Nefis ve Tezkiyesi (Nefs Terbiyesi)

HASAN CAN

Active member
Tezkiye lügatte, temizlemek, arındırmak manalarının yanı sıra, artırmak, geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek anlamını da ihtiva eder. Bu mana çerçevesinde tezkiye, esasen manevi eğitimin bütün seyrini ifade eder. Nefsi tezkiye; öncelikle onu küfür, cehalet, kötü hisler, yanlış itikatlar, fena ahlâklardan temizlemektir. Yani şer'-i şerife aykırı her türlü îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip kötülüklerden koruduktan sonra da, iman, ilim, irfan, hikmet, hayırlı duygular, güzel huylar gibi takva hasletleriyle terbiye ve tezyin ederek, onu ruhaniyetle doldurmaktır.

Tasavvufta tezkiye, nefsin isteklerini azaltarak onun beden üzerindeki hâkimiyetini kırmak ve bu suretle ruhun hükümranlığına imkân sağlamaktır. Bu da ancak nefse karşı iradeyi güçlendirecek olan riyazet yoluyla, yani yiyip içme, uyuma ve konuşmada itidale riayet gibi usullerle sağlanabilir. Bundan dolayıdır ki, tasavvufta nefsi dizginlemenin usulü; kıllet-i taam (az yemek), kıllet-i menâm (az uyumak) ve kıllet-i kelâm (az konuşmak)'dır, denile gelmiştir. Çünkü bunlar riyazet ile nefse hâkimiyetin ilk adımlarıdır. Fakat her hususta olduğu gibi, bu usulleri tatbikte de itidali elden bırakmamak gerekir. Çünkü beden, Allah’ın insanlara bir emanetidir.

Yani kul, nefsini tezkiye ederken ifrat ve tefritten sakınmalı, onun azgınlıklarına set çekeyim derken, riyazet ve mücâhede de aşırılığa düşmemelidir. Çünkü din, bütün hâl ve davranışlarda itidali emreder. İnsanlara her türlü ifrat ve tefritten uzak durmayı öğütler. Üstelik nefsi, mutlak surette bertaraf etmek mümkün olmadığı gibi, bu, matlup da değildir. Buna göre nefsin tezkiye edilmesi, nefsanî temayüllerin ilâhî emirler çerçevesinde dizginlenip terbiye edilmesi demektir.

Nefsin terbiye ve tezkiye edilmesi, beşerî akıbetin felâket veya saadet olarak gerçekleşmesinde en belirleyici faktördür. Bu terbiye ve tezkiye için evvelâ ilâhî iradeye ram olup şehevî ihtiraslar ve çirkin hâllere karşı koymaya çalışmak icap eder. Her mümin, kendi kusur, noksanlık, acziyet, hiçlik ve cahilliğini idrak ederek; Rabbini bütün azamet, kudret ve kemaliyle kavramalı ve fiillerine bu idrak ile yön vermelidir. İşte bu yapılabildiği takdirde, -Kur'ânî tabirle- "kötülüğü şiddetle emreden"1 nefis, mezmûm sıfatlardan arınıp makbul bir hâle gelir.

Nefsi tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binaen "cihâd-ı ekber" kabul edilmiştir. Nitekim bu tabiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi'nden dönüşlerinde bizzat ifade ederek ashabına: "- Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır.

Hâlbuki dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zira seferin evvelinden nihayetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık hüküm sürmüştü. Kat edilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsait değildi. Meyvelerin toplanacağı hasat mevsimi de gelip çatmıştı. Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu haberi ise, bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi aşan sahabe ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medine’ye yaklaşırken adeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in söylediği bu sözün hikmetini merak eden bazı sahabeler, hayretler içinde: "- Yâ Rasûlâllâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd olur mu?" dediklerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "- Evet! Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!"2 buyurdular.

Diğer taraftan bütün gazvelere katılıp sadece Tebük Gazvesi'nden -mazeretsiz- geri kaldıkları için ihtilâttan men (yalnızlığa terk edilmek) ile cezalandırılan ve bu sebeple ashap ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yüzlerine bakmadığı, kendileriyle konuşmadığı, selâmlarına bile mukabele etmediği üç sahabenin tasvire sığmayan pişmanlık ve perişanlığı meşhurdur.3
________________________________________
1. Bkz. Yusuf Suresi, 53. ayet-i kerime.
2. Bkz. Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II, 73.
3. Bu üç sahabe, Mürâre bin Rabîi'l-Amrî, Hilâl bin Ümeyyeti'l-Vâkıfî ve şair Ka'b bin Malik’tir. Bunlar, bütün gazvelere iştirak etmişlerdi. İçlerinden Ka'b hariç, diğer ikisi Bedr'e de katılmıştı. Ne var ki Tebük'e iştirak etmemekle içine düştükleri hata yüzünden kendilerine alınan tavır karşısında, dünya gönüllerine dar gelmişti. Hele Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashabın, selâmlarını dahi almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi karşısında, yeryüzü adeta kendilerine yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için artık bir yabancı gibi idi. Zira haklarında vahy-i ilâhî gelene kadar onlarla her türlü irtibat kesilecek ve tecrit edileceklerdi. Çaresizdiler. Bu sebeple, gece gündüz nedamet gözyaşları döktüler. Erimiş mumlara döndüler. Hata yapmışlardı ama ihlâs, doğruluk, teslimiyet ve tövbeden uzaklaşmamışlardı. Bu minvalde tam elli gün geçti. Nihayet gerçeği olduğu gibi itiraf etmeleri ve samimi bir şekilde tövbe etmelerinin bir mükâfatı olarak şu ayet-i kerime ile affa mazhar oldular: "Allah, geri bırakılan üç kişinin de (tövbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O'nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun." (Tevbe, 118-119). (Tafsilatlı malumat için bkz. Osman Nuri TOPBAŞ, Nebîler Silsilesi, IV, 289-294).

Şimdi insaf ile düşünmeli ki, böyle bir cihâd, küçük cihâd addedilir ve küçük cihâddan geri kalmak, insanı daha dünya hayatında bu kadar hakir ve hacîl bırakırsa, en büyük cihâd olan nefislerin tezkiyesi ve kalplerin tasfiyesi hususundaki gaflet ve ihmal, yarın huzur-i ilâhîde insanı ne derece zor ve müşkül bir vaziyete dûçâr eyler. Bu ürpertici hakikat önünde her akıllı mümin, nefsini derhal derin bir muhasebeye tabi tutmalıdır. Yarın çok geç olmadan ve ilâhî hesap gelmeden evvel kendimizi, yine kendi irademizle hesaba çekmek mecburiyetindeyiz.

Zira yüce Mevlâ’mızın ayet-i kerimedeki şu ikazı gayet şiddetlidir: "Sizi boş yere yarattığımızı ve bize geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?" (el-Mü'minûn, 115) Diğer bir ayet-i kerimede de Cenâb-ı Hak: "İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?" (el-Kıyâme, 36) buyurmuştur. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tabi kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır." (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31) buyurmuştur.

Bu itibarla her mümin, tezkiyesi ile mükellef olduğu nefsine karşı ciddî bir mesuliyet şuuruyla hareket etmelidir. Kişinin, nefsini tezkiye etmeye çalışırken, bu işin ehemmiyet ve usullerine vâkıf olması gereklidir. Aksi hâlde "kaş yapayım derken göz çıkarma" meselinde olduğu gibi bir hataya düşülebilir. Nefsin tehlikelerine karşı Cenâb-ı Hak biz kullarını şöyle uyarır: "(Ey Rasûlüm!) Nefsanî arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Artık ona sen mi vekil olacaksın?" (el-Furkan, 43) Bir hadis-i şeriflerinde -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: "- Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevâlarına uymalarıdır." (Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, I, 12) buyurmuştur.

Bu sebepledir ki nefis tezkiyesi, her mümin için son derece hayati ehemmiyeti haiz ve büyük mesuliyeti mucip bir keyfiyettir. Bu mesuliyeti Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim’de: "Muhakkak ki nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındıran) kurtuluşa ermiş, onu fenalıklara gömen de ziyan etmiştir." (eş-Şems, 9-10) şeklinde ifade buyurmaktadır. Yani nefsini terbiye edip uslandıran, selâmetle yolunu kat etmiş, bunun aksine onu azgınlık ve vahşîliğiyle baş başa bırakan da ebedî bir hüsran ve ziyana dûçâr olmuştur. Görüldüğü üzere nefis, kendisine ölçüsüzce tabi olunduğu zaman ebedî bir felâket sebebiyken, terbiye edilip itaat altına alındığında ise insanı meleklerden üstün bir mevkiye yükselten bir kazanç vesilesidir.

Diğer taraftan infak, sadaka, hizmet gibi sâlih ameller, zahiren başkalarına faydalı olmak suretinde görünse de, hakikatte nefse doğruyu, güzeli ve hayırlıyı telkindir. Çünkü iyilikler bu suretle benlikte yer eder ve ruh, bunlarla ünsiyet peyda eder. Diğer bütün sâlih amellerle birlikte sözlerin en güzeli ve en doğrusu olan Kur'ân-ı Kerim’i okumak, nasihatlerini can kulağıyla dinlemek ve ahkâmıyla amil olmak da, nefsin ıslahına en büyük vesilelerden biridir. Hayatını bütünüyle Kur'ân istikametinde tanzim eden bir kul, nefsinin şerrinden ve şeytanın desiselerinden kurtulur ve yalnız Hakk'ın rızasını talep hâlinde yaşar. Kalbi ilâhî lütuf tecellilerine mazhar olur. Bu duruma gelen bir kul için, artık gözün gördüğü, kulağın işittiği zahiri iklimin ötesine manevi bir pancur açılmış ve kâinat, hikmetli ve azametli bir kitap hâline gelmiştir.

O hâlde hiçbir mümin, Kur'ân-ı Kerim’deki ilâhî emir ve nehiylerden gafil olmamalı, ebedî saadet ve selâmetini tehlikeye atmamalıdır. Yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerim’de nefis tezkiyesiyle alâkalı pek çok ayet-i kerime mevcuttur. Bu ayetlerde "tezkiye":

- Allah Teâlâ'nın tezkiye etmesi,
- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tezkiye etmesi,
- Kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi şeklinde, umumiyetle üç kısımda mütalaa edilmiştir.
 

HASAN CAN

Active member
Allah Teâlâ'nın Tezkiye Etmesi: Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede şöyle buyurur: "…Kendinizi (beğenip) temize çıkarmayın. O, fenalıktan sakınanın kim olduğunu çok iyi bilir." (en-Necm, 32) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi bu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir eder: "Kendinizi günahsız, kusursuz ve tertemiz addederek övmeyin. Zira farkında olmadığınız birçok kusurlarınız bulunabilir." Bu mevzuda müfessir Âlûsî de şöyle der: "Bu ayetin, "- Bizim namazımız, orucumuz, haccımız var!" diyen bir topluluk hakkında indiği rivayet edilir. Ucub ve riya karışması endişesiyle kulun işlediği ibadet ve hayırları gizli tutması daha makbuldür. Fakat böyle menfi bir niyet olmaksızın, teşvik maksadıyla söylenmesinde bir beis yoktur."

Diğer bir ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Kendilerini temize çıkaranlara bakmadın mı? Bilakis, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır." (en-Nisâ, 49) Bu ayetteki tezkiye, kişinin kendini överek temize çıkarma çabasından ibarettir. Hâlbuki tezkiye takvaya bağlıdır. Takva ise batında bir sıfattır ve onun hakikatini ancak Allah bilir. O bakımdan ancak Allah’ın tezkiyesi makbul olur, kendi kendimizi tezkiye etmemiz değil.

Nitekim -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "- Allah’ım! Nefsime takvasını ver ve onu tezkiye et! Sen onu tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velisi ve Mevlâ'sısın." (Müslim, Zikir, 73) diye dua ederlerdi. Ayet-i kerimede: "… Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiriniz ebediyen temize çıkamazdı. Ancak Allah, kimi dilerse onu temize çıkarır. Allah hakkıyla işiten ve her şeyi kemaliyle bilendir." (en-Nûr, 21) buyurulur.

Görüldüğü gibi ayet-i kerimede tezkiyenin Allah’a ait olduğu ifade ediliyor. Zira Allah Teâlâ, fazlı ve rahmetiyle kulu takatlere ve diğer tezkiye vasıtalarını kullanmaya muvaffak kılar. Bu itibarla kul, benlik iddiasından sakınarak, ilâhî tezkiye sayesinde ulaştığı kemali, kendi dirayet, liyakat ve gayretine hamletmemelidir. Cenâb-ı Hakk'ın tezkiye etmesi dışında kulun, âhirette kendini temize çıkaramayacağının idraki içinde bulunması gerekir. Bu anlayış, ebedî kurtuluşa kavuşmanın en mühim vesilelerinden biridir. Zira tezkiye, her ne kadar azim ve gayret bakımından insana; irşat ve talim yönüyle peygamberlere ve onun vârisi durumundaki mürşitlere nispet edilirse de, ilâhî merhametiyle kullarını tezkiyeye muvaffak kılması ve bunu yaratması açısından Cenâb-ı Hakk'a nispet edilmelidir.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in Tezkiye Etmesi

Kur'ân-ı Kerim’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin vazifeleri hakkında şöyle buyrulmaktadır: "(Ey insanlar!) Andolsun ki, kendi içinizden, size bir peygamber gönderdik. O, size ayetlerimizi okuyor, sizi tezkiye edip kötülüklerden arındırıyor, Kitâb'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğretiyor." (el-Bakara, 151)

"Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i İmrân, 164)

Bu ayetlerden de açıkça anlaşılacağı üzere Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in üç aslî vazifesi vardır:

A. Allah’ın ayetlerini insanlara okumak: Peygamberlerin ümmetlerini hak yoluna daveti, gelen vahyin okunmasıyla başlar. Ancak bu vazife, insanları umulan hedefe ulaştırmada ilk merhaledir ve bir zemin teşkil eder.

B. Tezkiye etmek: Tevhit davetinin maksadına ulaşması, ancak nefisleri küfür, şirk ve günah gibi manevi kirlerden temizleyip huşu ve huzura erdirmekle mümkündür. Nitekim mazisi câhiliyye insanı olan ashâb-ı kiram, hidayet bulup Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in feyizli sohbeti ve manevi terbiyesiyle gönüllerini arındırdıkları anda dünyanın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onların, dillerde ve gönüllerde dolaşan fazilet menkıbeleri çağları ve iklimleri aştı.

C. Kitap ve hikmeti öğretmek: Bu merhalede ise uyulması gereken kânunları ve hükümleri beyan eden kitabın, yani Kur'ân-ı Kerim’in talimi gelir. Kur'ân-ı Kerim’in ruhunda derinleşebilmek, kalbî seviyeye bağlıdır. Kur'ân-ı Kerim, asıl kalp ile okunup anlaşılır. Gözler ise kalbe ancak basit bir vasıta hükmündedir.

Kur'ân, kâinat ve insan, esma-yı ilâhiyye tecellileriyle meydana geldiğinden sonsuz bir sırlar hazinesidir. Bu sır ve hikmetler de kalbî arınma ve olgunlaşmaya göre idrakte tecelli eder. Hikmetin talimi, bütün bu merhalelerden sonra gelir. Çünkü Allah Teâlâ, esma-yı ilâhiyyesinin beşer idrakine kelâm suretinde tecellisi demek olan Kur'ân-ı Kerim’in hikmet ve sırlarına, ancak arınmış bir kalbe sahip kimseleri vâkıf eyler.

Ayet-i kerimelerde tezkiye ile kitap ve hikmetin taliminin bir arada zikredilmesi, tezkiye olunmamış kimselerin ilim elde edemeyeceklerini, etseler de bu ilmin kendilerine bir fayda sağlamayacağını ifade etmektedir. Zira ilim ve hikmet öyle bir nur ve ziynettir ki bunu elde etmek için, onun mekân tutacağı yerlerin, yani kalbin, evvelâ lüzumsuz ve zararlı şeylerden tahliye edilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan Peygamberler önce ayetleri okurlar, sonra bu ayetlere inanan ve gönül veren kimselerin, nefislerini aşırılıklardan, çirkinliklerden arındırarak kalplerini manevi kirlerden tasfiye ederler. Daha sonra da tezkiye ve tasfiye olunmuş kimselere kitap ve hikmeti talim ederler. Kâinattaki sır ve kudret akışlarına da ancak böyle bir kalbin sahipleri aşina olur ve bir hikmet membaı hâline gelebilir.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin bu vazifelerinden ayetleri okuyup haram ve helâli öğretmek âlimler tarafından; nefisleri tezkiye, kalpleri tasfiye etme vazifesi ise mürşid-i kâmiller vasıtasıyla kıyamete kadar devam edecektir.

Kişinin Kendi Nefsini Tezkiye Etmesi

Bu hususta Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede şöyle buyurur: "Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona hem kötülüğü hem de ondan sakınmayı ilham edene yemin olsun ki, nefsini tertemiz yapan kurtuluşa ermiş, onu (cehalet ve günahlar ile) mâsiyetlere gömen de ziyan etmiştir." (eş-Şems, 7-10)

Ayet-i kerime muktezasınca ancak Allah’ın temizlediği, yani günahlardan arınmış, feyiz ve takva ile terbiye olunmuş kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir. Hak Teâlâ'nın: "(Salih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir." (el-Fecr, 29-30) ayetindeki beşareti de yine bu mesut kullar hakkındadır.

Diğer bir ayet-i kerimede de Cenâb-ı Hak: "Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O'na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir." (el-A'lâ, 14-15) buyurur.

Ayrıca ayet-i kerimedeki sıralama da câlib-i dikkattir. Şöyle ki:

- Önce kalp, beden ve malı menfiliklerden güzelce temizlemek,
- Bu sayede Rab ile kul arasına giren gaflet perdelerini kaldırıp atmak,
- Sonra da helâl gıdalarla beslenmiş bir beden ve zâkir bir kalp ile huşu içerisinde tam bir ibadet iklimine girerek gönlü ruhani lezzetlerle tezyin etmektir.

Müfessir Bursevî'nin beyanı veçhile: "Bu ayette, şeriata aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünya sevgisinden arındırmaya, gücü nispetinde Allah’a yönelmeye, hatta Allah’tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işaret vardır."

Nitekim Allah dostlarından Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh-'a ölüm döşeğindeyken ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, bu umdelerin adeta fiilî bir nümûnesi mahiyetinde şu güzel sözlerle mukabele etmiştir: "- Ölümüm yakın olmasa, riya olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allah Teâlâ'dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allah’tan başkasını tanımaz oldum."

İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, yukarıdaki ayette geçen "tezekkâ" kelimesini, "Kişinin Lâ ilâhe illâllâh demesidir." şeklinde tefsir eder. (Kurtubî, el-Câmî, XX, 22) Zira tezkiyede ilk adım, kalbin küfür ve şirkten temizlenmesidir.

Nitekim kelime-i tevhit, önce nefy ile başlar. Yani "Lâ ilâhe" diyerek kalpten adeta put hâline gelmiş nefsanî hevesler, çirkin ahlâk ve huylar çıkarılır. Sonra ispata geçilir. Yani "İllâllâh" demek suretiyle, bir nazargâh-ı ilâhî durumunda olan kalp, Allah Teâlâ'nın tevhit nurlarıyla doldurulur.

Şair bu gerçeği ne güzel ifade eder:

Sür çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hak
Padişah girmez saraya hane mamur olmadan

"Gönül sarayından Allah’tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zira hane mamur olmadan padişah saraya teşrif etmez."

Tezkiyenin ehemmiyeti sadedinde İbrahim Desûkî -kuddise sirruh- şöyle buyurur: "- Ey oğlum! Gündüzlerini oruçla, gecelerini namazla geçirsen, temiz bir iç âlemine ve Hak ile halis bir muameleye de sahip olsan, sakın benlik iddiasında bulunma! Sakın gurura mağlup olup nefsin kandırmasına aldanma. Zira nice derviş, nefsinin havâsına kapılıp helâk oldu."
Hâtem-i Esamm -kuddise sirruh- da şöyle buyurur: “Muhteşem konaklara, verimli bağ ve bahçelere aldanma. Cennetten daha güzel bir yer yoktur. Fakat Hazret-i Âdem'in başına ne geldiyse, cennetin o sonsuz güzellikleri içindeyken geldi. Nefsi orada ebedî kalmak istedi. Yasak meyveye yaklaştı. Murâd-ı ilâhî icabı, dünyaya indirilmekle cezalandırıldı.

İbadet ve kerametinin çokluğuna aldanma. Zira sahip olduğu bunca keramete rağmen, Allah -celle celâlühû-'nun kendisine ism-i azamı öğrettiği Bel'am bin Baura'nın başına gelen hazin akıbet, ne kadar ibretlidir.

Sen, sen ol; ilim ve amel çokluğuna da aldanma. Çünkü onca ilim ve taatine rağmen iblisin başına neler geldi, bilmiyor musun? Nefis ve şeytanın iğvâsıyla aldananlardan olma!

Nitekim kullarına merhameti sonsuz olan yüce Rabbimiz, ayet-i kerimelerde şeytanın hile ve tuzaklarına karşı ikaz sadedinde şöyle buyurur: "İblis dedi ki: (Ey Rabbim!) Yemin ederim ki, beni azdırmana karşılık, ben de insanları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım." (el-A'raf, 16) "(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!" (el-Hicr, 39)
 
Üst Alt