11. Nimetler içinde yüzdükleri halde seni ve dâvetini yalanlayanları sen bana bırak ve onlara biraz süre tanı.
12. Çünkü bizim nezdimizde onlar için hazırlanmış kelepçeler ve kızgın alevli bir ateş var.
13. Boğaza takılıp öteye geçmeyecek korkunç dikenli yiyecekler ve pek acı bir azap var.
14. Kıyâmet günü yer ve dağlar şiddetle sarsılır; koca dağlar kum yığınına döner.
10. âyette bahsedilen هَجْرًا جَم۪يلًا (hecran cemilen), kalp ve düşünce olarak kâfir ve müşriklerden uzak durup, fiil ve amellerinde onlara uymamakla beraber, kötülüklerine karşılık vermeye kalkışmayıp, müsamaha ve güzel ahlâk ile seviyeli bir muhalefette bulunmaktır. Yoksa buradan “tebliğ vazifesini” bırakmak mânası anlaşılamaz. Bilakis, tebliğ vazifesine devam ederken, onların kabalıklarına ve ileri geri konuşmalarına aldırmaması; öyle kimseleri kendi hallerine bırakıp Allah’a havale ederek nezâketle işine devam etmesi öğütlenir. Zira bu dünya hayatı, buradaki nimetler bir gün son bulacak, dünya nimetleriyle şımarıp Peygamber’e karşı gelen, kendilerini büyük görüp fakir mü’minlerle alay eden o kâfirler Allah katında layık oldukları cezayı bulacaklardır. Bunlar:
› Ağır ağır kelepçeler, bukağılar ve demir halkalar. Bunlarla elleri ve ayakları boyunlarına bağlanacak, demir halkalar boyunlarına geçirilecek ve kıpırdamayacak bir halde sımsıkı bağlanıp öylece cehenneme atılacaklardır.
› Çılgın alevli cehennem ateşi.
› Dikenli, boğaza duran, boğaza girince ne yutması ne de çıkarması mümkün olmayan, son derece üzüntü ve sıkıntı veren bir yiyecek. Başka âyetlerde bu yiyecekten “zakkum”, “darî‘: diken”, “ğislîn: çok kötü bir yiyecek, ateşte yananların yaralarından akan irinler” ifadeleriyle bahsedilir.
› Acısına, elemine dayanmanın mümkün olmadığı pek acıklı bir azap.
Anlatıldığına göre Hasan Basri (r.h.), bir gün oruçluyken iftar edeceği sırada kendisine bir yemek getirildi. Tam o anda bu âyet aklına geliverdi, “yemeği kaldırın” dedi. İkinci akşam konuldu, yine hatırına geldi, yine “kaldırın” dedi. Üçüncü akşam yine öyle. Bu durum dostlarına haber verildi. Onlar geldiler de nihayet biraz kavut şerbeti içinceye kadar peşini bırakmadılar. Böylece midesine bir lokma inmiş oldu. (Elmalılı, Hak Dini, VII, 5433)
Kıyâmet ve hesap korkusunun insanın yüreğine oturmasının tabii bir neticesidir bu. Zira kıyâmet günü ilâhî mahkeme kurulacak ve herkese hak ettiği karşılık verilecektir. Bu sebepledir ki:
15. Ey insanlar! Vaktiyle Firavun’a bir Peygamber gönderdiğimiz gibi, size de hakkınızda şâhitlik edecek bir Peygamber olarak Hz. Muhammed’i gönderdik.
Burada Hz. Mûsâ ve Firavun’un söz konusu edilmesinin sebebi, Mekkelilerin, Peygamberimiz (s.a.s.)’i aralarında doğup büyüdüğü için küçümsemeleri ve hafife almaları idi. Nitekim Firavun da, kendi sarayında büyümüş olması sebebiyle Hz. Mûsâ ile alay etmiş, kendini hakka davet için geldiğinde: “Biz seni henüz yeni doğmuş bebekken bağrımıza basıp yanımızda büyütmedik mi?” demiştir. (bk. Şuarâ 26/18) Ancak burada üzerinde durulan esas uyarı şudur: Firavun, Allah’ın gönderdiği Peygamber’e karşı çıkınca nasıl şiddetli bir şekilde cezalandırılmış ise, Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkan insanlar da bir gün cezalandırılacaklardır. Bu cezanın dünyevî bir yönünün olma ihtimali devamlı mevcuttur. Dünyada bunun olmayacağı farzedilse bile şurası bir gerçektir ki, âhirette Allah’ın azabından kurtulmaları mümkün değildir:
16. Ne var ki Firavun o Peygamber’e karşı geldi; biz de onu şiddetli bir tutuşla yakalayıp cezalandırdık.
Burada Hz. Mûsâ ve Firavun’un söz konusu edilmesinin sebebi, Mekkelilerin, Peygamberimiz (s.a.s.)’i aralarında doğup büyüdüğü için küçümsemeleri ve hafife almaları idi. Nitekim Firavun da, kendi sarayında büyümüş olması sebebiyle Hz. Mûsâ ile alay etmiş, kendini hakka davet için geldiğinde: “Biz seni henüz yeni doğmuş bebekken bağrımıza basıp yanımızda büyütmedik mi?” demiştir. (bk. Şuarâ 26/18) Ancak burada üzerinde durulan esas uyarı şudur: Firavun, Allah’ın gönderdiği Peygamber’e karşı çıkınca nasıl şiddetli bir şekilde cezalandırılmış ise, Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkan insanlar da bir gün cezalandırılacaklardır. Bu cezanın dünyevî bir yönünün olma ihtimali devamlı mevcuttur. Dünyada bunun olmayacağı farzedilse bile şurası bir gerçektir ki, âhirette Allah’ın azabından kurtulmaları mümkün değildir:
17. Peki ey kâfirler! İnkârınızda devam ederseniz, o takdirde, çocukları bir anda ak saçlı ihtiyarlara çevirecek bir günden kendinizi nasıl koruyacaksınız?
Kıyâmet günü öyle dehşetli bir gündür ki, onun şiddetinden körpe çocuklar, saçı sakalı ağarmış ihtiyarlara dönerler. Bu hal, kıyâmet için sûra birinci kez üslendiği zaman olacaktır. Nitekim o gün hakkında şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyâmetin sarsıntısı gerçekten çok korkunç bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, dehşetten her emzikli anne emzirdiği yavrusunu unutup terk eder, her hâmile dişi de karnındakini düşürür. İnsanları sarhoş görürsün, halbuki onlar şarap içip sarhoş olmuş değillerdir, lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” (Hac 22/1-2)
Yine kıyâmet öyle dehşetli bir gündür ki, onun şiddetiyle yalnız dağlar erimek ve çocuklar ihtiyarlamakla kalmaz, o yüksek gökyüzü bile yarılıp çatlar. Allah’ın va‘dettiği her şey, aynen söylediği ve istediği şekilde gerçekleşir. Bunda şüphe edilebilecek en küçük bir nokta yoktur. Artık dileyen bu ilâhî hatırlatma ve ikazlardan ibret alarak, o günün şiddet ve dehşetinden korunmak ve Rabbine selametle ermek için iman, itaat ve sâlih amellerle Allah’a yaklaşmaya çalışsın. Böyle kurtarıcı bir yol tutmayan ise, kendini o günün azabından koruyamayacağını bilsin.
Şu ibretli kıssa, Kur’an’ın gönülleri sarsan bu âyetleri karşısında nasıl bir kalbî hassasiyet içinde olması gerektiğini göstermesi açısından dikkat çekicidir:
Ebûbekir Verrâk (r.h.)’in küçük bir oğlu vardı. Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için bir hocadan ders okumaktaydı. Bir gün okuldan benzi sararmış bir vaziyette, titreyerek ve erkenden döndü. Vücudunun her tarafı korkudan titriyordu. Ebûbekir Verrâk, gönül meyvesinin bu bu durumuna şaşırarak sordu:
“–Hayırdır evlâdım, bu hâlin ne, niçin mektepten erken döndün?”
Oğlu, o küçücük yüreğine yerleşmiş bulunan Allah korkusu netîcesinde sonbahar yaprağına dönen bir çehreyle:
“–Ey babacığım! Bugün hocamız bana Kur’ân’dan bir âyet öğretti, onun mânasını idrâk edince korkumdan bu hâle geldim!” dedi. Bu defâ babası:
“–Evlâdım, o hangi âyet-i kerîmedir?” dedi. Küçük çocuk okumaya başladı:
“Peki ey kâfirler! İnkârınızda devam ederseniz, o takdirde, çocukları bir anda ak saçlı ihtiyarlara çevirecek bir günden kendinizi nasıl koruyacaksınız?” (Müzzemmil 73/17)
Daha sonra küçük yavru, bu âyetin dehşet ve heybetinden hasta olup ölüm döşeğine düştü, çok geçmeden de rûhunu teslîm etti. Babası bu hâdise karşısında çok duygulandı. Öyle ki, sık sık oğlunun kabrine gider ve ağlayarak kendi kendine şöyle derdi:
“–Ey Ebûbekir! Senin oğlun, Kur’ân’dan bir âyet öğrendi de Allah korkusundan rûhunu teslîm etti. Sen ise bunca zamandır Kur’ân-ı Kerîm okursun, hâlâ Allah’ın hukûkunu yerine getirmede bir çocuk kadar dahî korkmazsın!”
Halbuki, bu hayatta en mühim vazifesinin sadece Allah’a kulluk edip O’nun hoşnutluğunu kazanmak olduğunu bilenler, fevkalade bir gayret ve titizlik içinde bu kudsî vazifenin gereklerini yerine getirmeye çalışırlar. Örnek mi istersiniz:
18. O günün dehşetiyle gök çatlayıp yarılacak ve Allah’ın sözü mutlaka gerçekleşecektir.
19. Kur’an’ın bu korkutucu âyetleri, bir öğüttür, bir hatırlatmadır. Artık kurtulmak isteyen, kendisini Rabbine ulaştıracak bir yol tutsun!
Kıyâmet günü öyle dehşetli bir gündür ki, onun şiddetinden körpe çocuklar, saçı sakalı ağarmış ihtiyarlara dönerler. Bu hal, kıyâmet için sûra birinci kez üslendiği zaman olacaktır. Nitekim o gün hakkında şöyle buyrulur:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyâmetin sarsıntısı gerçekten çok korkunç bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, dehşetten her emzikli anne emzirdiği yavrusunu unutup terk eder, her hâmile dişi de karnındakini düşürür. İnsanları sarhoş görürsün, halbuki onlar şarap içip sarhoş olmuş değillerdir, lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” (Hac 22/1-2)
Yine kıyâmet öyle dehşetli bir gündür ki, onun şiddetiyle yalnız dağlar erimek ve çocuklar ihtiyarlamakla kalmaz, o yüksek gökyüzü bile yarılıp çatlar. Allah’ın va‘dettiği her şey, aynen söylediği ve istediği şekilde gerçekleşir. Bunda şüphe edilebilecek en küçük bir nokta yoktur. Artık dileyen bu ilâhî hatırlatma ve ikazlardan ibret alarak, o günün şiddet ve dehşetinden korunmak ve Rabbine selametle ermek için iman, itaat ve sâlih amellerle Allah’a yaklaşmaya çalışsın. Böyle kurtarıcı bir yol tutmayan ise, kendini o günün azabından koruyamayacağını bilsin.
Şu ibretli kıssa, Kur’an’ın gönülleri sarsan bu âyetleri karşısında nasıl bir kalbî hassasiyet içinde olması gerektiğini göstermesi açısından dikkat çekicidir:
Ebûbekir Verrâk (r.h.)’in küçük bir oğlu vardı. Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için bir hocadan ders okumaktaydı. Bir gün okuldan benzi sararmış bir vaziyette, titreyerek ve erkenden döndü. Vücudunun her tarafı korkudan titriyordu. Ebûbekir Verrâk, gönül meyvesinin bu bu durumuna şaşırarak sordu:
“–Hayırdır evlâdım, bu hâlin ne, niçin mektepten erken döndün?”
Oğlu, o küçücük yüreğine yerleşmiş bulunan Allah korkusu netîcesinde sonbahar yaprağına dönen bir çehreyle:
“–Ey babacığım! Bugün hocamız bana Kur’ân’dan bir âyet öğretti, onun mânasını idrâk edince korkumdan bu hâle geldim!” dedi. Bu defâ babası:
“–Evlâdım, o hangi âyet-i kerîmedir?” dedi. Küçük çocuk okumaya başladı:
“Peki ey kâfirler! İnkârınızda devam ederseniz, o takdirde, çocukları bir anda ak saçlı ihtiyarlara çevirecek bir günden kendinizi nasıl koruyacaksınız?” (Müzzemmil 73/17)
Daha sonra küçük yavru, bu âyetin dehşet ve heybetinden hasta olup ölüm döşeğine düştü, çok geçmeden de rûhunu teslîm etti. Babası bu hâdise karşısında çok duygulandı. Öyle ki, sık sık oğlunun kabrine gider ve ağlayarak kendi kendine şöyle derdi:
“–Ey Ebûbekir! Senin oğlun, Kur’ân’dan bir âyet öğrendi de Allah korkusundan rûhunu teslîm etti. Sen ise bunca zamandır Kur’ân-ı Kerîm okursun, hâlâ Allah’ın hukûkunu yerine getirmede bir çocuk kadar dahî korkmazsın!”
Halbuki, bu hayatta en mühim vazifesinin sadece Allah’a kulluk edip O’nun hoşnutluğunu kazanmak olduğunu bilenler, fevkalade bir gayret ve titizlik içinde bu kudsî vazifenin gereklerini yerine getirmeye çalışırlar. Örnek mi istersiniz:
20. Rasûlüm! Rabbin, senin gecenin üçte ikisine yakın kısmını, bazan yarısını, bazan da üçte birini ibâdetle geçirdiğini, beraberindeki mü’minlerden bir kısmının da böyle yaptığını elbette biliyor. Geceyi ve gündüzü yaratıp sürelerini takdir eden Allah’tır. O, gece ibâdetini gerektiği şekilde yapamayacağınızı bildiği için size lutuf ve merhametiyle muâmele edip, kolaylaştırmaya gitti. Artık Kur’an’dan kolayınıza gelen miktarı okuyun. Allah şunu da biliyor ki, içinizden hastalar olacak; bir kısmınız Allah’ın lutfundan nasibini aramak üzere yeryüzünde dolaşacak; bir kısmınız da Allah yolunda savaşacak. Bundan böyle Kur’an’dan kolayınıza gelen miktarı okuyun, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, bir de Allah’a gönül hoşluğuyla güzel bir borç verin. Kendiniz için iyilik olarak önden ne gönderirseniz, Allah katında onu daha hayırlı ve mükâfatı kat kat artmış olarak bulursunuz. Günahlarınız için Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, sonsuz merhamet sahibidir.
Sûrenin ilk âyetlerinde gece ibâdeti hakkında gelen tâlimatlar doğrultusunda Resûlullah (s.a.s.) ve beraberinde seçkin bir sahâbe cemaati, bazan gecenin üçte ikisine yakınını, bazan yarısını, en azından üçte birini ibâdetle geçirmeye başladılar. Öyle ki namaz kılmaktan ayakları şişerdi. Hatta sabaha ne kadar kaldığını kestiremediği için ihtiyaten bütün gece ibâdet edenler bile vardı. Nitekim, “O mü’minler geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitleri de Allah’tan bağışlanma dilerlerdi” (Zâriyât 51/17-18) âyetleri onların bu hâline işaret eder. Böyle ağır bir ibâdetin ümmet-i Muhammed’e zor geleceğini bildiği için, kullarına nihayetsiz merhamet sahibi olan Allah Teâlâ, bu tarzda bir gece ibâdetini onlara farz kılmadı. Bu ağır mesuliyeti onlardan kaldırdı. Bundan böyle farz olmamak kaydıyla isteyen istediği kadar kalkıp gece ibâdet edebilir. Yaptığı ibâdet kadar sevap ve mükâfat kazanır. Kalkamayana ise bir ceza terettüp etmez.
Burada gece ibâdetinin hafifletilmesinin üç gerekçesi bildirilir:
› Hasta olmak.
› Helâl yollardan rızık aramak için seyahat yapmak.
› Allah yolunda savaşmak.
Şunu ifade edelim ki, Yüce Rabbimizin bir lutuf ve rahmet eseri olarak gece ibâdetini hafifletmesi, bununla alakalı sûrenin başındaki âyetlerde ve Kur’ân-ı Kerîm’in başka ayetlerinde gece ibâdetiyle alakalı yaptığı teşvikleri neshedip ortadan kaldırdığı mânasına gelmez. Bu âyetler, dünya durdukça gece ibâdetinin faziletini beyân edecek, akıllı mü’minler bu ilâhî irşatlar sayesinde imkânları ölçüsünde gecelerini ihya edecekler, ilâhî füyûzâtın yağmur gibi yağdığı o müstesnâ anlardan faydalanacaklar ve Yüce Allah’a yaklaşmanın yollarını arayacaklardır. Dolayısıyla, yukarıda bahsedilen sebeplerle gündüzün çok yorucu işleri veya hastalık gibi bir mânisi olmayan mü’minlerin, geceyi ihyaya azami ehemmiyet vermeleri şüphesiz kendi faydalarına olacaktır.
“Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun” emri, “kolayınıza geldiği kadar gece namazı kılın” mânasında anlaşılır. Fakat Kur’an tilâveti de ibâdet olduğundan dolayı, namazla birlikte bundan bilinen Kur’an kıraatinin kastedilmiş olması da mümkündür.
Gece ibâdetini hafifleten Yüce Rabbimiz, müslümanlardan hususiyle farz olan ibâdetlere ağırlık vermelerini ve Allah yolunda mal ve canla fedakârlık yapmalarını ister. Bunun için de:
› Farz olan namazları doğru ve dikkatli bir şekilde kılmalarını,
› Zekâtı hakkiyle ve zamanında vermelerini,
› Zekâttan ayrı olarak Allah için sadaka vermelerini, özellikle savaş masraflarını karşılamak için harcamada bulunmalarını ve mallarını Allah için vakfederek fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamalarını emir buyurur. İşte bu tür yardımlar Allah’a verilen güzel bir borç olarak kabul edilmiştir. Bilindiği üzere verilen borç geri alınır. Borç verilen kimse güvenilir ise, borcun geri alınacağından endişe edilmez. Burada kulundan borcu talep eden ve onu alan Allah Teâlâ’dır. O’na verilen borcun ödenmesi konusunda ise kaygı duyulması mümkün değildir.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) ashâbına:
“- Hanginize mirasçısının malı kendi malından daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar:
“- Ey Allah’ın Rasûlü! Hepimiz malımızı her şeyden daha fazla severiz” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“Allah için sadaka verdiğiniz mal, sizin kendi malınızdır. Geriye bıraktığınız mal ise sizin değil, vârisinizin malıdır” (Buhârî, Rikak 12; Müslim, Zühd 3) buyurdu.
Osmanlı tarihimizden bize akseden şu kıssa ne kadar mânidârdır.:
Osmanlı döneminde Üçbaş Nûreddin Hamza Efendi diye meşhur bir âlim vardı. Parasını harcamaya kıyamayıp biriktirirdi. Ata binmez, eski elbise ve ayakkabı ile yetinir, böylece malından tasarruf ederdi. Bu sebeple halk arasında “Paracı Hoca” olarak tanınırdı.
Bu hocaefendi, biriktirdiği para ile Fâtih Karagümrük’te önce Üçbaş Medresesi’ni, daha sonra da Üçbaş Mescidi’ni yaptırdı. Âlimlerin ve fukarânın kalması için odalar yaptırarak bunlar için pek çok vakıflar tahsis etti. Bunu duyan tanıdıkları şaşırır ve:
“–Hocam sen parayı bu kadar çok sevdiğin hâlde harcamaya nasıl kıydın?” diye takılırlar. Hocaefendi de şu mânidar ve nükteli cevâbı verir:
“–Kıymetli dostlarım! Sizler haklısınız. Ben parayı çok severim. Bunun için de paramın dünyada kalmasına gönlüm râzı olmadı. Onu kendimden önce âhirete gönderdim.”
Çünkü dünya hayatında Allah için yapıp âhirete gönderdiğimiz ne kadar iyilik olursa, bunun mükâfatını mutlaka Rabbimizin katında bulacağız. Hem daha üstün ve mükâfatı daha büyük bir şekilde. Zira Allah Teâlâ, kendisi için yapılan iyiliklere, iyiliğin durumu ve yapanın ihlasına göre bire ondan başlayıp bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazla katlayarak mükâfat vereceğini müjdelemektedir. (bk. Bakara 2/261; En‘âm 6/160; Hicr 15/89)
Allah’ın dinini tebliğe başlamadan önce yapılması gereken ön hazırlıkları bildiren Müzzemmil sûresini, hedeflenen gayeye ilgisi daha açık ve iç âlemden dış âleme seyri daha şumullü olan Müddessir sûresi takip edecektir: