Namaz ve sırları

MURATS44

Özel Üye
Namaz o kadar büyük bir nimettir ki, insanlar namazın büyüklüğünü ve kıymetini ancak öldükten sonra anlayabilirler. Hadislerden anlaşılacağı üzere bir Müslüman ölür ölmez kabir hayatında ve diriltilip mahşer meydanında, önce namazdan sorguya çekilecektir. Namazın hesabını verenin diğer sorgulamalarının hafif geçeceği belirtilmektedir.
Namazın esprisi ise peygamberimizin şanını ve kadrini yücelten miraç gecesinde gizlidir. Şüphesiz her mümin peygamberimiz gibi bir miraç olayını yaşamak ister. Allah’la konuşmayı, O’nu görmeyi kim istemez ki?.. Bu hususta her mümin peygamberimize gıpta ile bakar. Allah (c.c.) ezeli bilgisi ile elbette kıyamete kadar gelecek ümmetinin bu konuda kalbinden geçenleri bilmekteydi. Bu nedenle beş vakit namaz miraç gecesinde bu ümmete farz oldu. Bu gecede farz olmasının pek çok hikmetlerinden sadece birisi de namazın müminin miracına işaret olmasıdır. Yani beş vakit namazını kılan birisi inşallah Allah’a doğru bir manevi miraç içerisindedir. Şu unutulmamalı ki, insanlar daha dünyada iken bile manevi olarak ya yukarıya yani cennete doğru uçmakta ya da aşağı doğru yani cehenneme doğru düşmektedirler. Miraç hadisesinden ve başka hadislerden de biliyoruz ki cennet de cehennem de yaratılmış durumdadır ve bizleri gözlemektedirler. Ölüm bu yerlerden birisine geçilen bir köprü gibidir. Bundan dolayı hadis-i şerifte kabrin ya cehennem çukurlarından bir çukur ya da cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu ifade edilmektedir. Kabir gidilecek yeri işaret eden bir istasyon gibidir. Beş vakit namaz müminin miracı olarak onu Allah’ın izni ile cennete ulaştırır. Zaten onlarca ayet-i kerime ve hadis-i şerif bizlere bu müjdeyi vermektedir.
İlahi dinlerin ve peygamberlerin olmadığını, insanların da bir araya gelerek şöyle bir karar aldığını farz edelim: ‘Allah (c.c.) bizleri yarattı. Elbette bizleri bir sanat eseri gibi mükemmel bir şekilde yaratan yüce Allah’a (c.c.) şükretmemiz gerekir. Bunu nasıl bir ibadetle gerçekleştirebiliriz? Herkes bu konuda düşüncelerini söylesin.’ Acaba hiçbir insan namazı bulabilir miydi? Namazı keşfedebilir miydi? Namaza ucundan kıyısından yaklaşabilir miydi? Emin olun, hiçbir insana namaz nasip olamazdı. Çünkü namaz için yapılması gereken bedeni ibadetler nefse ağır gelirdi. Hele rükû ve secde gibi nefsin belinin büküldüğü ibadetleri insan nefsinin düşünmesi, keşfetmesi, sonra da yerine getirmesi mümkün değildir. Tamam, bir padişahın, zalimin, zenginin önünde insanlar genellikle iki büklüm olup secde edebilirler ama imtihan gereği Kendisi görünmeyen ve Kendisini gizleyen yüce Allah’ın önünde kimse secde etmek istemeyecektir. Elbette burada kimse derken herkesin nefsini kastediyoruz. İnsanlar en fazla şöyle diyeceklerdi: ‘Bir binada toplanıp Allah’a dua edelim, O’nunla ilgili ilahiler dinleyelim, haftada bir günü O’na tahsis edelim.’ Zaten, diye düşüneceksiniz, önceleri dinlerinde namaz ibadeti bulunan Yahudilik ve Hıristiyanlık da şimdi böyle değiller mi? Evet, böyledir. Bu büyük dinlerin bu duruma düşmeleri de namaz ibadetinin nefse ne kadar ağır geldiğini ve nefsin namaz kılmak istemediğini ispatlamaktadır. İşte bu durum da namazın insan buluşu olmadığını, Allah (c.c.) tarafından insanlara ihsan edildiğini göstermektedir.
Namazın değerini anlamak için onu keşfetmek gerekir. Sanki namaz farz edilmiş değildir. Bizler bulacağımız bir ibadetle Allah’a yaklaşacağız. Namazın her rükünunu biz tek tek bulmuşuz gibi yaşarsak bir perde gözler önünden kalkar. O zaman namazın ne kadar büyük bir ibadet olduğu anlaşılır.
