MURATS44
Özel Üye
Osmanlı modernleşmesi tam olarak nedir? Modernleşme hareketleri neye dayanır, bu modernleşme mefhumu salt Batı taklitçiliği midir, Japon yahut Rus modernleşmesi bizim için model oluşturabilir mi, oluşturmalı mıdır?Lale Devri olarak isimlendirilen devir Batıyı sadece kasırlar, eğlence, çırağan sefaları olarak algılamak mıydı? Aksine bilinçli bir yenileşmeden, revizyondan mı söz etmemiz gerekir? Soruları uzatmak mümkün. Ancak bunlara sağlıklı cevaplar verebilmek hiç de o kadar basit değil.Osmanlı modernleşmesini ele almak için nereye kadar gitmeliyiz? III. Selim ya da II. Mahmud’a değil, III. Ahmed saltanatına, 18. asrın başına gitmeliyiz. Bu devirde vezaret-i uzma makamını işgal etmiş Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın hayatını, faaliyetlerini incelemek modernleşme mefhumunu daha açık biçimde anlamamız için elzemdir.
Damad İbrahim Paşa daha çok içtimaî ve malî meselelerle uğraşmak istiyor, uzun yıllardan beri yenilgiyle biten savaşları unutturacak bir barış dönemini özlüyordu. Böylece ilk iş olarak Avusturya ile savaşa son verilerek 1718′de Pasarofça Antlaşması imzalandı.İmar işlerine önem verdi, bazı tasarruf tedbirleri aldı. Ancak ülkenin sosyal sefaletini önleyecek ciddi tedbirler almak yerine daha çok zevk ve sefahat vesilesi olarak imar işine önem veren Paşa, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris’ten dönüşünde sunduğu sefâretnâmesinin de tesiri altında kalıp Fransa’dan getirtilen saray ve bahçe planlarına göre İstanbul’un çeşitli mevsirelerinde inşaata girişti; bilhassa Kâğıthane’yi Versailles ve Fontainebleau‘ya benzetmek için uğraştı.
Bir taraftan siyasî olayların getirdiği sonuçlar, diğer taraftan iktisadî ve içtimaî meseleler, Damad İbrahim Paşa’nın günden güne yıldızının sönmesine sebep oldu.Sonunda İbrahim Paşa, Patrona Halil İsyanı adı verilen olayın içine sürüklendi. 1730′da patlak veren, bir bakıma halk ayaklanması sayılabilecek olaylar sonucunda III. Ahmed çok sevdiği damadı İbrahim Paşa ile onun damatlarını feda etmek mecburiyetinde kaldı. 1 Ekim 1730 sabahı sarayda öldürülen İbrahim Paşa’nın cesedi damatlarının cesetleriyle birlikte âsilere teslim edildi.İbrahim Paşa’nın cesedi İstanbul sokaklarında dolaştırılarak çeşitli hakaretlerden sonra paraçalanmış bir halde Sultanahmet Meydanı’nda III. Ahmed Çeşmesi civarına terk edildi. İbrahim Paşa’nın bu acınacak sonuna destanlar bile yazıldı:
Hayat hikayesine baktığımızda İbrahim Paşa’nın iyi bir siyasetçi olduğunu anlıyoruz. Kendisine birkaç defa sadrazamlık teklifi yapılmış, lakin ortamı müsait bulmadığından kabul etmemiştir. Daha sonra ise bu teklifi kabul ettiği görülüyor. Ayrıca o, imparatorluğun içinde olduğu ekonomik, askeri ve siyasi buhranın -bir nebze de olsa- farkında ydı. O sebeple sadrazam olunca savaşı devam ettirme taraftarı olmamış, bir barış yapılması için gerekli şartları sağlamaya çalışmıştır.Onu sadece kasırlar inşa ettirmiş, laleler diktirmiş, zevk ve sefahat âlemlerine dalmış bir şahıs olarak tasvir eden kaynaklar vardır. Kısmen de doğrudur.
Biraz israfı oldu diye İbrahim Paşa hakkında dedikodu yapılıyor. Problem şu ki; bu ‘yaptı’ lafı geniş zamana teşmil ediliyor, ‘yapılıyordu’ oluyor. Mesela vakanüvis diyor ki “Kuklacı Mustafa vardı. Birtakım şabıemret oğlanlarını kadın kılığına sokup milletin haremine, köşklere soktu, kadın çengi oldu. Sonunda rezalet anlaşılınca skandal çıktı, boşanmalar arttı”. Bu ‘oldu’ denen şeye oluyordu denirse yaşam tarzı için yanlış bilgi edinilir. Bu, bir kere olmuş ki kaç kişiyi kapsadığı ise belli değil.Keza tarihçi Şemdanizade’ye göre,
“Mirasyedi meşrep, gece ve gündüz zevk ve sürur icad edip halkı aldatacak şeyler lazımdır deyü bayramlarda meydanlara dönmedolaplar, beşikler, atlıkarıncalar, salıncaklar kurdurup erkeklerle kadınları karışık salıncağa bindiren, hubbaz yiğitlere kadınları kucaklattıran, hoş-sada şarkılar söylettiren”; dahası Zülali Hasan Efendi’nin fingirdek hanımının göğsüne çil altınlar sokuşturan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa bu nezahetin tadını kaçırmıştır.”
Damad İbrahim Paşa şüphesiz birtakım yeniliklere önayak olmuştur, ama onu da yenileşmenin tüm şubelerinin nüvesi saymak doğru değildir. Nitekim Tanpınar’ın da belirttiği gibi o “ne bir yenileşme programını hazırlayabilecek kadar iradeli bir şahsiyetti, ne de devri buna müsaitti”.
Bu itibarla batı ile bu ilk temas daha ziyade zevk ve sanat sahasında eser verir. Nasıl, Yirmisekiz çelebi sefaret heyetinin ve İstanbul’a gelen Madam Montagu gibi bazı seyyahların batıda bize uyandırdığı alaka yavaş yavaş Avrupa merkezlerinde Frenklerin “Turquerie” dedikleri bize ait bir zevk, giyim-kuşam, dekor ve zarafet modasını tesis ederse, İstanbul’da vezir Damad İbrahim Paşa’nın etrafında da ecnebi temasların verdiği yeni ve mukabil bir zevk oluşmaya başlar.Paşa’nın devrine baktığımızda, artık bazı şeylerin değiştiğini, yenileşme yolunda adımlar atıldığını müşahede ediyoruz. Nedir bunlar? Lale Devri’nin yeni bir kurum oluşturma açısından en çarpıcı başarısı, matbaanın kurulmasıydı. Matbuat on sekizinci yüzyıl başında Türkler için yabancı bir şey değildi. Tabii ki ilk matbaa Müteferrika matbaasından yaklaşık bir asır evvel kurulmuş ve bazı kitaplar da basılmıştır; ancak harfleri hakkıyla tanzim edilemediğinden devam ettirilememiştir. Düzenli çalışır halde ilk resmî matbaa, III. Ahmed devrinde Damad İbrahim Paşa’nın teşvikleriyle kurulmuştur.
Buna paralel olarak çeşitli tercümeler yapıldığını görüyoruz. Bunlar arasında İbn Haldun’un tarih bilimsel incelemesi Mukaddime, İbn Hallikan’ın biyografik eseri Vefayat’ın muhtasar bir versiyonu, Timur’un Tarih-i Timurlenk isimli biyografisi ve şair Nedim tarafından tercüme edilen ve en bilindik adıyla Müneccimbaşı tarihi denilen Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin dünya tarihi vardı. Ayrıca İbrahim Paşa tarafından Fransa’ya ilk daimi elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin görüşlerini sunduğu rapor da sathî olmasına rağmen önemlidir.
Bunlar gösteriyor ki; Türkler, siyasi olarak elçiler göndererek ve dünyevi olarak tarihi inceleyerek bilinçli bir biçimde o dünyanın içindeki kendi yerlerini tanımlamaya çalışıyorlardı.Damad İbrahim Paşa’nın sadrazamlık makamında bulunduğu devir Osmanlı için bir kabuk değiştirmenin başlangıcını ifade eder. Biz bunu minyatürde Levni’de, şiir ve edebiyat anlayışında Nedim’de, verdiği fetvalar ile yeniliklere bakış açısında Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi’de açık şekilde görürüz.Değişim normaldir, olağandır, hatta gereklidir. Osmanlı bir durağanlık içinde zaten değildi. Kuruluşundan yarım asır sonra Avrupa topraklarında sağlam bir biçimde ilerlemeye başlamış, Viyana önlerine kadar giderek Avrupa’nın içine yerleşmiştir.
Farklı din, dil, mezhep ve ırktan insanların barış içinde yaşamalarını sağlamıştır. Buna Pax Ottomana diyoruz. Pax Ottomana, Osmanlı’daki değişimi gösterir. Nasıl bir değişimdir bu? Fütuhat ile elde edilen yeni yerlerin, katı bir politika ile değil, oranın eski durumunu da göz önünde bulundurarak, oraya has bir yönetimin, vergilendirmenin yapılmasıydı bu değişim. Açıkçası yeknesaklık hüküm sürmemekteydi.Ancak, klasik dönemdeki referanslar ile Lale Devri’ndeki referanslar artık değişmeye başlamıştır. Sesli olarak ifade edilmemiş olsa da “Kanun-ı Kadim”den “Nizam-ı Cedid”e bir yöneliş vardır. Bunun adı henüz bu şekilde konulmamıştır ama bunun habercisi olmuştur.
İşte burada bilmemiz gereken bir şey var: Maalesef 18. asrı Türk insanı iyi etüd edip tam anlamadığı içindir ki 19. asırdaki değişmeyi emperyalist bir dayatma olarak değerlendirdi. Tıpkı dünyanın çeşitli ülkelerinin 19. Yüzyılda kolonyal istilayla değişmeye zorlanması gibi bir Osmanlı Devleti tarihi yazıldı.Hissi tarihlerdir, ciddi tahlillerden uzaktır bunların ekserisi. Çünkü, biz 18. Asrı bilemedik. İmparatorluğun 16. Asrı muhteşem oluşundan, 19. Asrı hem bize daha yakın ve hem de çöküş asrı olduğundan bu asırlar üzerine epeyce çalışma yapıldı/yapılıyor.
Ama 17 ve 18. Asırlar için bunu söyleyemiyoruz. 18. Yüzyılın dünyasında Osmanlı İmparatorluğu, değişen gelişen toplumlarla kavga etmek, direnmek zorunda olan bir toplumdur. Fransız İhtilali’nden önceki dünya yoktur artık karşılarında. Bu çok önemlidir ve bunu anlamıştır. Bunun adını da “Islahat” olarak koymuştur. Bu kelime 18. Yüzyıla ait bir kelimedir. Bu ıslahatı durgunluk içinde bir değişme olarak görüyor ama değildir. İnkılap lafını kullanmıyor, öyle bir durum yok zira ortalıkta. İhtilal Osmanlı için zaten kelime anlamıyla karışıklık fitne demek..
…Eski adı Muşkara olan Nevşehir’de tahminen 1073′te (1662) dünyaya geldi. İş bulmak için İstanbul’a geldi ve bir akrabasının yardımıyla 1689’da evvela sarayın Helvacılar ve daha sonra Baltacılar Ocağına girdi. Zamanla yükseldi.…Birçok defa vezirlik teklifi aldığı halde kabul etmedi. Padişaha olan yakınlığını çekemeyenlerin çabaları sonucunda malları müsadere ettirilip saraydan uzaklaştırıldı. Birkaç yıl sonra tekrar İstanbul’a gelmeye muvaffak oldu.
Sultan III. Ahmed bundan sonra İbrahim Efendi’yi yanından ayırmadı. Kendisini süratle terfi ettirdi. Sadrazam Şehid Ali Paşadan dul kalan kızı Fatma Sultan ile dünya evine soktu. Böylece İbrahim Paşa dâmâd-ı şehriyârî oldu.…
Avusturya ve Venedik ile savaşa son verecek mütarekenin görüşülmesi sırasında III. Ahmed’in ısrarı üzerine sadrazamlık teklifini kabul etti. III. Ahmed, diğer sadrazamlardan farklı olarak damadına kendi kullandığı tuğralı zümrüt mührü “mühr-i hümâyun” olarak vermişti.
