mahzungarip
Yönetici
Nerden ve Niçin Geldik, Nereye Gidiyoruz?
Yüce Allah bir hadis-i kutsî de: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.” buyurmaktadır. Bu kutsi hadisten de anlaşılacağı üzere, varlıkların yaratılmasındaki asıl amacın Mârifetullah (Allah’ın tanınması/bilinmesi) olduğu gerçeği anlaşılmaktadır. Demek ki insanın önce Yüce Yaratıcısı olan Allah’ı tanıması ve bilmesi gerekir ki daha sonra O’na kul olabilsin. Ki Kur’anın beyanıyla Allah’tan hakkıyla korkup, sakınanların âlimler[1] ( bilenler) olduğu vurgulanmaktadır. Ne kadar tanırsak o kadar kulluk bilincinde olup O’ndan çekinir/sakınırız ve imanımızın derecesi de bu şekilde artar veya eksilir. Ve yine Yüce Allah Kur’anın ilk emri olan (OKU) diye başlayan ayetlerle ilk önce bilinmesi gerekenin kâinat ve kâinatın içerisindeki tüm mevcudatın okunması (san’atkarının bilinmes/görülmesi) ve böylelikle daha birçok şeyin Allah tarafından okundukça yada tefekkür edilip zirveye doğru çıkmaya çalışıldıkça Allah tarafından bir çok şeyinde öğretileceği. Yâda ictimai ve ferdi alanlarda tüm tekâmüllerin bu şekilde olacağı vurgusu yapılmaktadır.
Bilinme (tanınma), bilinçle olduğuna göre, varlıkların yaratılmasındaki asıl amaç, bilinçli/zişuur varlıkları kapsar. Diğer tüm mevcudat, bilinçli varlıkların (akıl sahibi) faydası için yaratılmışlardır. Zira Allah kâinata halife ilan ettiği biz kullarının tüm mevcudatı emrine amade etmiş, yararlanmamız için mevcudatı var etmiş, bize musahhar kılmıştır. Daha insanoğlu dünyaya ayak basmazdan evvel kâinat yaratılmış, hayvanlar, nebatat ve kısaca tüm gördüğümüz ve görmediğimiz/göremediğimiz şu koskoca evren süslenip püslenmiş, güneş ve ay sistemleri kurulmuş, yıldızlar göğe serpilmiş, yeryüzü bir döşek, dağlar da birer kazık gibi dikilmiş[2] ve kısaca en son insan yaratılmıştır. Ruh ile sonsuzlaştırılan (ölümsüzleştirilen) ve şuurlu varlıklar olan insanın “gerçekten en güzel bir biçimde yaratılmasının”[3] aslî ve temel görevi, Allah’ı bilmek, Allah’ı tanımak ve yalnızca O’na kul olmaktır. İnsanların, Rablerini bilmeleri, tanımaları, iman etmeleri ve yalnızca Allah’a kul olmaları, hurafelerle dolu batıl inançlar, sapık ideolojiler, çarpık sistemler ve din karşıtı komünist rejimlerde olduğu gibi yapay, zorlama, baskı ve zorbalık olmayıp, bilakis insanın fıtratına, hissiyatına ve doğal yapısına ve sağduyusuna uygundur. Ayrıca marifetullah yani Allah’ı tanıdıktan sonra insanda yaradanına karşı hubbullah (Allah sevgisi) olacaktır ki buda imanın doruk noktasıdır. Kur’anın beyanıyla Halık’ı San’atkarına koşması (firar etmesi) gerekir ki koşacaktır insan.[4]
Bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız olmazken, milyarlarca yıldızların ve galaksilerin kendiliklerinden var olup, plânsız, projesiz, yaratıcısız ve yöneticisiz tesadüf ve rastlantılarla dolu saçmalıklarla bir araya geleceğini düşünmek, kâinattaki denge ve düzeni oluşturduklarını iddiaya kalkışmak ne büyük bir delilik ve saçmalıktır siz düşünün. Dünya, ay, güneş ve yıldızlar arasındaki mesafe dengesini koruyup çekim gücünü idare eden kim? Bir tek insanın bedeninde ayrı ayrı türlerden oluşan 30 trilyona yakın canlı hücreleri yaratan kim? Bir bedende çift olan organlara, meselâ iki göze, iki kulağa, iki böbreğe, iki kola, iki ayağa eşit sayıda ve aynı tür hücreleri sevk ve idare eden kimdir? Hayvanları yönlendiren içgüdü nedir? İçgüdüyü güden/güdülendiren kim? Yumurtadan çıkan ördek, düşmanlarını nasıl tanır, yüzmeyi nerden/nereden ve nasıl öğrendi, hangi okula gitti ve hangi özel eğitimlerden geçti, tahsili ne? Kocaman inekten korkmayıp, kediden korkması ve uçan kuşlar arasında kartal gibi yırtıcı kuşları ayırt edip tanıması ve korkması, hangi ilim ve hangi mantıkla açıklığa kavuşur/kavuşturulabilir? Cevap ver ey “Dinsiz kör ilim ve ey ilimsiz topal din”![5]
Evet, Hz. Ali efendimizin dünyada amel var hesap yok, mahşerde hesap var amel yok sözünde olduğu gibi cüz-i irademizle (aklımız) istediğimiz her şeyi yapmakla serbesiyet, fakat bunun yanı sıra aynı zamanda başıboş olmadığımızın ikazı yapılmakla beraber, bu dünya sahasında yapacağımız her şeyin mutlak bir surette sorgusunun olacağına iman edip o şekilde bir hayat sürmemiz/sürdürmemiz istenmektedir/gerekmektedir. Allah’u Teâlâ meleklerine ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti de sonra Hz. Âdem’i (a.s.) yaratıp eşyanın ismini öğretmekle ilim konusunda techiz etmişti de meleklerde onu sınav yapıp üstünlüğünü/bildiklerini görmüş oldular.Ve meleklere: "Âdem’e secde edin" buyruğuyla ilimde üstünlüğünden dolayı saygı göstermelerini istemişti Allah. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu. Sonrasında ey Âdem sen ve eşin cennete yerleşin ve dilediğinizi yiyip için ama şu ağaca yaklaşmayın buyurarak bir sınırlama koymakla beraber cennette kalabileceklerini emretti. Fakat şeytan orada da rahat durmayıp ikisinin de ayağını kaydırdı ve cennetten kovulmalarına sebep olup bulundukları durumdan çıkmalarına/çıkarılmalarına sebep oldu. Böylece Dünyaya gönderilip belli bir vakte kadar tekrar anavatan olan cennete gidebilmeleri için şeytanla olan mücadelenin dünyada yapılıp bu savaş sonrası galip olduğu vakit Âdemoğlu tekrar cennete gireceğinin şartı konmuş oldu.[6]
Bazı rivayetlerde Âdem’in (a.s) yaratılması şöyle geçer. Tabi hatırlatmakta fayda mülahaza hissediyor ve uyarıyoruz ki sadece rivayet olup ve kaynak gösterebileceğimiz bir konu değil, dolayısıyla sahih olup olmadığını bilmemekle beraber okuyucuya bırakıyoruz. Şeytan, Âdem’e (a.s) secde etmemekle Allah’ın lanetine uğrar ve gelmiş olduğu makamdan düşürülür ki bunun akabinde Âdem’e (a.s) kin güdüp düşman olma yolunu seçer. Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra şeytan, Âdem’i (a.s) nasıl kandıracağının planını yapar. Ama cennetten de kovulmuştur bir kere, ama yinede cennete nasıl girip nasıl kandıracağını düşünür. Derken cennetin kapısı önünde bekler ve cennetin kapısına yakın yerlerden geçen hayvanattan yardım ister. Fakat kendisini cennete sokması için hiç bir hayvan yardım etmek istemez. Tabi müminler cennete girmeden cennet kapısı kapanmaz ya o yüzden kapı açık olsa gerek. Sonra yılan geçerken birde yılana ricada bulunur şeytan. Yılan olmaz dese de, derki kimseye söylemem aramızda kalacak ve şeytanı dişinin arasına alıp cennete sokar yılan. Şeytan Hz. Âdem’in (a.s) yanına yaklaşıp kandırmaya çalışsa da nafile. Şeytan derki sen biliyor musun Allah neden bu ağacın meyvesinden yemenizi yasakladı? Eğer bu ağacın meyvesinden yersen Allah sana daha güzel cennetler, nimetler verir ki makamın yükselir filan dese de tutmaz. Sonar boş bir anında Havva anamıza yaklaşır ve fırsat geçmiştir eline ki onu kullanır. Ona der ki:
“Bu ağacın meyvesini yemek neden yasak size biliyor musun? Eğer bu ağacın meyvesinden yersen Âdem seni daha çok sever” işi gücü bırakır hep senle olur her anı sana bağlanmak olur filan. Havva anamızda inanır derken o yasak ağaçtan meyve koparıp aşkına ikram eder. Çünkü cennette dilediğin her şey, hayal ettiğin her nimet karşına geliyor ya bir başkasının ve de aşkının ikram etmesi Âdem babamızın hoşuna gider ama bilmez yasak ağaçtan koparılan bir meyve olduğunu ve o meyveden yeğince cennet elbiselerinden soyunurlar ve utanç duygusu gibi dünyalık hisler yani nefsanî şeyler/arzular bedeni sarar. Derken birbirlerinden utanıp cennet yapraklarıyla örtünmeye başlarlar. Sonra Allah'ın ikazı gelir.
“-Neden o yasak ağaçtan meyve yediniz ey Âdem!”
Âdem babamız:
“Bilmiyordum Havva yedirdi “ der ve Âdem ‘e (a.s.) ceza olarak tırnak verilir. Yani normal bildiğimiz tırnak. O zaman tırnak yokmuş. Bu parmaklarının ucuna baktıkça işlediğin günahı ve cennetten kovuluşunu hatırlarsın der ve Havva anamıza sen bu ağacın kanını akıttın her ay seninde kanın aksın der. Şeytana sen nasıl girdin cennete diye sorar. Şeytan, yılan dostum sağ olsun onun sayesinde girdim der. Allah yılana bundan sonra senin yatağın yer altıdır, Âdemoğlundan herkim ki seni yeryüzünde görürde ve öldürürse ona bir kâfir öldürmüş sevabı vereceğim ve yılanın ayakları da varmış ki, bundan sonra ayaklarını alıyorum sürüm sürüm sürünesin demiş. Böylece sıra şeytana gelmiş ki ona da gök kubbeler, sema kapıları kitlenmiş tabi oda en büyük silah olarak insanları kandırmak için kadını kullanmak istemiş. Bir hadiste Peygamberimizin kim 2 karadan birini namazda olsa dahi görürse namazı bozup öldürsün buyurması bu rivayetin sahih olabileceğini gösteriyor gibi gözükmekte. İki karadan biri yılan diğeri ise akreptir. Yılanın öldürülmesinin sebebi anlattığımız bu olaydan dolayı, akrebin öldürülmesinin sebebi ise İbrahim’in (a.s) ateşini hararetlendirip tutuşturmak için akrebin üflemesidir diye rivayet edilir. Doğrusunu Allah bilir.
Farsçada "sohbet meclisi" anlamına gelen bezm kelimesi ile Arapçada "ben değil miyim" anlamındaki çekimli bir fiil olan elestü'den oluşan bezm-i elest (elest bemzi) cümlesi "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" hitabının yapıldığı ve ruhların da "belâ / evet öylesin" (sen bizim Rabbimizsin) diye cevap verdikleri Allah ile ruhlar arasında olan diyaloğu (sözleşmeyi) ifade eder. A’raf suresinde geçen kalu bela’dan anladığımız kadarıyla Allah böyle bir sözleşme yapmakla insanlar kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu diyemesinler diyedir. Kur'ân'da geçmişte Allah'ın Âdemoğullarından yani onların sırtlarından (veya sulplerinden) zürriyetini çıkardığı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu ve onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" diye hitap ettiği, onların da "evet" dedikleri anlatılmaktadır.[7] Allah'la insanlar arasında meydana gelen bu sözleşmeye misâk, kâlu belâ, rûz-i elest, bezm-i ezel, ahid, belâ ahdi gibi çeşitli isimler verilmiştir. Kur'ân'da aynı konuyla ilgili açık veya dolaylı ifadeler çeşitli sûrelerde yer almaktadır.[8] Ayrıca yine Kur’anda kitabını oku, bu gün sana karşı, iyi hesap görücü olarak kendi nefsin yeter.[9] Buyrulması da insanın kendi nefsinin şahitliğini yapacağı ve elest bezminin olduğu gerçeğini hatırlatılması anlatıyor olsa gerektir. Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve keyfiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bunları şöylece özetlemek mümkündür:
1- Allah'ın insanlardan aldığı söz insanın dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiştir. Bütün insanların zürriyeti Âdem'in sırtından zerreler halinde çıkartılmış, ruh ve akıl verilerek kendilerine hitap olunmuş, onlar da sözlü olarak cevap vermişlerdir.
2- Nass'larda sözü edilen sözleşme mecâzî anlamda olup ruhlar âleminde değil, bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir. İnsanın Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilecek bir nitelikte yaratılması sözlü olmayan, fıtrî denebilecek bir ahit ve misak niteliğindedir. Bu iki görüşten ilkini insan türüne ait genel bir sözleşme, ikincisini de her ferdin bizzat yaptığı sözleşme şeklinde değerlendirmek mümkündür. [10]
Evet, kısaca özetleyecek olursak, nerden ve niçin geldik, nereye gidiyoruz sorusunun cevabı olarak, Allah’ın kâinatı ve zişuur (bilinçli) varlıklar olan insan ve cinni halk etmesiyle bilinmesini istemiş ve de “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” hitabıyla kulluk vazifesiyle görevlendirip halife ilan ettiği ve kâinatı emrine musahhar kıldığı insanın bunca nimetlere karşı bir bedelin olacağı anlaşılmaktadır ve öyle anlıyoruz. Dolayısıyla bu bedel (kulluk) için çok çetin sınavlardan geçilmesi lazım ki tekrar anavatanımız olan cennete koşalım. Çünkü ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’in (a.s) yaratılmasıyla şeytanın saygı göstermemesi ve de Allah’ın emrine karşı çıkıp huzur-u ilahiden kovulmasından dolayı, Âdemoğlunu düşman bellemesi ve yoldan çıkarması söz konusu olunca insana büyük bir vazife düşmekte, kendisine verilen emaneti iyi kullanmasıyla (akıl) bu imtihandan alnının akıyla çıkacağı gerçeği anlaşılmaktadır. Daha öncede belirttiğimiz gibi tek başına akılda yetmeyip kılavuz ve rehberler (Peygamber & Kur’an) vasıtasıyla insanın yönünü bulacağı ve sırat-ı müstakimde olacağı kesindir. Bu itibarla Allah katında en ulvi makam olan kul olma şerefi başta nefsi arzu ve isteklerin gemlenmesi ve nefsi terbiye yoluna gidilmesiyle olacaktır ki şeytan nefisle bir olup ayağımızı kaydırmasın. Zira nefis daima kötülüğü emretmekle insanı yanlışa sapar.[11] Allah’ın ipine (islam’a, kur’ana) topluca sımsıkı sarılıp parçalanmayın[12] ve Allah’a koşun[13] (firar edin) ikazı bize doğru yolu göstermektedir.
İhsan ÇALIŞIR
[1] Fatır Suresi 35/28
[2]Nebe, 78/6-7
[3]Tin, 95/4
[4] Zariyat 51/50
[5]Albert EİNSTEİN (Aynştayn)
[6] Bakara 2/30,36
[7]A'râf, 7/172
[8]Rûm, 30/30
[9] İsra 19/14
[10](M.C.)
[11] Yusuf 12/53
[12] Al-i İmran 3/103
[13] Zariyat 51/50
Yüce Allah bir hadis-i kutsî de: “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve mahlûkatı (varlıkları) yarattım.” buyurmaktadır. Bu kutsi hadisten de anlaşılacağı üzere, varlıkların yaratılmasındaki asıl amacın Mârifetullah (Allah’ın tanınması/bilinmesi) olduğu gerçeği anlaşılmaktadır. Demek ki insanın önce Yüce Yaratıcısı olan Allah’ı tanıması ve bilmesi gerekir ki daha sonra O’na kul olabilsin. Ki Kur’anın beyanıyla Allah’tan hakkıyla korkup, sakınanların âlimler[1] ( bilenler) olduğu vurgulanmaktadır. Ne kadar tanırsak o kadar kulluk bilincinde olup O’ndan çekinir/sakınırız ve imanımızın derecesi de bu şekilde artar veya eksilir. Ve yine Yüce Allah Kur’anın ilk emri olan (OKU) diye başlayan ayetlerle ilk önce bilinmesi gerekenin kâinat ve kâinatın içerisindeki tüm mevcudatın okunması (san’atkarının bilinmes/görülmesi) ve böylelikle daha birçok şeyin Allah tarafından okundukça yada tefekkür edilip zirveye doğru çıkmaya çalışıldıkça Allah tarafından bir çok şeyinde öğretileceği. Yâda ictimai ve ferdi alanlarda tüm tekâmüllerin bu şekilde olacağı vurgusu yapılmaktadır.
Bilinme (tanınma), bilinçle olduğuna göre, varlıkların yaratılmasındaki asıl amaç, bilinçli/zişuur varlıkları kapsar. Diğer tüm mevcudat, bilinçli varlıkların (akıl sahibi) faydası için yaratılmışlardır. Zira Allah kâinata halife ilan ettiği biz kullarının tüm mevcudatı emrine amade etmiş, yararlanmamız için mevcudatı var etmiş, bize musahhar kılmıştır. Daha insanoğlu dünyaya ayak basmazdan evvel kâinat yaratılmış, hayvanlar, nebatat ve kısaca tüm gördüğümüz ve görmediğimiz/göremediğimiz şu koskoca evren süslenip püslenmiş, güneş ve ay sistemleri kurulmuş, yıldızlar göğe serpilmiş, yeryüzü bir döşek, dağlar da birer kazık gibi dikilmiş[2] ve kısaca en son insan yaratılmıştır. Ruh ile sonsuzlaştırılan (ölümsüzleştirilen) ve şuurlu varlıklar olan insanın “gerçekten en güzel bir biçimde yaratılmasının”[3] aslî ve temel görevi, Allah’ı bilmek, Allah’ı tanımak ve yalnızca O’na kul olmaktır. İnsanların, Rablerini bilmeleri, tanımaları, iman etmeleri ve yalnızca Allah’a kul olmaları, hurafelerle dolu batıl inançlar, sapık ideolojiler, çarpık sistemler ve din karşıtı komünist rejimlerde olduğu gibi yapay, zorlama, baskı ve zorbalık olmayıp, bilakis insanın fıtratına, hissiyatına ve doğal yapısına ve sağduyusuna uygundur. Ayrıca marifetullah yani Allah’ı tanıdıktan sonra insanda yaradanına karşı hubbullah (Allah sevgisi) olacaktır ki buda imanın doruk noktasıdır. Kur’anın beyanıyla Halık’ı San’atkarına koşması (firar etmesi) gerekir ki koşacaktır insan.[4]
Bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız olmazken, milyarlarca yıldızların ve galaksilerin kendiliklerinden var olup, plânsız, projesiz, yaratıcısız ve yöneticisiz tesadüf ve rastlantılarla dolu saçmalıklarla bir araya geleceğini düşünmek, kâinattaki denge ve düzeni oluşturduklarını iddiaya kalkışmak ne büyük bir delilik ve saçmalıktır siz düşünün. Dünya, ay, güneş ve yıldızlar arasındaki mesafe dengesini koruyup çekim gücünü idare eden kim? Bir tek insanın bedeninde ayrı ayrı türlerden oluşan 30 trilyona yakın canlı hücreleri yaratan kim? Bir bedende çift olan organlara, meselâ iki göze, iki kulağa, iki böbreğe, iki kola, iki ayağa eşit sayıda ve aynı tür hücreleri sevk ve idare eden kimdir? Hayvanları yönlendiren içgüdü nedir? İçgüdüyü güden/güdülendiren kim? Yumurtadan çıkan ördek, düşmanlarını nasıl tanır, yüzmeyi nerden/nereden ve nasıl öğrendi, hangi okula gitti ve hangi özel eğitimlerden geçti, tahsili ne? Kocaman inekten korkmayıp, kediden korkması ve uçan kuşlar arasında kartal gibi yırtıcı kuşları ayırt edip tanıması ve korkması, hangi ilim ve hangi mantıkla açıklığa kavuşur/kavuşturulabilir? Cevap ver ey “Dinsiz kör ilim ve ey ilimsiz topal din”![5]
Evet, Hz. Ali efendimizin dünyada amel var hesap yok, mahşerde hesap var amel yok sözünde olduğu gibi cüz-i irademizle (aklımız) istediğimiz her şeyi yapmakla serbesiyet, fakat bunun yanı sıra aynı zamanda başıboş olmadığımızın ikazı yapılmakla beraber, bu dünya sahasında yapacağımız her şeyin mutlak bir surette sorgusunun olacağına iman edip o şekilde bir hayat sürmemiz/sürdürmemiz istenmektedir/gerekmektedir. Allah’u Teâlâ meleklerine ben yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti de sonra Hz. Âdem’i (a.s.) yaratıp eşyanın ismini öğretmekle ilim konusunda techiz etmişti de meleklerde onu sınav yapıp üstünlüğünü/bildiklerini görmüş oldular.Ve meleklere: "Âdem’e secde edin" buyruğuyla ilimde üstünlüğünden dolayı saygı göstermelerini istemişti Allah. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kâfirlerden oldu. Sonrasında ey Âdem sen ve eşin cennete yerleşin ve dilediğinizi yiyip için ama şu ağaca yaklaşmayın buyurarak bir sınırlama koymakla beraber cennette kalabileceklerini emretti. Fakat şeytan orada da rahat durmayıp ikisinin de ayağını kaydırdı ve cennetten kovulmalarına sebep olup bulundukları durumdan çıkmalarına/çıkarılmalarına sebep oldu. Böylece Dünyaya gönderilip belli bir vakte kadar tekrar anavatan olan cennete gidebilmeleri için şeytanla olan mücadelenin dünyada yapılıp bu savaş sonrası galip olduğu vakit Âdemoğlu tekrar cennete gireceğinin şartı konmuş oldu.[6]
Bazı rivayetlerde Âdem’in (a.s) yaratılması şöyle geçer. Tabi hatırlatmakta fayda mülahaza hissediyor ve uyarıyoruz ki sadece rivayet olup ve kaynak gösterebileceğimiz bir konu değil, dolayısıyla sahih olup olmadığını bilmemekle beraber okuyucuya bırakıyoruz. Şeytan, Âdem’e (a.s) secde etmemekle Allah’ın lanetine uğrar ve gelmiş olduğu makamdan düşürülür ki bunun akabinde Âdem’e (a.s) kin güdüp düşman olma yolunu seçer. Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra şeytan, Âdem’i (a.s) nasıl kandıracağının planını yapar. Ama cennetten de kovulmuştur bir kere, ama yinede cennete nasıl girip nasıl kandıracağını düşünür. Derken cennetin kapısı önünde bekler ve cennetin kapısına yakın yerlerden geçen hayvanattan yardım ister. Fakat kendisini cennete sokması için hiç bir hayvan yardım etmek istemez. Tabi müminler cennete girmeden cennet kapısı kapanmaz ya o yüzden kapı açık olsa gerek. Sonra yılan geçerken birde yılana ricada bulunur şeytan. Yılan olmaz dese de, derki kimseye söylemem aramızda kalacak ve şeytanı dişinin arasına alıp cennete sokar yılan. Şeytan Hz. Âdem’in (a.s) yanına yaklaşıp kandırmaya çalışsa da nafile. Şeytan derki sen biliyor musun Allah neden bu ağacın meyvesinden yemenizi yasakladı? Eğer bu ağacın meyvesinden yersen Allah sana daha güzel cennetler, nimetler verir ki makamın yükselir filan dese de tutmaz. Sonar boş bir anında Havva anamıza yaklaşır ve fırsat geçmiştir eline ki onu kullanır. Ona der ki:
“Bu ağacın meyvesini yemek neden yasak size biliyor musun? Eğer bu ağacın meyvesinden yersen Âdem seni daha çok sever” işi gücü bırakır hep senle olur her anı sana bağlanmak olur filan. Havva anamızda inanır derken o yasak ağaçtan meyve koparıp aşkına ikram eder. Çünkü cennette dilediğin her şey, hayal ettiğin her nimet karşına geliyor ya bir başkasının ve de aşkının ikram etmesi Âdem babamızın hoşuna gider ama bilmez yasak ağaçtan koparılan bir meyve olduğunu ve o meyveden yeğince cennet elbiselerinden soyunurlar ve utanç duygusu gibi dünyalık hisler yani nefsanî şeyler/arzular bedeni sarar. Derken birbirlerinden utanıp cennet yapraklarıyla örtünmeye başlarlar. Sonra Allah'ın ikazı gelir.
“-Neden o yasak ağaçtan meyve yediniz ey Âdem!”
Âdem babamız:
“Bilmiyordum Havva yedirdi “ der ve Âdem ‘e (a.s.) ceza olarak tırnak verilir. Yani normal bildiğimiz tırnak. O zaman tırnak yokmuş. Bu parmaklarının ucuna baktıkça işlediğin günahı ve cennetten kovuluşunu hatırlarsın der ve Havva anamıza sen bu ağacın kanını akıttın her ay seninde kanın aksın der. Şeytana sen nasıl girdin cennete diye sorar. Şeytan, yılan dostum sağ olsun onun sayesinde girdim der. Allah yılana bundan sonra senin yatağın yer altıdır, Âdemoğlundan herkim ki seni yeryüzünde görürde ve öldürürse ona bir kâfir öldürmüş sevabı vereceğim ve yılanın ayakları da varmış ki, bundan sonra ayaklarını alıyorum sürüm sürüm sürünesin demiş. Böylece sıra şeytana gelmiş ki ona da gök kubbeler, sema kapıları kitlenmiş tabi oda en büyük silah olarak insanları kandırmak için kadını kullanmak istemiş. Bir hadiste Peygamberimizin kim 2 karadan birini namazda olsa dahi görürse namazı bozup öldürsün buyurması bu rivayetin sahih olabileceğini gösteriyor gibi gözükmekte. İki karadan biri yılan diğeri ise akreptir. Yılanın öldürülmesinin sebebi anlattığımız bu olaydan dolayı, akrebin öldürülmesinin sebebi ise İbrahim’in (a.s) ateşini hararetlendirip tutuşturmak için akrebin üflemesidir diye rivayet edilir. Doğrusunu Allah bilir.
Farsçada "sohbet meclisi" anlamına gelen bezm kelimesi ile Arapçada "ben değil miyim" anlamındaki çekimli bir fiil olan elestü'den oluşan bezm-i elest (elest bemzi) cümlesi "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" hitabının yapıldığı ve ruhların da "belâ / evet öylesin" (sen bizim Rabbimizsin) diye cevap verdikleri Allah ile ruhlar arasında olan diyaloğu (sözleşmeyi) ifade eder. A’raf suresinde geçen kalu bela’dan anladığımız kadarıyla Allah böyle bir sözleşme yapmakla insanlar kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu diyemesinler diyedir. Kur'ân'da geçmişte Allah'ın Âdemoğullarından yani onların sırtlarından (veya sulplerinden) zürriyetini çıkardığı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu ve onlara "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" diye hitap ettiği, onların da "evet" dedikleri anlatılmaktadır.[7] Allah'la insanlar arasında meydana gelen bu sözleşmeye misâk, kâlu belâ, rûz-i elest, bezm-i ezel, ahid, belâ ahdi gibi çeşitli isimler verilmiştir. Kur'ân'da aynı konuyla ilgili açık veya dolaylı ifadeler çeşitli sûrelerde yer almaktadır.[8] Ayrıca yine Kur’anda kitabını oku, bu gün sana karşı, iyi hesap görücü olarak kendi nefsin yeter.[9] Buyrulması da insanın kendi nefsinin şahitliğini yapacağı ve elest bezminin olduğu gerçeğini hatırlatılması anlatıyor olsa gerektir. Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve keyfiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bunları şöylece özetlemek mümkündür:
1- Allah'ın insanlardan aldığı söz insanın dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiştir. Bütün insanların zürriyeti Âdem'in sırtından zerreler halinde çıkartılmış, ruh ve akıl verilerek kendilerine hitap olunmuş, onlar da sözlü olarak cevap vermişlerdir.
2- Nass'larda sözü edilen sözleşme mecâzî anlamda olup ruhlar âleminde değil, bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir. İnsanın Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilecek bir nitelikte yaratılması sözlü olmayan, fıtrî denebilecek bir ahit ve misak niteliğindedir. Bu iki görüşten ilkini insan türüne ait genel bir sözleşme, ikincisini de her ferdin bizzat yaptığı sözleşme şeklinde değerlendirmek mümkündür. [10]
Evet, kısaca özetleyecek olursak, nerden ve niçin geldik, nereye gidiyoruz sorusunun cevabı olarak, Allah’ın kâinatı ve zişuur (bilinçli) varlıklar olan insan ve cinni halk etmesiyle bilinmesini istemiş ve de “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” hitabıyla kulluk vazifesiyle görevlendirip halife ilan ettiği ve kâinatı emrine musahhar kıldığı insanın bunca nimetlere karşı bir bedelin olacağı anlaşılmaktadır ve öyle anlıyoruz. Dolayısıyla bu bedel (kulluk) için çok çetin sınavlardan geçilmesi lazım ki tekrar anavatanımız olan cennete koşalım. Çünkü ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’in (a.s) yaratılmasıyla şeytanın saygı göstermemesi ve de Allah’ın emrine karşı çıkıp huzur-u ilahiden kovulmasından dolayı, Âdemoğlunu düşman bellemesi ve yoldan çıkarması söz konusu olunca insana büyük bir vazife düşmekte, kendisine verilen emaneti iyi kullanmasıyla (akıl) bu imtihandan alnının akıyla çıkacağı gerçeği anlaşılmaktadır. Daha öncede belirttiğimiz gibi tek başına akılda yetmeyip kılavuz ve rehberler (Peygamber & Kur’an) vasıtasıyla insanın yönünü bulacağı ve sırat-ı müstakimde olacağı kesindir. Bu itibarla Allah katında en ulvi makam olan kul olma şerefi başta nefsi arzu ve isteklerin gemlenmesi ve nefsi terbiye yoluna gidilmesiyle olacaktır ki şeytan nefisle bir olup ayağımızı kaydırmasın. Zira nefis daima kötülüğü emretmekle insanı yanlışa sapar.[11] Allah’ın ipine (islam’a, kur’ana) topluca sımsıkı sarılıp parçalanmayın[12] ve Allah’a koşun[13] (firar edin) ikazı bize doğru yolu göstermektedir.
İhsan ÇALIŞIR
[1] Fatır Suresi 35/28
[2]Nebe, 78/6-7
[3]Tin, 95/4
[4] Zariyat 51/50
[5]Albert EİNSTEİN (Aynştayn)
[6] Bakara 2/30,36
[7]A'râf, 7/172
[8]Rûm, 30/30
[9] İsra 19/14
[10](M.C.)
[11] Yusuf 12/53
[12] Al-i İmran 3/103
[13] Zariyat 51/50
Moderatör tarafında düzenlendi: