Neden Hz. Muhammed?
Hz. Muhammed (asv), peygamberlerden bir peygamberdir. Adı Ahmed’dir. Tüm peygamberlerin, geleceğini müjdelediği en son ve en büyük ‘elçi’dir. Bu elçiliğin adı da Nübüvvet-i Ahmediyye’dir!
Fakat o, aynı zamanda bir insandır ve kendisi vasıtasıyla insanlığa ulaştırılan dinin de en iyi tatbik edicisi bir kuldur. ‘Onun ahlakı Kuran’dır’ haberinde de izah edildiği gibi, bir beşer olan Abdullah oğlu Muhammed, Nebi olan Ahmed’in getirdiği dinin en iyi uygulayıcısıdır.
Nübüvvet-i Ahmediyye eliyle insanlığa tebliğ edilen dini en iyi temsil eden, onu nefsinde en iyi yaşayan ve o dinin hakikatlerini kendi hayatına en iyi tatbik eden beşer sıfatıyla da velayetin en yüksek mertebelerine ulaşmıştır. Evliyanın da serveri olmuştur.
Peygamberlik, bir çabanın eseri değildir. O bir vergidir ve seçilmişliğin eseridir. İmam Rabbani, “Dadı-ı Hak-ra kabiliyet şart nîst” diyor. Yani, Allah’ın bir kuluna bir nimet vermesi için illa da istidadının bulunması gerekmiyor. Fakat ilahi hikmetin bir sırıdır ki her nimet, yine de ancak istidat sahiplerini buluyor.
Evet, Hz. Muhammed, ‘Ahmed’ adıyla seçilmiş bir peygamberdir. Böyle bir göreve gelmesinde liyakati vardır ama emeği yoktur. Fakat ‘Nübüvvet-i Ahmediye’ eliyle insanlığa getirilen dinin yaşanması ve uygulanması, bir ceht ve gayret gerektirir. Nitekim Hz. Peygamber o kadar ibadet ederdi ki eşleri ona “Ya rasulallah, senin tüm günahların bağışlanmışken bu kadar ibadet neden?” diye sordukları her seferinde o, “Ben Rabbimi anan, tesbih eden olmayayım mı?” diye karşılık verirdi.
Dolayısıyla Hz. Muhammed, aynı zamanda, Yaratıcısını en iyi tanımış ve Allah’ın bir insandan beklediği kulluk ve İtaatin en güzel örneğini sergilemiş bir insandır.
Yani o en son peygamber olduğu gibi aynı zamanda en samimi bir mümin, en salih bir kul, en liyakatli bir abd, en mutmain nefs, en başarılı bir din uygulayıcısı, en emin bir insan, en cami bir beşer, en akıllı bir muhatap ve mazhardı ki, adeta, o tek başına insaniyettir!
Yasin Suresi’nin Yasin harfi içinde derc edilmesi gibi, tüm insanlık latifeleri ve manaları onda mündemiçti. İşte, onun miraç iltifatına mazhar olmasındaki en büyük sebep budur.
İblis ve Melekler, insanın tabiatındaki hallere bakıp, onu ‘kan dökücü bozguncu’ diye nitelemişler ve tahkir etmişlerdi. Cenab-ı Hak ise ‘Onun hakkında izin bilmediklerinizi de bilirim’ diyerek ondan yana tavır alınca melaike hemen ‘biz senin bize bildirdiklerinden başka bir şey bilmeyiz’ diyerek itirazlarını geri çektiler. Ama iblis, insan hakkındaki zannını sürdürdü. Ve yazıktır ki, insan ekseriyet itibarıyla İblis’in zannın haklı çıkardı (Sebe Suresi, 20). Çok az insan, Cenab-ı Hakk’ın insan hakkındaki zannını doğrulayacak hal üzere bulundu. Fakat Hz. Muhammed (asv) gerek peygamberliği, gerek ibadeti, gerek ahlakı, gerek insaniyeti ve beşeriyeti sıfatlarıyla olsun, Yaratıcı’nın İnsanı var etmekteki gayesine en uygun hali sergiledi ve adeta “Evet ey Rabbim sen haklıydın, İblis yanıldı’ dedirten bir belge oldu!
İşte Hz. Muhammed’in makama çağırılıp taltif edilmesindeki sırların en başındageler sırlardan biri de budur… İnsanın yaratılmasındaki hikmeti ilahiyyenin mâ-sadakı ve delili olmak bakımından Hz. Muhammed bir beşer olarak tüm gök ve yer halklarına numune olarak gösterilmiş oldu.
Elbette böyle bir kul, makama çağrılmalı ve taltif edilmeliydi. Böyle bir insan, Miraç gibi bir lütfe mazhar olmalıydı. Ve öyle de oldu…
Neden Cenab-ı Hak bir peygamberine böyle bir macerayı yaşatmayı, böyle bir seyr u suluk yaptırmayı uygun gördü derseniz, doğrusu benim aklım da buna ermez. Ve hiçbir beşerin de hakkı ve haddi değildir ki tam olarak gerekçe şudur diyebilsin. Onun hikmeti ve gerekçesi Rabbin katındadır.
Ben kendi payıma, meseleyi Cenab-ı Hak’daki kudsî muhabbetin bir tezahürü olarak görüyorum.
Âlemlerin Rabbi Allah, yarattıkları içinde en istidatlısı en yüksek kabiliyetlisi ve en cami bir kalp taşıyanı olan ‘insanı’; yani ‘insan’ denilmeye en layık olan Hz. Muhammed’i kendi huzuruna çağırarak, -akıl sahibi, müdrik biri olarak- ona neden kâinatı yarattığının hikmetini anlatmak istedi… Ta ki, insanlığın en kadim ve ezeli sorgulaması olan “neden yaratıldık?” şeklindeki sorgulamasına (temsilde hata olmasın) ‘En Birinci Ağız’dan (cc) cevap verilmiş olsun!
İkincisi, insan fıtraten güzele meftun ve müştaktır. Ve şu âlemin bütün müştemilatının gösterdiği ve sergilediği gibi Cenab-ı Hak sonsuz güzellikte ve cemaldedir.
İnsanlık var olalı beri, milyonlarca enbiya, milyarlarca evliya ve aklın hafsalanın almayacağı miktarda insan, mecnun ve aşık -her türlü aşk nihayette O’nun Cemali’nin tezahürlerine olduğuna göre her aşk aslında Allah’ın cemaline yöneliktir denilebilir- Rububiyet-i İlahiyyenin cemaline karşı iştiyaklarını sergilemiş ve çoğu kere de maşukuna erememiştir.
Yeryüzü, milyarlarca dağılmış ‘dil’lerin, O’nun hüsnü ve cemali karşısında tar u mar olmuş kalplerin meşheri gibidir.
O’nun Cemalinin her bir taife arasında aşıkları vardır.
İşte en cami istidat ve en geniş bir kalbe sahip olmak münasebetiyle insanlık adına da Hz. Muhammed bir andelib-i kevnu mekan olarak, insaniyet-i kübranın kalbindeki o azim muhabbeti, -bülbülün güle sunduğu gibi- O sultan-ı Ezeliye ve ve O Cemal-i Lem yezeliye bizzat sunmak için huzura çağırılmasıdır miraç denilebilir. Bu ne güzel bir iltifattır Allahım!
Ey Sevgilier Sevgilisi, ey güzeller güzeli bu ne azim bir iltifattır ki, şu fani beşerin yüreğinde oluşan ‘senâ’ya bu kadar yüksek kıymet verdin de beşerin, Sen’in Cemaline karşı sergilediği terennümleri, neşideleri kabul ettiğini göstermek için Onlardan mümtaz birini huzuruna alıp taltif ettin!
‘Fe- Subhan ey Sevgili! Mil tutan ellerine (-kun fi yekun tezgahı-) nasıl hayran olmayayım ki? Ta sabahtan (ezelden) beridir ne yoruldun ne yumağın bitti. Ve sonsuz rikatinle öyle bir gergef işledin ki, sinek gibi ağına düştüm. Vız vız vızıladım da aczimin feryadı şiir oldu”
Üçüncüsü, Rrububiyet-i ilahiyyeyedeki maksada; yani ‘Levlake Levlak…’ sırına bakar. Cenab-ı Hakk’ın “Seni yaratmayacak olsaydım âlemi var etmezdim” ifadesiyle yücelttiği insanı ve onun en güzel numunesi ve örneği olan Hz. Muhammed’i, ‘huzur’a çağırması hiç de şaşılacak bir şey değildir.
Zira bu hilkat ağacının yaratılmasındaki en temel maksadın insan olduğu kâinatın bütün müştemilatından dahi anlaşılmaktadır. Kâinatta her ne varsa bir ucu insana bakar ve onunla ilgilidir. İnsan dahi çıkardığı nebiler ve velilerle şu kâinatın hakikaten en olgun meyvesi olduğunu göstermiştir. O meyvenin derununda çekirdek olan insan kalbi, öyle bir muhabbet ile dopdoludur ki yeni kainatların özü ve ruhu olmaya layıktır.
Esasında da her bir insan hem şu kainatın bir meyvesi, hem de daha sonra var edilecek kainatların bir ruhu mesabesindedir. Tıpkı bir meyvenin, bir ağacın hem meyvesi hem ruhunun taşıyıcısı olduğu gibi…
İnsan dahi şu kâinatın meyvesi ve çekirdeğidir. Kalbinde bütün kâinatı ihata edecek kadar geniş bir muhabbet vardır. Ve madem ki, muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur ve kainat o muhabbet ile nurlanmıştır. Elbette şu nuru kalbinde taşıyan insanın dahi bir kainat kadar kıymeti vardır ve olmalıdır.
İşte bu vasfıyla da insan yani onun en büyük temsilcisi olan ‘Bir Abdin, Huzur-ı İlahiye çağrılıp taltif edilmesi uygundur ve gereklidir.
Şu kainatın manası ve ruhu olması, insanlığın en güzel numunesi olması hasebiyle de bu davete/çağrıya en ziyade layık olan Hz. Muhammed’dir ki, makama çağrılmış ve iltifat edilmiştir. Bu, esasında Cenab-ı Hakk’ın kendi eserinin maksada uygun tecelli etmesinden duyduğu memnuniyetin de ifadesidir…
Bu iltifattır ki, insana yeniden manasını hatırlatmış, ilm-i ilahiden çıkıp edvar-ıalemi geçtikten sonra yeniden ilmi ilahiye varacak olan insanlığın hakikatini tasdik etmiştir, gidişatını düzenlemiştir…
Malumdur ki, ilk önce O vardı. Sonra var etmeyi sevdi ve kâinatı yarattı. Kâinat ve tüm unsurları zaten ilmi ilahide vardı. Esasında şu mevcudatın tamam, yaratılmadan önce İmam Mübin namındaki evrensel hart diskte vardı. Levhi mahfuz de denilen bize varlığı haber verilen ve bir tür hard disk olarak algılayabileceğimiz ilmi ilahi hazinesinde mevcuttu.
Sonra Allah, onları görünür kılmayı ve o görüneni görecek yaratıklar var etmeyi murad etti ve İmam Mübin’de ziplenmiş vaziyette bulunan eşyayı, bir silsile ve sıra ile yine kendi takdir ve iradesiyle ‘Ktiba-ı Mübin’ denilen ‘görünebilinirlik ekranı’na taşıdı. Benzetmede hata olmasın; bir bilgisayarda bulunan tüm bilgi ve dosyaların nasıl ki bir anda ekrana getirilmesi mümkün değilse alemin tüm varlıklarının bir anı vahitte sergilenmeleri de mümkün değildi, insanın algısı açısından. Biz insanlar o kayıtları nasıl ki ardışık ve teker teker ekrana getirip izleyebiliyoruz. Aynı gerekçe ile de, Cenab-ı Hak, kendi ilmindeki eşyayı, kudret ekranına taşıyarak görünebilir kılıyor bizim için… ve sonra yeniden ilmi ilahiye gönderiyor.
Nitekim Zaman da biz insanlar, hadiseleri arka arkaya dizebilelim ve anlayalım diye yaratılmıştır.
Kâinat Allah açısından bir an-ı vahidir. Olmuş bitmiş bir iştir.
“Allah varken bir şey yoktu” denilir ya, esasında şu an dahi O, vardır ve başka bir şey yoktur. Ancak, mahluk açısından yaratılanların ipe dizilmesi, yani harddisk’te var olan programların bir slayt gösterisi gibi ekrana taşınıp editlendikten sonra yeniden hard diske gönderilmesi, yani Save edilmesi yahut Delete edilmesi devam etmektedir…
Bu hali Cenab_ı Hak, ‘Ve ileyhi’l masir’ ile bize bildirir. Varlık sahasına çıkarılan her şey hemen akmaya başlar. Çünkü ol ile öl birlikte anıldılar. Varlık sahasına atılan her bir nesne zeval tarafından yok edilmeye çalışılır. Ta ki o nesne, hiç vakit kaybetmeden, görünürlük âlemindeki vazifesini tamamlar tamamlamaz, ilimi ilahiye dönebilsin. Ve ileyhil masir, ‘gidiş O’nadır’ demektir. Yani her bir varlık ilm-i ilahiden çıkar çıkmaz hemen, kudret sahasındaki vazifesini tamamlar tamamlamaz yeniden ilm-i ilahiye varmak ister. Böyle olunca da her şey biteviye O’na doğru akar.
Peki, O’na doğru akıp giden her bir şey, O’na varabilir mi?
Elbette ki hayır! Birçokları yolda zayi olur. En azından kendilerine takdir edilen kamete ve kıymete ulaşamadan dökülürler. Bu ise eşyanın tabiatındaki arazın ve eksikliğin bir neticesidir. Eşya her daim, ilahi kanun ve maksatları tam ve eksiksiz kuşatabilecek ve taşıyabilecek kamette olmaz. O zaman da maksat hâsıl olmaz ve o varlık silinir.. Yani imha edilir. Kâinatın büyük ekseriyeti böyledir. Yıldızlar, zerreler, nebatat, haşerat ve meyveler…. Bakarsınız bir ağacın bir kolunda yüzlerce hoppak vardır. Sonra bakarsınız, yüzde 80-90’ı dökülmüş ancak çok azı meyve olma mertebesine ulaşabilmiştir. Bütün bunlar şuunat-ı ilahiyyenin neticesidir… Var olacak, dağılacak, saçılacak.
Bir sabit ruhları olmadığı için, aynıyla iadeleri gerekmez. Manaları iade edilse iade edilmiş olurlar. Bu seneki şeftali geçen yıl yediğin şeftalinin gayrısı değildir amma aynısı da değildir. Çünkü şeftalinin yalıtılmış kendine has kılınmış bir ruhu yoktur.
Amma insan başkadır. Onların bir tekinin dahi zayi olması murad edilmemiştir, çünkü her birinin ruhu tekildir, sabittir ve ‘ayn’dır. İadeleri de aynıyladır. Dolayısıyla bir tik insanın bile zayi olması, Cenab-ı Rabbu’l aleminin izzetine ağır gelir. O yüzdendir ki Kur’an insanı şiddetle korkutur ve hayretle teşvik eder ki, insan edvar-ı alemdeki döngüsünü tamamlasın ve tekrar Vasıl-ı İlallah (Allaha varmak) olsun.
‘Ve İleyhi turcaûn’ (dönüş onadır) ayeti, bu maksada bakar. İnsanın bu gidiş dönüş varış ve katılış macerası esasında hayatının her evresinde de tekrarlanır. (Bir spermin nereden çıkıp nereye vardığını ve ana rahminde insan halini alma mücadelesini bir düşünün…) Fakat çoğu insan bunu düşünemez.
Ve ileyhi turcaun’dan sonra ‘ve ileyhi tunkalibun’ (Ona inkıla eder, ona dönüşür) mertebesi gelir. Eşya bir şekilde yeniden ilk çıkış noktasına ulaşır ve varlık tezahürünü yok eder. Tıpkı bir bilgisayar oyununda ekrana çağırılan bir dövüşçünün her türlü hünerini sergiledikten sonra, onun yeniden, bir dokunuşla hard diskteki dosyasına gönderilmesi gibi…
En son mertebe ‘ileyhi tuklabûn’ (Ona kalbolmak, O’nun ilminde bir bilgi olmak) mertebesi. Bu, ‘Her şey helak olacaktır O’nun vechi müstesna’ ayetinin tahakkuk edeceği andır.
Bu macera, tüm yaratılmışların bir macerasıdır ve kâinat ilmi ezeliden çıkıp yeniden ona döner. İnsan farklı kılınmıştır. O suret-i rahman’da var edilmiştir. Baki’nin cilvesidir ve bekaya mazhar olmuştur. Ezeli değildir ama Allahın izni le ebedidir. Onun ruhu ve ona vedia bırakılan mana o kadar yüksek ve kıymetlidir ki yok edilmesi abestir.
Dolayısıyla onun bur tekinin dahi zayi olması, yoldan düşmesi ağır bir neticedir. İnsanın macerası, ademden (yokluk?) çıkıp ebedi varlığa doğru seyredip giden bir ‘hicet’tir. Hicret, tersinden okunduğunda tercih olur. İnsan da yol boyunca karşılaştığı her hadise de sürekli Rabbini tercih ede ede nihayetinde ona varabilir. Herhangi bir mertebede, Allah’tan başka bir şeyi tercih etmesi veya herhangi bir hazzına mağlup olup onu cenneti bilmesi/kılması ‘yoldan çıkması’, hedefe vardıracak yoldan ayrılması anlamına gelir ki, Cenab-ı Hakk’ın kulunda sevmediği bir durumdur.
İnsan mutlaka hicretini tamamlamadır. Hicretini tamamlamamış, maksadına yani başka bir kainatın ruhu olma yüceliğine varmadan yitip gitmesi, muzzam bir ziyan ve hikmetsizliktir.
İnsanın cehennem ile korkutulması ve cennet ile teşvik edilmesinin gerekçesi budur. Kainatın yaratılmasındaki yegane maksat budur:
Cenab-ı Hak’ın insanı şu hilkat hükümetinin bir üyesi olarak takdir etmesi bu gaye iledir… Hz. Muhammed, insanı o gayesine vardıran en büyük rehber, inan ruhunun yeniden inşa edilmesi ve maksada uygun hale getirilmesi açısından en büyük tamircisi ve insanlık rüyasının en büyük tabircisi olduğu için de Makarr-ı saltanata çağrılması gerekliydi ve hatta zorunlu idi. Madem ki, insan şu yaratılış ağacının meyvesi olsun diye takdir edilmiştir; o meyvenin olgunlaşmasına hizmet etmek, o maksadın kandisi kadar yüksek değerdedir. Bu vazifeyi de Hz. Peygamber üstlenmiştir.
Buraya kadar anlattıklarım bir tür mukaddime idi. Aşağıda aktaracağımız Miraç metninin anlamamız ve değerlendirmemiz açısından bu mukaddimeye ihtiyaç vardı. Metnin satırları arasında ilerlerken, o bilgileri böyle bir zatin aktarımları olarak dinleyip değerlendirmek gerekir…
İbni Abbas’a dayandırılarak verilen metin, esasında Miraç ile ilgili tüm hadislerin bir araya getirilmesi ve aralarının diğer rivayetlerle doldurulmasıyla meydana getirilmiş bir metindir. İnşallah kalbi diri olanlara bir hizmeti olur…
Hz. Muhammed (asv), peygamberlerden bir peygamberdir. Adı Ahmed’dir. Tüm peygamberlerin, geleceğini müjdelediği en son ve en büyük ‘elçi’dir. Bu elçiliğin adı da Nübüvvet-i Ahmediyye’dir!
Fakat o, aynı zamanda bir insandır ve kendisi vasıtasıyla insanlığa ulaştırılan dinin de en iyi tatbik edicisi bir kuldur. ‘Onun ahlakı Kuran’dır’ haberinde de izah edildiği gibi, bir beşer olan Abdullah oğlu Muhammed, Nebi olan Ahmed’in getirdiği dinin en iyi uygulayıcısıdır.
Nübüvvet-i Ahmediyye eliyle insanlığa tebliğ edilen dini en iyi temsil eden, onu nefsinde en iyi yaşayan ve o dinin hakikatlerini kendi hayatına en iyi tatbik eden beşer sıfatıyla da velayetin en yüksek mertebelerine ulaşmıştır. Evliyanın da serveri olmuştur.
Peygamberlik, bir çabanın eseri değildir. O bir vergidir ve seçilmişliğin eseridir. İmam Rabbani, “Dadı-ı Hak-ra kabiliyet şart nîst” diyor. Yani, Allah’ın bir kuluna bir nimet vermesi için illa da istidadının bulunması gerekmiyor. Fakat ilahi hikmetin bir sırıdır ki her nimet, yine de ancak istidat sahiplerini buluyor.
Evet, Hz. Muhammed, ‘Ahmed’ adıyla seçilmiş bir peygamberdir. Böyle bir göreve gelmesinde liyakati vardır ama emeği yoktur. Fakat ‘Nübüvvet-i Ahmediye’ eliyle insanlığa getirilen dinin yaşanması ve uygulanması, bir ceht ve gayret gerektirir. Nitekim Hz. Peygamber o kadar ibadet ederdi ki eşleri ona “Ya rasulallah, senin tüm günahların bağışlanmışken bu kadar ibadet neden?” diye sordukları her seferinde o, “Ben Rabbimi anan, tesbih eden olmayayım mı?” diye karşılık verirdi.
Dolayısıyla Hz. Muhammed, aynı zamanda, Yaratıcısını en iyi tanımış ve Allah’ın bir insandan beklediği kulluk ve İtaatin en güzel örneğini sergilemiş bir insandır.
Yani o en son peygamber olduğu gibi aynı zamanda en samimi bir mümin, en salih bir kul, en liyakatli bir abd, en mutmain nefs, en başarılı bir din uygulayıcısı, en emin bir insan, en cami bir beşer, en akıllı bir muhatap ve mazhardı ki, adeta, o tek başına insaniyettir!
Yasin Suresi’nin Yasin harfi içinde derc edilmesi gibi, tüm insanlık latifeleri ve manaları onda mündemiçti. İşte, onun miraç iltifatına mazhar olmasındaki en büyük sebep budur.
İblis ve Melekler, insanın tabiatındaki hallere bakıp, onu ‘kan dökücü bozguncu’ diye nitelemişler ve tahkir etmişlerdi. Cenab-ı Hak ise ‘Onun hakkında izin bilmediklerinizi de bilirim’ diyerek ondan yana tavır alınca melaike hemen ‘biz senin bize bildirdiklerinden başka bir şey bilmeyiz’ diyerek itirazlarını geri çektiler. Ama iblis, insan hakkındaki zannını sürdürdü. Ve yazıktır ki, insan ekseriyet itibarıyla İblis’in zannın haklı çıkardı (Sebe Suresi, 20). Çok az insan, Cenab-ı Hakk’ın insan hakkındaki zannını doğrulayacak hal üzere bulundu. Fakat Hz. Muhammed (asv) gerek peygamberliği, gerek ibadeti, gerek ahlakı, gerek insaniyeti ve beşeriyeti sıfatlarıyla olsun, Yaratıcı’nın İnsanı var etmekteki gayesine en uygun hali sergiledi ve adeta “Evet ey Rabbim sen haklıydın, İblis yanıldı’ dedirten bir belge oldu!
İşte Hz. Muhammed’in makama çağırılıp taltif edilmesindeki sırların en başındageler sırlardan biri de budur… İnsanın yaratılmasındaki hikmeti ilahiyyenin mâ-sadakı ve delili olmak bakımından Hz. Muhammed bir beşer olarak tüm gök ve yer halklarına numune olarak gösterilmiş oldu.
Elbette böyle bir kul, makama çağrılmalı ve taltif edilmeliydi. Böyle bir insan, Miraç gibi bir lütfe mazhar olmalıydı. Ve öyle de oldu…
Miracın hikmetine gelince…
Neden Cenab-ı Hak bir peygamberine böyle bir macerayı yaşatmayı, böyle bir seyr u suluk yaptırmayı uygun gördü derseniz, doğrusu benim aklım da buna ermez. Ve hiçbir beşerin de hakkı ve haddi değildir ki tam olarak gerekçe şudur diyebilsin. Onun hikmeti ve gerekçesi Rabbin katındadır.
Ben kendi payıma, meseleyi Cenab-ı Hak’daki kudsî muhabbetin bir tezahürü olarak görüyorum.
Âlemlerin Rabbi Allah, yarattıkları içinde en istidatlısı en yüksek kabiliyetlisi ve en cami bir kalp taşıyanı olan ‘insanı’; yani ‘insan’ denilmeye en layık olan Hz. Muhammed’i kendi huzuruna çağırarak, -akıl sahibi, müdrik biri olarak- ona neden kâinatı yarattığının hikmetini anlatmak istedi… Ta ki, insanlığın en kadim ve ezeli sorgulaması olan “neden yaratıldık?” şeklindeki sorgulamasına (temsilde hata olmasın) ‘En Birinci Ağız’dan (cc) cevap verilmiş olsun!
İkincisi, insan fıtraten güzele meftun ve müştaktır. Ve şu âlemin bütün müştemilatının gösterdiği ve sergilediği gibi Cenab-ı Hak sonsuz güzellikte ve cemaldedir.
İnsanlık var olalı beri, milyonlarca enbiya, milyarlarca evliya ve aklın hafsalanın almayacağı miktarda insan, mecnun ve aşık -her türlü aşk nihayette O’nun Cemali’nin tezahürlerine olduğuna göre her aşk aslında Allah’ın cemaline yöneliktir denilebilir- Rububiyet-i İlahiyyenin cemaline karşı iştiyaklarını sergilemiş ve çoğu kere de maşukuna erememiştir.
Yeryüzü, milyarlarca dağılmış ‘dil’lerin, O’nun hüsnü ve cemali karşısında tar u mar olmuş kalplerin meşheri gibidir.
O’nun Cemalinin her bir taife arasında aşıkları vardır.
İşte en cami istidat ve en geniş bir kalbe sahip olmak münasebetiyle insanlık adına da Hz. Muhammed bir andelib-i kevnu mekan olarak, insaniyet-i kübranın kalbindeki o azim muhabbeti, -bülbülün güle sunduğu gibi- O sultan-ı Ezeliye ve ve O Cemal-i Lem yezeliye bizzat sunmak için huzura çağırılmasıdır miraç denilebilir. Bu ne güzel bir iltifattır Allahım!
Ey Sevgilier Sevgilisi, ey güzeller güzeli bu ne azim bir iltifattır ki, şu fani beşerin yüreğinde oluşan ‘senâ’ya bu kadar yüksek kıymet verdin de beşerin, Sen’in Cemaline karşı sergilediği terennümleri, neşideleri kabul ettiğini göstermek için Onlardan mümtaz birini huzuruna alıp taltif ettin!
‘Fe- Subhan ey Sevgili! Mil tutan ellerine (-kun fi yekun tezgahı-) nasıl hayran olmayayım ki? Ta sabahtan (ezelden) beridir ne yoruldun ne yumağın bitti. Ve sonsuz rikatinle öyle bir gergef işledin ki, sinek gibi ağına düştüm. Vız vız vızıladım da aczimin feryadı şiir oldu”
Levlake Sırrı
Üçüncüsü, Rrububiyet-i ilahiyyeyedeki maksada; yani ‘Levlake Levlak…’ sırına bakar. Cenab-ı Hakk’ın “Seni yaratmayacak olsaydım âlemi var etmezdim” ifadesiyle yücelttiği insanı ve onun en güzel numunesi ve örneği olan Hz. Muhammed’i, ‘huzur’a çağırması hiç de şaşılacak bir şey değildir.
Zira bu hilkat ağacının yaratılmasındaki en temel maksadın insan olduğu kâinatın bütün müştemilatından dahi anlaşılmaktadır. Kâinatta her ne varsa bir ucu insana bakar ve onunla ilgilidir. İnsan dahi çıkardığı nebiler ve velilerle şu kâinatın hakikaten en olgun meyvesi olduğunu göstermiştir. O meyvenin derununda çekirdek olan insan kalbi, öyle bir muhabbet ile dopdoludur ki yeni kainatların özü ve ruhu olmaya layıktır.
Esasında da her bir insan hem şu kainatın bir meyvesi, hem de daha sonra var edilecek kainatların bir ruhu mesabesindedir. Tıpkı bir meyvenin, bir ağacın hem meyvesi hem ruhunun taşıyıcısı olduğu gibi…
İnsan dahi şu kâinatın meyvesi ve çekirdeğidir. Kalbinde bütün kâinatı ihata edecek kadar geniş bir muhabbet vardır. Ve madem ki, muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur ve kainat o muhabbet ile nurlanmıştır. Elbette şu nuru kalbinde taşıyan insanın dahi bir kainat kadar kıymeti vardır ve olmalıdır.
İşte bu vasfıyla da insan yani onun en büyük temsilcisi olan ‘Bir Abdin, Huzur-ı İlahiye çağrılıp taltif edilmesi uygundur ve gereklidir.
Şu kainatın manası ve ruhu olması, insanlığın en güzel numunesi olması hasebiyle de bu davete/çağrıya en ziyade layık olan Hz. Muhammed’dir ki, makama çağrılmış ve iltifat edilmiştir. Bu, esasında Cenab-ı Hakk’ın kendi eserinin maksada uygun tecelli etmesinden duyduğu memnuniyetin de ifadesidir…
Miraç insana yeniden bir dokunuştur
Bu iltifattır ki, insana yeniden manasını hatırlatmış, ilm-i ilahiden çıkıp edvar-ıalemi geçtikten sonra yeniden ilmi ilahiye varacak olan insanlığın hakikatini tasdik etmiştir, gidişatını düzenlemiştir…
Malumdur ki, ilk önce O vardı. Sonra var etmeyi sevdi ve kâinatı yarattı. Kâinat ve tüm unsurları zaten ilmi ilahide vardı. Esasında şu mevcudatın tamam, yaratılmadan önce İmam Mübin namındaki evrensel hart diskte vardı. Levhi mahfuz de denilen bize varlığı haber verilen ve bir tür hard disk olarak algılayabileceğimiz ilmi ilahi hazinesinde mevcuttu.
Sonra Allah, onları görünür kılmayı ve o görüneni görecek yaratıklar var etmeyi murad etti ve İmam Mübin’de ziplenmiş vaziyette bulunan eşyayı, bir silsile ve sıra ile yine kendi takdir ve iradesiyle ‘Ktiba-ı Mübin’ denilen ‘görünebilinirlik ekranı’na taşıdı. Benzetmede hata olmasın; bir bilgisayarda bulunan tüm bilgi ve dosyaların nasıl ki bir anda ekrana getirilmesi mümkün değilse alemin tüm varlıklarının bir anı vahitte sergilenmeleri de mümkün değildi, insanın algısı açısından. Biz insanlar o kayıtları nasıl ki ardışık ve teker teker ekrana getirip izleyebiliyoruz. Aynı gerekçe ile de, Cenab-ı Hak, kendi ilmindeki eşyayı, kudret ekranına taşıyarak görünebilir kılıyor bizim için… ve sonra yeniden ilmi ilahiye gönderiyor.
Nitekim Zaman da biz insanlar, hadiseleri arka arkaya dizebilelim ve anlayalım diye yaratılmıştır.
Kâinat Allah açısından bir an-ı vahidir. Olmuş bitmiş bir iştir.
“Allah varken bir şey yoktu” denilir ya, esasında şu an dahi O, vardır ve başka bir şey yoktur. Ancak, mahluk açısından yaratılanların ipe dizilmesi, yani harddisk’te var olan programların bir slayt gösterisi gibi ekrana taşınıp editlendikten sonra yeniden hard diske gönderilmesi, yani Save edilmesi yahut Delete edilmesi devam etmektedir…
Bu hali Cenab_ı Hak, ‘Ve ileyhi’l masir’ ile bize bildirir. Varlık sahasına çıkarılan her şey hemen akmaya başlar. Çünkü ol ile öl birlikte anıldılar. Varlık sahasına atılan her bir nesne zeval tarafından yok edilmeye çalışılır. Ta ki o nesne, hiç vakit kaybetmeden, görünürlük âlemindeki vazifesini tamamlar tamamlamaz, ilimi ilahiye dönebilsin. Ve ileyhil masir, ‘gidiş O’nadır’ demektir. Yani her bir varlık ilm-i ilahiden çıkar çıkmaz hemen, kudret sahasındaki vazifesini tamamlar tamamlamaz yeniden ilm-i ilahiye varmak ister. Böyle olunca da her şey biteviye O’na doğru akar.
O’na doğru Akan Her şey Ona Varır mı?
Peki, O’na doğru akıp giden her bir şey, O’na varabilir mi?
Elbette ki hayır! Birçokları yolda zayi olur. En azından kendilerine takdir edilen kamete ve kıymete ulaşamadan dökülürler. Bu ise eşyanın tabiatındaki arazın ve eksikliğin bir neticesidir. Eşya her daim, ilahi kanun ve maksatları tam ve eksiksiz kuşatabilecek ve taşıyabilecek kamette olmaz. O zaman da maksat hâsıl olmaz ve o varlık silinir.. Yani imha edilir. Kâinatın büyük ekseriyeti böyledir. Yıldızlar, zerreler, nebatat, haşerat ve meyveler…. Bakarsınız bir ağacın bir kolunda yüzlerce hoppak vardır. Sonra bakarsınız, yüzde 80-90’ı dökülmüş ancak çok azı meyve olma mertebesine ulaşabilmiştir. Bütün bunlar şuunat-ı ilahiyyenin neticesidir… Var olacak, dağılacak, saçılacak.
Bir sabit ruhları olmadığı için, aynıyla iadeleri gerekmez. Manaları iade edilse iade edilmiş olurlar. Bu seneki şeftali geçen yıl yediğin şeftalinin gayrısı değildir amma aynısı da değildir. Çünkü şeftalinin yalıtılmış kendine has kılınmış bir ruhu yoktur.
Amma insan başkadır. Onların bir tekinin dahi zayi olması murad edilmemiştir, çünkü her birinin ruhu tekildir, sabittir ve ‘ayn’dır. İadeleri de aynıyladır. Dolayısıyla bir tik insanın bile zayi olması, Cenab-ı Rabbu’l aleminin izzetine ağır gelir. O yüzdendir ki Kur’an insanı şiddetle korkutur ve hayretle teşvik eder ki, insan edvar-ı alemdeki döngüsünü tamamlasın ve tekrar Vasıl-ı İlallah (Allaha varmak) olsun.
‘Ve İleyhi turcaûn’ (dönüş onadır) ayeti, bu maksada bakar. İnsanın bu gidiş dönüş varış ve katılış macerası esasında hayatının her evresinde de tekrarlanır. (Bir spermin nereden çıkıp nereye vardığını ve ana rahminde insan halini alma mücadelesini bir düşünün…) Fakat çoğu insan bunu düşünemez.
Ve ileyhi turcaun’dan sonra ‘ve ileyhi tunkalibun’ (Ona inkıla eder, ona dönüşür) mertebesi gelir. Eşya bir şekilde yeniden ilk çıkış noktasına ulaşır ve varlık tezahürünü yok eder. Tıpkı bir bilgisayar oyununda ekrana çağırılan bir dövüşçünün her türlü hünerini sergiledikten sonra, onun yeniden, bir dokunuşla hard diskteki dosyasına gönderilmesi gibi…
En son mertebe ‘ileyhi tuklabûn’ (Ona kalbolmak, O’nun ilminde bir bilgi olmak) mertebesi. Bu, ‘Her şey helak olacaktır O’nun vechi müstesna’ ayetinin tahakkuk edeceği andır.
Bu macera, tüm yaratılmışların bir macerasıdır ve kâinat ilmi ezeliden çıkıp yeniden ona döner. İnsan farklı kılınmıştır. O suret-i rahman’da var edilmiştir. Baki’nin cilvesidir ve bekaya mazhar olmuştur. Ezeli değildir ama Allahın izni le ebedidir. Onun ruhu ve ona vedia bırakılan mana o kadar yüksek ve kıymetlidir ki yok edilmesi abestir.
Dolayısıyla onun bur tekinin dahi zayi olması, yoldan düşmesi ağır bir neticedir. İnsanın macerası, ademden (yokluk?) çıkıp ebedi varlığa doğru seyredip giden bir ‘hicet’tir. Hicret, tersinden okunduğunda tercih olur. İnsan da yol boyunca karşılaştığı her hadise de sürekli Rabbini tercih ede ede nihayetinde ona varabilir. Herhangi bir mertebede, Allah’tan başka bir şeyi tercih etmesi veya herhangi bir hazzına mağlup olup onu cenneti bilmesi/kılması ‘yoldan çıkması’, hedefe vardıracak yoldan ayrılması anlamına gelir ki, Cenab-ı Hakk’ın kulunda sevmediği bir durumdur.
İnsan mutlaka hicretini tamamlamadır. Hicretini tamamlamamış, maksadına yani başka bir kainatın ruhu olma yüceliğine varmadan yitip gitmesi, muzzam bir ziyan ve hikmetsizliktir.
İnsanın cehennem ile korkutulması ve cennet ile teşvik edilmesinin gerekçesi budur. Kainatın yaratılmasındaki yegane maksat budur:
Cenab-ı Hak’ın insanı şu hilkat hükümetinin bir üyesi olarak takdir etmesi bu gaye iledir… Hz. Muhammed, insanı o gayesine vardıran en büyük rehber, inan ruhunun yeniden inşa edilmesi ve maksada uygun hale getirilmesi açısından en büyük tamircisi ve insanlık rüyasının en büyük tabircisi olduğu için de Makarr-ı saltanata çağrılması gerekliydi ve hatta zorunlu idi. Madem ki, insan şu yaratılış ağacının meyvesi olsun diye takdir edilmiştir; o meyvenin olgunlaşmasına hizmet etmek, o maksadın kandisi kadar yüksek değerdedir. Bu vazifeyi de Hz. Peygamber üstlenmiştir.
Buraya kadar anlattıklarım bir tür mukaddime idi. Aşağıda aktaracağımız Miraç metninin anlamamız ve değerlendirmemiz açısından bu mukaddimeye ihtiyaç vardı. Metnin satırları arasında ilerlerken, o bilgileri böyle bir zatin aktarımları olarak dinleyip değerlendirmek gerekir…
İbni Abbas’a dayandırılarak verilen metin, esasında Miraç ile ilgili tüm hadislerin bir araya getirilmesi ve aralarının diğer rivayetlerle doldurulmasıyla meydana getirilmiş bir metindir. İnşallah kalbi diri olanlara bir hizmeti olur…