardı. Bu gençte, riyazet, halvet ve aşk en ileri derecede idi. O da benim gibi, bir fani güzele tutulmuştu. Böylece gönlünde biriktirdiği kıymeti bir lahzada o tarafa devretmişti. Altından ve pırlantadan hediye sadedinde bir şey alıp, o güzelin geçeceği yola bırakmış ve oradan geçenlerden birinin onu almaması için de bir kenara gizlenmişti. Fikrince sevgilisi oradan geçecek ve hediyeyi görüp alacaktı. Fakat kimden ve nasıl geldiğini bilmeyecekti. Ben vaziyeti öğrenince ona dedim ki: "- Ne garip bir iş işlemektesin! Türlü zahmetlerle elde ettiğin şeyi onun yolu üzerine bırakıyorsun! Bulsa, görse, alsa bile, kimden ve niçin olduğunu bilmeyecek. Bari bir şey yap ki senden geldiğini bilsin!" Gözyaşları ile sarsılarak cevap verdi: "- Sen ne diyorsun? Yaptığım işin tuhaflığını ben bilmiyor muyum sanıyorsun! Bu işi yaparken hiçbir karşılık beklemiyorum. Zira hediyelerimden dolayı onun bana karşı bir minnet altına girmesini istemiyorum!"

Bu cevaptan titredim. Bir faniye olan mecazi muhabbet, bu gibi derinlik, incelik, zerâfet ve davranış güzelliği sergiler ise, kim bilir, "zati muhabbet"e nail olanlar, mârifetullâhın ne ulvî tecellilerine mâkes olurlar.

Kalbin bu safhalarını izah sadedinde Mevlana Celâleddîn-i Rûmî, Selçuklu Medresesinde zahiri ilimlerin zirvesinde "dersiam" iken, içinde bulunduğu hâlini "hamdım"; mârifetullâh tecellilerine nail olup kâinattaki sırlar kendine ayan olmaya başladığındaki hâlini de "piştim"; zati muhabbette fani oluş hâlini ise "yandım" diye ifade etmiştir.

Mârifetullâha erişebilmek ancak Zat-ı Ulûhiyet’e mutmain bir iman ve ilâhî tecellilere, beşer idrakine sığabilecek ölçüde bir vukûfiyet kesbetmekle mümkündür.
 
Üst Alt