TEFSİR MUMTEHİNE Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MUMTEHİNE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

MUMTEHİNE Suresi 6. Ayet
MUMTEHİNE Suresi 6. Ayet
Mümtehine Sûresi Konusu

Allah’a ve mü’minlere düşmanlığını açıkça ortaya koyan ve bunu fiiliyata dönüştüren kâfirlerle olan münasebetlerde son derece dikkatli davranılması üzerinde durulur. Onlarla dostluk kurulmaması ve müslümanların sırlarının onlara sızdırılmaması istenir. Bu husustaki en küçük bir ihmalin müslüman toplumun başına büyük belalar açacağı ihtarı yapılır. Hz. İbrâhim (a.s.)’ın, babası ve akrabaları bile olsalar, müşriklere karşı olan net tavrı müslümanlara uyulacak en güzel bir örnek olarak sunulur. Ancak müslümanlara, düşmanlığını fiiliyata dökmemiş gayr-i Müslimlerle olan münâsebetlerin daha yumuşak tutulması, gönüllerini İslâm’a ısındırmak adına onlara iyilik, ihsan ve adâletle muamele edilmesi öğütlenir. Mekke’den Medine’ye hicret eden kadınların evlilikleri ile alakalı hukuki düzenlemeler yapılır ve bunlardan alınacak bey’atin esasları belirlenir.

Mümtehine Sûresi Nuzül Sebebi

Mushaftaki sıralamada altmışıncı, iniş sırasına göre doksan birinci sûredir. Ahzâb sûresinden sonra, Nisâ sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Mümtehine Sûresi Hakkında

Mümtehene sûresi Medine’de inmiştir. 13 âyettir. İsmini, 10. âyette geçtiği üzere Mekke’den Medine’ye hicret eden müslüman kadınların, gerçekten inanıp inanmadıklarını anlamak maksadıyla imtihan edilmelerini isteyen فَامْتَحِنُوهُنَّ (femtehinûhünne) “onları imtihan edin!” emrinden türetilen ve “imtihan edilen kadın” mânasına gelen اَلْمُمْتَحَنَةُ (mümtehene) kelimesinden alır. Buna “imtihan eden sûre” veya “bunu emreden âyeti içinde bulunduran sûre” anlamında اَلْمُمْتَحَنَةٌ (mümtehine) de denilir. Ayrıca sûrenin اَلإمُتِحَانُ (İmtihân) ve اَلْمَوَدة (Meveddet) isimleri de vardır. Resmî sıralamada 60, iniş sırasına göre 111. sûredir.

Mümtehine Sûresi Fazileti
  • Bu sureyi okumaya devam edenler, haramdan korunur. Borçlu ise, borcunu kolaylıkla öder.
  • Bu sureyi okumaya devam edenlerin kalbindeki nifak yok olur.
  • Bu sureyi yazıp, zemzem dolu kabın içine koyar, bir miktar beklettikten sonra içmeye devam ederse, dalak şişmesi hastalığına bi-iznillah iyi gelir.
MUMTEHİNE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri yakın dost, sırdaş ve işlerinize vekil edinmeyin! Siz onlara safça sevgi gösterisinde bulunuyorsunuz. Oysa onlar size gelen gerçeği inkâr etmiş ve sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarmışlardır. Eğer siz gerçekten benim yolumda cihâd etmek ve rızâmı kazanmak maksadıyla yurdunuzu terk edip çıktıysanız, kâfirlere nasıl sevgi gösterip sır verebilirsiniz? Gerçek şu ki, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da ben çok iyi bilmekteyim. Bundan böyle içinizden kim onlara sevgi besler ve sır verirse, kesinlikle dümdüz yoldan sapmış olur!

2. Eğer onlar sizi ele geçirecek olsalar, size karşı acımasız bir düşman kesilirler, ellerini ve dillerini size fenâlık yapmak için uzatırlar ve sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı cân ü gönülden isterler.

3. Kıyâmet günü ne yakınlarınızın size faydası olacaktır, ne de çocuklarınızın. Çünkü Allah o gün aranızı ayıracaktır. Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.


Âyet-i kerîmelerin iniş sebebi olarak şu dikkat çekici hâdise nakledilir:

Resûlullah (s.a.s.), müşriklerin Hudeybiye anlaşmasının maddelerini bozmaları ve diğer tamamlayıcı şartların oluşmaya başlaması üzerine Mekke’yi fethetme hazırlıklarına başlamıştı. Fakat bunu son derece gizli tutuyor, niyetini kimseye açmıyordu. Ashâb-ı kirâmdan birkaç kişi haricinde bunu kimseye hissettirmemişti. Efendimiz (s.a.s.) ile beraber işin farkında olan ashâb-ı kirâm (r.a.), bu gizliliğe riâyet ederken, her nasılsa durumdan haberdar olan Bedir gâzîlerinden Hâtıb b. Ebî Beltaa, Mekke’ye durumu bildiren bir mektup yazmış ve bunu bir kadınla da göndermişti. Allah Teâlâ Peygamberimiz (s.a.s.)’e durumu bildirdi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Ali, Zübeyr ve Mikdâd (r.a.)’ı çağırdı. Kadının tam bulunduğu yeri haber vererek onu yakalayıp getirmelerini istedi. Kadın, Resûlullah (s.a.s.)’in işaret buyurduğu yerde yakalandı. Üzerindeki mektup alınıp Resûlullah’a getirildi. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Ey Kureyş! Allah’ın Rasûlü, sizin üzerinize öyle muazzam bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu sel gibi akacaktır. Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah üzerinize tek başına da gelse Allah, O’nu size gâlip kılacak, va’dini yerine getirecektir. Şimdiden başınızın çâresine bakın!” (İbn Kesîr, Bidâye, IV, 278)

Aslında bu ifadeler, ne gerçeğe aykırıydı ne de ihânetle doluydu. Fakat gizli kalması îcâb eden bir hakîkat düşmana ifşâ ediliyordu. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.s.), bu işi yapan Hâtıb’ı derhâl yanına çağırtıp: “Ey Hâtıb! Bunu niçin yaptın?” diye sordu. Bedir gâzîlerinden olan Hâtıb, büyük bir nedâmet içinde:

“–Yâ Resûlallah! Yanınızda bulunan muhâcirlerin Mekke’de âile ve mallarını koruyacak kimseleri var. Benim ise kimsem yok. Ben de bu mektupla onlar arasında minnettarlık kazanarak, âilemi, çoluk çocuğumu korumak istedim. Yoksa vAllahi ben onların câsusu değilim. Ben bu işi dînimden dönmek gibi bir fenâlıkla da işlemedim. müslüman olduktan sonra ben, aslâ küfre râzı olmam. Vallahi benim Allah ve Rasûlü’ne olan imanım sonsuzdur. Aslâ dînimi değiştirmiş değilim...” dedi. Bunun üzerine merhamet ummânı Efendimiz (s.a.s.):

“–Hâtıb kendisini doğru müdâfaa etti” buyurdu ve onu affetti.

Hâtıb’ın boynunu vurmak isteyen Hz. Ömer’e de Cenâb-ı Hakk’ın, Bedir savaşına katılanların yaptığı hatâları af buyurduğunu hatırlatarak şu mukâbelede bulundu:

“−Ama o Bedir seferine katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allah Teâlâ Bedir ehlinin hâline muttalî oldu da: «Dilediğinizi yapın, sizleri bağışladım!» buyurdu.” (Buhârî, Meğâzî 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 161)

Fakat bahsedilen hâdise üzerine inen bu âyet-i kerîmeler, Allah’ın düşmanlarıyla dostluk yapılmamasını ve müslümanların düşmanlarına karşı çok dikkatli davranması gerektiğini haber verdi. Buna göre, İslâm ile küfrün birbiriyle savaş halinde oldukları bir dönemde, bir mü’min, sırf iman ettikleri için mü’minlere karşı savaşan bir kâfirle, sebep ne olursa olsun, İslâm’a zarar verecek bir işe girişemez. Böyle bir davranış imanla çelişir. Dolayısıyla şahsî ihtiyaçlarını karşılamak veya problemlerini çözmek için, niyeti kötü olmasa bile, bir mü’minin böyle davranması doğru değildir. Böyle bir şeye cüret eden kişi, üzerinde yürüdüğü dümdüz yoldan çıkmış olur.
Allah ve Peygamber düşmanlarına karşı sergilenmesi gereken tavrı anlayabilmek için sizden önceki müslümanların hayatından örnek alın:

4. İbrâhim’de ve beraberindeki mü’minlerde sizin için uyulması gereken güzel bir örnek vardır. Onlar putperest kavimlerine şöyle demişlerdi: “Biz kesinlikle sizden de sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan da uzağız. Sizi ve bâtıl dîninizi reddediyoruz. Sizinle bizim aramıza, siz sadece tek olan Allah’a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret girmiş bulunmaktadır.” Ancak İbrâhim’in babasına söylediği: “Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim; ancak Allah’tan gelecek bir azabı senden savmam da mümkün değil” demesi örnek olmaz! Onlar şöyle dua ederlerdi: “Rabbimiz! Yalnızca sana güvenip dayandık, sana yöneldik. Dönüşümüz de ancak sanadır!”

5. “Rabbimiz! İmtihan için kâfirleri üzerimize salıp bizi musîbetlere maruz bırakma! Rabbimiz! Bizi bağışla! Şüphesiz sen, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olansın!”

6. Doğrusu onlarda sizin için, Allah’ı ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar için uyulması gereken güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse, şunu bilsin ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir ve her türlü övgüye lâyık olan da yalnız O’dur.


Hz. İbrâhim ve ona inanan mü’minlerin, Allah’a açıkça baş kaldırmış müşrik bir topluma karşı sergiledikleri net tavır, kıyamete kadar gelecek tüm müslümanlara uyulması gereken en güzel bir örnek olarak gösterilir. Onlar şunu söylemişlerdi: “Biz sizin şirke dayalı sisteminizi tanımıyoruz ve sizlerin doğru bir yol üzere olduğunuza inanmıyoruz. Bu sebeple bizimle sizin aranızda dostluk olması mümkün değildir. Tek olan Allah’a iman edinceye kadar da bu kesin duruşumuz, net tavrımız devam edecektir.”

Bu duruş aslında Allah karşısında kendisine tanrılık yakıştırılan tüm şeytânî güçleri reddetmek anlamına gelmektir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Artık kim şeytânî güçleri inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa sarılmış olur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256)
Yalnız Hz. İbrâhim’in müşrik olan babasına “ben senin için mutlaka Allah’tan bağışlanma dileyeceğim…” şeklindeki sözünün örnek alınmaması istenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde belirtildiğine göre İbrâhim (a.s.), babasına verdiği istiğfar etme sözünü tutmuş, “Rabbim! Babamı da bağışla; çünkü o yolunu şaşıranlar arasında.” (Şuarâ 26/86. Ayrıca bk. İbrâhim 14/41) Fakat Rabbinden bağışlamasını istediği babasının “Allah düşmanı” olduğunu anlayınca, istiğfardan vazgeçmişti. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“İbrâhim’in babası için Allah’tan af dilemesi ise, sırf daha önce ona verdiği bir sözden dolayı idi. Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu açıkça belli olunca hemen ondan uzaklaştı. Gerçekten İbrâhim, Allah’a içten yalvaran, âh edip inleyen, yumuşak huylu bir peygamberdi.” (Tevbe 9/114)

5. âyette Hz. İbrâhim ve yanındaki mü’minlerin dualarında yer aldığı şekilde “mü’minlerin kâfirler için fitne kılınması” şu yollarla olabilir:

Kâfirlerin aşırı baskı ve zulümleri neticesinde müslümanların dinî inanç, ibâdet ve ahlâk hususunda onlara taviz vermek zorunda kalmalarıdır. Böyle bir durum, diğer insanlar için alay mevzuu olurken, kâfirlerin de dini ve müminleri değersiz görmelerine yol açar.

Şâirin şu yakarışı bu mânaya ne kadar da uygun düşer:

“Verme dâmânımı dest-i hasmâna yâ Rab!
Varıcak hazretine baş kabak, yalın ayak,
Vermek olursa eğer hasma benim dâmânım,
Yine ihsân ü kerem senden olur Sultânım.”


“Rabbim! Benim eteğimi, ipimin ucunu düşmanın eline verme! Eğer böyle olursa her şeyimi kaybeder, perişan olur, senin huzuruna baş kabak, yalın ayak, ellerim bomboş gelirim. Dünya hâli bu ya, eğer benim eteğim, ipimin ucu düşmanın eline geçerse yine senin iyilik ve keremine güveniyorum; beni ondan kurtaracak olan yalnız sensin!”

Müslümanlar, yüce bir dinin temsilcileri olmalarına rağmen, temsil ettikleri makama yakışmayacak tarzda yüksek ahlâkî vasıf ve faziletlerden mahrum olurlarsa ve diğer insanların düştükleri ahlâkî zaaflara düşerlerse, kâfirlerin, “Bu kimselerin ne özellikleri var ki bizden daha şerefli kabul edilsinler” demelerine fırsat verilmiş olacaktır.

Yine kâfirler mü’minlere gâlip geldiklerinde, kendileri doğru yol üzere bulundukları için gâlip geldiklerini sanabilir ve “Eğer kendini mümin zanneden bu insanlar Allah yolunda olsalardı, biz onları yenemezdik” diyebilirler. Böylece doğru yolu bulma imkân ve fırsatından uzaklaşmış olurlar.

Hz. İbrâhim örneğinden alınması gereken ders şudur ki, her asırda mü’minler ataları İbrâhim’in izinden yürüyerek sarsılmaz bir iman, azim ve kararlılıkla zâlimlere karşı mücâdelelerini sürdürmelidir. Ey mü’minler! Böyle davrandığınız takdirde:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
7. Allah’ın emrettiği şekilde yaşayıp küfre karşı açık ve net tavrınızı ortaya koyarsanız, bakarsınız Allah sizinle şu anda karşılıklı düşman olduğunuz kimseler arasında, onları doğru yola iletmek suretiyle bir sevgi ve yakınlaşma var eder. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter. Allah çok bağışlayıcıdır, sonsuz merhamet sahibidir.

Önceki âyetlerin emrettiği şekilde Allah Teâlâ’nın emirleri yerine getirildiği, din düşmanlarına dostluktan tamamen uzak durularak cihad edildiği ve bu hususta sarsılmaz bir kararlılık gösterildiği takdirde, neticede Allah mü’minlerle o kâfirlerden düşmanlık ettikleri kimseler arasında bir dostluk meydana getirecektir. Çünkü böylece İslâm gâlip gelecektir. İslâm’ın galip gelmesiyle insanların iman ve hidâyetine mâni olanlar ortadan kaldırılıp, hak ve adâletle İslâm’ın güzel ahlâkı tatbik edilmeye başlayınca, o düşmanlıklar da dostluğa dönüşmeye başlayacaktır. Nitekim Mekke’nin fethi üzerine Resûlullah (s.a.s.)’in o yüce ahlâkı fiilen tatbike başlayınca, yirmi senedir düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar bile hayretler içinde İslâm’a girmek için yarış etmişlerdir. Çok geçmeden bütün Arabistan İslâm’a girerek o hak nûru, âlemin ufkunu aydınlatmaya başlamıştır. Bu gerçek de, küfre karşı sert duruşun ve onunla amansız cihadın asıl maksadının, düşmanlık değil, dostluğu umumileştirmek olduğunu gösterir.

Gelen âyetler, Müslümanlara karşı sergiledikleri tavırlarına göre gayri Müslimlere ne tür bir davranış içinde olmak gerektiğini açıklamaktadır:

8. Allah, dîninizden dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kâfirlere iyilikte bulunmanızı ve mümkün olduğunca onlara adâletli davranmanızı yasaklamaz. Hiç şüphesiz Allah, hak ve adâlet konusunda titiz davrananları sever.

9. Allah sadece, sizinle sırf dîninizden ötürü savaşan, sizi öz yurtlarınızdan sürüp çıkaran ve çıkarılmanıza destek olan kâfirleri dost edinmekten sizi men eder. Kim onları dost ve sırdaş edinirse, işte böyleleri zâlimlerin tâ kendileridir.


Kur’an, mü’minlerin kendileriyle münâsebetleri açısından gayr-i Müslimleri dört gruba ayırır:

Müslümanlara saldıran veya vaktiyle müslümanlara saldırmış, kötülük etmiş, yurtlarından çıkarmış, çıkaranlara destek olmuş, haklarını ellerinden almış ve yaptıklarını telafi etmediği gibi, hâlâ da saldırmaya devam eden düşmanlar.
Müslümanların müttefiki olan gayri Müslimler.
Tarafsız olan gayr-i Müslimler.
Savaş neticesinde cizye karşılığında müslümanların hâkimiyetine teslim olan gayri Müslimler.

İşte müslümanlar bu dört gruptan sadece birinci gruba saldırabilir, onlarla savaşabilirler. Çünkü bunlara saldırmak, canı ve malı koruma prensibinden hareketle adâletin gereğidir. Gaspedilen hakların geri alınması müslümanların hakkıdır. Fakat müslümanlara saldırmayan, yurtlarından çıkarmayan ve çıkarılmalarına da destek olmayan tarafsız veya müslümanların müttefiki olan gayr-i Müslimlere saldırmak yasaktır. Çünkü böyle yapmak zulümdür. Zulüm ise haramdır. Hatta 8. âyetin de açıkça beyân ettiği gibi bunlara iyilik yapmak, yardımda bulunmak ve adâletle muamele etmek tavsiye edilmiştir.

Nitekim Hz. Ebubekir’in hanımı Kuteyle kâfir idi. Hudeybiye anlaşmasından sonra kızını görmek üzere Medine’ye geldi. Hz. Esma, Allah Resûlü’nün fikrini öğrenmek için:

“–Annem, beni özleyip gelmiş. Ona ikramda bulunabilir miyim?” diye sorduğunda, Efendimiz (s.a.s.):

“–Evet, annene iyi davran!” buyurmuştur. (Buhârî, Hibe 29, Edeb 8; Müslim, Zekât 50)

Mekke başta olmak üzere çeşitli bölgelerden Medine’ye hicret eden kadınları ilgilendiren özel hükümlere gelince:

10. Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldikleri zaman imanları hususunda onları imtihan edin. Gerçi Allah onların imanlarını herkesten daha iyi bilir. Siz de onların inanmış olduklarına kesin kanaat getirirseniz, onları müşrik kocalarına geri göndermeyin. Çünkü bundan böyle onlar kâfir kocalarına helâl olmadıkları gibi, kâfir kocaları da onlara helâl değildir. Yalnız, müşrik kocalarının bu kadınlara ödedikleri mehirleri de kendilerine iâde edin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde mü’min olduklarını bildiğiniz bu kadınları nikâhlamanızda hiçbir sakınca yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın. Onlara ödediğiniz mehri, varacakları kâfir kocalarından geri isteyin. Kâfirler de, müslüman olup sizinle evlenen eşlerine ödedikleri mehri geri istesinler. Bunlar Allah’ın koyduğu hükümlerdir; aranızda böyle hüküm veriyor. Çünkü Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Âyet-i kerîme, Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye anlaşmasından sonra Medine’ye hicret eden mü’min kadınlar ile alakalı hükümleri ve düzenlemeleri beyân etmektedir. Buna göre:

Hicret eden bu kadınlar, gerçekten inanıp inanmadıklarını anlamak için bir imtihana tabi tutulmalıdırlar. Gerçekten inanmış iseler kâfirlere tekrar geri çevrilmeyeceklerdir.

Bu mü’min kadınlar, artık eski kâfir kocalarına helâl değildir.
Kâfir kocaların bu kadınlara ödedikleri mehirler geri verilerek, onların nikah bağından kurtarılacaklardır.
Mehirlerini vermek suretiyle müslümanların bu kadınlarla evlenmelerinde bir sakınca yoktur.
Bundan böyle müslümanlar da kâfir kadınları nikâhları altında tutmayacaklardır.
Küfürlerinden dolayı kendilerinden kaçıp kâfirlere katılan kadınlara vermiş oldukları mehirleri geri isteyeceklerdir.
Müşrikler de, müslümanlara gelip katılmış olan kadınlara verdikleri mehirleri geri isteyeceklerdir.

Bu âyetle aynı zamanda müslümanların müşrik kadınlarla evlenmeleri veya daha önce evlenmiş bulundukları müşrik kadınlarla nikah ilişkilerini sürdürmeleri yasaklanmıştır.

Konuyla ilgili hükümler bir sonraki âyetle şöyle tamamlanmaktadır.

11. Eğer sizden birinin eşi dinden dönüp kâfirlere katılır da o kadına verdiğiniz mehir size iade edilmezse, onlarla yaptığınız savaşta gâlip gelip kendilerinden ganimet aldığınızda, eşleri gitmiş olan kocalara, ödedikleri mehir kadarını o ganimetten verin. Kendisine inandığınız Allah’a karşı gönülden saygılı olup O’na karşı gelmekten sakının.

Müslümanlardan bir kadın kâfirler tarafına giderse, mü’minler, o kadının kocasına, kaçan karısına ödediği mehri geri vermelidirler. Bu da iki yoldan biri ile ödenebilir:

Birincisi; takas yolu ile ödenir. Yani mü’minlerin eşlerinden biri kâfirler tarafına gider de, kâfirler onun mehrini geri vermezlerse, müslümanlar da kâfirlerin kendilerini terk edip müslümanlara katılmış hanımlarına ödedikleri mehri geri vermezler. Ellerinde bulunan o mehri, karısı kâfirler tarafına kaçmış müslümana verirler. Buna göre اَلْعَقْبُ (‘akb), kâfir kadınların mehirlerinden verilmeyip de elde kalan şeydir.

İkincisi; kadının kaçtığı tarafla savaşa girmeyi gerektiren bir durum ortaya çıkıp müslümanlar zafer ve ganimet elde ederlerse, bu gelirlerden o adamın hakkını verirler.

Bu hükümlere dikkatlice bakıldığında anlaşılacaktır ki, Cenâb-ı Hak, sadece mü’minlerin değil müşriklerin de haklarını korumakta, adâletin karşılıklı gerçekleşmesini istemektedir. Böylesine iç içe geçmiş ilişkiler ortamında bile ahde vefâ kaidesine hassasiyetle uyulması, anlaşma hükümlerinin en ince ayrıntısına bile dikkat edilerek dürüstçe yorumlanıp uygulanması ve her hak sahibine hakkının verilmesi telkin edilmektedir. Herhalde İslâm’ın açıkça kendini gösteren bu hak ve adâlet anlayışı, hidâyet mahrumu insanların gönüllerine aydınlatıcı parlak bir şua halinde yansıyacak, kalplerde oluşmuş inkâr paslarını dökmeye başlayarak iman nurunun oraya girmesine yardımcı olacaktır. Nitekim âyetin sonundaki, “Kendisine inandığınız Allah’a karşı gönülden saygılı olup O’na karşı gelmekten sakının” (Mümtahene 60/11) emri müslümanlara, kâfir ve müşrik bile olsalar insanların hak ve hukuklarına riayette son derece dikkatli olmalarını öğütlemekte, bu hususta onlara büyük bir mesuliyet yüklemektedir.

Ancak, mü’min olduklarını söyleyip hicret eden kadınların imanın gereklerini yerine getirmek üzere şu hususlarda Peygamber’e biat etmeleri istenerek buyruluyor ki:

12. Ey Peygamber! Mü’min kadınlar sana gelip de Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftirâ uydurup getirmemek, dine ve akla uygun hiçbir konuda sana karşı gelmemek hususlarında sana bey‘at etmek istediklerinde, sen de onların bey‘atını kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile! Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, sonsuz merhamet sahibidir.

Bey‘at, bağlılık sözü vermek demektir. Resûlullah (s.a.s.), peygamberlik vazifesnin mühim dönüm noktalarında gerek kadın gerek erkek olsun müslümanlardan bey‘at almıştır. Mekke döneminde gerçekleşen Akabe biatları, Medine’ye geldiğinde aldığı bey‘at ve Hudeybiye’de ağaç atında alınan Bey‘at-ı Ridvân buna misaldir. Bu âyet-i kerîmede ise, Mekke’nin fethinden sonra, Mekke’deki müslüman kadınların gelip Efendimiz’e bey‘at etmelerinden bahseder. Resûlullah (s.a.s.)’e onlarla şu esaslar üzerine biatleşmesini emir buyurur:

Allah’a hiçbir şeyi ve hiçbir şekilde ortak koşmamak,
Hırsızlık yapmamak,
Zina etmemek,
Çocuklarını öldürmemek,
Elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek: Bu maddenin üç şekilde anlaşılması mümkündür:

Zinâ yoluyla çocuk edinip bunu kocasına nispet etmek.

Çocuğu olmayan bir kadının, kocasının gönlünü almak için, başkasının terk ettiği bir çocuğu kendine mal etmek.

Başkasını çekiştirme, kovuculuk yapma, iffete dokunacak sözler söyleme, yalancılık ve sahtekârlık yapma gibi iftrâ sayılacak her türlü davranış.

Resûlullah (s.a.s.)’in emrettiği ve yasakladığı bütün hususlarda ona isyan etmemek, itaat etmek. Şüphesiz bu genel ifadenin içine ağıt yakmak, elbiseleri yırtmak, saçı başı yolmak, mahrem olmayanlarla tenhada baş başa kalmak… gibi dinin yasakladığı hususlar da elbette girer. Efendimiz (s.a.s.) bunu: “Câhiliye devrinde yapıldığı gibi ölüye bağıra çağıra ağlamamak” diye açıklamıştır. (bk. İbn Mâce, Cenâiz 51; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 320)

Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ölenin ardından yüzünü gözünü tırmalayan, yakasını paçasını yırtan, câhiliye insanı gibi bağıra çağıra ağıt yakıp kendisine beddua eden, bizden, bizim yolumuzu izleyenlerden değildir.” (Buhârî, Cenâiz 36; Müslim, İman 165)

Resûlullah (s.a.s.), kadınlarla böylece bey‘atleşip iş tamamlanınca, “elinizden geldiğince ve güç yetirebileceğiniz ölçüde” kaydını koydu. Bunun üzerine kadınlar:

“- Allah ve Rasûlü bize kendimizden daha merhametli” diyerek onun ne büyük bir rahmet peygamberi olduğunu şükrânla yâd etmişlerdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVIII, 79)

Sonuç olarak:

13. Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap edip cezasına müstahak kıldığı bir topluluğu dost, sırdaş ve işlerinize vekil edinmeyin. Çünkü kabirdekilerin tekrar diriltilmesinden kâfirler nasıl ümit kesmişlerse, onlar da âhiretten öylece ümitlerini kesmişlerdir.

Ağırlıklı olarak müşrikleri dost ve sırdaş edinmemek üzerinde duran sûre, son olarak tekrar aynı konuya döner. Bu kez de, ölüp de kabre giren kişilerin bir daha dirilmesinden ebediyen ümit kesmiş kâfirler gibi, âhirete imanı olmayan ve onunla ilgili hiçbir korku ve beklentileri olmayan yahudi ve hıristiyanların dost ve sırdaş edinilmesini yasaklar. Ancak âyetin hükmüne, Allah’ın gazap ettiği ve âhirete imanı olmayan herkesin dâhil olduğunda şüphe yoktur.
Ümitsizlikten sakındırıp mü’min gönüllere âhiret ümidi aşılamayla sona eren Mümtehene sûresinin peşinden, İslâm dininin bütün dünyaya yayılması ve yüceliğini herkese isbat etmesi için daha büyük imtihan devreleri geçirmek üzere İslâm ümmetini cihad ve savaş meydanlarında “bütün yapı taşları birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam binalar” gibi düzenli, uyumlu ve kuvvetli olmaya çağıran Saff sûresi geliyor:
 
Üst Alt