bedirhan.
Aktif Üyemiz
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
1. Sana geldikleri vakit. Buradaki hitap Resulullah'adır. Yani ya Muhammed! Senin meclisine gelip hazır oldukları vakit o münafıklar dediler. Münafık, Bakara Sûresi'nin başında izah edildiği gibi dışı müslüman, içi kâfir olan iki yüzlü ve bir şeye karar veremeyen kimse demektir ki duruma göre değişiklik gösterir. Her münafık riyakâr fakat her riyakâr münafık değildir. Çünkü riya imana muhalif olmayarak bazı amellerde de olabilir. Asıl münafıklık ise, inancın tersine, imandaki riyakârlıktır. Bununla beraber sırf amelî olan münafıklık da vardır. Bu yönden nifak ile riya birbirine yakındır. Bir sahih hadiste buyurulmuştur ki: "Münafığın alâmeti üçtür. Konuştuğu zaman sözüne yalan karıştırır. Düşmanlık ettiği zaman edebsizlik eder. Bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder." Tefsirlerin açıklamasına göre burada münafıklardan maksad, Abdullah b. Übeyy ve yandaşlarıdır. Onlar Resulullah (s.a.v)'ın yanına geldikleri zaman şöyle dediler: Şahitlik ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın resulüsün. Şahitlik, kesin bir ilim ile yakinen bildiği bir şeyi Allah'ın huzurunda bulunduğuna inanarak dosdoğru haber vermektir. Onun için fakihler demişlerdir ki: "Şehadet, yemin mânâsını içeren hususi bir haberdir. "Her ihbar ve duyuru şehadet yerine geçmez. Ancak söylediğini bilerek "eşhedü" (şehade ederim) diyen şahide, yemin vermek de fazla ve tekrardan ibarettir. Bundan anlaşılmaktadır ki ibaresinde iki cümle ve iki cümleye ait üç te'kid vardır. Birincisi, neşhedü cümlesinin ifade ettiği yemin, ikincisi , üçüncüsü dır. Peygamber'e imanı göstermek için "şehadet ederiz ki, şüphesiz sen Allah'ın resulüsün" yahut "şehadet ederim ki, şüphesiz Muhammed Allah'ın resulüdür." demek de kâfidir. Cümlede fazla te'kid edatı kullanmak, muhatabların ziyade inkarı durumunda takviye etmek suretiyle ikna için olur. İşte münafıklar, Resulullah'ı ikna etmek için sözü üç şekilde te'kid ederek söylemişlerdir. Fakat bu iknanın hedefi nedir? Bu iki cümlenin hangisine aittir? Te'kidler ikinci risalet cümlesine yönelik olduğu için ikna kasdının da ona yönelik olması gerekir. Halbuki Resulullah'ı inkâr edici konumunda kabul ederek iknaya çalışmak mânâsızdır ve edebsizliktir. Münafıkların da asıl maksatları bu değil, kendilerinin buna iman ve şehadetleri davasında Resulullah'ı iknaya çalışmaktır. Asıl şüpheli gördükleri ve inandırmak istedikleri budur. Bu cihetle te'kidin hedefi, haberin gereği demek olan iman davasıyla cümlesinin olması iktiza ederdi. Onlar ise bunu te'kid etmemekle beraber şehadet ediyoruz diyerek yalan söylüyorlardı. Allah Teâlâ da bu iki noktayı mükemmel bir şekilde ayırdederek buyuruyor ki, Allah biliyor ki hakikat, sen O'nun şüphesiz resulüsün. Binaenaleyh sözü esasen dosdoğru bir hakikattır. Bununla beraber Allah şehadet ediyor ki doğrusu münafıklar, içi dışına uygun olmayanlar elbette yalancıdırlar. O hakikate şehadetleri samimi değildir. Mümin olmadıkları halde iman ettiklerini iddia etseler, doğruya inanmazlar ve hakikati yalan telakki ederler. Sonra da o yalan saydıkları şeye şehadet ederiz diye yalan söylerler ve yalan söylediklerini bildikleri halde vicdanlarının aksine yemin ederler.
Mânâdan da anlaşılacağı üzere bu âyetten bazıları, yalanın itikada ve vicdana, bazıları da hem gerçeğe hem itikada muhalefet demek olduğu mânâsını anlamak istemişlerse de, bunun doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Doğrusu, yalanın gerçeğe uygun olmamasıdır. Burada münafıkların yalan beyanlarında kendi itikad ve vicdanlarına muhalif söz söylemiş olmaları, sözlerinin sadece itikadlarına muhalefetten kaynaklanmayıp, iman konusunda gerçeğin yerinin kalb ve vicdandaki itikad olması, ve şehadet meselesinde de kesin bilgi ve samimiyyetin şart bulunması hasebiyledir. Yani onlar kendisiyle şehadet edilen sözünde yalancı değiller, lakin ona gerçekte inanmadıkları halde inanmış gibi yaparak imanlarını açığa vurma şehadetleri olmadığı halde diye yalan söylemelerinde ve bu suretle yeminde bulunmalarında yalancıdırlar. Bir insan inanmadığı bir şeye inanıyorum dediği zaman şüphesiz yalan söylemiş olur. Bu sözün yalan olması da onun, sırf şahsın itikad ve vicdanına muhalif olmasından değil, haber verdği şeyin gerçekte onun vicdanında bulunmamasındandır. Şu halde o şeyin şahsın itikadından çevrilmesiyle doğru olması, onun itikad etmediği halde itikad ediyorum demesinde yalancı olmasına mani olmadığı gibi, burada da aynı şekildedir. İşte münafıkların sözü böyle olduğu için yalanları bir taraftan haberin faydalı olmasına, bir taraftan da şehadet ve yemin mânâlarına bağlanmıştır.
2. Bunların yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğuna bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler, kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp hak dinden ve Peygamber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz çevirmek mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına "sad"den de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sahtekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.
3. Bunların yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğuna bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler, kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp hak dinden ve Peygamber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz çevirmek mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına "sad"den de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sahtekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.
4. Ve onları gördüğün vakit cisimleri tuhafına gider. Dıştan bakınca giyimleri kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri ile bedenlerinin süsü ve manzarası hoşuna gider. İmreneceğin tutar. Ve konuşurlarsa konuşmalarına kulak verirsin, dillerininin fesahatı, sözlerinin akıcılığı ve tatlılığı ve konuşma sanatına olan merak ve yatkınlıkları hasebiyle güzel laf ederler. Konuşmaya başladıkları zaman mecliste bulunanların dinleyesi gelir. Medine münafıklarının başları olan Abdullah b. Übeyy, Mugis b. Kays, Cedd b. Kays ve arkadaşları hep böyle iri vücutlu, yakışıklı, giyim ve kuşamlarına itina gösteren, düzgün konuşan, dilleri ve dış görünüşleri alımlı kimseler idiler. Ya Resulallah diye söze başladıkça Hz. Peygamber de sözlerini dinlerdi. Onlar ise kendilerine söz söylendiği zaman resmî bir tavırla ve dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak kulaklarına söz girmez, öyle ki sanki onlar dayanmış keresteler gibidirler. Oturdukları yerde dayanmış ahşap keresteler gibi dışları, endamları düzgün, hareketsizce kurulur otururlar. Ancak içleri bilgi ve şuurdan, yetişme ve gelişme kabiliyetinden mahrum, sağlamlık ve dayanıklılıktan uzak, boş kuru tahtalara ve direklere benzerler. Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi lazım gelen sözler kulaklarına girmez, ondan faydalanmazlar. Öyle cansız ve yüreksizdirler ki her sayhayı aleyhlerinde zannederler. Her işittikleri kuvvetli bir sesi mutlaka kendi aleyhlerinde sanır korkarlar. Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde telakki ederek ürker kaçmaya çalışırlar. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler, hemen hemen pöh denilse korkacak hale gelirler. Çünkü içleri kurtlu haindirler. Hainler ise, hıyanetin ucu yüreklerinde saplı olduğu için "hain korkak olur" meselince her zaman sırları açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içinde bulunduklarından, her şeyden nem kapar ve her sesten ürkerler. Yalan söylemeye de alışkın olduklarından lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerinde mânâ çıkarırlar. Onlar katıksız Hak düşmanıdırlar onun için onlardan sakın! Zira düşmanın en tehlikelisi, gülerek sokulup yürekte patlayandır.
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
63-MÜNAFİKUN:
1. Sana geldikleri vakit. Buradaki hitap Resulullah'adır. Yani ya Muhammed! Senin meclisine gelip hazır oldukları vakit o münafıklar dediler. Münafık, Bakara Sûresi'nin başında izah edildiği gibi dışı müslüman, içi kâfir olan iki yüzlü ve bir şeye karar veremeyen kimse demektir ki duruma göre değişiklik gösterir. Her münafık riyakâr fakat her riyakâr münafık değildir. Çünkü riya imana muhalif olmayarak bazı amellerde de olabilir. Asıl münafıklık ise, inancın tersine, imandaki riyakârlıktır. Bununla beraber sırf amelî olan münafıklık da vardır. Bu yönden nifak ile riya birbirine yakındır. Bir sahih hadiste buyurulmuştur ki: "Münafığın alâmeti üçtür. Konuştuğu zaman sözüne yalan karıştırır. Düşmanlık ettiği zaman edebsizlik eder. Bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder." Tefsirlerin açıklamasına göre burada münafıklardan maksad, Abdullah b. Übeyy ve yandaşlarıdır. Onlar Resulullah (s.a.v)'ın yanına geldikleri zaman şöyle dediler: Şahitlik ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın resulüsün. Şahitlik, kesin bir ilim ile yakinen bildiği bir şeyi Allah'ın huzurunda bulunduğuna inanarak dosdoğru haber vermektir. Onun için fakihler demişlerdir ki: "Şehadet, yemin mânâsını içeren hususi bir haberdir. "Her ihbar ve duyuru şehadet yerine geçmez. Ancak söylediğini bilerek "eşhedü" (şehade ederim) diyen şahide, yemin vermek de fazla ve tekrardan ibarettir. Bundan anlaşılmaktadır ki ibaresinde iki cümle ve iki cümleye ait üç te'kid vardır. Birincisi, neşhedü cümlesinin ifade ettiği yemin, ikincisi , üçüncüsü dır. Peygamber'e imanı göstermek için "şehadet ederiz ki, şüphesiz sen Allah'ın resulüsün" yahut "şehadet ederim ki, şüphesiz Muhammed Allah'ın resulüdür." demek de kâfidir. Cümlede fazla te'kid edatı kullanmak, muhatabların ziyade inkarı durumunda takviye etmek suretiyle ikna için olur. İşte münafıklar, Resulullah'ı ikna etmek için sözü üç şekilde te'kid ederek söylemişlerdir. Fakat bu iknanın hedefi nedir? Bu iki cümlenin hangisine aittir? Te'kidler ikinci risalet cümlesine yönelik olduğu için ikna kasdının da ona yönelik olması gerekir. Halbuki Resulullah'ı inkâr edici konumunda kabul ederek iknaya çalışmak mânâsızdır ve edebsizliktir. Münafıkların da asıl maksatları bu değil, kendilerinin buna iman ve şehadetleri davasında Resulullah'ı iknaya çalışmaktır. Asıl şüpheli gördükleri ve inandırmak istedikleri budur. Bu cihetle te'kidin hedefi, haberin gereği demek olan iman davasıyla cümlesinin olması iktiza ederdi. Onlar ise bunu te'kid etmemekle beraber şehadet ediyoruz diyerek yalan söylüyorlardı. Allah Teâlâ da bu iki noktayı mükemmel bir şekilde ayırdederek buyuruyor ki, Allah biliyor ki hakikat, sen O'nun şüphesiz resulüsün. Binaenaleyh sözü esasen dosdoğru bir hakikattır. Bununla beraber Allah şehadet ediyor ki doğrusu münafıklar, içi dışına uygun olmayanlar elbette yalancıdırlar. O hakikate şehadetleri samimi değildir. Mümin olmadıkları halde iman ettiklerini iddia etseler, doğruya inanmazlar ve hakikati yalan telakki ederler. Sonra da o yalan saydıkları şeye şehadet ederiz diye yalan söylerler ve yalan söylediklerini bildikleri halde vicdanlarının aksine yemin ederler.
Mânâdan da anlaşılacağı üzere bu âyetten bazıları, yalanın itikada ve vicdana, bazıları da hem gerçeğe hem itikada muhalefet demek olduğu mânâsını anlamak istemişlerse de, bunun doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Doğrusu, yalanın gerçeğe uygun olmamasıdır. Burada münafıkların yalan beyanlarında kendi itikad ve vicdanlarına muhalif söz söylemiş olmaları, sözlerinin sadece itikadlarına muhalefetten kaynaklanmayıp, iman konusunda gerçeğin yerinin kalb ve vicdandaki itikad olması, ve şehadet meselesinde de kesin bilgi ve samimiyyetin şart bulunması hasebiyledir. Yani onlar kendisiyle şehadet edilen sözünde yalancı değiller, lakin ona gerçekte inanmadıkları halde inanmış gibi yaparak imanlarını açığa vurma şehadetleri olmadığı halde diye yalan söylemelerinde ve bu suretle yeminde bulunmalarında yalancıdırlar. Bir insan inanmadığı bir şeye inanıyorum dediği zaman şüphesiz yalan söylemiş olur. Bu sözün yalan olması da onun, sırf şahsın itikad ve vicdanına muhalif olmasından değil, haber verdği şeyin gerçekte onun vicdanında bulunmamasındandır. Şu halde o şeyin şahsın itikadından çevrilmesiyle doğru olması, onun itikad etmediği halde itikad ediyorum demesinde yalancı olmasına mani olmadığı gibi, burada da aynı şekildedir. İşte münafıkların sözü böyle olduğu için yalanları bir taraftan haberin faydalı olmasına, bir taraftan da şehadet ve yemin mânâlarına bağlanmıştır.
2. Bunların yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğuna bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler, kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp hak dinden ve Peygamber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz çevirmek mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına "sad"den de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sahtekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.
3. Bunların yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğuna bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler, kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp hak dinden ve Peygamber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz çevirmek mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına "sad"den de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sahtekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.
4. Ve onları gördüğün vakit cisimleri tuhafına gider. Dıştan bakınca giyimleri kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri ile bedenlerinin süsü ve manzarası hoşuna gider. İmreneceğin tutar. Ve konuşurlarsa konuşmalarına kulak verirsin, dillerininin fesahatı, sözlerinin akıcılığı ve tatlılığı ve konuşma sanatına olan merak ve yatkınlıkları hasebiyle güzel laf ederler. Konuşmaya başladıkları zaman mecliste bulunanların dinleyesi gelir. Medine münafıklarının başları olan Abdullah b. Übeyy, Mugis b. Kays, Cedd b. Kays ve arkadaşları hep böyle iri vücutlu, yakışıklı, giyim ve kuşamlarına itina gösteren, düzgün konuşan, dilleri ve dış görünüşleri alımlı kimseler idiler. Ya Resulallah diye söze başladıkça Hz. Peygamber de sözlerini dinlerdi. Onlar ise kendilerine söz söylendiği zaman resmî bir tavırla ve dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak kulaklarına söz girmez, öyle ki sanki onlar dayanmış keresteler gibidirler. Oturdukları yerde dayanmış ahşap keresteler gibi dışları, endamları düzgün, hareketsizce kurulur otururlar. Ancak içleri bilgi ve şuurdan, yetişme ve gelişme kabiliyetinden mahrum, sağlamlık ve dayanıklılıktan uzak, boş kuru tahtalara ve direklere benzerler. Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi lazım gelen sözler kulaklarına girmez, ondan faydalanmazlar. Öyle cansız ve yüreksizdirler ki her sayhayı aleyhlerinde zannederler. Her işittikleri kuvvetli bir sesi mutlaka kendi aleyhlerinde sanır korkarlar. Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde telakki ederek ürker kaçmaya çalışırlar. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler, hemen hemen pöh denilse korkacak hale gelirler. Çünkü içleri kurtlu haindirler. Hainler ise, hıyanetin ucu yüreklerinde saplı olduğu için "hain korkak olur" meselince her zaman sırları açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içinde bulunduklarından, her şeyden nem kapar ve her sesten ürkerler. Yalan söylemeye de alışkın olduklarından lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerinde mânâ çıkarırlar. Onlar katıksız Hak düşmanıdırlar onun için onlardan sakın! Zira düşmanın en tehlikelisi, gülerek sokulup yürekte patlayandır.
Moderatör tarafında düzenlendi: