MU'MİN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Mü'min Sûresi Konusu
Sûrenin, müşriklerin müslümanlara işkencelerinin iyice arttığı ve artık Resûlullah (s.a.s.)’i öldürme planları yaptıkları bir dönemde indiği anlaşılmaktadır. Çünkü verilen misaller hep bu istikâmettedir. Daha önce geçen inkârcılar da peygamberlerini öldürmek istemişlerdi, fakat Allah, peygamberlerini onların elinden kurtarmış ve kendilerini helak etmişti. Firavun Mûsâ (a.s.)’ı öldürmek istedi, Firavun’u suda boğmak suretiyle onu da kurtardı. Sûrede uzunca kıssası anlatılan “mü’min adam” ise, Hz. Mûsâ’nın öldürülmesine karşı çıkan ve onu savunan bir mücâhittir. O, hak-bâtıl mücâdelesinde hakkın üstün gelmesi için gerçekten çok akıllı ve dengeli bir tebliğ siyâseti güden kâmil bir mü’min modeli olarak takdim edilir. Bu akıllı kişinin, ortamı germeden, incitmeden, ibretli misallerle akıllara ve duygulara dengeli hitap ederek sonuç almaya çalıştığı görülür. Aynı tavrı Mekke’de müşriklere karşı Hz. Ebubekir’in sergilediğini görürüz. Sûrede bu esas konuya binâen Resûlullah (s.a.s.)’in zafere erişeceği ve müşriklerin mağlup olacağı haber verilir. Allah’ın sonsuz kudret ve azametinin bir kısım kevnî delilleri sergilenir. O’nun insanlığa olan büyük nimetlerinden bahsedilir. Neticede Peygamber (s.a.s.)’in davetini reddedip Allah ve âhiretin varlığını kabul etmeyenlerin hazin âkıbet ve pişmanlıklarından; cehennem azabını gördükten sonra inanmalarının artık bir fayda vermeyeceğinden söz edilir.
Mü'min Sûresi Hakkında
Mü’min sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 85 âyettir. İsmini, 28-45. âyetlerde kıssası anlatılan ve kendisinden “mü’min adam” diye bahsedilen Firavun ailesinden Hz. Mûsâ’ya inanan bir kimseden alır. Sûrenin bir ismi de اَلْغَافِرُ (Ğâfir)dir. Bu ismini ise 3. âyette geçen ve Allah Teâlâ’nın “bağışlayıcı” mânasına gelen Ğâfir güzel isminden alır. Resmî tertibe göre 40, iniş sırasına göre 60. sûredir.
Mü'min Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada kırkıncı, iniş sırasına göre altmışıncı sûredir. Zümer sûresinden sonra, Fussılet sûresinden önce Mekke’de inmiştir. “Hâ-mîm” diye başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ilkidir.
Mü'min Sûresi Fazileti
Mü’min suresi, حٰمٓ (Hâ. Mîm) diye başlayan yedi surenin ilkidir. Bu surenin de dâhil olduğu “Hâ. Mîm”le başlayan yedi sureye حَوَام۪يمْ (Havâmîm) yani “Hâmîmler” denir. Bu sûrelerin okunmasını teşvik eden bazı hadisler ve sahâbe sözleri nakledilir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Mü’min sûresinin ilk üç âyeti ile Bakara sûresinin 255. âyeti olan Âyete’l-Kürsî’yi sabah akşam okuyan bir kimsenin bu sâyede muhafaza olacağını haber vermektedir. (Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’an 21)
MU'MİN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Hâ. Mîm.
2. Bu kitap, kudreti dâimâ üstün gelen ve her şeyi hakkiyle bilen Allah tarafından parça parça indirilmektedir.
3. O Allah, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, cezalandırması şiddetli, bununla birlikte lutuf ve ihsânı çok geniş olandır. O’ndan başka ilâh yoktur. Dönüş yalnız O’nadır.
Sûrenin başında âdeta bir “Dikkat!” komutu gibi “Hâ. Mîm” harfleri seslendirildikten sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından indirildiği beyân edilir. Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’an’ın inişiyle de alakalı olarak şu altı sıfat-ı celîlesine yer verilir:
✺ اَلْعَز۪يزُ (Azîz): Karşı gelinmesi ve mağlup edilmesi mümkün olmayan nihâyetsiz bir güç ve kuvvet sahibi. Dolayısıyla bu sıfatın bir tecellisi olan Kur’an’a karşı gelmek, onu mağlup etmek ve hükümlerini geçersiz kılmak mümkün olmayacaktır.
✺ اَلْعَل۪يمُ (Alîm): Her şeyi hakkiyle bilen. Allah Teâlâ’nın ilim sıfatının bir tecellisi olan Kur’an, bütün ilmî hakîkatlerin kaynağıdır. Onda bulunan ilimler hem doğru hem de sınırsızdır. Bu vasfıyla Kur’an her daim önde gider, diğer beşeri ilimler ise füze yanında kağnı arabası gibi arkadan gelir.
✺ غَافِرُ الذَّنْبِ (Ğâfiru’z-zenb): Günahları bağışlayan.
✺ قَابِلُ التَّوْبِ (Kābilu’t-tevb): Tevbeleri kabul eden.
✺ شَد۪يدُ الْعِقَابِ (Şedîdu’l-‘ikāb): Azabı çok şiddetli olan.
✺ ذُو الطَّوْلِ (Zü’t-tavl): Lütfü, nimeti, ihsan ve ikramı bol ve geniş olan.
Kur’ân-ı Kerîm, bu güzel isim ve sıfatlarıyla Yüce Rabbimizi tanıtarak insanları Allah’ın bağışlamasına koşmaya, günahları terk edip tevbeye sarılmaya teşvik eder. Diğer taraftan şiddetli azabıyla korkutarak buna sebep olacak fiil ve davranışlardan uzak durmayı emreder. Böylece akılları ve kalpleri tesir altında bırakıp korku ve umut kanatlarını birlikte çırptırarak hayra istikâmetlendirir. Korkudan hoşlananlara korku ilâcı, umuttan hoşlananlara umut ilacı sunar. Bu şekilde Allah’ın sonsuz lutuf ve ihsânına ermenin yollarını gösterir.
Bu âyet-i kerîmelerin gerçekten böyle bir tesire sahip olduğunu gösteren yaşanmış bir hâdiseyi Yezid b. Esamm şöyle anlatır:
Şam ehlinden güçlü kuvvetli, nüfuz sahibi bir kimse vardı. Zaman zaman Hz. Ömer’in yanına gelirdi. Bir ara Ömer (r.a.) onu göremez oldu. Çevresindekilere:
“–Falan zât ne yapıyor, artık görünmez oldu?” dedi.
“–Ey mü’minlerin emiri! O kendisini içkiye verdi” dediler.
Hz. Ömer, kâtibini çağırarak:
“–Yaz! Ömer b. Hattâb’dan falan kimseye. Selâm sana! «Kendisinden başka ilâh olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve ihsânı bol olan Allah’a hamd ederim. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.»” (Mü’min 40/3)
Ömer (r.a.) mektubu yazdırdıktan sonra arkadaşlarına dönerek:
“–Allah’a yönelmesi ve Allah’ın tevbesini kabul buyurması için kardeşinize dua ediniz” dedi. O zât, Hz. Ömer’in mektubunu alınca; “Allah günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin olandır” (Mü’min 40/3)cümlesini tekrar tekrar okudu ve:
“–Allah beni hem azabıyla korkutmuş, hem de günahlarımı affedeceğini va‘detmiş” diyerek ağladı. Daha sonra da güzelce tevbe etti. Ömer (r.a.) o zâtın tevbe ettiğini haber alınca:
“–Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha saplandığını gördüğünüzde, onu doğru yola getirmeye ve Allah’ın affına güvenmesini sağlamaya çalışın. Tevbe nasip etmesi için Allah’a yalvarın. Kendisine beddua ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayın” dedi. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 291)
Bununla birlikte insanlar arasında Allah’ın âyetlerine karşı çıkacak ve bunlarla mücadele edecek aptallar olacaktır:
4. Kâfirlerden başkası Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaya girişmez. Öyleyse onların sırf nefsânî arzularla diyar diyar dolaşması seni aldatmasın!
Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele etmek, yersiz ve mânasız itirazlarla onlar hakkında tartışmak ve onları başkalarını şüpheye düşürecek şekilde tevile kalkışmak küfürdür. Böyle yapanlar, ancak inkâr edenlerdir. Çünkü bu, kalbe sinen küfrün ve Allah’a olan düşmanca tavrın açık bir göstergesidir. Zira dürüst bir insan muhalif olsa bile, karşısındaki kişinin doğru olan sözünü kabul eder. Fakat kötü niyetli bir insan, muhalif olduğu kimseyi sırf yenilgiye uğratabilmek için doğruluğu kesin ve açık bir sözü bile yanlış görmeye çalışır. Bunun içindir ki, kâfirlerin bu inatkarâne mücâdeleleri karşısında, Kur’ân-ı Kerîm’in hakîkatlerini açıklamak, müşkillerini gidermek, müteşâbihlerini aydınlatmak, inkârcıların aleyhteki itirazlarını cevaplandırmak ve böylece mü’minin ilim, irfan, ahlâk ve adabına yaraşır bir şekilde mücâdele etmek en büyük bir cihattır. Mü’minler bu cihattan geri durmamalıdırlar. Allah bu hususta onlara yardımcı olacaktır. Nitekim Hz. Nûh’un kavmi ve ondan sonra gelen toplumların durumu bu hususta ilâhî adâletin nasıl tecelli ettiğinin açık belgeleridir. Onlar da peygamberlerini yalanladılar, hatta onları öldürüp yok etmeye azmettiler. Bir kısım bâtıl iddialar ileri sürerek, onlar vasıtasıyla hakkın ayağını kaydırma, yıkıp ortadan kaldırma yolunda ciddi mücadeleler verdiler. Fakat netice şu oldu: Allah onların hepsini kıskıvrak yakalayıp helak etti. Peygamberleri o zalimlerin elinden selâmete eriştirdi. İşte bu gerçek, bundan böyle de Allah’ın ayetleriyle mücâdele edeceklere mühim bir uyarı ve açık bir tehdittir.
Mü’minlere gelince, onların Allah katındaki dereceleri o kadar yücedir ki:
5. Bunlardan önce Nûh kavmi ve onların ardından da nice topluluklar peygamberleri yalanladılar. Her topluluk kendi peygamberini yakalayıp cezalandırmaya kalktı ve hakkı ortadan kaldırmak için bâtıla sarılarak mücâdele etti. Ben de onları kıskıvrak yakalayıverdim. Benim azabım nasılmış, gördüler. Ey kâfirler siz de göreceksiniz!
6. Neticede, Rabbinin inkâr edenler hakkındaki: “Onlar ateşin yârân ve yoldaşlarıdır” sözü gerçekleşmiş olacak.
Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele etmek, yersiz ve mânasız itirazlarla onlar hakkında tartışmak ve onları başkalarını şüpheye düşürecek şekilde tevile kalkışmak küfürdür. Böyle yapanlar, ancak inkâr edenlerdir. Çünkü bu, kalbe sinen küfrün ve Allah’a olan düşmanca tavrın açık bir göstergesidir. Zira dürüst bir insan muhalif olsa bile, karşısındaki kişinin doğru olan sözünü kabul eder. Fakat kötü niyetli bir insan, muhalif olduğu kimseyi sırf yenilgiye uğratabilmek için doğruluğu kesin ve açık bir sözü bile yanlış görmeye çalışır. Bunun içindir ki, kâfirlerin bu inatkarâne mücâdeleleri karşısında, Kur’ân-ı Kerîm’in hakîkatlerini açıklamak, müşkillerini gidermek, müteşâbihlerini aydınlatmak, inkârcıların aleyhteki itirazlarını cevaplandırmak ve böylece mü’minin ilim, irfan, ahlâk ve adabına yaraşır bir şekilde mücâdele etmek en büyük bir cihattır. Mü’minler bu cihattan geri durmamalıdırlar. Allah bu hususta onlara yardımcı olacaktır. Nitekim Hz. Nûh’un kavmi ve ondan sonra gelen toplumların durumu bu hususta ilâhî adâletin nasıl tecelli ettiğinin açık belgeleridir. Onlar da peygamberlerini yalanladılar, hatta onları öldürüp yok etmeye azmettiler. Bir kısım bâtıl iddialar ileri sürerek, onlar vasıtasıyla hakkın ayağını kaydırma, yıkıp ortadan kaldırma yolunda ciddi mücadeleler verdiler. Fakat netice şu oldu: Allah onların hepsini kıskıvrak yakalayıp helak etti. Peygamberleri o zalimlerin elinden selâmete eriştirdi. İşte bu gerçek, bundan böyle de Allah’ın ayetleriyle mücâdele edeceklere mühim bir uyarı ve açık bir tehdittir.
Mü’minlere gelince, onların Allah katındaki dereceleri o kadar yücedir ki:
7. Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunan melekler, Rablerini överek tesbih eder, O’na inanır ve mü’minlerin bağışlanmaları için şöyle dua ederler: “Rabbimiz! Senin ilmin ve rahmetin her şeyi kuşatmıştır. O halde tevbe edip sana yönelen ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları kızgın alevli cehennem azabından koru!”
Kur’ân-ı Kerîm, çoğu zaman bizlere, akıl ve duyularımızla anlayamayacağımız hâdiselerden bahseder. Bu hâdiselerden biri de, kendilerine iman etmekle sorumlu olduğumuz meleklerin, mü’minlere dua ve istiğfarlarıdır. Burada hususiyle “arşı taşıyan” ve “arşın etrafında bulunan” meleklerin istiğfarı haber verilir.
Arşı taşıyan meleklere “hamele-i arş” denilip bunların sayıları dörttür. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 256) Kıyamet gününde ise bunların sayıları sekiz olacaktır. (Hâkka 69/17) Arşın korunma ve tedbirine memur olduklarından bu isim kendilerine mecazen verilmiştir. Arşın etrafında bulunanlar ise arşı tavaf eden meleklerdir. Nitekim bunlarla ilgili olarak da: “O gün melekleri de görürsün; arşın etrafını kuşatmış, Rablerini överek tesbih ediyorlar” (Zümer 39/75) buyrulur.
Meleklerin mü’minlere istiğfarından maksat; onlara şefaat etmeleri, onları tevbeye yönlendirmeleri ve onlara bağışlanmayı gerektiren amelleri ilham etmeleridir. Burada meleklerin insanların günahlarını bildiklerine bir işaret; cinsler farklı olsa da imanda ortaklığın nasihat ve şefkati gerekli kıldığına bir tenbih vardır. Zira iman, meleklerle mü’minler arasında en kuvvetli ve en mükemmel bir bağ teşkil etmektedir. (Bursevî, Ruhu’l Beyân, VIII, 157)
Şunu da hadislerden anlıyoruz ki, melekler hem mü’minler için dua ediyor hem de bir mü’minin, yanında olmayan mü’min kardeşi için duasına da âmin diyorlar. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Müslüman, yanında bulunmayan bir kardeşine dua ettiği zaman melek: «Amin! Senin için de bir benzeri olsun» der” buyurmaktadır. (Müslim, Zikir 86-88)
Allah Teâlâ’ya dua ederken uyulması gereken adapla ilgili olarak âyette çok güzel bir usul tâlimi vardır:
Duada önce Allah’a hamd ve senâda bulunulur, sonra talepler dile getirilir. Melekler de mü’minler için bağışlanma isterken önce Cenâb-ı Hakk’ı övgüyle söze başlayarak “Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır” der, sonra dualarını yaparlar. Peygamberler de dualarında hep aynı usulu takip etmişlerdir. Zaten akıl da dua ederken bu tertibe uyulmasının yerinde ve güzel olacağını gösterir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 32)
Âyertte Allah’ın rahmet ve ilminin her şeyi kapladığının özellikle belirtilmesi ve ardından mü’minler için istiğfar edilmesi, mağfiretin ve tevbeleri kabulün bu iki sıfatın her birinden kaynaklandığına işaret eder. Buna göre âyetin mânası, “küfür ve günahlardan tevbe edip iman ve itaat yoluna uyduğunu bildiğin kimseleri bağışla” demek olur. Aynı zamanda meleklerin sadece tevbe eden, nefsânî arzuların peşinden gitmeyi bırakıp samimi ve temiz bir niyetle Hak yoluna uyanlar için istiğfar ettikleri anlaşılır. Çünkü melekler, Allah’a ortak koşan, tevbe etmeyip şirkte ısrar edenlerin bağışlanmayacağını bilirler. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XXIV, 91)
Şunu da dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, sadece dille tevbe etmek kurtuluş için yetmez. Bununla birlikte tevbede sebat etmek, amelleri riyadan temizlemek, kalpleri de nefsânî arzuların esaretinden arındırmak lâzımdır.
Melekler dualarına şöyle devam ediyorlar:
8. “Rabbimiz! Hem onları, hem de onların babalarından, eşlerinden ve nesillerinden sâlih olanları, kendilerine va‘dettiğin sonsuz nimet ve ebedî mutluluk yeri olan Adn cennetlerine yerleştir. Şüphesiz sen kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olansın.”
Melekler sadece mü’minlerin kendilerine değil, ana-baba, eş ve nesilleri için de dua ederler. Çünkü cennet ehlinin sevinç ve sürûrlarının, neşe ve kıvançlarının tam ve mükemmel olması için bu gereklidir. Böylece onlar birbirine komşu konaklarda bir araya gelmek suretiyle gözleri aydın olur, sevinirler. Nitekim Allah Teâlâ bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyurur: “İman edenleri ve onların nesillerinden makbul bir iman ile kendilerinin izlerini takip edenleri cennette birbirlerine kavuşturacak, bu kavuşturma sebebiyle kimsenin sevabından da bir şeyi eksiltmeyeceğiz…” (Tûr 52/21) Âyet şu mânaya gelmektedir: “Gözleri aydın olsun diye hepsinin derecesini eşitleriz. Derecesi aşağı olanla müsavi olsun diye derecesi yüksek olanın derecesini alçaltmayız. Aksine katımızdan bir nimet ve lutuf olarak bir çok amellerini eşitleyerek amel bakımından eksik olanın derecesini yükseltiriz.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, IV, 72, 241)
Saîd b. Cübeyr (r.h.), “Mü’min cennete girdiği zaman babasının, oğlunun ve kardeşinin nerde olduğunu soracak, ona, «Amelleri bakımından onlar senin derecene ulaşamadı» denilecek. Mü’min kul: «Ben hem kendim hem de onlar için amelde bulunmuştum» diyecek de onlar onun derecesine kavuşturulacak” deyip sonra bu ayeti okumuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 57)
Dolayısıyla âyet-i kerîmede tevbe edip halini düzelten bir insanın bereketinin ana-babalarına, eşlerine ve nesillerine de ulaşacağına ve onların bu bereketle cennet ve onun nimetlerine nâil olacaklarına işaret edildiği anlaşılmaktadır.
Âyetin sonunda Allah Teâlâ’nın “Azîz” oluşunun zikri, O’nun mü’min kullarına ve onların sâlih yakınlarına olan va‘dini yerine getirmeye güç yetireceğini, ayrıca tevbe edip kendi yoluna girenlere izzet ve şeref vereceğini; “Hakîm” oluşunun zikri ise O’nun yaptığı bütün işlerin pek yüce hikmetlere dayandığını ifade eder.
Melekler son olarak Allah Teâlâ’dan mü’minleri dünya ve âhirette bütün kötülüklerden korumasını isterler:
9. “Sen, onları dünyada her türlü bâtıl inanç ve günahlardan koruyacağın gibi âhirette de her türlü dehşet ve zorluklardan koru. Sen o gün kimi dehşet ve zorluklardan korursan elbette ona rahmetinle muâmele etmişsin demektir. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.”
Âyette yer alanاَلسَّيِّـَٔاتُ (seyyiât) kelimesine üç mâna vermek ve üçünü de kastetmek münkündür:
Dünyada yanlış itikat, kötü ahlâk ve amel,
Sapıklık ve kötü amellerin âhiretteki cezası,
Dünyadaki, berzah âlemindeki ve kıyamet günündeki her türlü âfet, musîbet, eziyet ve zorluklar.
İşte, bütün bu kötülüklerden korunanlar Allah Teâlâ’nın rahmetine ereceklerdir.
Hâsılı, Rabbimiz bizlere karşı sonsuz merhamet sahibidir. O, bizim tek yardımcımız, efendimiz ve vekîlimizdir. Dolayısıyla biz mü’minler, Rabbimizin ne kadar büyük nimetleriyle perverde olunduğumuzun şuuru içinde sürekli uyanık ve şükür halinde bulunmalıyız. Bütün bu ikramlara karşı nankörlükten, bîganelikten ve gafletten Allah’a sığınmalıyız. Çünkü inkâr ve nankörlük yolunu tutanları pek kötü bir sonuç beklemektedir:
10. İnkâra saplanıp kâfir olarak ölenlere, cehennemde azap içinde birbirlerine lânetler yağdırırken şöyle seslenilecek: “Allah’ın size olan gazabı, sizin kendinize ve birbirinize duyduğunuz öfkeden çok daha şiddetlidir. Zira siz vaktiyle imana çağrılıyor, fakat bile bile gerçeği inkâr ediyordunuz.”
12. Onlara şöyle karşılık verilecek: “Bunun sebebi şudur: Tek olan Allah’a imana ve ibâdete çağrıldığınızda O’nun birliğini inkâr ediyordunuz. O’na ortak koşulduğunda ise buna inanıyordunuz. Artık hakkınızdaki karar, çok yüce ve çok büyük olan Allah’a aittir!”
Kâfirler dünya hayatında Allah’ı inkâr, şirk ve peygamberlere düşmanlık gibi suçlarına karşılık kıyamet gününde görecekleri kötü muameleden dolayı hem kendilerine hem de suç işlemelerine sebep olanlara kızacaklardır. Melekler onlara: “Bugün kızıyorsunuz, ama peygamberler ve onların vârisleri sâlih kullar sizleri hakka davet ettiğinde, onlara karşı çıkmıştınız. Allah o zaman size, bugün kendinize kızdığınızdan daha fazla gazap buyurmuştu. Bu gün de yine Allah’ın size olan gazabı ve azabı, sizin kendinize olan öfke ve buğzunuzdan daha büyük olacaktır” diyeceklerdir.
Âhiretin dehşetli hâdiseleri karşısında çaresizlikler içinde kıvranan kâfirler, günahlarını itiraf edip bir çıkış yolu arayacaklardır. Burada bahsedilen iki ölüm ve iki hayatın ne olduğunu şu âyet-i kerîme açıklığa kavuşturur:
“Ey kâfirler! Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz ki, ölü idiniz de sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, sonra da O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2/28)
Buna göre birinci ölüm, henüz insan yaratılmadan önceki yokluk dönemidir. Birinci hayat, Allah Teâlâ’nın insanı yaratıp ona ruh üfleyerek dünyaya getirmesidir. İkinci ölüm, dünyada ecelini tamamlayıp ruhunu teslim ederek öte âleme göçmesidir. İkinci hayat ise kıyâmet günü İsrâfil’in sûra üfürmesiyle yeniden diriliştir. Kâfirler ilk üç safhayı, onları apaçık müşahede edebildikleri için inkâr edemezlerdi. Ancak son safhayı görmedikleri ve sadece Peygamber (s.a.s.) haber verdiği için inkâr ediyorlardı. Fakat kıyamet günü dördüncü safhayı da müşahede edecek ve “Evet, bize bunun hakkında daha önce haber verilmişti” diyerek kabul edeceklerdir. Ölümden sonraki hayatı inkâr ederek çok büyük bir hata yaptıklarını ve bu yanlış inanç sebebiyle ömürlerini günahla doldurduklarını itiraf edip çıkış yolu talep edeceklerdir. Fakat defterler dürülüp karar kesinleştiği için artık oradan çıkış mümkün olmayacaktır.
Öyleyse ey insanlar, bu kaçınılmaz son gelip çatmadan önce şu Kur’ânî ikazlara kulak verin: