MUMTEHİNE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Mümtehine Sûresi Konusu
Allah’a ve mü’minlere düşmanlığını açıkça ortaya koyan ve bunu fiiliyata dönüştüren kâfirlerle olan münasebetlerde son derece dikkatli davranılması üzerinde durulur. Onlarla dostluk kurulmaması ve müslümanların sırlarının onlara sızdırılmaması istenir. Bu husustaki en küçük bir ihmalin müslüman toplumun başına büyük belalar açacağı ihtarı yapılır. Hz. İbrâhim (a.s.)’ın, babası ve akrabaları bile olsalar, müşriklere karşı olan net tavrı müslümanlara uyulacak en güzel bir örnek olarak sunulur. Ancak müslümanlara, düşmanlığını fiiliyata dökmemiş gayr-i Müslimlerle olan münâsebetlerin daha yumuşak tutulması, gönüllerini İslâm’a ısındırmak adına onlara iyilik, ihsan ve adâletle muamele edilmesi öğütlenir. Mekke’den Medine’ye hicret eden kadınların evlilikleri ile alakalı hukuki düzenlemeler yapılır ve bunlardan alınacak bey’atin esasları belirlenir.
Mümtehine Sûresi Nuzül Sebebi
Mushaftaki sıralamada altmışıncı, iniş sırasına göre doksan birinci sûredir. Ahzâb sûresinden sonra, Nisâ sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.
Mümtehine Sûresi Hakkında
Mümtehene sûresi Medine’de inmiştir. 13 âyettir. İsmini, 10. âyette geçtiği üzere Mekke’den Medine’ye hicret eden müslüman kadınların, gerçekten inanıp inanmadıklarını anlamak maksadıyla imtihan edilmelerini isteyen فَامْتَحِنُوهُنَّ (femtehinûhünne) “onları imtihan edin!” emrinden türetilen ve “imtihan edilen kadın” mânasına gelen اَلْمُمْتَحَنَةُ (mümtehene) kelimesinden alır. Buna “imtihan eden sûre” veya “bunu emreden âyeti içinde bulunduran sûre” anlamında اَلْمُمْتَحَنَةٌ (mümtehine) de denilir. Ayrıca sûrenin اَلإمُتِحَانُ (İmtihân) ve اَلْمَوَدة (Meveddet) isimleri de vardır. Resmî sıralamada 60, iniş sırasına göre 111. sûredir.
Mümtehine Sûresi Fazileti
- Bu sureyi okumaya devam edenler, haramdan korunur. Borçlu ise, borcunu kolaylıkla öder.
- Bu sureyi okumaya devam edenlerin kalbindeki nifak yok olur.
- Bu sureyi yazıp, zemzem dolu kabın içine koyar, bir miktar beklettikten sonra içmeye devam ederse, dalak şişmesi hastalığına bi-iznillah iyi gelir.
MUMTEHİNE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri yakın dost, sırdaş ve işlerinize vekil edinmeyin! Siz onlara safça sevgi gösterisinde bulunuyorsunuz. Oysa onlar size gelen gerçeği inkâr etmiş ve sırf Rabbiniz olan Allah’a inandığınız için Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarmışlardır. Eğer siz gerçekten benim yolumda cihâd etmek ve rızâmı kazanmak maksadıyla yurdunuzu terk edip çıktıysanız, kâfirlere nasıl sevgi gösterip sır verebilirsiniz? Gerçek şu ki, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da ben çok iyi bilmekteyim. Bundan böyle içinizden kim onlara sevgi besler ve sır verirse, kesinlikle dümdüz yoldan sapmış olur!
2. Eğer onlar sizi ele geçirecek olsalar, size karşı acımasız bir düşman kesilirler, ellerini ve dillerini size fenâlık yapmak için uzatırlar ve sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı cân ü gönülden isterler.
3. Kıyâmet günü ne yakınlarınızın size faydası olacaktır, ne de çocuklarınızın. Çünkü Allah o gün aranızı ayıracaktır. Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Âyet-i kerîmelerin iniş sebebi olarak şu dikkat çekici hâdise nakledilir:
Resûlullah (s.a.s.), müşriklerin Hudeybiye anlaşmasının maddelerini bozmaları ve diğer tamamlayıcı şartların oluşmaya başlaması üzerine Mekke’yi fethetme hazırlıklarına başlamıştı. Fakat bunu son derece gizli tutuyor, niyetini kimseye açmıyordu. Ashâb-ı kirâmdan birkaç kişi haricinde bunu kimseye hissettirmemişti. Efendimiz (s.a.s.) ile beraber işin farkında olan ashâb-ı kirâm (r.a.), bu gizliliğe riâyet ederken, her nasılsa durumdan haberdar olan Bedir gâzîlerinden Hâtıb b. Ebî Beltaa, Mekke’ye durumu bildiren bir mektup yazmış ve bunu bir kadınla da göndermişti. Allah Teâlâ Peygamberimiz (s.a.s.)’e durumu bildirdi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Ali, Zübeyr ve Mikdâd (r.a.)’ı çağırdı. Kadının tam bulunduğu yeri haber vererek onu yakalayıp getirmelerini istedi. Kadın, Resûlullah (s.a.s.)’in işaret buyurduğu yerde yakalandı. Üzerindeki mektup alınıp Resûlullah’a getirildi. Mektupta şunlar yazılıydı:
“Ey Kureyş! Allah’ın Rasûlü, sizin üzerinize öyle muazzam bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu sel gibi akacaktır. Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah üzerinize tek başına da gelse Allah, O’nu size gâlip kılacak, va’dini yerine getirecektir. Şimdiden başınızın çâresine bakın!” (İbn Kesîr, Bidâye, IV, 278)
Aslında bu ifadeler, ne gerçeğe aykırıydı ne de ihânetle doluydu. Fakat gizli kalması îcâb eden bir hakîkat düşmana ifşâ ediliyordu. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.s.), bu işi yapan Hâtıb’ı derhâl yanına çağırtıp: “Ey Hâtıb! Bunu niçin yaptın?” diye sordu. Bedir gâzîlerinden olan Hâtıb, büyük bir nedâmet içinde:
“–Yâ Resûlallah! Yanınızda bulunan muhâcirlerin Mekke’de âile ve mallarını koruyacak kimseleri var. Benim ise kimsem yok. Ben de bu mektupla onlar arasında minnettarlık kazanarak, âilemi, çoluk çocuğumu korumak istedim. Yoksa vAllahi ben onların câsusu değilim. Ben bu işi dînimden dönmek gibi bir fenâlıkla da işlemedim. müslüman olduktan sonra ben, aslâ küfre râzı olmam. Vallahi benim Allah ve Rasûlü’ne olan imanım sonsuzdur. Aslâ dînimi değiştirmiş değilim...” dedi. Bunun üzerine merhamet ummânı Efendimiz (s.a.s.):
“–Hâtıb kendisini doğru müdâfaa etti” buyurdu ve onu affetti.
Hâtıb’ın boynunu vurmak isteyen Hz. Ömer’e de Cenâb-ı Hakk’ın, Bedir savaşına katılanların yaptığı hatâları af buyurduğunu hatırlatarak şu mukâbelede bulundu:
“−Ama o Bedir seferine katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allah Teâlâ Bedir ehlinin hâline muttalî oldu da: «Dilediğinizi yapın, sizleri bağışladım!» buyurdu.” (Buhârî, Meğâzî 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 161)
Fakat bahsedilen hâdise üzerine inen bu âyet-i kerîmeler, Allah’ın düşmanlarıyla dostluk yapılmamasını ve müslümanların düşmanlarına karşı çok dikkatli davranması gerektiğini haber verdi. Buna göre, İslâm ile küfrün birbiriyle savaş halinde oldukları bir dönemde, bir mü’min, sırf iman ettikleri için mü’minlere karşı savaşan bir kâfirle, sebep ne olursa olsun, İslâm’a zarar verecek bir işe girişemez. Böyle bir davranış imanla çelişir. Dolayısıyla şahsî ihtiyaçlarını karşılamak veya problemlerini çözmek için, niyeti kötü olmasa bile, bir mü’minin böyle davranması doğru değildir. Böyle bir şeye cüret eden kişi, üzerinde yürüdüğü dümdüz yoldan çıkmış olur.
Allah ve Peygamber düşmanlarına karşı sergilenmesi gereken tavrı anlayabilmek için sizden önceki müslümanların hayatından örnek alın:
4. İbrâhim’de ve beraberindeki mü’minlerde sizin için uyulması gereken güzel bir örnek vardır. Onlar putperest kavimlerine şöyle demişlerdi: “Biz kesinlikle sizden de sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan da uzağız. Sizi ve bâtıl dîninizi reddediyoruz. Sizinle bizim aramıza, siz sadece tek olan Allah’a iman edinceye kadar sürüp gidecek bir düşmanlık ve nefret girmiş bulunmaktadır.” Ancak İbrâhim’in babasına söylediği: “Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim; ancak Allah’tan gelecek bir azabı senden savmam da mümkün değil” demesi örnek olmaz! Onlar şöyle dua ederlerdi: “Rabbimiz! Yalnızca sana güvenip dayandık, sana yöneldik. Dönüşümüz de ancak sanadır!”
5. “Rabbimiz! İmtihan için kâfirleri üzerimize salıp bizi musîbetlere maruz bırakma! Rabbimiz! Bizi bağışla! Şüphesiz sen, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olansın!”
6. Doğrusu onlarda sizin için, Allah’ı ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar için uyulması gereken güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse, şunu bilsin ki Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir ve her türlü övgüye lâyık olan da yalnız O’dur.
Hz. İbrâhim ve ona inanan mü’minlerin, Allah’a açıkça baş kaldırmış müşrik bir topluma karşı sergiledikleri net tavır, kıyamete kadar gelecek tüm müslümanlara uyulması gereken en güzel bir örnek olarak gösterilir. Onlar şunu söylemişlerdi: “Biz sizin şirke dayalı sisteminizi tanımıyoruz ve sizlerin doğru bir yol üzere olduğunuza inanmıyoruz. Bu sebeple bizimle sizin aranızda dostluk olması mümkün değildir. Tek olan Allah’a iman edinceye kadar da bu kesin duruşumuz, net tavrımız devam edecektir.”
Bu duruş aslında Allah karşısında kendisine tanrılık yakıştırılan tüm şeytânî güçleri reddetmek anlamına gelmektir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Artık kim şeytânî güçleri inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa sarılmış olur. Allah, işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256)
Yalnız Hz. İbrâhim’in müşrik olan babasına “ben senin için mutlaka Allah’tan bağışlanma dileyeceğim…” şeklindeki sözünün örnek alınmaması istenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de birkaç yerde belirtildiğine göre İbrâhim (a.s.), babasına verdiği istiğfar etme sözünü tutmuş, “Rabbim! Babamı da bağışla; çünkü o yolunu şaşıranlar arasında.” (Şuarâ 26/86. Ayrıca bk. İbrâhim 14/41) Fakat Rabbinden bağışlamasını istediği babasının “Allah düşmanı” olduğunu anlayınca, istiğfardan vazgeçmişti. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“İbrâhim’in babası için Allah’tan af dilemesi ise, sırf daha önce ona verdiği bir sözden dolayı idi. Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu açıkça belli olunca hemen ondan uzaklaştı. Gerçekten İbrâhim, Allah’a içten yalvaran, âh edip inleyen, yumuşak huylu bir peygamberdi.” (Tevbe 9/114)
5. âyette Hz. İbrâhim ve yanındaki mü’minlerin dualarında yer aldığı şekilde “mü’minlerin kâfirler için fitne kılınması” şu yollarla olabilir:
› Kâfirlerin aşırı baskı ve zulümleri neticesinde müslümanların dinî inanç, ibâdet ve ahlâk hususunda onlara taviz vermek zorunda kalmalarıdır. Böyle bir durum, diğer insanlar için alay mevzuu olurken, kâfirlerin de dini ve müminleri değersiz görmelerine yol açar.
Şâirin şu yakarışı bu mânaya ne kadar da uygun düşer:
“Verme dâmânımı dest-i hasmâna yâ Rab!
Varıcak hazretine baş kabak, yalın ayak,
Vermek olursa eğer hasma benim dâmânım,
Yine ihsân ü kerem senden olur Sultânım.”
“Rabbim! Benim eteğimi, ipimin ucunu düşmanın eline verme! Eğer böyle olursa her şeyimi kaybeder, perişan olur, senin huzuruna baş kabak, yalın ayak, ellerim bomboş gelirim. Dünya hâli bu ya, eğer benim eteğim, ipimin ucu düşmanın eline geçerse yine senin iyilik ve keremine güveniyorum; beni ondan kurtaracak olan yalnız sensin!”
› Müslümanlar, yüce bir dinin temsilcileri olmalarına rağmen, temsil ettikleri makama yakışmayacak tarzda yüksek ahlâkî vasıf ve faziletlerden mahrum olurlarsa ve diğer insanların düştükleri ahlâkî zaaflara düşerlerse, kâfirlerin, “Bu kimselerin ne özellikleri var ki bizden daha şerefli kabul edilsinler” demelerine fırsat verilmiş olacaktır.
› Yine kâfirler mü’minlere gâlip geldiklerinde, kendileri doğru yol üzere bulundukları için gâlip geldiklerini sanabilir ve “Eğer kendini mümin zanneden bu insanlar Allah yolunda olsalardı, biz onları yenemezdik” diyebilirler. Böylece doğru yolu bulma imkân ve fırsatından uzaklaşmış olurlar.
Hz. İbrâhim örneğinden alınması gereken ders şudur ki, her asırda mü’minler ataları İbrâhim’in izinden yürüyerek sarsılmaz bir iman, azim ve kararlılıkla zâlimlere karşı mücâdelelerini sürdürmelidir. Ey mü’minler! Böyle davrandığınız takdirde: