Mehmed Âkif Ersoy’un Kur’ân tercümesi hakkında hatıralar ve hakikatler

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Mehmed Âkif Ersoy’un Kur’ân tercümesi hakkında hatıralar ve hakikatler (I)
Kamil Miras, değerli bir ilim adamı ve mütfekkirdir. Tefsir ve Hadis konusunda olduğu gibi diğer İslâmî ilimlere de vakıf olan mümtaz bir şahsiyettir. Aynı zamanda da millî şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un da yakın dostudur. Tek-parti dönemine en ciddi muhalefet yapan “Türk-İslâm Ansiklopedisi” kadrosu içinde de yer almıştır. Onun ilmi vukufiyeti Babanzade Ahmed Naim’in ömrünün vefa etmemesiyle bitiremeyip üçüncü ciltle bırakmak zorunda kaldığı “Sahih-i Buhari ve Tecrid-i Sarih” adlı meşhur eseri tamamlamasıyla kendini göstermiştir.
İslâmcı Sebilürreşad’ın Cumhuriyet döneminde önde gelen muharrirlerinden de birisi olan Prof. Kamil Miras, çok partili hayata geçiş sürecinde yazdığı bir makalede, Âkif’in Kur’ân tercümesi işini başından sonuna kadar içinde bulunan bir müşahit sıfatıyla hatıralarını nakleder. Dahası, Âkif’in hastalığı esnasında ondan duyduklarını hikâye ederek konuya açıklık getirir. Bununla da yetinmeyen Üstad Miras, Cumhuriyetin ilk dönemindeki Tefsir ve Hadis çalışmalarına değindiği gibi “Hak Dini Kur’ân Dili” adlı tefsiri Elmalılı Hamdi Yazır’ın nasıl telif ettiğine ve Babanzade Ahmed Naim Bey’inSahih-i Buhari’nin tercüme ve izahına nasıl başladığına dair önemli bilgiler de verir. Pek tabii Âkif’in Kur’ân mealiyle ilgili çabalarına ve bu çabanın sonunun ne olduğuna dair verdiği bilgiler ciddi bir içerik taşır. Mehrum Miras, öncelikle makalesinde Cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki Tefsir çalışmalarına temas eder. Şöyle ki:
“...Cumhuriyet devrine kadar bizde matbu iki Kur’ân tercümesi vardı: Tibyan, Mevakib. Tibyan tam bir tercüme değil, tefsir ile karışıktır ve çok eski bir üslûp ile yazılmıştır.Mevakib daha yeni ve daha sade bir kalem eseridir. Sultan Mecid zamanında o devrin tanınmış alim ve ediblerinden Ferruh Efendi tarafından yazılmıştır. Mushaf-ı Şerif kenarında basılmış güzel bir nüshası da vardır.
“Cumhuriyet devrinde bir takım ehliyetsiz kimseler tarafından yanlış ve edebî kıymetten mahrum Kur’ân tercümeleri yazılıp basılmaya başlanmıştı. Bunlar arasında doğrudan Fransızca tercümesinden Türkçeye çevrilenler de vardı. Bu fena cereyanı önlemek ancak halkın eline hatasız ve bugünün edebî üslûbiyle yazılmış bir tercüme vermekle mümkün olabilecekti.”
Kamil Miras, kendi ifadesiyle Tefsir konusunda “fena cereyanı” önlemek için TBMM nezdinde yaptığı girişimleri ise şöyle konu edinir:
“Büyük Millet Meclisi’nin ikinci intihap devresinde -doğup büyüdüğüm Afyon’dan-Mebus seçilerek iştirak ettiğimde Diyanet İşleri bütçesine icap eden tahsisat konularak Kur’ân-ı Kerîm’in mealen tercümesiyle ilmi bir tefsirinin yazılmasını teklif ettim. Bu teklifim Meclis’te ittifakla kabul olundu. Sonra Diyanet Riyaseti bu vazifelere kimlerin memur edilmesi hususunda fikrimi sordu. Tercümenin Âkif, tefsirin de Elmalılı Hamdi merhumlar tarafından yazılmasının muvafık olacağını bildirdim. Meclis’te Sahih-i Buharî’nin tercüme ve izah edilmesine de karar verilmişti. Bu mebrur vazifenin de Babanzade Ahmed Naim Bey tarafından yazılmasının muvafık olacağını söyledim.”
Konuyla ilgili gelişmeleri ve Âkif’in de meali kabul ediş hadisesini Prof. Miras hülâsa etmeye şöyle devam eder:
“Memleketemizde en yüksek ilim ve kalem sahibi olan bu zatlar kabul olunarak bunlara bu vazifelere davete Müşavere Heyeti azasından Ahmed Hamdi Akseki memur edilip İstanbul’a gönderildi. Bu ilmî vazifeler bu zevata tevdi edildi. Fakat Ahmed Hamdi Bey, Âkif’le Ahmed Naim Beylere bu vazifeleri kabul ettirmek için ciddi güçlük çekmişti. Hatta benden de yardım talep etmişti. Gerek Âkif, gerek Ahmed Nâim vazifenin ağırlığından bahisle itiraz ediyorlardı. Bilhassa pehlivan Âkif’in omuzlarına en ağır vazife yükletilmek isteniliyordu. O da Kur’ân’ın icazkâr belâgatine edebî zevkiyle hayran bulunduğu için bu ağırlığı çoktan duymuştu, çekiniyordu. Sonra Kur’ân-ı Mübin’in ihtiva ettiği her sahaya ait hakikatleri onun nazmından anlayabilmek için mânâya delâlet eden nazmın edebî ve lisanî sahalarda bir takım ahval-i hususiyesi vardır ki İslâm hukuk ve medeniyeti Kur’ân nazmından bu ilmî düsturlara riayet ederek iktisap edilmiştir. Bu düsturları usul-i fıkıh denilen ilim ihtiva eder. Buna Kur’ân’ın Hadis ile müşterek bahisleri de vardır ki bunlar da “usul-i hadis” ilminin ihtiva ve mahşerî çoğunluk arz ettiği düsturlardır. Bu usul ve kavaidi bilmeyen kimse için tefsir ve hadis kaynaklarını anlamak mümkün değildir. Bunları hakkıyla anlamadan nazm-i Kur’ân’ın medlûlünü anlamak ve kalemle ifade etmek mümkün değildir. Âkif merhum Cerrahpaşa’da oturduğu sırada bu iki usule dair birer metin okumuştuk. Ayrıca kendisi de mütalâa etmişti. Fakat o, bu ağır vazifeyi kabul etmek için bunu kâfi bulmuyordu...”

Afyon Mebusu ve değerli ilim adamı Kâmil Miras, Cumhuriyetin ilk yıllarında ehliyetsiz kimseler tarafından yanlış ve edebi kıymetten yoksun olan Kur’an tercümelerini izale etmek için Meclis’e “Diyanet İşleri Başkanlığı’na gerekli tahsisatının konularak Kur’an-ı Kerim meal ve tefsiri, Sahih-i Buhari’nin tercüme ve izahının yapılmasına dair yaptığı teklifler kabul olunur. Fakat kendilerine bu görevin deruhte edildiği Mehmet Âkif ve Babanzade Ahmed Naim Beyler bu tekliflere bir türlü sıcak bakmazlar. Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Heyeti Azası Ahmet Hamdi Akseki, teklif sahibi Prof. Kamil Miras’tan yardım ister. Miras, ikna amacıyla Âkif’le görüşür. Uzun görüşmeler ve diğer yakın dostlarının ricası üzerine Âkif görevi kabul eder. Fakat Mısır’a gider ve Türkiye’de siyasi koşuttaki gelişmeler üzerine DİB’le olan mukaveleyi tek taraflı olarak fesheder. Meal ve tefsir Elmalılı Hamdi Efendi tarafından kaleme alınır. Bu gelişmeleri Kamil Miras şöyle özetler:
“... Şu kadar var ki Âkif’e, Elmalılı Hamdi Yazır gibi usulde, füruda ihtisas sahibi bir zatın refakati bir mesnet olacaktı. Hamdi Efendi’nin ilmiyle Âkif’in edebî zevki birleşerek müfessir ile mütercim birbirlerini destekleyeceklerdi. Hamdi Efendi tefsir yazdıkça Âkif’e verecekti. O da tercüme yazacaktı. İşte Âkif tercümeyi bu suretle kabul etti, fakat bir müddet sonra Mısır’a gitti. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Hamdi Akseki İstanbul’a gelmişti. Beni de ziyaret ederek taltif etti. Tefsir yazısının ilerlediğini, fakat Âkif Bey’in tercümeyi göndermediğini hikaye ederek, “Bir mektup yazsanız da tercümeyi gönderse. Biz yazdık, aldırmadı” dedi. Âkif Bey’e, sevdiği Kuşadalı şair Rıza Efendi merhumla müşterek bir mektup yazarak tercümeyi göndermesini rica ettik. Âdeti hilafına bize de cevap vermedi. Nihayet Diyanet İşleri Riyaseti tercümenin yazılmasını da Elmalılı Hamdi Efendiye havale etti ve hepimizin malumu olan tercüme ile tefsir Hamdi Yazır tarafınan yazıldı.”
Âkif, DİB’le yaptığı mukaveleyi feshedip aldığı kaporayı iade etse de, Mısır’da yoğun bir biçimde meal çalışmasını sürdürür. 1932’de Mısır’da kendisini ziyaret eden Eşref Edib, meali okuduğunu ve son derece belağatlı bir çalışma olduğunu söyler. Hatta meali Türkiye’ye getirip basma teklifinde bulunsa da Âkif, tamam olmadığı gerekçesiyle buna rıza göstermez. Nihayet ağır hasta olup vefat edeceğini anlayan Âkif, 1936’da hasretiyle yanıp tutuştuğu ülkesine avdet eder. Kamil Miras, bu geri dönüş hikayesini ve mealin ne olduğuna dair hatırasını şöyle nakleder:
“... Âkif Mısır’dan hasta geldikten sonra Kuşadalı Rıza Efendi merhumla Şişli’deki Şifa Yurdunda ziyaret ettik. İçeri girince, merhum hemen yatağından doğrularak neşe ile karşıladı. Hoş geldiniz, geçmiş olsundan sonra Âkif, Rıza Efendiye, öteden beri mutadı olan “ihtiyarlık” lâtifesiyle söze başlayarak: “Hocam, bizim ihtiyar şair maaşallah hâlâ genç!” diyerek güldü, bizi de güldürdü. Rıza Efendi de:
“Bu sene oldu yaşım tam elli,
Elli olduğu yüzümden belli.”
“Beytiyle sevgili dostunu karşıladı ve kahkahalar tazelendi. Çünkü Rıza Efendinin o sırada yaşı yetmişe merdiven dayamıştı. Bununla beraber üzüm gibi siyah sakalında bir tel beyaz yoktu. İstiklal Marşı Şairi kırk yıllık şiir yoldaşını cevapsız bırakmadı ve irticalen:
“İhtiyarlıkla yüzün saçmada nur
Fakat, Üstad, sakalın şahid-i zor.”
“Beytini söyleyerek mukabele etti. Bana da bu lâtif müşaareyi muhtıra defterime kaydetmek vazifesi düştü. Sonra uzun bir tahassür’ün hararetli musahabesi başladı. Bu sırada Âkif son derece teessür irade eden bir eda ile son mektubumuza cevap veremediğinden itizar ederek Kur’an tercümesiyle iştigalini ve neticesini şöyle anlattı:
“– Cevap yazmadığıma müteessirim, fakat mazurum. Çünkü Kur’an’ı tercüme edemedim. Hayır, tercüme ettim. Hem bir değil, iki kere tercüme ettim. İlk tercümeyi yaptım, hiç beğenmedim. İkinci bir tercüme daha yaptım, onu da bir türlü beğenemedim. Ahmed Naim merhumun Hadis tercümelerinde yaptığı gibi kavis içinde muavin kelimeler kullanarak eksikliğini tamamlamak istedim, bu da olmadı. Bu da Kur’an-ı Kerim’in aslındaki belâgatini bozuyordu. Bazı kelimelerin ve umumi surette edatların mukabillerinin bulunmaması, edebî birer vecize olan bazı cümlelerden olan o kısa âyetlerde müteaddit edatın içtima etmesi tercümeyi imkansız hale koyuyordu. Kur’an’ın tam tercümesindeki imkânsızlık ne benim kusurum, ne de dilimizin. Ben tercüme ile meşgul olurken Farsça ve Fransızca tercümeleri de gördüm. Benim Türkçe tercümem onlardan yüksekti. Fakat bu nisbî yükseklik benim edebi zevkimi tatmin etmiyordu. Kur’an’ın nazmındaki icazkâr belağate baktıkça hayranlığım artıyordu. Tercümemden utanıyordum. Birisi Allah’ın kelâmı idi, öbürü Âkif kulunun tercümesi. Bu vaziyette ben bu tercümeyi İslâm ümmetinin ve Türk milletinin eline nasıl sunabilirdim? Bu cihetle onu Mısır’dan getirmedim. Demir kasa gibi sağlam ve emin bir dostuma bırakıp geldim. Ben sağ kalırsam kısa notlar yazarak noksanları telafiye çalışacağım. Ölürsem, ne yapılacağını o dostum bilir. (Bkz. Kamil Miras, “Kur’an Tercümesi Hakkında Tarihi Hatıralar ve İlmî Hakikatler”, Sebilürreşad, II/38, (Nisan 1949), s.195–196).

 
Üst Alt