Namaz nefse ağır gelir ama ruha büyük bir ilaçtır. Nefis namazdan hiç hoşlanmaz. Ruh namazdan büyük bir haz alır. Ama diyeceksiniz insanlar pek ruhlarının seslerini dinlemezler. Nefislerine göre hareket ederler. Namazda ruhun duyacağı huzurdan önce nefsimizin bir sıkıntısı hemen hissedilmektedir. Evet, itiraf edeyim gençlik dönemimdeki namazlarımda hep bu tatsızlık vardı. Alelacele kıldığım o namazları şimdi kaza yapmak istiyorum. Bu epey zamandır da içimden geçiyor. İnşallah bir gün başlarım. Ama şimdi namazlarda nefsimin sıkıntısından ziyade ruhumun büyük bir huzur duyduğunu, ruhun gıdasının namazda olduğunu bizzat yaşıyorum. Şunu anladım ki, insanın özünün bir diğer yarımı da ruhtan oluşmakta, ama bizler eğilimimizi nefisten yana tercih ettiğimizden ruhumuzun büyük zevklerinden de mahrum bırakılmaktayız.
Nefis yeme içme, güzel giyinme, çiftleşme gibi edimlerden büyük zevk alır ve tatmin olur. Ama bunlar ruha hiç hoş gelmez. Ruh nurlarla ve feyizle beslenir. Bunlar da ancak kâmil manada namazda vardır. Namazdaki huzur aç ve susuz bir insanın içecek ve yiyeceğe kavuşması gibidir. Ruhun karnını doyurmak ve susuzluğunu gidermek en başta namazla mümkündür. Ruh Allah’tan ilahi bir nefha (soluk) olduğu için bunlara muhtaçtır. Bunlarsız zayıflar, erir, adeta donup kalır. Ruhu ibadet hayatından yoksun olan bir insan ölü gibidir. Her şeye nefis hesabı ile bakar. Onun için dünya hayatı nefis şeyleri yemek, güzel şeyleri giyinmek, karşı cinsten hoş kimselerle çiftleşmektir. Hayatın amaçları bunlardır. Bu tür bir yaşam tarzı bizleri hayvanlarla bir seviyede tutar. Hâlbuki ruhumuz aşkın bir anlama sahiptir. Bizler bu fani dünya için değil ebediyet için yaratıldık. Elbette bu dünyanın zevkleri de vardır. Ama bunlarla her şeyden önce imtihan edilmekteyiz. Yalnız bunlarla yetinmek doğru değildir. Dünyanın zevkleri nefse güzel görünse de ruha sıkıntı bırakırlar. Zira ruh bunların ebedi olmadığını bildiğinden rahatsız olur. Bunlarla tatmin olmaz. Dünya zevklerinin her birisi faniliği sebebi ile bir de kaygı taşırlar. Bu bakımdan verdikleri haz kadar da insanı sıkıntıya sokarlar. Dünyada gerçek huzur sadece ibadetlerden alınır. Bu bakımdan yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: ‘Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur (Rad suresi, ayet 28)’
Çocukken yediğimiz ilk meyveleri bir hayal edelim. Onların ağzımızdaki bıraktığı lezzetler ne kadar güzeldi… Şimdi de aynı meyveleri yiyoruz ama aynı tatları alamıyoruz. Bunun en başlıca sebebi ruhumuzun dünyaya bakış açısındaki değişimdir. Ruh meyvelerdeki faniliğin acısını almakta, bu yüzden eski lezzetleri alamamaktadır. Her şey bunun gibi. Yaş ilerledikçe çocuk ve gençlik dünyamızdaki şeyler faniliğini hissettirmekte ve bunlarla lezzetlerini kaybetmektedirler. Ama namaz böyle değildir. Çocuk ve gençlikte nefse ağır gelir. Olgun yaşlardan itibaren insana nasip olursa namaz onun en çok zevk aldığı bir ibadete dönüşür. Ruh namazdan sonsuz bir zevk almaya başlar. Bu yaş ilerledikçe daha bir artar ve pekişir. Namaz ruha fani dünyanın sıkıntılarını, kaygılarını unutturarak ebedi âlemin feyizlerini ve nurlarını bahşeder. Bu açıdan namaz bir psikoterapidir.
İnsan ruhunun en derin ızdırabı yaşamın ölümle sonlanmasıdır. Bu her insanı şu veya bu şekilde bir bunalıma sokar. Hiçbir nefis ölümü kabullenemez. Yaş ilerledikçe de bu bunalım artar ve belli bir yaşa gelindiğinde artık kişiyi de bunatır. Ama namaz kılan insanlar bundan müstesnadır. Ben namaz kılmayan yaşlıların yanında iken genellikle rahatsız olmuşumdur. O kadar çok ve gereksiz konuşurlar ki insanı bezdirirler. Kendimi onların evlatları yerine koyduğumda bir çaresizliği hisseder, bir insan olarak onların bu durumuna üzülür ve evlatlarının genellikle bunları neden öyle huzur evlerine koyduklarını veya koymayı düşündüklerini çok iyi anlarım. Ama namazında niyazında olan ihtiyarların yanında ise genellikle büyük bir huzur bulurum. Onların sohbetleri yüreğime işler. Bildiğim şeyleri anlattıkları halde dinlemekte büyük bir haz alırım. Yanlarından hiç ayrılmak istemem. Fakat işin tuhafı bu ihtiyarlar genellikle işlerini güçlerini bahane ederek benim yanımdan ayrılırlar. Testi içindekini sızdırır. İç dünyasında namazla huzura ermiş bir nefis insana huzur verir, namazdan uzak bir insan ise kaygı ve sıkıntı. Kimse bunları bilerek karşıdakine vermez. Ruh ruhlarla sözsüz iletişime geçer. Herkes ister istemez halini diğer insanlara yayar. Bu dünyada huzur kaynağı olan insanlara ne mutlu!
Namazın huzur kaynağı olmasının sırları üzerinde biraz duralım.
Namaz öncesi alınan abdest insanda bir arınmışlık duygusu uyandırır. Günahlara tövbe etmek de böyledir. Abdest de adeta bu tövbe halini simgelemektedir. Tabii abdest öncesinde birkaç kere geçmiş günahlara tövbe niyetiyle estağfurullah demek bu hali pekiştirir.
Su Allah’ın rahmetidir. Yağan yağmura ‘rahmet’ denmesi de bu nedenle manidardır. Abdest sırasında vücudun uç noktalarını temsil eden azaların yıkanması muhakkak ki insan ruhunda huzuru temin edecek manevi kirlerin de akıtılmasını sağlamaktadır. Bunlar strese neden olan negatif enerjiler olmalı. Abdestten sonra duyulan bir rahatlık hali de bunun kanıtıdır. Ayrıca su bulunmadığında teyemmümle abdest alınması da abdestte amacın görünen bedeni yıkamak olmayıp görünmeyen bedendeki kötü enerjileri atmak olduğuna daha kuvvetli işaret etmektedir.
Namazda yönün Kâbe’ye dönülmesi de manevi huzuru temine yöneliktir. Kâbe’nin üstünde olduğu sanılan Beyt-i Mamur da meleklerin tavaf ettiği bir mekândır. Hadislerden her iki mekân arasında bir ilgi olduğu anlaşılmaktadır. Kâbe insanların ibadet için yöneldikleri bir mescit olmanın ötesinde Allah’tan gelen bir feyz kaynağıdır. Feyz kalp ehlince somut olarak algılanır. Adeta göğüs kemiklerini çatlatırcasına dışarıdan gelen hoş bir baskıdır. Bir sevgilinin sarılması gibidir. Ruhun manevi organlarının adeta besin kaynağıdır. Kuşkusuz sıradan Müslümanlar, bu feyzi algılamadan namaz kılarlar. Ama bu durum feyzden nasipsiz olma anlamına gelmez. Onlar da elbette yararlanırlar. Nasipleri oranında feyzden bir şeyler alırlar. Ruhları bunlardan gıdalanır. Ama ne olup bittiğini bilmezler. Sadece yöneldikleri yerden bir güven duygusu duyarlar.
Akıllı kişi namazını evde değil Kâbe’de kılar. Bu sayede bu feyze ciddi bir şekilde sarılır. Namaz sırasında Kâbe’de olduğunuzu varsaydığınızda namaz Kâbe’de kılınmış gibi daha feyizli olur. Bunun için Kâbe’yi zihinde canlandırmak doğru değildir. Bu durum, şeytanların ve nefsin gelen feyzden rahatsız olduğu için yaptığı bir oyunu ve vesvesesidir. Zira biraz sonra da şöyle bir vesveseye başvururlar: ‘Bak sen bu işi yapamıyorsun. Kafanda canlandırdığın mekân Kâbe’ye benzemiyor. Namazın fasit oldu.’ Onun için kendinizi Kâbe’nin karşısında, huzurunda namaz kılıyor farz etmeniz yeterlidir. Tabii aynı durumu Allah karşısında ve huzurunda olduğumuzu da yaşamamız gerekir. Kısacası gözünüzün önünde Kâbe’yi canlandırmaya çalışmanız yanlıştır. Tabii ilahi bir iltifatla Kâbe’den sahneler bu vartayı aştıktan sonra hayal dünyanızda kendiliğinden canlanmaya başlar ki buna kimse bir şey diyemez.
Namazda okunan sureler ve ayetler ise okunur okunmaz nura dönüşürler. Nur ruhun temel besin kaynağıdır. Aç insan nasıl karnı doyunca rahatlarsa okunan ayet ve sureler de ruhu buna benzer biçimde rahatlatırlar.
Namazda rükû ve secde ise nefsin belini kırar. İnsana kulluğunu en güzel hatırlatan ibadetlerdir. İmam-ı Rabbani’ye göre namazda Allah’a (c.c.) yükselişi gerçekleştiren manevi miraç bunlardır. Özellikle imam değilsek bunları elden geldiğince uzatmakta fayda vardır. Peygamberimiz (s.a.s) yalnız kıldığı namazlarda bunları çok uzatırdı. Ruh manevi olarak yükseldikçe büyük bir neşe duyar, kabına sığmaz. Ruhun yükselişini pek kimse bilemez, anlamaz. Ruhun bir ucu bizdedir ama o başka bir ucuyla rükû ve secde sırasında Allah’a doğru süratle gök semalarını kat etmeye başlar. Bu sanki sündürülen bir lastik gibidir. Ruh mekândan bağımsızdır. Yükselişi de mekân kat etmek olarak anlamamak lazımdır. Mekân ruhun yükselişinde insanların anlayabilmesi için yapılan bir benzetme gibidir. Nefis de namazın bu rükünleri sırasında belinin bükülmesi ile ağlama sonrasında duyulana benzer bir hoşluk ve serinlik duygusuna gömülür. Duada da bu duyguyu devam ettirir.
Rükû ve secde sırasında söylenen tespihler ise ince sırlar içerir. Bunlar Allah’ı öven, yücelten, ululayan güzel isimlerinden oluşur. Bu tespihlerin dünyaya dönük hediyeleri de vardır. En başta namaz kılan insanları toplumda itibar sahibi kılar. Kalpler Allah’ın elindedir. Dilediği duyguyu kalplere Allah (c.c.) koyar. Namaz kılan bir kişi, Allah’ın izni ile kâfir, münafık, Müslüman olan her kalpte ulaşılmaz bir vakar duygusu ile karşılanır. Yani her insan ister istemez ona karşı bir saygı duygusu içerisine girer. Bu o Müslüman’ı sevmezse bile gerçekleşir. Namaz kılan kişi insanlara zulmetmedikçe bu itibarını korur. Ne zaman kötü bir iş yaparsa ve bu da etrafa yayılırsa o zaman kalplerdeki bu saygınlık kalkar. İşte rükû ve secde sırasında o ilahi isimleri zikrin dünyadaki küçük hediyesi budur. Bu da namaz kılan kişiye toplumsal sevgi ve saygı duygularını verir.
Son olarak şunu belirteyim ki her insan güzel görünmek, çevresince beğenilmek ister. Bunun için kendisini süsler, güzel elbiseler giyinir. Bunlar için avuç dolusu para da harcar. Ama dış görünüşten öte bir de ruhun görüntüsü vardır. Ruh her ibadetten ayrı bir gıda alır. Bunlar sadece ruhu beslemekle kalmaz ruha bir de tarif olunmaz güzellikler katar. Namaz kılan kimselerin yüzlerine ve ellerine vuran nurlardan söz etmiyorum. Namaz kılan kimselerin ruhlarındaki huzur duygusunun güzelliğinden bahsediyorum. İnsanlarda baş gözü gibi bir de kalp gözü vardır. Ama tabii bu genellikle insanlarda kapalıdır. Kapalı da olsa siyah beyaz kabilinden, daha doğrusu hakikatten gölgevari bir şeyler algılar. Bu ruhun gözüdür. Bu göz namaz kılan insanlardaki huzuru algılayınca buna hayran kalır. İnsanlar genellikle kitaplardaki sözlerden, hocaların vaazlarından etkilenerek namaza başlamazlar. Namaz kılan insanlardaki huzura imrenerek bu yüce ibadeti yapmak isterler.
Allah (c.c.) son nefese kadar bu büyük ibadetten bizleri mahrum etmesin. Amin.
 
Üst Alt