Nevşehirli Reformları
Damad İbrahim Paşa daha çok içtimaî ve malî meselelerle uğraşmak istiyor, uzun yıllardan beri yenilgiyle biten savaşları unutturacak bir barış dönemini özlüyordu. Böylece ilk iş olarak Avusturya ile savaşa son verilerek 1718′de Pasarofça Antlaşması imzalandı.İmar işlerine önem verdi, bazı tasarruf tedbirleri aldı. Ancak ülkenin sosyal sefaletini önleyecek ciddi tedbirler almak yerine daha çok zevk ve sefahat vesilesi olarak imar işine önem veren Paşa, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris’ten dönüşünde sunduğu sefâretnâmesinin de tesiri altında kalıp Fransa’dan getirtilen saray ve bahçe planlarına göre İstanbul’un çeşitli mevsirelerinde inşaata girişti; bilhassa Kâğıthane’yi Versailles ve Fontainebleau‘ya benzetmek için uğraştı.
Patrona’nın Patlattığı İsyan
Bir taraftan siyasî olayların getirdiği sonuçlar, diğer taraftan iktisadî ve içtimaî meseleler, Damad İbrahim Paşa’nın günden güne yıldızının sönmesine sebep oldu.Sonunda İbrahim Paşa, Patrona Halil İsyanı adı verilen olayın içine sürüklendi. 1730′da patlak veren, bir bakıma halk ayaklanması sayılabilecek olaylar sonucunda III. Ahmed çok sevdiği damadı İbrahim Paşa ile onun damatlarını feda etmek mecburiyetinde kaldı. 1 Ekim 1730 sabahı sarayda öldürülen İbrahim Paşa’nın cesedi damatlarının cesetleriyle birlikte âsilere teslim edildi.İbrahim Paşa’nın cesedi İstanbul sokaklarında dolaştırılarak çeşitli hakaretlerden sonra paraçalanmış bir halde Sultanahmet Meydanı’nda III. Ahmed Çeşmesi civarına terk edildi. İbrahim Paşa’nın bu acınacak sonuna destanlar bile yazıldı:
Perşembe gün koptu büyük kıyamet Otaklarım cümle oldu harabe Leşimi çıkardı bilin araba Uryan Oldup kaldığıma yanarım | Varın söylen oğlum giysin karayı, Çırağlarım gitsin beni arayı Harâb olsun üsküdarın sarayı Düşmanlara kaldığıma ağlarım | İmdad edin bana kırklar yediler İbrahim Paşa’ya “maktûl” dediler Leşimi cümle köpekler yediler Namazınmın kılınmadığına ağlarım |
On üç yıldır bende ettim vezaret Bunca evkaaf yaptım ettim akaaret Lâyık mıdır bana bunca hakaaret Hakaaretle öldüğüme ağlarım | Yaşa Sultan Mahmud tahtında yaşa Fermanın yürüsün dağ ile taşa Öksüz kaldı oğlum Mehmmed Paşa Anın yetim kaldığına ağlarım |
Nizâm-ı Kadimden Nizâm-ı Cedid’e Doğru
Hayat hikayesine baktığımızda İbrahim Paşa’nın iyi bir siyasetçi olduğunu anlıyoruz. Kendisine birkaç defa sadrazamlık teklifi yapılmış, lakin ortamı müsait bulmadığından kabul etmemiştir. Daha sonra ise bu teklifi kabul ettiği görülüyor. Ayrıca o, imparatorluğun içinde olduğu ekonomik, askeri ve siyasi buhranın -bir nebze de olsa- farkında ydı. O sebeple sadrazam olunca savaşı devam ettirme taraftarı olmamış, bir barış yapılması için gerekli şartları sağlamaya çalışmıştır.Onu sadece kasırlar inşa ettirmiş, laleler diktirmiş, zevk ve sefahat âlemlerine dalmış bir şahıs olarak tasvir eden kaynaklar vardır. Kısmen de doğrudur.
Biraz israfı oldu diye İbrahim Paşa hakkında dedikodu yapılıyor. Problem şu ki; bu ‘yaptı’ lafı geniş zamana teşmil ediliyor, ‘yapılıyordu’ oluyor. Mesela vakanüvis diyor ki “Kuklacı Mustafa vardı. Birtakım şabıemret oğlanlarını kadın kılığına sokup milletin haremine, köşklere soktu, kadın çengi oldu. Sonunda rezalet anlaşılınca skandal çıktı, boşanmalar arttı”. Bu ‘oldu’ denen şeye oluyordu denirse yaşam tarzı için yanlış bilgi edinilir. Bu, bir kere olmuş ki kaç kişiyi kapsadığı ise belli değil.Keza tarihçi Şemdanizade’ye göre,
“Mirasyedi meşrep, gece ve gündüz zevk ve sürur icad edip halkı aldatacak şeyler lazımdır deyü bayramlarda meydanlara dönmedolaplar, beşikler, atlıkarıncalar, salıncaklar kurdurup erkeklerle kadınları karışık salıncağa bindiren, hubbaz yiğitlere kadınları kucaklattıran, hoş-sada şarkılar söylettiren”; dahası Zülali Hasan Efendi’nin fingirdek hanımının göğsüne çil altınlar sokuşturan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa bu nezahetin tadını kaçırmıştır.”
Damad İbrahim Paşa şüphesiz birtakım yeniliklere önayak olmuştur, ama onu da yenileşmenin tüm şubelerinin nüvesi saymak doğru değildir. Nitekim Tanpınar’ın da belirttiği gibi o “ne bir yenileşme programını hazırlayabilecek kadar iradeli bir şahsiyetti, ne de devri buna müsaitti”.
Bu itibarla batı ile bu ilk temas daha ziyade zevk ve sanat sahasında eser verir. Nasıl, Yirmisekiz çelebi sefaret heyetinin ve İstanbul’a gelen Madam Montagu gibi bazı seyyahların batıda bize uyandırdığı alaka yavaş yavaş Avrupa merkezlerinde Frenklerin “Turquerie” dedikleri bize ait bir zevk, giyim-kuşam, dekor ve zarafet modasını tesis ederse, İstanbul’da vezir Damad İbrahim Paşa’nın etrafında da ecnebi temasların verdiği yeni ve mukabil bir zevk oluşmaya başlar.Paşa’nın devrine baktığımızda, artık bazı şeylerin değiştiğini, yenileşme yolunda adımlar atıldığını müşahede ediyoruz. Nedir bunlar? Lale Devri’nin yeni bir kurum oluşturma açısından en çarpıcı başarısı, matbaanın kurulmasıydı. Matbuat on sekizinci yüzyıl başında Türkler için yabancı bir şey değildi. Tabii ki ilk matbaa Müteferrika matbaasından yaklaşık bir asır evvel kurulmuş ve bazı kitaplar da basılmıştır; ancak harfleri hakkıyla tanzim edilemediğinden devam ettirilememiştir. Düzenli çalışır halde ilk resmî matbaa, III. Ahmed devrinde Damad İbrahim Paşa’nın teşvikleriyle kurulmuştur.
Buna paralel olarak çeşitli tercümeler yapıldığını görüyoruz. Bunlar arasında İbn Haldun’un tarih bilimsel incelemesi Mukaddime, İbn Hallikan’ın biyografik eseri Vefayat’ın muhtasar bir versiyonu, Timur’un Tarih-i Timurlenk isimli biyografisi ve şair Nedim tarafından tercüme edilen ve en bilindik adıyla Müneccimbaşı tarihi denilen Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin dünya tarihi vardı. Ayrıca İbrahim Paşa tarafından Fransa’ya ilk daimi elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin görüşlerini sunduğu rapor da sathî olmasına rağmen önemlidir.
Bunlar gösteriyor ki; Türkler, siyasi olarak elçiler göndererek ve dünyevi olarak tarihi inceleyerek bilinçli bir biçimde o dünyanın içindeki kendi yerlerini tanımlamaya çalışıyorlardı.Damad İbrahim Paşa’nın sadrazamlık makamında bulunduğu devir Osmanlı için bir kabuk değiştirmenin başlangıcını ifade eder. Biz bunu minyatürde Levni’de, şiir ve edebiyat anlayışında Nedim’de, verdiği fetvalar ile yeniliklere bakış açısında Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi’de açık şekilde görürüz.Değişim normaldir, olağandır, hatta gereklidir. Osmanlı bir durağanlık içinde zaten değildi. Kuruluşundan yarım asır sonra Avrupa topraklarında sağlam bir biçimde ilerlemeye başlamış, Viyana önlerine kadar giderek Avrupa’nın içine yerleşmiştir.
Farklı din, dil, mezhep ve ırktan insanların barış içinde yaşamalarını sağlamıştır. Buna Pax Ottomana diyoruz. Pax Ottomana, Osmanlı’daki değişimi gösterir. Nasıl bir değişimdir bu? Fütuhat ile elde edilen yeni yerlerin, katı bir politika ile değil, oranın eski durumunu da göz önünde bulundurarak, oraya has bir yönetimin, vergilendirmenin yapılmasıydı bu değişim. Açıkçası yeknesaklık hüküm sürmemekteydi.Ancak, klasik dönemdeki referanslar ile Lale Devri’ndeki referanslar artık değişmeye başlamıştır. Sesli olarak ifade edilmemiş olsa da “Kanun-ı Kadim”den “Nizam-ı Cedid”e bir yöneliş vardır. Bunun adı henüz bu şekilde konulmamıştır ama bunun habercisi olmuştur.
İşte burada bilmemiz gereken bir şey var: Maalesef 18. asrı Türk insanı iyi etüd edip tam anlamadığı içindir ki 19. asırdaki değişmeyi emperyalist bir dayatma olarak değerlendirdi. Tıpkı dünyanın çeşitli ülkelerinin 19. Yüzyılda kolonyal istilayla değişmeye zorlanması gibi bir Osmanlı Devleti tarihi yazıldı.Hissi tarihlerdir, ciddi tahlillerden uzaktır bunların ekserisi. Çünkü, biz 18. Asrı bilemedik. İmparatorluğun 16. Asrı muhteşem oluşundan, 19. Asrı hem bize daha yakın ve hem de çöküş asrı olduğundan bu asırlar üzerine epeyce çalışma yapıldı/yapılıyor.
Ama 17 ve 18. Asırlar için bunu söyleyemiyoruz. 18. Yüzyılın dünyasında Osmanlı İmparatorluğu, değişen gelişen toplumlarla kavga etmek, direnmek zorunda olan bir toplumdur. Fransız İhtilali’nden önceki dünya yoktur artık karşılarında. Bu çok önemlidir ve bunu anlamıştır. Bunun adını da “Islahat” olarak koymuştur. Bu kelime 18. Yüzyıla ait bir kelimedir. Bu ıslahatı durgunluk içinde bir değişme olarak görüyor ama değildir. İnkılap lafını kullanmıyor, öyle bir durum yok zira ortalıkta. İhtilal Osmanlı için zaten kelime anlamıyla karışıklık fitne demek..
Nevşehirli İbraim Paşa ?
…Eski adı Muşkara olan Nevşehir’de tahminen 1073′te (1662) dünyaya geldi. İş bulmak için İstanbul’a geldi ve bir akrabasının yardımıyla 1689’da evvela sarayın Helvacılar ve daha sonra Baltacılar Ocağına girdi. Zamanla yükseldi.…Birçok defa vezirlik teklifi aldığı halde kabul etmedi. Padişaha olan yakınlığını çekemeyenlerin çabaları sonucunda malları müsadere ettirilip saraydan uzaklaştırıldı. Birkaç yıl sonra tekrar İstanbul’a gelmeye muvaffak oldu.
Sultan III. Ahmed bundan sonra İbrahim Efendi’yi yanından ayırmadı. Kendisini süratle terfi ettirdi. Sadrazam Şehid Ali Paşadan dul kalan kızı Fatma Sultan ile dünya evine soktu. Böylece İbrahim Paşa dâmâd-ı şehriyârî oldu.…
Avusturya ve Venedik ile savaşa son verecek mütarekenin görüşülmesi sırasında III. Ahmed’in ısrarı üzerine sadrazamlık teklifini kabul etti. III. Ahmed, diğer sadrazamlardan farklı olarak damadına kendi kullandığı tuğralı zümrüt mührü “mühr-i hümâyun” olarak vermişti.