Ayyüzlüm
Yeni Üyemiz
Milleti Nasıl Bilirdiniz?
Hayli zamandır “millet” kavramını yanlış anlıyoruz. Böyle olunca da gönül gönüle, omuz omuza vermesi gereken müslümanlar birbirinden ayrışıyor, ırk ve köken davası güdüp kardeşini yabancı görüyor.
Millet İslâmî bir kavramdır ve kesinlikle bugün anlaşıldığı üzere ırkla, ulusla, kavimle ilgili değildir. Cenazelerimizi “Millet-i İbrahim” üzere defneden bizler, o milletin ne olduğunu anlamamız, milliyetçiliğimizi buna göre tashih etmemiz gerekiyor.
Hicretin ikinci yılı... Evs ve Hazrec kabilelerine mensup Ensar’dan müslümanların Medine hurmalıklarında diz dize oturup muhabbet etmeleri Yahudileri çıldırtmaktadır. Yahudiler Medine’deki hakimiyetlerini Evs ve Hazreclilerin çatışmaları üzerine bina etmişlerdir çünkü. Asırlar önce Yemen’den çıkıp farklı zamanlarda Medine’ye yerleşen bu iki akraba kabileyi türlü entrikalarla birbirine düşürmüş, yönetime böylece hakim olmuş, tam bir sömürü düzeni kurmuşlardı.
İslâm onların bu zulüm ve sömürü düzenini bozdu. 120 yıl boyunca birbirleriyle savaşan Evs ve Hazrecliler, İslâm’a girince aralarındaki kan davasını kaldırdılar, kardeş oldular, birliğe ve dirliğe ulaştılar. Halbuki acıları taze sayılırdı daha. En son yedi yıl kadar önce Buas Harbi diye bilinen kanlı çatışmalarda verilen kayıpları iki taraf da hatırlıyordu. Ama güçlü bir iman, aralarındaki nefreti bir çırpıda karşılıklı sevgi ve dayanışmaya çevirmişti.
Şemmas b. Kays isminde yaşlı bir Yahudi, Evs ve Hazrecli müslümanların ülfetinden rahatsız oldu. Son derece kindar, kıskanç ve fitneci bir kâfirdi. “Bunlar böyle birlik içinde olursa Yahudiler artık buralarda barınıp rahat edemez!” diyerek planlar kurdu. Kabileleri yeniden birbirine düşürmek için ağzı iyi laf yapan genç bir Yahudiyi Evs ve Hazreclilerin bir sohbet meclisine gönderdi. O genç, aralarındaki eski husumeti hatırlasınlar diye Buas çatışmalarında tarafların birbirlerine karşı söyledikleri hamasi şiirlerden okumaya koyuldu. Arada şaşırmış veya unutmuş gibi yaparak, “Bu şiir nasıldı, devamı neydi?” diye soruyordu. Plan tutmuş, Evs ve Hazrecliler karşı tarafı aşağılayan, kendilerini öven şiirleri düzelttiklerini sanarak bir atışmaya girdiklerini, birbirlerini incittiklerini fark edememişti bile. Derken ağız dalaşı ve diklenmeler başladı, iş büyüdü. Evs’ten İbni Kayzî, Hazrec’ten İbni Sahr kabilelerini yardıma çağırdı. Toplanıp silahlandılar, vuruşmak üzere Medine’nin dışına Harre meydanına gittiler. Gelişmelerden haberdar olan Rasulullah s.a.v., yanında Muhacir’den bir grup sahabi ile Harre’ye yetişti. Tarafları nasihatle sakinleştirdikten sonra şöylece sitem etti onlara:
– Allah sizi hidayete erdirdikten, İslâm’la şereflendirdikten, cahiliyye işlerinden ayırıp küfürden kurtardıktan, kalplerinizi biribirine ısındırıp birleştirdikten sonra, üstelik ben aranızdayken hâlâ cahiliyye davasıyla ayaklanıyorsunuz ha!
Evs ve Hazrecliler anladılar ki bu şeytanın ve düşmanın hilesidir. Silahlarını bırakıp kucaklaştılar, Hz. Peygamber s.a.v. ile beraber, O’na tabi olmanın huzuruyla Medine’ye döndüler.
Ayetlerle Uyarılmışız
Âl-i İmran suresinin 98 ilâ 120. ayetleri bu hadise üzerine nazil olmuş. Demek ki her müslümanın üzerinde düşünmesi, yaşadığı zamana taşıyıp dersler çıkarması gereken ibretlik bir hadise bu.
Ümmetin birliğini zedeleyen nifak tohumlarının dün olduğu gibi bugün de ekildiğini biliyoruz. Bugün de müslümanlar zaman zaman ölçülerini unutup tepkisel davranışlar sergileyebiliyor. Kur’an, böyle durumlarda müslümanlar olarak nasıl davranmamız gerektiğini kayıt altına aldığına göre, yanlış yapmamızın değil ama yanlışta ısrar etmemizin mazereti yok. Öyleyse gelin bu hadiseyi bugün neredeyse bütün müslüman topluluklarına musallat olan ayrılıkçı yönelişleri çözümlemek adına, ayetlerin ışığında birlikte değerlendirelim:
Âl-i İmran suresinin bu hadiseyle ilgili ayetlerinden, müminlere hitaben gelen 100. ayet, bizi yahudi veya hıristiyanlara uymamamız konusunda ikaz ediyor. Başka problemler gibi tefrikanın da temelinde “kâfirlere uymak, onlara inanıp tabi olmak” var yani. Bu tabi oluş sadece inkârcıların hilelerine kanmaktan ibaret değil. Onların kavramları yahut tasavvurlarıyla düşünüp hareket etmeyi de kapsıyor. Entrikalara alet olmak kadar, İslâm dışı tasavvurlarla hareket etmek de “imandan sonra bizi döndürüp küfre bulaştırabiliyor.”
Takip eden üç ayette ayrılığa düşmemeleri için müslümanlara ne yapmaları gerektiği hatırlatılıyor. “Allah’a tam bir imanla bağlanmak, Allah’tan hakkıyla korkmak, hep birlikte Allah’ın ipine yani Kur’an’a sımsıkı sarılmak” tavsiyesi yanında, aralarındaki düşmanlığı giderip Evs ve Hazrec’i kardeş yapan ilahî ihsanın, İslâm nimetinin kıymetinin bilinmesi isteniyor. Allah’a bağlanmak yahut Kur’an’a sımsıkı sarılmak, kavramlarımızı başkalarının tariflerine göre değil, vahye göre inşa etmek mükellefiyetini de içeriyor.
Bu ikaz ve tavsiyelere rağmen müslümanların yine de tepkisel davranışlardan kaçınamayacağı, tahriklere kapılabileceği, iyilikten yüz çevirip kötülüğe ve şerre meyledebileceği ihtimali hesaba katılarak, 104. ayette bir tedbir daha öneriliyor müminlere:
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.”
Tıpkı Rasul-i Ekrem s.a.v. ile beraberindeki ashabın Harre’de Evs ve Hazrec’i hayra çağırıp yangını söndürdüğü gibi, birileri yanlış yapanları uyarsın isteniyor.
Zor zamanda konuşmak
Tefrika ve çatışmaya yol açan ırkçı duyguların bilendiği, öfkenin kabardığı zor zamanlarda insanları hayra çağırmak; onları sükunete, akl-ı selime, Allah’ın koyduğu ölçülere, vahyin düzelttiği tasavvurlara çağırmaktır. Semerkand Dergisi bunu yapmaya çalışıyor. İyiliğe yöneltme, kötülükten alıkoyma (Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i an’il-münker) farz-ı kifayesini ifa çerçevesinde yanlışlara, zihniyet problemlerine işaret ediyor. Bu yanlışları yapanları başlangıçtaki tercihlerinden dolayı kınayıp suçlamıyor. Onların samimiyetlerini de sorgulamıyor. Biliyor ki bu topraklardaki insanlar en az 150 yıllık bir iman boşluğunun mağdurudur. Batılılaşma adına yürütülen kökünden kopartma, yozlaştırma politikası hemen hepimizi yaralamıştır. Fakat tedavi için artık yaralara dokunmak gerekiyor ve çok zaman acı veriyor bu müdahale.
Müslüman, bir ucu gelip itikadını zedeleyen meselelerde “ben böyle düşünüyorum; düşünceme saygı isterim, dünya görüşüme laf söyletmem” diyemez. Yaşadığı süreç, geçmişte içinde bulunduğu muhit, aldığı eğitim, meşrebi, mesleği, siyasi tercihleri.. ona kendisinin de benimsediği bir kimlik vermiş olabilir. Bu kimlik, müslüman kimliğinin ölçülerini geçersiz kılacak kadar haddi aşar, bütün davranışlarının tek belirleyicisi haline gelirse, artık o kişiyi uyarmak diğer müslümanların boynunun borcudur. Uyarılan müslümanların canını yaksa da böyle müdahalelerin dostluk ve kardeşlik hukukunun icabı olduğu açıktır. Alınıp gücenecek diye, farkında olmadığı sinsi bir tehlike karşısında müslüman kardeşimizi ikaz etmemenin vebali vardır.
Evs ve Hazrec’i müslüman olduktan sonra da çatışmanın eşiğine getiren cahiliyye soy-sopçuluğu hâlâ başımızda bir bela. Fakat artık karşımıza milliyetçilik, nasyonalizm, ulusalcılık gibi kisvelerle çıktığı için onu tanımakta zorluk çekiyor, “bu düpedüz cahiliyye asabiyesidir” diyenleri bühtan etmekle suçluyoruz çok zaman.
Adı ne olursa olsun, bir fert veya toplulukta cahiliyye ırkçılığı varsa eğer, onu tahrik etmek çocuk oyuncağı. Öyleyse kışkırtmalardan, tuzaklardan, ajitasyonlardan ziyade, kalbimizi karartan bu sinsi hastalığı teşhis edip kalbimizden çıkarmakla uğraşmamız gerekiyor.
Cahiliyye asabiyesi
İslâm’dan önceki göçebe Arap topluluklarında birisi bir saldırıya uğradığını düşündüğü zaman, “Yetişin ey falan oğulları!” nidasıyla kendi kabilesini yardıma çağırır, o kabilenin fertleri de hiçbir sorgulama yapmadan derhal imdada koşarak maruz kalınan saldırıya karşılık verirdi. “Asabiye”, bu manzaradaki duyguların toplamından ibaret. Bir topluluğa mensubiyet duygusu, bu mensubiyetin getirdiği dayanışma gayreti, sadakat, muhabbet; saldırının haksızlığına inanmaktan kaynaklanan öfke ve celadet, asabiyede bir arada.
Bunlar aslında fıtrî duygulardır. Tamamen yok edilmesi mümkün de değildir, doğru da değildir. Ancak, ilahî ölçüler çerçevesinde kontrol altında tutulması gerekir. Aksi halde ölçüleri ihlâl eden zulümlere, reaksiyoner davranışlara sebebiyet verebilir. Hadis-i şeriflerde men edildiğimiz asabiye, işte bu ölçüsüz tepkilere, zararla oturtan öfkelere yol açan ortak nefs-i emmaredir ki adına “cahiliyye asabiyesi” denilmiştir.
Cahiliyye asabiyesi, kendi mensubiyetinin diğerlerinden üstün olduğu iddiasındadır. Soy, ırk, renk, cinsiyet, dil gibi, iradî olmayan aidiyet veya niteliklerle övünür. Düşündüğü ve hedeflediği sadece kendi çıkarıdır. Bütün tarafları kuşatıcı bir hukuk anlayışını kabul etmez, haklıyı haksızı ayırmaz. Daha doğrusu hak ve imtiyazlara yalnızca kendini layık görür. Karşı taraf, yok edilmesi yahut etkisiz hale getirilmesi gereken zararlı bir “öteki”dir. En muteber altı hadis külliyatından biri olan Ebu Davud’un Sünen’inde, “Edeb” bölümündeki iki hadis, meseleyi veciz bir şekilde ortaya koyuyor. Birinde “Sizin hayırlınız, (zulme kayarak) günah işlemedikçe aşiretini müdafaa edendir.” buyuruyor Efendimiz s.a.v.; diğerinde, bir sahabinin sorusu üzerine cahiliyye asabiyesini “Zulümde kendi kavmine yardım etmendir.” diye tanımlıyor.
Milliyetçiliğin ‘millet’i
19. yüzyıldan sonra İslâm aleminin yaşadığı parçalanmanın, ümmetin düştüğü tefrikanın önemli bir sebebi, Türkçeye yanlış olarak “milliyetçilik” diye aktardığımız “nasyonalizm”. Cahiliyye asabiyesinin modern versiyonu olan nasyonalizm, Fransız İhtilali’nden sonra, Batı’nın kendi şartlarında elverişli bir çözüm imkanı olarak rağbet görmüş.
Sadece dünyevî bir verimliliği esas alan ve bu uğurda geleneksel bütünlükleri ayrıştırıp daha küçük birimler halinde yeniden düzenlemeyi metod olarak kabul eden modernizmin, şimdilerde modası geçen ulus-devlet dizaynına gerekçe yaptığı bir ideoloji. Vahye sırtını dönerek sabit ayağını kaybettiği için hiçbir meseleyi asla düzgün çizgilerle kuşatamayan modernizmin diğer kavramları gibi bu da kaypak, karmaşık ve belirsiz.
Bizdeki milliyetçilik anlayışlarında görüldüğü üzere, “Kişi kavmini sevmekle kınanmaz” noktasındaki masum ve meşru türünden, kollektif bir nefsaniyetin ateşine odun taşıyanına kadar belki yüzlerce çeşidi var. Bu ayrı bir mesele. Kimsenin milliyetçilik tercihine karışacak da değiliz. Fakat bir müslüman “milliyetçiyim” diyorsa öncelikle bu anlayışın dayandığı millet kavramının ne olduğunu bilmek durumundadır. Milliyetçilik sonuçta bir millet kavramı üzerine kurulduğuna göre “millet” nedir?
Kur’an-ı Kerim, millet “din”dir diyor. Bizim irfanımızda Osmanlı’nın son zamanlarına kadar da topluluk ismi olarak kullanıldığında “bir dine mensup insanlar” anlamı veriliyor millet kelimesine. Halbuki nasyonalizmin dayandığı “nation” veya “ulus”u belki “kavim” kavramıyla karşılayabiliriz. Belki diyoruz, çünkü “ulus” kavim bile değil. Çok zaman devlet eliyle planlanan bir toplum mühendisliğinin, yapay bir inşanın ürünü.
Milliyetçiliğin “millet”ini Kur’an’daki anlamıyla alıyorsak hiçbir problem yok diyeceğiz ama öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Peki, “kişi kavmini sevmekle kınanamayacağına” göre, yaygınlaşmış bir yanlış olarak millet’i “kavim” yerine kullanmakta ne mahzur var? Birçok kelimede böyle anlam kaymaları olabiliyor ve bu çok doğal karşılanıyor.
Kur’an’da “millet” kavramı
Millet, Kur’an-ı Kerim’de “din” ve “şeriat”la eş anlamlı bir kavram olarak geçer. Kök anlamından hareketle yapılan, “Tutulup gidilen yol” veya “Allah tarafından peygamberleri vasıtasıyla yazdırılıp dikte ettirilen esaslar” şeklindeki tarifler, din ve şeriat kavramları için de geçerlidir. Millet, din veya şeriat demektir kısaca. Son devrin meşhur müfessiri Elmalılı Hamdi, din, millet ve şeriatın aynı şeyler olmakla beraber, karşıladıkları inanç sisteminin farklı bir boyutunu öne çıkardığını söyler. Ona göre, “din” itikadî prensipleri ve inanmayı; “şeriat”, inanılan esasların yaşanmasını ifade eder. “Millet” ise bu inanış ve yaşayışın insanları toplayıp birbirine benzettiği ortak zemindir. Başka bir deyişle, insanları bir araya getirip onları inanç, duygu, düşünce, davranış bakımından birbirine benzeten “yol”un, üzerinde ittifak edilen iman ve amel “esaslar”ının adıdır millet.
Demek ki “millet” aslında bir topluluğu veya kavmi değil, o topluluğu bir araya getiren, birbirine benzeten yolu ve yürüyüş tarzını anlatıyor. Eskiler bir dini değil ama o dinin mensubu insanları kastetmek için “ehl-i millet” veya “sahib-i millet” tabirlerini kullanırlardı. Zamanla bu tabirlerdeki “ehil” ve “sahip” kelimeleri düşmüş, millet kelimesi mecazen “ehl-i millet” yerine, yani “bir dinin birbirine benzettiği insan topluluğu” anlamına kullanılır olmuştur.
Bugün Kur’an’a sımsıkı sarılmakla mükellef müminler olarak “millet” dediğimizde “ehl-i millet”i, aralarında din birliği olan bir topluluğu kastediyorsak mesele yok. Din dışındaki başka faktörlerin birbirine benzettiği insan topluluklarına İslâm’da “millet” denmediğini; bunların belki aşiret, kabile, kavim diye adlandırılabileceğini bilelim. Osmanlı’daki “millet sistemi”nin aynı sebeple din esaslı bir belirlemeye dayandığını hatırlayalım.
Millet ve ümmet
Kur’anî anlamda “millet”i topluluk ismi olarak kullandığımızda “ümmet”le örtüştüğünü görürüz. Şu farkla ki ümmet doğrudan doğruya bir topluluk ismi iken, millet, o topluluğu meydana getiren yol ve yürüyüşün ismidir.
Ümmetler tek tek peygamberlere nispet edilirken, milletin Hz. İbrahim a.s.’ın şahsında bütün peygamberlere, bütün ilahî dinlerin müşterek esaslarına nispet edilmesi iki kavram arasındaki başka bir farklılıktır.
Fakat hem İslâmiyet öncesindeki dinlerin tahrife uğraması, hem bu dinlerin aslına uyan bağlılarının kalmaması, hem de İslâm’ın aynı esasları yeniden vaz etmesi sebebiyle bugünün pratiğinde artık Millet-i İbrahim, Ümmet-i Muhammed’den ibarettir. Müslüman, Hz. Muhammed s.a.v.’in ümmetinden, Hz. İbrahim a.s.’ın milletindendir. Bunu söylerken aynı aidiyeti ifade etmiş olur. Dolayısıyla müslüman için ümmet ve millet, birinin varlığı diğerini kabul etmeyen iki karşıt seçenek değildir. Millet olmadan ümmet olmaz.
İthal kavramlarla düşününce
Bu tür anlam kaymaları küfre davetiye çıkaran bir zihniyet kaymasının ifadesi olduğu için masum değil. Millet tasavvurumuzu vahiy yerine Batı sosyolojisinin beşerî ölçülerine, modern cahiliyyenin zanlarına göre inşa etmekle, Âl-i İmran suresinin 100. ayetinde işaret buyurulan tehlikenin tam da kucağına düşüyoruz. Yani “kendilerine kitap verilen (Yahudi veya Hristiyanlardan) bir gruba uymuş” oluyoruz ki akibeti “imandan sonra dönüp küfre saplanmak”tır.
Öte yandan millet tasavvurumuzu böylece tahrif veya imha etmekle “kavmimizi sevmenin ölçüsü”nü de kaybediyoruz. Elbette insan ailesini, aşiretini, cemaatini, kavmini sever. Sevmelidir de... Fakat bu sevgi Kur’anî anlamda millet tasavvurundan yoksunsa eğer, başkalarının aidiyetlerine saygı göstermeyecek, kendi mensubiyetinin itibar ve çıkarı adına diğerlerine zulmetmekten çekinmeyecektir.
Rasul-i Ekrem s.a.v.’in meşru gördüğü kavim sevgisi, meşruiyetini millet şuurundan alır. Önce ehl-i millet olunur, sonra bu çerçeve içinde kavim de sevilir, kabile de... Belirleyici ölçü kavim mensubiyeti değil, millet mensubiyetidir. Millet şuuru yoksa kavim sevgisi kolayca cahiliyye asabiyesine dönüşür.
Millet, milliyetçilik konusunda kafa yoranlar, şuraya kadar söylediklerimizi, modern sosyolojinin yahut toplumbilimin aşina olunan teorileriyle bağdaşmadığını görüp tuhaf karşılayabilir. Böyle bir durumda kendimize şunları sormamız lâzım: İthal kavramlarla düşünmek zorunda mıyız? Batı toplumlarının kendilerine özgü şartlarından devşirilen sosyolojik tespitler neden bizim milletimizi de bağlasın? Toplumbilimin toplumundan bize ne?
Kaldı ki şu söylediklerimiz tarihimizde hayata geçirilmiş hakikatler. Şairin dediği gibi “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz”. Bugünkü hengamede bile insanımız Bosna’nın, Çeçenistan’ın, Filistin’in, Afganistan’ın derdiyle dertleniyor, cebindeki iki kuruşu Pakistan’la, Açe’yle, Somali’yle paylaşıyorsa, bunlar, geçmişte ehl-i millet olmayı başarmanın, ümmet şuurunun eseridir.
Bu duyarlılıklar millet veya ümmet olabilmek için tek devlet çatısı altında, aynı siyasi sınırlar içinde yaşamak gerekmediğini de gösteriyor; millet tasavvurumuzu vahyin belirlediği ölçülerde düzeltirsek, eskiden olduğu gibi yine toplumsal birlik ve bütünlüğü sağlayabileceğimizi de...
Harre meydanında ne işimiz var?
Anlatmaya çalıştığımız şey, dış mihraklar kadar zihinlerimizdeki bulanıklığın da vahdetimize, birlik ve dirliğimize mani olduğudur. Millet veya ümmet üst kimliğinin yerine bir kavim kimliğini ikame edip farklı etnik unsurları onun altına çağıran, çağrısı reddedilince asabileşen kardeşlerimiz var. Bir kavmin adını taşısa da buna kısmen İslâmî terminolojideki milletin fonksiyonunun yüklendiği, dolayısıyla bu üst kimliğe sahip çıkılması gerektiği iddiaları ise pratikle uyuşmuyor. Adı ve geçmişi ne kadar saygın olursa olsun, mukaddesatı reddeden, kullandığı isimle hiçbir ilgisi bulunmayan, devlet zoruyla şahıs fetişizmine çağıran resmî bir üst kimliğin altına hangi müslüman girer? Gerçi bu davete icabet etmeyenlerin saydığımız sebeplerden ziyade cahiliyye asabiyesi ile çekince koydukları da bir vakıa. Hülasa etnik özelliklerin tokuşturulduğu iki taraflı bedevî duruştan sahih bir millet çıkmıyor. İki yanlıştan bir doğru çıktığı vaki değil çünkü.
Bunları söylerken insanımıza haksızlık etmiş olmayalım. Halkımızın çok büyük bir çoğunluğunun inancındaki samimiyetten şüphe etmiyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün müslümanların sıkıntıları karşısında kayıtsız kalmadıklarını da biliyoruz. İyi de Harre Meydanı’nda ne işimiz var o zaman? Neden birbirimizi bu kadar örseleyip incitiyoruz?
Modern cahiliyyenin kavramlarına saplanıp, dinle imanla hiçbir ilgisi olmayan üç beş fasığın peşinde veya karşısında neden ilkel bir asabiyenin davasını güdüyoruz? İslâmiyet gibi en kuşatıcı kimliği kuşandıktan, kardeş olduktan, yakın bir zamanda omuz omuza verip ezanların susmaması için küffarla çarpıştıktan sonra şimdi neden birbirimize tahammül edemiyoruz?
Biz alemlerin efendisi, iki cihan serveri Peygamberimiz s.a.v.’in aramızda olduğuna, katıldığımız kervanın başında yürüdüğüne inanıyoruz. Teklifimiz, O’na tabi olup Medine’ye dönmektir. O’nunla Medine’ye dönmek, cahiliyye ilkelliğinden medeniyete, kabileden millete dönmektir.
O’nunla Medine’ye dönmek, nefsimize ne kadar ağır gelirse gelsin cahiliyye davasından sulh ve selamete dönmektir.
O’nunla Medine’ye dönmek, beşerî vasıfları bize benzemeyen müslüman kardeşlerimizle kucaklaşıp millet olmaktır.
Ali YURTGEZEN
Hayli zamandır “millet” kavramını yanlış anlıyoruz. Böyle olunca da gönül gönüle, omuz omuza vermesi gereken müslümanlar birbirinden ayrışıyor, ırk ve köken davası güdüp kardeşini yabancı görüyor.
Millet İslâmî bir kavramdır ve kesinlikle bugün anlaşıldığı üzere ırkla, ulusla, kavimle ilgili değildir. Cenazelerimizi “Millet-i İbrahim” üzere defneden bizler, o milletin ne olduğunu anlamamız, milliyetçiliğimizi buna göre tashih etmemiz gerekiyor.
Hicretin ikinci yılı... Evs ve Hazrec kabilelerine mensup Ensar’dan müslümanların Medine hurmalıklarında diz dize oturup muhabbet etmeleri Yahudileri çıldırtmaktadır. Yahudiler Medine’deki hakimiyetlerini Evs ve Hazreclilerin çatışmaları üzerine bina etmişlerdir çünkü. Asırlar önce Yemen’den çıkıp farklı zamanlarda Medine’ye yerleşen bu iki akraba kabileyi türlü entrikalarla birbirine düşürmüş, yönetime böylece hakim olmuş, tam bir sömürü düzeni kurmuşlardı.
İslâm onların bu zulüm ve sömürü düzenini bozdu. 120 yıl boyunca birbirleriyle savaşan Evs ve Hazrecliler, İslâm’a girince aralarındaki kan davasını kaldırdılar, kardeş oldular, birliğe ve dirliğe ulaştılar. Halbuki acıları taze sayılırdı daha. En son yedi yıl kadar önce Buas Harbi diye bilinen kanlı çatışmalarda verilen kayıpları iki taraf da hatırlıyordu. Ama güçlü bir iman, aralarındaki nefreti bir çırpıda karşılıklı sevgi ve dayanışmaya çevirmişti.
Şemmas b. Kays isminde yaşlı bir Yahudi, Evs ve Hazrecli müslümanların ülfetinden rahatsız oldu. Son derece kindar, kıskanç ve fitneci bir kâfirdi. “Bunlar böyle birlik içinde olursa Yahudiler artık buralarda barınıp rahat edemez!” diyerek planlar kurdu. Kabileleri yeniden birbirine düşürmek için ağzı iyi laf yapan genç bir Yahudiyi Evs ve Hazreclilerin bir sohbet meclisine gönderdi. O genç, aralarındaki eski husumeti hatırlasınlar diye Buas çatışmalarında tarafların birbirlerine karşı söyledikleri hamasi şiirlerden okumaya koyuldu. Arada şaşırmış veya unutmuş gibi yaparak, “Bu şiir nasıldı, devamı neydi?” diye soruyordu. Plan tutmuş, Evs ve Hazrecliler karşı tarafı aşağılayan, kendilerini öven şiirleri düzelttiklerini sanarak bir atışmaya girdiklerini, birbirlerini incittiklerini fark edememişti bile. Derken ağız dalaşı ve diklenmeler başladı, iş büyüdü. Evs’ten İbni Kayzî, Hazrec’ten İbni Sahr kabilelerini yardıma çağırdı. Toplanıp silahlandılar, vuruşmak üzere Medine’nin dışına Harre meydanına gittiler. Gelişmelerden haberdar olan Rasulullah s.a.v., yanında Muhacir’den bir grup sahabi ile Harre’ye yetişti. Tarafları nasihatle sakinleştirdikten sonra şöylece sitem etti onlara:
– Allah sizi hidayete erdirdikten, İslâm’la şereflendirdikten, cahiliyye işlerinden ayırıp küfürden kurtardıktan, kalplerinizi biribirine ısındırıp birleştirdikten sonra, üstelik ben aranızdayken hâlâ cahiliyye davasıyla ayaklanıyorsunuz ha!
Evs ve Hazrecliler anladılar ki bu şeytanın ve düşmanın hilesidir. Silahlarını bırakıp kucaklaştılar, Hz. Peygamber s.a.v. ile beraber, O’na tabi olmanın huzuruyla Medine’ye döndüler.
Ayetlerle Uyarılmışız
Âl-i İmran suresinin 98 ilâ 120. ayetleri bu hadise üzerine nazil olmuş. Demek ki her müslümanın üzerinde düşünmesi, yaşadığı zamana taşıyıp dersler çıkarması gereken ibretlik bir hadise bu.
Ümmetin birliğini zedeleyen nifak tohumlarının dün olduğu gibi bugün de ekildiğini biliyoruz. Bugün de müslümanlar zaman zaman ölçülerini unutup tepkisel davranışlar sergileyebiliyor. Kur’an, böyle durumlarda müslümanlar olarak nasıl davranmamız gerektiğini kayıt altına aldığına göre, yanlış yapmamızın değil ama yanlışta ısrar etmemizin mazereti yok. Öyleyse gelin bu hadiseyi bugün neredeyse bütün müslüman topluluklarına musallat olan ayrılıkçı yönelişleri çözümlemek adına, ayetlerin ışığında birlikte değerlendirelim:
Âl-i İmran suresinin bu hadiseyle ilgili ayetlerinden, müminlere hitaben gelen 100. ayet, bizi yahudi veya hıristiyanlara uymamamız konusunda ikaz ediyor. Başka problemler gibi tefrikanın da temelinde “kâfirlere uymak, onlara inanıp tabi olmak” var yani. Bu tabi oluş sadece inkârcıların hilelerine kanmaktan ibaret değil. Onların kavramları yahut tasavvurlarıyla düşünüp hareket etmeyi de kapsıyor. Entrikalara alet olmak kadar, İslâm dışı tasavvurlarla hareket etmek de “imandan sonra bizi döndürüp küfre bulaştırabiliyor.”
Takip eden üç ayette ayrılığa düşmemeleri için müslümanlara ne yapmaları gerektiği hatırlatılıyor. “Allah’a tam bir imanla bağlanmak, Allah’tan hakkıyla korkmak, hep birlikte Allah’ın ipine yani Kur’an’a sımsıkı sarılmak” tavsiyesi yanında, aralarındaki düşmanlığı giderip Evs ve Hazrec’i kardeş yapan ilahî ihsanın, İslâm nimetinin kıymetinin bilinmesi isteniyor. Allah’a bağlanmak yahut Kur’an’a sımsıkı sarılmak, kavramlarımızı başkalarının tariflerine göre değil, vahye göre inşa etmek mükellefiyetini de içeriyor.
Bu ikaz ve tavsiyelere rağmen müslümanların yine de tepkisel davranışlardan kaçınamayacağı, tahriklere kapılabileceği, iyilikten yüz çevirip kötülüğe ve şerre meyledebileceği ihtimali hesaba katılarak, 104. ayette bir tedbir daha öneriliyor müminlere:
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.”
Tıpkı Rasul-i Ekrem s.a.v. ile beraberindeki ashabın Harre’de Evs ve Hazrec’i hayra çağırıp yangını söndürdüğü gibi, birileri yanlış yapanları uyarsın isteniyor.
Zor zamanda konuşmak
Tefrika ve çatışmaya yol açan ırkçı duyguların bilendiği, öfkenin kabardığı zor zamanlarda insanları hayra çağırmak; onları sükunete, akl-ı selime, Allah’ın koyduğu ölçülere, vahyin düzelttiği tasavvurlara çağırmaktır. Semerkand Dergisi bunu yapmaya çalışıyor. İyiliğe yöneltme, kötülükten alıkoyma (Emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i an’il-münker) farz-ı kifayesini ifa çerçevesinde yanlışlara, zihniyet problemlerine işaret ediyor. Bu yanlışları yapanları başlangıçtaki tercihlerinden dolayı kınayıp suçlamıyor. Onların samimiyetlerini de sorgulamıyor. Biliyor ki bu topraklardaki insanlar en az 150 yıllık bir iman boşluğunun mağdurudur. Batılılaşma adına yürütülen kökünden kopartma, yozlaştırma politikası hemen hepimizi yaralamıştır. Fakat tedavi için artık yaralara dokunmak gerekiyor ve çok zaman acı veriyor bu müdahale.
Müslüman, bir ucu gelip itikadını zedeleyen meselelerde “ben böyle düşünüyorum; düşünceme saygı isterim, dünya görüşüme laf söyletmem” diyemez. Yaşadığı süreç, geçmişte içinde bulunduğu muhit, aldığı eğitim, meşrebi, mesleği, siyasi tercihleri.. ona kendisinin de benimsediği bir kimlik vermiş olabilir. Bu kimlik, müslüman kimliğinin ölçülerini geçersiz kılacak kadar haddi aşar, bütün davranışlarının tek belirleyicisi haline gelirse, artık o kişiyi uyarmak diğer müslümanların boynunun borcudur. Uyarılan müslümanların canını yaksa da böyle müdahalelerin dostluk ve kardeşlik hukukunun icabı olduğu açıktır. Alınıp gücenecek diye, farkında olmadığı sinsi bir tehlike karşısında müslüman kardeşimizi ikaz etmemenin vebali vardır.
Evs ve Hazrec’i müslüman olduktan sonra da çatışmanın eşiğine getiren cahiliyye soy-sopçuluğu hâlâ başımızda bir bela. Fakat artık karşımıza milliyetçilik, nasyonalizm, ulusalcılık gibi kisvelerle çıktığı için onu tanımakta zorluk çekiyor, “bu düpedüz cahiliyye asabiyesidir” diyenleri bühtan etmekle suçluyoruz çok zaman.
Adı ne olursa olsun, bir fert veya toplulukta cahiliyye ırkçılığı varsa eğer, onu tahrik etmek çocuk oyuncağı. Öyleyse kışkırtmalardan, tuzaklardan, ajitasyonlardan ziyade, kalbimizi karartan bu sinsi hastalığı teşhis edip kalbimizden çıkarmakla uğraşmamız gerekiyor.
Cahiliyye asabiyesi
İslâm’dan önceki göçebe Arap topluluklarında birisi bir saldırıya uğradığını düşündüğü zaman, “Yetişin ey falan oğulları!” nidasıyla kendi kabilesini yardıma çağırır, o kabilenin fertleri de hiçbir sorgulama yapmadan derhal imdada koşarak maruz kalınan saldırıya karşılık verirdi. “Asabiye”, bu manzaradaki duyguların toplamından ibaret. Bir topluluğa mensubiyet duygusu, bu mensubiyetin getirdiği dayanışma gayreti, sadakat, muhabbet; saldırının haksızlığına inanmaktan kaynaklanan öfke ve celadet, asabiyede bir arada.
Bunlar aslında fıtrî duygulardır. Tamamen yok edilmesi mümkün de değildir, doğru da değildir. Ancak, ilahî ölçüler çerçevesinde kontrol altında tutulması gerekir. Aksi halde ölçüleri ihlâl eden zulümlere, reaksiyoner davranışlara sebebiyet verebilir. Hadis-i şeriflerde men edildiğimiz asabiye, işte bu ölçüsüz tepkilere, zararla oturtan öfkelere yol açan ortak nefs-i emmaredir ki adına “cahiliyye asabiyesi” denilmiştir.
Cahiliyye asabiyesi, kendi mensubiyetinin diğerlerinden üstün olduğu iddiasındadır. Soy, ırk, renk, cinsiyet, dil gibi, iradî olmayan aidiyet veya niteliklerle övünür. Düşündüğü ve hedeflediği sadece kendi çıkarıdır. Bütün tarafları kuşatıcı bir hukuk anlayışını kabul etmez, haklıyı haksızı ayırmaz. Daha doğrusu hak ve imtiyazlara yalnızca kendini layık görür. Karşı taraf, yok edilmesi yahut etkisiz hale getirilmesi gereken zararlı bir “öteki”dir. En muteber altı hadis külliyatından biri olan Ebu Davud’un Sünen’inde, “Edeb” bölümündeki iki hadis, meseleyi veciz bir şekilde ortaya koyuyor. Birinde “Sizin hayırlınız, (zulme kayarak) günah işlemedikçe aşiretini müdafaa edendir.” buyuruyor Efendimiz s.a.v.; diğerinde, bir sahabinin sorusu üzerine cahiliyye asabiyesini “Zulümde kendi kavmine yardım etmendir.” diye tanımlıyor.
Milliyetçiliğin ‘millet’i
19. yüzyıldan sonra İslâm aleminin yaşadığı parçalanmanın, ümmetin düştüğü tefrikanın önemli bir sebebi, Türkçeye yanlış olarak “milliyetçilik” diye aktardığımız “nasyonalizm”. Cahiliyye asabiyesinin modern versiyonu olan nasyonalizm, Fransız İhtilali’nden sonra, Batı’nın kendi şartlarında elverişli bir çözüm imkanı olarak rağbet görmüş.
Sadece dünyevî bir verimliliği esas alan ve bu uğurda geleneksel bütünlükleri ayrıştırıp daha küçük birimler halinde yeniden düzenlemeyi metod olarak kabul eden modernizmin, şimdilerde modası geçen ulus-devlet dizaynına gerekçe yaptığı bir ideoloji. Vahye sırtını dönerek sabit ayağını kaybettiği için hiçbir meseleyi asla düzgün çizgilerle kuşatamayan modernizmin diğer kavramları gibi bu da kaypak, karmaşık ve belirsiz.
Bizdeki milliyetçilik anlayışlarında görüldüğü üzere, “Kişi kavmini sevmekle kınanmaz” noktasındaki masum ve meşru türünden, kollektif bir nefsaniyetin ateşine odun taşıyanına kadar belki yüzlerce çeşidi var. Bu ayrı bir mesele. Kimsenin milliyetçilik tercihine karışacak da değiliz. Fakat bir müslüman “milliyetçiyim” diyorsa öncelikle bu anlayışın dayandığı millet kavramının ne olduğunu bilmek durumundadır. Milliyetçilik sonuçta bir millet kavramı üzerine kurulduğuna göre “millet” nedir?
Kur’an-ı Kerim, millet “din”dir diyor. Bizim irfanımızda Osmanlı’nın son zamanlarına kadar da topluluk ismi olarak kullanıldığında “bir dine mensup insanlar” anlamı veriliyor millet kelimesine. Halbuki nasyonalizmin dayandığı “nation” veya “ulus”u belki “kavim” kavramıyla karşılayabiliriz. Belki diyoruz, çünkü “ulus” kavim bile değil. Çok zaman devlet eliyle planlanan bir toplum mühendisliğinin, yapay bir inşanın ürünü.
Milliyetçiliğin “millet”ini Kur’an’daki anlamıyla alıyorsak hiçbir problem yok diyeceğiz ama öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Peki, “kişi kavmini sevmekle kınanamayacağına” göre, yaygınlaşmış bir yanlış olarak millet’i “kavim” yerine kullanmakta ne mahzur var? Birçok kelimede böyle anlam kaymaları olabiliyor ve bu çok doğal karşılanıyor.
Kur’an’da “millet” kavramı
Millet, Kur’an-ı Kerim’de “din” ve “şeriat”la eş anlamlı bir kavram olarak geçer. Kök anlamından hareketle yapılan, “Tutulup gidilen yol” veya “Allah tarafından peygamberleri vasıtasıyla yazdırılıp dikte ettirilen esaslar” şeklindeki tarifler, din ve şeriat kavramları için de geçerlidir. Millet, din veya şeriat demektir kısaca. Son devrin meşhur müfessiri Elmalılı Hamdi, din, millet ve şeriatın aynı şeyler olmakla beraber, karşıladıkları inanç sisteminin farklı bir boyutunu öne çıkardığını söyler. Ona göre, “din” itikadî prensipleri ve inanmayı; “şeriat”, inanılan esasların yaşanmasını ifade eder. “Millet” ise bu inanış ve yaşayışın insanları toplayıp birbirine benzettiği ortak zemindir. Başka bir deyişle, insanları bir araya getirip onları inanç, duygu, düşünce, davranış bakımından birbirine benzeten “yol”un, üzerinde ittifak edilen iman ve amel “esaslar”ının adıdır millet.
Demek ki “millet” aslında bir topluluğu veya kavmi değil, o topluluğu bir araya getiren, birbirine benzeten yolu ve yürüyüş tarzını anlatıyor. Eskiler bir dini değil ama o dinin mensubu insanları kastetmek için “ehl-i millet” veya “sahib-i millet” tabirlerini kullanırlardı. Zamanla bu tabirlerdeki “ehil” ve “sahip” kelimeleri düşmüş, millet kelimesi mecazen “ehl-i millet” yerine, yani “bir dinin birbirine benzettiği insan topluluğu” anlamına kullanılır olmuştur.
Bugün Kur’an’a sımsıkı sarılmakla mükellef müminler olarak “millet” dediğimizde “ehl-i millet”i, aralarında din birliği olan bir topluluğu kastediyorsak mesele yok. Din dışındaki başka faktörlerin birbirine benzettiği insan topluluklarına İslâm’da “millet” denmediğini; bunların belki aşiret, kabile, kavim diye adlandırılabileceğini bilelim. Osmanlı’daki “millet sistemi”nin aynı sebeple din esaslı bir belirlemeye dayandığını hatırlayalım.
Millet ve ümmet
Kur’anî anlamda “millet”i topluluk ismi olarak kullandığımızda “ümmet”le örtüştüğünü görürüz. Şu farkla ki ümmet doğrudan doğruya bir topluluk ismi iken, millet, o topluluğu meydana getiren yol ve yürüyüşün ismidir.
Ümmetler tek tek peygamberlere nispet edilirken, milletin Hz. İbrahim a.s.’ın şahsında bütün peygamberlere, bütün ilahî dinlerin müşterek esaslarına nispet edilmesi iki kavram arasındaki başka bir farklılıktır.
Fakat hem İslâmiyet öncesindeki dinlerin tahrife uğraması, hem bu dinlerin aslına uyan bağlılarının kalmaması, hem de İslâm’ın aynı esasları yeniden vaz etmesi sebebiyle bugünün pratiğinde artık Millet-i İbrahim, Ümmet-i Muhammed’den ibarettir. Müslüman, Hz. Muhammed s.a.v.’in ümmetinden, Hz. İbrahim a.s.’ın milletindendir. Bunu söylerken aynı aidiyeti ifade etmiş olur. Dolayısıyla müslüman için ümmet ve millet, birinin varlığı diğerini kabul etmeyen iki karşıt seçenek değildir. Millet olmadan ümmet olmaz.
İthal kavramlarla düşününce
Bu tür anlam kaymaları küfre davetiye çıkaran bir zihniyet kaymasının ifadesi olduğu için masum değil. Millet tasavvurumuzu vahiy yerine Batı sosyolojisinin beşerî ölçülerine, modern cahiliyyenin zanlarına göre inşa etmekle, Âl-i İmran suresinin 100. ayetinde işaret buyurulan tehlikenin tam da kucağına düşüyoruz. Yani “kendilerine kitap verilen (Yahudi veya Hristiyanlardan) bir gruba uymuş” oluyoruz ki akibeti “imandan sonra dönüp küfre saplanmak”tır.
Öte yandan millet tasavvurumuzu böylece tahrif veya imha etmekle “kavmimizi sevmenin ölçüsü”nü de kaybediyoruz. Elbette insan ailesini, aşiretini, cemaatini, kavmini sever. Sevmelidir de... Fakat bu sevgi Kur’anî anlamda millet tasavvurundan yoksunsa eğer, başkalarının aidiyetlerine saygı göstermeyecek, kendi mensubiyetinin itibar ve çıkarı adına diğerlerine zulmetmekten çekinmeyecektir.
Rasul-i Ekrem s.a.v.’in meşru gördüğü kavim sevgisi, meşruiyetini millet şuurundan alır. Önce ehl-i millet olunur, sonra bu çerçeve içinde kavim de sevilir, kabile de... Belirleyici ölçü kavim mensubiyeti değil, millet mensubiyetidir. Millet şuuru yoksa kavim sevgisi kolayca cahiliyye asabiyesine dönüşür.
Millet, milliyetçilik konusunda kafa yoranlar, şuraya kadar söylediklerimizi, modern sosyolojinin yahut toplumbilimin aşina olunan teorileriyle bağdaşmadığını görüp tuhaf karşılayabilir. Böyle bir durumda kendimize şunları sormamız lâzım: İthal kavramlarla düşünmek zorunda mıyız? Batı toplumlarının kendilerine özgü şartlarından devşirilen sosyolojik tespitler neden bizim milletimizi de bağlasın? Toplumbilimin toplumundan bize ne?
Kaldı ki şu söylediklerimiz tarihimizde hayata geçirilmiş hakikatler. Şairin dediği gibi “Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz”. Bugünkü hengamede bile insanımız Bosna’nın, Çeçenistan’ın, Filistin’in, Afganistan’ın derdiyle dertleniyor, cebindeki iki kuruşu Pakistan’la, Açe’yle, Somali’yle paylaşıyorsa, bunlar, geçmişte ehl-i millet olmayı başarmanın, ümmet şuurunun eseridir.
Bu duyarlılıklar millet veya ümmet olabilmek için tek devlet çatısı altında, aynı siyasi sınırlar içinde yaşamak gerekmediğini de gösteriyor; millet tasavvurumuzu vahyin belirlediği ölçülerde düzeltirsek, eskiden olduğu gibi yine toplumsal birlik ve bütünlüğü sağlayabileceğimizi de...
Harre meydanında ne işimiz var?
Anlatmaya çalıştığımız şey, dış mihraklar kadar zihinlerimizdeki bulanıklığın da vahdetimize, birlik ve dirliğimize mani olduğudur. Millet veya ümmet üst kimliğinin yerine bir kavim kimliğini ikame edip farklı etnik unsurları onun altına çağıran, çağrısı reddedilince asabileşen kardeşlerimiz var. Bir kavmin adını taşısa da buna kısmen İslâmî terminolojideki milletin fonksiyonunun yüklendiği, dolayısıyla bu üst kimliğe sahip çıkılması gerektiği iddiaları ise pratikle uyuşmuyor. Adı ve geçmişi ne kadar saygın olursa olsun, mukaddesatı reddeden, kullandığı isimle hiçbir ilgisi bulunmayan, devlet zoruyla şahıs fetişizmine çağıran resmî bir üst kimliğin altına hangi müslüman girer? Gerçi bu davete icabet etmeyenlerin saydığımız sebeplerden ziyade cahiliyye asabiyesi ile çekince koydukları da bir vakıa. Hülasa etnik özelliklerin tokuşturulduğu iki taraflı bedevî duruştan sahih bir millet çıkmıyor. İki yanlıştan bir doğru çıktığı vaki değil çünkü.
Bunları söylerken insanımıza haksızlık etmiş olmayalım. Halkımızın çok büyük bir çoğunluğunun inancındaki samimiyetten şüphe etmiyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün müslümanların sıkıntıları karşısında kayıtsız kalmadıklarını da biliyoruz. İyi de Harre Meydanı’nda ne işimiz var o zaman? Neden birbirimizi bu kadar örseleyip incitiyoruz?
Modern cahiliyyenin kavramlarına saplanıp, dinle imanla hiçbir ilgisi olmayan üç beş fasığın peşinde veya karşısında neden ilkel bir asabiyenin davasını güdüyoruz? İslâmiyet gibi en kuşatıcı kimliği kuşandıktan, kardeş olduktan, yakın bir zamanda omuz omuza verip ezanların susmaması için küffarla çarpıştıktan sonra şimdi neden birbirimize tahammül edemiyoruz?
Biz alemlerin efendisi, iki cihan serveri Peygamberimiz s.a.v.’in aramızda olduğuna, katıldığımız kervanın başında yürüdüğüne inanıyoruz. Teklifimiz, O’na tabi olup Medine’ye dönmektir. O’nunla Medine’ye dönmek, cahiliyye ilkelliğinden medeniyete, kabileden millete dönmektir.
O’nunla Medine’ye dönmek, nefsimize ne kadar ağır gelirse gelsin cahiliyye davasından sulh ve selamete dönmektir.
O’nunla Medine’ye dönmek, beşerî vasıfları bize benzemeyen müslüman kardeşlerimizle kucaklaşıp millet olmaktır.
Ali YURTGEZEN