Bu kısma giren kalpler, zâkir ve diri kalplerin tam zıddı olarak îmâna dâir nasip kapıları mühürlenmiş ölü kalplerdir. Böyle kalplerin, cehennem çukurlarından bir çukur olan bâzı mezarlardan farkı yoktur. Bu kalpler, peygamber, velî ve sâlihlerin kalplerinin tam zıddı olan kalplerdir. Nefsanî iştihalardan başka bir talebi kalmamış olan böyle kalplere sahip olanların, dünyâda yemek, içmek, gelgeç sevdalarla ömür tüketmekten başka bir maksatları yoktur.
Hayattaki gâyeleri hayvanlarınkinden daha seviyeli değildir. Bazen onlardan bile daha aşağı derecelerdedir. Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede buyurur: "Muhakkak ki Allah, inanıp sâlih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise, (dünyâdan) faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacağı yer ateştir." (Muhammed, 12) Diğer bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurur: "(Ey Rasûlüm!) Yoksa onların çoğunu, hakkı işitiyorlar veya anlıyorlar mı zannediyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler. Doğrusu gidişçe daha da aşağı mertebededirler." (el-Furkan, 44)
Bütün hayati faaliyetleri, nefsanî emellere münhasır bulunan bu gibi kimselerin ömürleri, ebedî bir hüsrân içinde geçer. Ahiretteki hâlleri ise, tasvire sığmaz bir fâciâ dehşetiyle sonsuza dek devâm edip gider. Böyleleri, insan ve hayattaki sırlardan, kâinattaki ibretli nakışlardan habersizdirler. Kendileri dalâlete (sapıklığa) dûçâr oldukları gibi, tesiri altındaki kimselerin de -kudretleri nispetinde- idlâline sebep olurlar.
Onlar, dünyada Allah’ın mülkü ve nîmetleri içinde yaşadıkları hâlde, bu nîmetlerin sâhibini inkâr etmek, O'nun emir ve yasaklarını çiğnemek gibi büyük bir nankörlük içindedirler. Hak Teâlâ bu tip insanlar hakkında âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
"İnsan görmez mi ki, biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, (Rabbine) apaçık düşman kesilmiş." (Yâsin, 77) "Onlar, sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar gittikleri yoldan dönmezler." (el-Bakara, 18) "Elbette sen ölülere duyuramazsın! Sırt çevirmiş giderlerken, (gerçeklere karşı kulakları mühürlenmiş) sağırlara o dâveti işittiremezsin! Sen (hakîkate âmâ olan) körleri de düştükleri dalâletten çıkarıp doğru yola getiremezsin! Sen ancak âyetlerimize inanıp da teslîm olanlara duyurabilirsin." (en-Neml, 80-81)
Bu kimselerin kalplerinin kilitli ve mühürlü olduğu âyetlerle sâbittir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakîkat: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir. Ve onlar için büyük bir azap vardır." (el-Bakara, 7) âyetiyle beyân buyrulmuştur.
Bu keyfiyet, bütün insanlığı korku ve haşyetle ürpertecek ilâhî bir sır ve hikmettir. Her insanda hem "Hâdî" ve hem de "Mudil" sıfatlarından bir nasip bulunduğu için, daha dünyâda iken kalbin mühürlenip hidâyet kapılarının mutlak bir surette ve ilâhî iradeyle kapanması düşünülemez. Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i öldürmek gibi menhûs bir gâye ile yola çıkmış olan Hazret-i Ömer'e; Hazret-i Hamza'yı şehit eden Vahşî'ye ve hattâ o mübarek varlığın cesedini tahrip edip ciğerini hırsla ısıran Ebû Süfyân'ın karısı Hind'e bu hidâyet kapısı kapatılmamıştır.
Kur'ân-ı Kerim’de kalpleri mühürlenen kimselerden bahsedilmekle birlikte, bunları şahıs-be-şahıs tâyin etmek mümkün değildir. Çünkü âkıbet meçhuldür. Firavun'un sihirbazları misâli, dalâlet üzere yaşayıp âhir ömürlerinde hidâyete erenler olduğu gibi, Kârun ve Bel'am bin Baura misâli, hidâyet üzere yürüyüp, sonunda defterini hüsranla kapatmış olanlar da mevcuttur.
Burada dikkat edilecek nokta, Kur'ân-ı Kerîm'de kalpleri mühürlenmiş olarak yâd edilenlerin; daha ziyâde "zulüm", "küfür" ve "fısk" gibi cürümleri işleyenlerden bâzıları olduğu gerçeğidir. Bu vasıflara sahip insanlara dâir Kur'ân-ı Kerîm'in yirmi altı yerinde, "Allâh onları hidâyete erdirmez." buyrulmuştur. Bu âyetlerin on ikisi zâlimler, sekizi kâfirler ve altısı da fâsıklar hakkında vârid olmuştur. Ancak bu günahlardan vazgeçerek samîmî bir gönülle Allâh'a yönelen kullara hidâyet kapısı açıktır.
Onlar, daha dünyada iken kalplerinin mühürlenmesi sûretiyle en ağır cezâya çarptırılmış bedbaht kimselerdir. Hidâyetten mahrûmiyetin, bu üç cürümün arkasından zikredilmesi, bu mahrûmiyetin sebebi hakkında bir ipucu teşkîl edebilirse de, gerçeği Allâh'a havâle etmekten başka çâre yoktur. Buradan hareketle biz, bu üç çeşit günahtan korunmaya daha büyük bir hassâsiyet gösterilmesi gerektiği netîcesini çıkarmalıyız.
Diğer taraftan, birçok hikmete binâen kaderin meçhûl kalması ve onu kurcalamanın pek de câiz olmaması sebebiyle bu noktayı derinleştirmekten sarf-ı nazar ediyoruz.
Hikmeti ne olursa olsun, inkârı kâbil olmayan bir gerçek şudur ki, kalpleri böyle mühürlü ve kilitli olanlar, Hakk'a ve hayra karşı kapıları kapanmış, gerçek insanlıkla ve mânevî hayatla alâkaları kesilmiş kimselerdir. Kalplerindeki mühür ve kilitleri kaldırabilecek yegâne kudretin sahibi, unutmuş oldukları yüce Mevlâ'dır. Biz kullarını böyle bir gaflete düşmekten ikaz sadedinde Cenâb-ı Hak: "Allah’ı unutan ve bu yüzden Allâh'ın da onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (el-Haşr, 19) buyurmuştur. Ayette, Allah’ı unutan kimselerin, kendilerini bile hatırlayabilecek bir şuur ve iz'ândan mahrum kaldıkları vurgulanmaktadır.
Hakikate âmâ olan bu tip kalpler, enbiyâ ve evliyânın kendilerine sundukları kurtuluş reçetelerini ve hidâyet meşalelerini, nefsanî ve behîmî arzularına ters düştüğü için îtirâz ile karşılar yâhut bîgâne kalmak bahtsızlığına düşerler. Nefislerinin aldatıcı telkinleriyle ölüm ve ahireti olmayan bir hayal dünyâsı îmâr ederek, orada avunmaya çalışırlar.
Yarasaların, fıtrî temayüllerinin icabı olarak karanlıklardan hoşlanması gibi, bunlar da şahsiyetlerinde meknûz olan menfîliklerin sultası altına girerek sefâletlerini saâdet sanmanın bedbahtlığı ve cesetlerinin hamallığı içinde yaşarlar. Yine onların bu hâli şâir Mehmet Âkif'in:
Îmândır o cevher ki İlâhî ne büyüktür!
Îmansız olan paslı yürek sinede yüktür! beytini hatırlatmaktadır.
Nefsaniyet ve imansızlık batağına saplanmış olanlar, ölüm ânının korkunç zelzeleleri ve ölüm meleğinin ateşli darbeleri ile hakîkat âlemine uyanırlarsa da, artık bu uyanıştan hiçbir fayda elde edemezler. Çünkü Âdemoğlu için mükellefiyet, ölüm meleğini karşısında göreceği âna kadardır. O andan sonra fırsat, bir daha ele geçmemek üzere zâyî olmuş demektir. O zamandaki rücû ve nedâmet, tıpkı Firavun'un ölüm ânında geç kalmış tasdîki ve secdeye kapanışı gibi faydasızdır. Artık böylelerinin bundan sonraki âkıbeti, cesetleri yuttukça iştihası kabaran cehennem alevlerinin kucağı olacaktır.
Hayattaki gâyeleri hayvanlarınkinden daha seviyeli değildir. Bazen onlardan bile daha aşağı derecelerdedir. Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede buyurur: "Muhakkak ki Allah, inanıp sâlih amel işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise, (dünyâdan) faydalanırlar ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacağı yer ateştir." (Muhammed, 12) Diğer bir ayet-i kerimede ise şöyle buyurur: "(Ey Rasûlüm!) Yoksa onların çoğunu, hakkı işitiyorlar veya anlıyorlar mı zannediyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler. Doğrusu gidişçe daha da aşağı mertebededirler." (el-Furkan, 44)
Bütün hayati faaliyetleri, nefsanî emellere münhasır bulunan bu gibi kimselerin ömürleri, ebedî bir hüsrân içinde geçer. Ahiretteki hâlleri ise, tasvire sığmaz bir fâciâ dehşetiyle sonsuza dek devâm edip gider. Böyleleri, insan ve hayattaki sırlardan, kâinattaki ibretli nakışlardan habersizdirler. Kendileri dalâlete (sapıklığa) dûçâr oldukları gibi, tesiri altındaki kimselerin de -kudretleri nispetinde- idlâline sebep olurlar.
Onlar, dünyada Allah’ın mülkü ve nîmetleri içinde yaşadıkları hâlde, bu nîmetlerin sâhibini inkâr etmek, O'nun emir ve yasaklarını çiğnemek gibi büyük bir nankörlük içindedirler. Hak Teâlâ bu tip insanlar hakkında âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
"İnsan görmez mi ki, biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, (Rabbine) apaçık düşman kesilmiş." (Yâsin, 77) "Onlar, sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple onlar gittikleri yoldan dönmezler." (el-Bakara, 18) "Elbette sen ölülere duyuramazsın! Sırt çevirmiş giderlerken, (gerçeklere karşı kulakları mühürlenmiş) sağırlara o dâveti işittiremezsin! Sen (hakîkate âmâ olan) körleri de düştükleri dalâletten çıkarıp doğru yola getiremezsin! Sen ancak âyetlerimize inanıp da teslîm olanlara duyurabilirsin." (en-Neml, 80-81)
Bu kimselerin kalplerinin kilitli ve mühürlü olduğu âyetlerle sâbittir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hakîkat: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir. Ve onlar için büyük bir azap vardır." (el-Bakara, 7) âyetiyle beyân buyrulmuştur.
Bu keyfiyet, bütün insanlığı korku ve haşyetle ürpertecek ilâhî bir sır ve hikmettir. Her insanda hem "Hâdî" ve hem de "Mudil" sıfatlarından bir nasip bulunduğu için, daha dünyâda iken kalbin mühürlenip hidâyet kapılarının mutlak bir surette ve ilâhî iradeyle kapanması düşünülemez. Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i öldürmek gibi menhûs bir gâye ile yola çıkmış olan Hazret-i Ömer'e; Hazret-i Hamza'yı şehit eden Vahşî'ye ve hattâ o mübarek varlığın cesedini tahrip edip ciğerini hırsla ısıran Ebû Süfyân'ın karısı Hind'e bu hidâyet kapısı kapatılmamıştır.
Kur'ân-ı Kerim’de kalpleri mühürlenen kimselerden bahsedilmekle birlikte, bunları şahıs-be-şahıs tâyin etmek mümkün değildir. Çünkü âkıbet meçhuldür. Firavun'un sihirbazları misâli, dalâlet üzere yaşayıp âhir ömürlerinde hidâyete erenler olduğu gibi, Kârun ve Bel'am bin Baura misâli, hidâyet üzere yürüyüp, sonunda defterini hüsranla kapatmış olanlar da mevcuttur.
