HASAN CAN
Active member
Tezkiye lügatte, temizlemek, arındırmak manalarının yanı sıra, artırmak, geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek anlamını da ihtiva eder. Bu mana çerçevesinde tezkiye, esasen manevi eğitimin bütün seyrini ifade eder. Nefsi tezkiye; öncelikle onu küfür, cehalet, kötü hisler, yanlış itikatlar, fena ahlâklardan temizlemektir. Yani şer'-i şerife aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, iman, ilim, irfan, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takva hasletleriyle terbiye ve tezyin ederek, onu ruhaniyetle doldurmaktır.
Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu suretle ruhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı iradeyi güçlendirecek olan riyazet yoluyla, yani yiyip içme, uyuma ve konuşmada itidale riayet gibi usullerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta nefsi dizginlemenin usulü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)'dır, denile gelmiştir. Çünkü bunlar riyazet ile nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usulleri tatbikte de itidali elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allah’ın insanlara bir emanetidir.
Yani kul, nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefritten sakınmalı, onun azgınlıklarına set çekeyim derken, riyazet ve mücâhede de aşırılığa düşmemelidir. Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda itidali emreder. İnsanlara her türlü ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak surette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, matlup da değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi, nefsanî temayüllerin ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.
Nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi, beşerî akıbetin felâket veya saadet olarak gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür. Bu terbiye ve tezkiye için evvelâ ilâhî iradeye ram olup şehevî ihtiraslar ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak icap eder. Her mümin, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hiçlik ve cahilliğini idrak ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemaliyle kavramalı ve fiillerine bu idrak ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdirde, -Kur'ânî tabirle- "kötülüğü şiddetle emreden"1 nefis, mezmûm sıfatlardan arınıp makbul bir hâle gelir.
Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binaen "cihâd-ı ekber" kabul edilmiştir. Nitekim bu tabiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi'nden dönüşlerinde bizzat ifade ederek ashabına: "- Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır.
Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zira seferin evvelinden nihayetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Kat edilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsait değildi. Meyvelerin toplanacağı hasat mevsimi de gelip çatmıştı. Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi aşan sahabe ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medine’ye yaklaşırken adeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in söylediği bu sözün hikmetini merak eden bazı sahabeler, hayretler içinde: "- Yâ Rasûlâllâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd olur mu?" dediklerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Evet! Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!"2 buyurdular.
Diğer taraftan bütün gazvelere katılıp sadece Tebük Gazvesi'nden -mazeretsiz- geri kaldıkları için ihtilâttan men (yalnızlığa terk edilmek) ile cezalandırılan ve bu sebeple ashap ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yüzlerine bakmadığı, kendileriyle konuşmadığı, selâmlarına bile mukabele etmediği üç sahabenin tasvire sığmayan pişmanlık ve perişanlığı meşhurdur.3
________________________________________
1. Bkz. Yusuf Suresi, 53. ayet-i kerime.
2. Bkz. Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II, 73.
3. Bu üç sahabe, Mürâre bin Rabîi'l-Amrî, Hilâl bin Ümeyyeti'l-Vâkıfî ve şair Ka'b bin Malik’tir. Bunlar, bütün gazvelere iştirak etmişlerdi. İçlerinden Ka'b hariç, diğer ikisi Bedr'e de katılmıştı. Ne var ki Tebük'e iştirak etmemekle içine düştükleri hata yüzünden kendilerine alınan tavır karşısında, dünya gönüllerine dar gelmişti. Hele Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashabın, selâmlarını dahi almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi karşısında, yeryüzü adeta kendilerine yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için artık bir yabancı gibi idi. Zira haklarında vahy-i ilâhî gelene kadar onlarla her türlü irtibat kesilecek ve tecrit edileceklerdi. Çaresizdiler. Bu sebeple, gece gündüz nedamet gözyaşları döktüler. Erimiş mumlara döndüler. Hata yapmışlardı ama ihlâs, doğruluk, teslimiyet ve tövbeden uzaklaşmamışlardı. Bu minvalde tam elli gün geçti. Nihayet gerçeği olduğu gibi itiraf etmeleri ve samimi bir şekilde tövbe etmelerinin bir mükâfatı olarak şu ayet-i kerime ile affa mazhar oldular: "Allah, geri bırakılan üç kişinin de (tövbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O'nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (Tevbe, 118-119). (Tafsilatlı malumat için bkz. Osman Nuri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi, IV, 289-294).
Şimdi insaf ile düşünmeli ki, böyle bir cihâd, küçük cihâd addedilir ve küçük cihâddan geri kalmak, insanı daha dünya hayatında bu kadar hakir ve hacîl bırakırsa, en büyük cihâd olan nefislerin tezkiyesi ve kalplerin tasfiyesi hususundaki gaflet ve ihmal, yarın huzur-i ilâhîde insanı ne derece zor ve müşkül bir vaziyete dûçâr eyler. Bu ürpertici hakikat önünde her akıllı mümin, nefsini derhal derin bir muhasebeye tabi tutmalıdır. Yarın çok geç olmadan ve ilâhî hesap gelmeden evvel kendimizi, yine kendi irademizle hesaba çekmek mecburiyetindeyiz.
Zira yüce Mevlâ’mızın ayet-i kerimedeki şu ikazı gayet şiddetlidir: "Sizi boş yere yarattığımızı ve bize geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (el-Mü'minûn, 115) Diğer bir ayet-i kerimede de Cenâb-ı Hak: "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?" (el-Kıyâme, 36) buyurmuştur. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tabi kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır." (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31) buyurmuştur.
Bu itibarla her mümin, tezkiyesi ile mükellef olduğu nefsine karşı ciddî bir mesuliyet şuuruyla hareket etmelidir. Kişinin, nefsini tezkiye etmeye çalışırken, bu işin ehemmiyet ve usullerine vâkıf olması gereklidir. Aksi hâlde "kaş yapayım derken göz çıkarma" meselinde olduğu gibi bir hataya düşülebilir. Nefsin tehlikelerine karşı Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle uyarır: "(Ey Rasûlüm!) Nefsanî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona sen mi vekil olacaksın?" (el-Furkan, 43) Bir hadis-i şeriflerinde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: "- Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır." (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 12) buyurmuştur.
Bu sebepledir ki nefis tezkiyesi, her mümin için son derece hayati ehemmiyeti haiz ve büyük mesuliyeti mucip bir keyfiyettir. Bu mesuliyeti Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim’de: "Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenalıklara gömen de ziyan etmiştir." (eş-Şems, 9-10) şeklinde ifade buyurmaktadır. Yani nefsini terbiye edip uslandıran, selâmetle yolunu kat etmiş, bunun aksine onu azgınlık ve vahşîliğiyle baş başa bırakan da ebedî bir hüsran ve ziyana dûçâr olmuştur. Görüldüğü üzere nefis, kendisine ölçüsüzce tabi olunduğu zaman ebedî bir felâket sebebiyken, terbiye edilip itaat altına alındığında ise insanı meleklerden üstün bir mevkiye yükselten bir kazanç vesilesidir.
Diğer taraftan infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zahiren başkalarına faydalı olmak suretinde görünse de, hakikatte nefse doğruyu, güzeli ve hayırlıyı telkindir. Çünkü iyilikler bu suretle benlikte yer eder ve ruh, bunlarla ünsiyet peyda eder. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve en doğrusu olan Kur'ân-ı Kerim’i okumak, nasihatlerini can kulağıyla dinlemek ve ahkâmıyla amil olmak da, nefsin ıslahına en büyük vesilelerden biridir. Hayatını bütünüyle Kur'ân istikametinde tanzim eden bir kul, nefsinin şerrinden ve şeytanın desiselerinden kurtulur ve yalnız Hakk'ın rızasını talep hâlinde yaşar. Kalbi ilâhî lütuf tecellilerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul için, artık gözün gördüğü, kulağın işittiği zahiri iklimin ötesine manevi bir pancur açılmış ve kâinat, hikmetli ve azametli bir kitap hâline gelmiştir.
O hâlde hiçbir mümin, Kur'ân-ı Kerim’deki ilâhî emir ve nehiylerden gafil olmamalı, ebedî saadet ve selâmetini tehlikeye atmamalıdır. Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerim’de nefis tezkiyesiyle alâkalı pek çok ayet-i kerime mevcuttur. Bu ayetlerde "tezkiye":
- Allah Teâlâ'nın tezkiye etmesi,
- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tezkiye etmesi,
- Kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi şeklinde, umumiyetle üç kısımda mütalaa edilmiştir.
Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu suretle ruhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı iradeyi güçlendirecek olan riyazet yoluyla, yani yiyip içme, uyuma ve konuşmada itidale riayet gibi usullerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta nefsi dizginlemenin usulü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)'dır, denile gelmiştir. Çünkü bunlar riyazet ile nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usulleri tatbikte de itidali elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allah’ın insanlara bir emanetidir.
Yani kul, nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefritten sakınmalı, onun azgınlıklarına set çekeyim derken, riyazet ve mücâhede de aşırılığa düşmemelidir. Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda itidali emreder. İnsanlara her türlü ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak surette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, matlup da değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi, nefsanî temayüllerin ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.
Nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi, beşerî akıbetin felâket veya saadet olarak gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür. Bu terbiye ve tezkiye için evvelâ ilâhî iradeye ram olup şehevî ihtiraslar ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak icap eder. Her mümin, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hiçlik ve cahilliğini idrak ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemaliyle kavramalı ve fiillerine bu idrak ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdirde, -Kur'ânî tabirle- "kötülüğü şiddetle emreden"1 nefis, mezmûm sıfatlardan arınıp makbul bir hâle gelir.
Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binaen "cihâd-ı ekber" kabul edilmiştir. Nitekim bu tabiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi'nden dönüşlerinde bizzat ifade ederek ashabına: "- Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır.
Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zira seferin evvelinden nihayetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Kat edilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsait değildi. Meyvelerin toplanacağı hasat mevsimi de gelip çatmıştı. Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi aşan sahabe ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medine’ye yaklaşırken adeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in söylediği bu sözün hikmetini merak eden bazı sahabeler, hayretler içinde: "- Yâ Rasûlâllâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd olur mu?" dediklerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Evet! Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!"2 buyurdular.
Diğer taraftan bütün gazvelere katılıp sadece Tebük Gazvesi'nden -mazeretsiz- geri kaldıkları için ihtilâttan men (yalnızlığa terk edilmek) ile cezalandırılan ve bu sebeple ashap ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yüzlerine bakmadığı, kendileriyle konuşmadığı, selâmlarına bile mukabele etmediği üç sahabenin tasvire sığmayan pişmanlık ve perişanlığı meşhurdur.3
________________________________________
1. Bkz. Yusuf Suresi, 53. ayet-i kerime.
2. Bkz. Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II, 73.
3. Bu üç sahabe, Mürâre bin Rabîi'l-Amrî, Hilâl bin Ümeyyeti'l-Vâkıfî ve şair Ka'b bin Malik’tir. Bunlar, bütün gazvelere iştirak etmişlerdi. İçlerinden Ka'b hariç, diğer ikisi Bedr'e de katılmıştı. Ne var ki Tebük'e iştirak etmemekle içine düştükleri hata yüzünden kendilerine alınan tavır karşısında, dünya gönüllerine dar gelmişti. Hele Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashabın, selâmlarını dahi almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi karşısında, yeryüzü adeta kendilerine yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için artık bir yabancı gibi idi. Zira haklarında vahy-i ilâhî gelene kadar onlarla her türlü irtibat kesilecek ve tecrit edileceklerdi. Çaresizdiler. Bu sebeple, gece gündüz nedamet gözyaşları döktüler. Erimiş mumlara döndüler. Hata yapmışlardı ama ihlâs, doğruluk, teslimiyet ve tövbeden uzaklaşmamışlardı. Bu minvalde tam elli gün geçti. Nihayet gerçeği olduğu gibi itiraf etmeleri ve samimi bir şekilde tövbe etmelerinin bir mükâfatı olarak şu ayet-i kerime ile affa mazhar oldular: "Allah, geri bırakılan üç kişinin de (tövbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O'nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (Tevbe, 118-119). (Tafsilatlı malumat için bkz. Osman Nuri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi, IV, 289-294).
Şimdi insaf ile düşünmeli ki, böyle bir cihâd, küçük cihâd addedilir ve küçük cihâddan geri kalmak, insanı daha dünya hayatında bu kadar hakir ve hacîl bırakırsa, en büyük cihâd olan nefislerin tezkiyesi ve kalplerin tasfiyesi hususundaki gaflet ve ihmal, yarın huzur-i ilâhîde insanı ne derece zor ve müşkül bir vaziyete dûçâr eyler. Bu ürpertici hakikat önünde her akıllı mümin, nefsini derhal derin bir muhasebeye tabi tutmalıdır. Yarın çok geç olmadan ve ilâhî hesap gelmeden evvel kendimizi, yine kendi irademizle hesaba çekmek mecburiyetindeyiz.
Zira yüce Mevlâ’mızın ayet-i kerimedeki şu ikazı gayet şiddetlidir: "Sizi boş yere yarattığımızı ve bize geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (el-Mü'minûn, 115) Diğer bir ayet-i kerimede de Cenâb-ı Hak: "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?" (el-Kıyâme, 36) buyurmuştur. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tabi kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır." (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31) buyurmuştur.
Bu itibarla her mümin, tezkiyesi ile mükellef olduğu nefsine karşı ciddî bir mesuliyet şuuruyla hareket etmelidir. Kişinin, nefsini tezkiye etmeye çalışırken, bu işin ehemmiyet ve usullerine vâkıf olması gereklidir. Aksi hâlde "kaş yapayım derken göz çıkarma" meselinde olduğu gibi bir hataya düşülebilir. Nefsin tehlikelerine karşı Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle uyarır: "(Ey Rasûlüm!) Nefsanî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona sen mi vekil olacaksın?" (el-Furkan, 43) Bir hadis-i şeriflerinde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: "- Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır." (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 12) buyurmuştur.
Bu sebepledir ki nefis tezkiyesi, her mümin için son derece hayati ehemmiyeti haiz ve büyük mesuliyeti mucip bir keyfiyettir. Bu mesuliyeti Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim’de: "Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenalıklara gömen de ziyan etmiştir." (eş-Şems, 9-10) şeklinde ifade buyurmaktadır. Yani nefsini terbiye edip uslandıran, selâmetle yolunu kat etmiş, bunun aksine onu azgınlık ve vahşîliğiyle baş başa bırakan da ebedî bir hüsran ve ziyana dûçâr olmuştur. Görüldüğü üzere nefis, kendisine ölçüsüzce tabi olunduğu zaman ebedî bir felâket sebebiyken, terbiye edilip itaat altına alındığında ise insanı meleklerden üstün bir mevkiye yükselten bir kazanç vesilesidir.
Diğer taraftan infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zahiren başkalarına faydalı olmak suretinde görünse de, hakikatte nefse doğruyu, güzeli ve hayırlıyı telkindir. Çünkü iyilikler bu suretle benlikte yer eder ve ruh, bunlarla ünsiyet peyda eder. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve en doğrusu olan Kur'ân-ı Kerim’i okumak, nasihatlerini can kulağıyla dinlemek ve ahkâmıyla amil olmak da, nefsin ıslahına en büyük vesilelerden biridir. Hayatını bütünüyle Kur'ân istikametinde tanzim eden bir kul, nefsinin şerrinden ve şeytanın desiselerinden kurtulur ve yalnız Hakk'ın rızasını talep hâlinde yaşar. Kalbi ilâhî lütuf tecellilerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul için, artık gözün gördüğü, kulağın işittiği zahiri iklimin ötesine manevi bir pancur açılmış ve kâinat, hikmetli ve azametli bir kitap hâline gelmiştir.
O hâlde hiçbir mümin, Kur'ân-ı Kerim’deki ilâhî emir ve nehiylerden gafil olmamalı, ebedî saadet ve selâmetini tehlikeye atmamalıdır. Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerim’de nefis tezkiyesiyle alâkalı pek çok ayet-i kerime mevcuttur. Bu ayetlerde "tezkiye":
- Allah Teâlâ'nın tezkiye etmesi,
- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tezkiye etmesi,
- Kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi şeklinde, umumiyetle üç kısımda mütalaa edilmiştir.