Burada dikkat edilecek nokta, Kur'ân-ı Kerîm'de kalpleri mühürlenmiş olarak yâd edilenlerin; daha ziyâde "zulüm", "küfür" ve "fısk" gibi cürümleri işleyenlerden bâzıları olduğu gerçeğidir. Bu vasıflara sahip insanlara dâir Kur'ân-ı Kerîm'in yirmi altı yerinde, "Allâh onları hidâyete erdirmez." buyrulmuştur. Bu âyetlerin on ikisi zâlimler, sekizi kâfirler ve altısı da fâsıklar hakkında vârid olmuştur. Ancak bu günahlardan vazgeçerek samîmî bir gönülle Allâh'a yönelen kullara hidâyet kapısı açıktır.
Onlar, daha dünyada iken kalplerinin mühürlenmesi sûretiyle en ağır cezâya çarptırılmış bedbaht kimselerdir. Hidâyetten mahrûmiyetin, bu üç cürümün arkasından zikredilmesi, bu mahrûmiyetin sebebi hakkında bir ipucu teşkîl edebilirse de, gerçeği Allâh'a havâle etmekten başka çâre yoktur. Buradan hareketle biz, bu üç çeşit günahtan korunmaya daha büyük bir hassâsiyet gösterilmesi gerektiği netîcesini çıkarmalıyız.
Diğer taraftan, birçok hikmete binâen kaderin meçhûl kalması ve onu kurcalamanın pek de câiz olmaması sebebiyle bu noktayı derinleştirmekten sarf-ı nazar ediyoruz.
Hikmeti ne olursa olsun, inkârı kâbil olmayan bir gerçek şudur ki, kalpleri böyle mühürlü ve kilitli olanlar, Hakk'a ve hayra karşı kapıları kapanmış, gerçek insanlıkla ve mânevî hayatla alâkaları kesilmiş kimselerdir. Kalplerindeki mühür ve kilitleri kaldırabilecek yegâne kudretin sahibi, unutmuş oldukları yüce Mevlâ'dır. Biz kullarını böyle bir gaflete düşmekten ikaz sadedinde Cenâb-ı Hak: "Allah’ı unutan ve bu yüzden Allâh'ın da onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (el-Haşr, 19) buyurmuştur. Ayette, Allah’ı unutan kimselerin, kendilerini bile hatırlayabilecek bir şuur ve iz'ândan mahrum kaldıkları vurgulanmaktadır.
Hakikate âmâ olan bu tip kalpler, enbiyâ ve evliyânın kendilerine sundukları kurtuluş reçetelerini ve hidâyet meşalelerini, nefsanî ve behîmî arzularına ters düştüğü için îtirâz ile karşılar yâhut bîgâne kalmak bahtsızlığına düşerler. Nefislerinin aldatıcı telkinleriyle ölüm ve ahireti olmayan bir hayal dünyâsı îmâr ederek, orada avunmaya çalışırlar.
Yarasaların, fıtrî temayüllerinin icabı olarak karanlıklardan hoşlanması gibi, bunlar da şahsiyetlerinde meknûz olan menfîliklerin sultası altına girerek sefâletlerini saâdet sanmanın bedbahtlığı ve cesetlerinin hamallığı içinde yaşarlar. Yine onların bu hâli şâir Mehmet Âkif'in:
Îmândır o cevher ki İlâhî ne büyüktür!
Îmansız olan paslı yürek sinede yüktür! beytini hatırlatmaktadır.
Nefsaniyet ve imansızlık batağına saplanmış olanlar, ölüm ânının korkunç zelzeleleri ve ölüm meleğinin ateşli darbeleri ile hakîkat âlemine uyanırlarsa da, artık bu uyanıştan hiçbir fayda elde edemezler. Çünkü Âdemoğlu için mükellefiyet, ölüm meleğini karşısında göreceği âna kadardır. O andan sonra fırsat, bir daha ele geçmemek üzere zâyî olmuş demektir. O zamandaki rücû ve nedâmet, tıpkı Firavun'un ölüm ânında geç kalmış tasdîki ve secdeye kapanışı gibi faydasızdır. Artık böylelerinin bundan sonraki âkıbeti, cesetleri yuttukça iştihası kabaran cehennem alevlerinin kucağı olacaktır.