NUR SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Nûr Sûresi Hakkında
Medine döneminde Benî Mustaliḳ Gazvesi’nin ardından 5. (626-27) yılın sonlarında nâzil olmuştur. Adını “nûr âyeti” diye bilinen ve Allah’ın gökleri ve yeryüzünü aydınlatan nurunu tasvir eden 35. âyetten alır. Altmış dört âyet olup fâsılaları ب، ر، ل، م، ن harfleridir. Nûr sûresinde fert, aile ve toplum hayatı açısından uygulanması gereken görgü kurallarına temas edilmiş, İslâmî değerlere bağlı sağlam bir aile ve toplum hayatının kurulmasında uyulacak ahlâkî esaslara dikkat çekilmiş, ayrıca iman, küfür ve nifakın hayata yansıyan görünümleri değerlendirilerek uyarılarda bulunulmuştur.
Sûrenin muhtevasını üç bölüm halinde incelemek mümkündür. Birinci bölümde Câhiliye döneminden kalan zina fiilinin hükmü belirtilmiş, eşler arasında zina isnadı probleminin çözümüne dair açıklamalar yapılmıştır (âyet 1-10). Daha sonra Benî Mustaliḳ Gazvesi dönüşünde ihtiyacı sebebiyle geri kalıp bir sahâbînin yardımıyla askerî birliğe yetişen Hz. Âişe’ye yapılan zina isnadı konu edilmiş ve bunun “büyük bir iftira” olduğu belirtilmiştir. Münafıkların bir tertibi olan bu isnat, henüz beş yıllık bir geçmişe sahip bulunan Medine İslâm toplumunun iç huzurunu bozmak, müslümanlar arasında güven duygusunu sarsmak gibi amaçlar taşıyordu. İlgili âyetlerde (11-22) bu hususlarda dikkatli olunması gerektiği vurgulanmış, dedikodulardan rencide olan Hz. Ebû Bekir ailesinden hatalı davrananları affetmeleri istenmiş, bu erdemli davranışın ilâhî affa vesile teşkil edeceği belirtilmiştir (Taberî, XVIII, 135-137; ayrıca bk. İFK HADİSESİ; KAZF). İffetli kadınlara zina iftirasında bulunanların dünyada ve âhirette lânete uğrayacakları ifade edilmiş, başkasının evine girip çıkmakta, mahrem olmayan kadınlarla erkeklerin birbirlerine karşı davranışlarında riayet edecekleri kurallardan söz edilmiş, toplumların temel unsuru olan ailenin teşkil edilişinin yegâne meşrû yolu olarak evlilik emredilmiş ve iffetin toplum hayatına hâkim kılınması istenmiştir (âyet 23-34).
İman, küfür ve nifak konularına temas eden ikinci bölüm nûr âyetiyle başlar. Bu ilâhî nurun feyziyle aydınlanan evlerde oturanların dünya işiyle meşgul oldukları, fakat bunun Allah’ı anma, yüceltme, namaz kılma ve zekât vermelerine, sorumluluk duygusu ve âhiret endişesi taşımalarına engel olmadığı beyan edilir. İlâhî nurdan yoksun olup küfür ve inkâr yolunu tutanların acıklı hali insan hayatından ve tabiat olaylarından örneklerle anlatılır; tabiatın işleyişinden misaller verilerek Allah’ın varlığı, birliği ve yetkin sıfatlarına atıf yapılır.
Ardından gelen on bir âyette (47-57) münafıkların tereddütlü davranışlarına temas edilir. Sûrenin nâzil olduğu yıllarda Mekke ve civarındaki müşriklerle Medine çevresinde bulunan yahudilerin yanı sıra müslümanlarla beraber yaşayan münafıklar da müslümanlara karşı düşmanlık beslemekteydi. Bu âyetlerde münafıkların iki yüzlü tavırlarına değinildikten sonra iman ve sâlih amel sahipleri için tam hâkimiyet döneminin yakında geleceği belirtilmektedir.
Üçüncü bölümde önce ev âdâbına temas edilmiş, yaşı ilerlemiş hanımlarla ilgili bazı hükümler açıklanmış ve müslümanların Hz. Peygamber’e karşı uymaları gereken edep kurallarına değinilmiştir. Sûrenin son üç âyetinin üslûbundan ve İbn Cerîr et-Taberî’nin rivayetlerinden (a.g.e., VIII, 236) anlaşılacağı üzere bazı münafıklarla henüz eğitim almamış kişiler görgü kurallarına aykırı davranışlarda bulunuyordu. Bu sebeple herkesi ilgilendiren bir meselenin müzakeresi sırasında yönetici kişiden izin almadan meclisin terkedilmemesi ve Hz. Peygamber’e herhangi bir kişiye hitap ediyormuş gibi hitap edilmemesi istenmekte, Resûlullah’ın emirlerine muhalefet edenlerin elem verici bir azaba uğrayacağı hatırlatılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de müslüman toplumun mânevî değerlerine bağlı devlet adamları ile âlimlere itaat etmenin gereğine yapılan vurgu (en-Nisâ 4/59) ve âlimlerin peygamberlerin vârisleri olduklarına dair hadis (Müsned [Arnaût], XXXVI, 45-48) sûrenin sonunda söz konusu edilen bu hususlarla bütünlük arzetmektedir (âyet 58-64).
Resûlullah’a ulaşmayan bir senedle nakledilen, “Erkeklerinize Mâide sûresini, kadınlarınıza da Nûr sûresini öğretiniz” hadisinin sahih olmadığı belirtilmiş (DİA, XXVII, 405), Hz. Ömer’in Nisâ, Ahzâb ve Nûr sûrelerinin müslümanlara öğretilmesi tâlimatı verdiği nakledilmiştir (Şevkânî, IV, 1; Âlûsî, XVIII, 374; M. Nâsırüddin el-Elbânî, I, 135-137). Bazı tefsir kaynaklarında yer alan, “Nûr sûresini okuyan kimseye geçmişte yaşayan ve geride kalan kadın ve erkek müminlerin her biri sayısınca on sevap verilir” meâlindeki hadisin (meselâ bk. Zemahşerî, III, 80; Beyzâvî, III, 214) mevzû olduğu kabul edilmiştir (Muhammed et-Trablusî, II, 718).
Nûr sûresi hakkında yapılan çalışmalardan bazıları şunlardır: İbn Kuteybe, Tefsîru sûreti’n-Nûr (Kahire 1343); İbn Ebû Hâtim er-Râzî, Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm (Tefsîru sûreteyi’n-Nûr ve’l-Furḳān minh), (haz. Ömer Yûsuf Hamza, doktora tezi, 1405/1985, Câmiatü Ümmi’l-kurâ [Mekke]); İbn Teymiyye, Tefsîru sûreti’n-Nûr (Küveyt 1977; nşr. Abdülalî Abdülhamid Hâmid; Halep 1983; Bombay 1987; Tunus 1988; Bağdad 1990); Mevdûdî, Tefsîru sûreti’n-Nûr (Tefhîmü’l-Kur’ân’daki Nûr sûresi tefsirinin Arapça çevirisinin müstakil basımıdır; Beyrut 1959; Dımaşk 1960; Riyad 1987, 1988); Yûsuf Hâmid el-Âlim, Sûretü’n-Nûr ve tanẓîmü’l-müctemaʿ (Hartûm 1968); Hasan Elik, el-Âdâbü’l-ictimâʿiyye kemâ tüṣavviruhâ sûretü’n-Nûr (yüksek lisans tezi, 1402, Câmiatü Ümmi’l-kurâ külliyyetü’ş-şerîa [Mekke]); Fethî Ferîd, Min Aḫlâḳi’l-Ḳurʾân ve belâġatihî fî sûreti’n-Nûr (Kahire 1985); Şehhât Muhammed Abdurrahman Ebû Süteyt, Maʿa’n-naẓmi’l-Ḳurʾânî fî sûreti’n-Nûr (Kahire 1986); Abdullah Mahmûd Şehhâte, Tefsîru sûreti’n-Nûr (Kahire 1987); İsmâil Sâlim, Tefsîru sûreti’n-Nûr (Kahire 1987); Fethî Abdurrahman Atıyye Abduh, Dirâsât taḥlîliyye li-sûreti’n-Nûr ve mâ yüstenbeṭu minhâ min aḥkâm (Mansûre 1988); Muhammed Abdullah el-Mehdî el-Bedrî, Ḳaṣdü’l-kelâm fî meʿâni’l-âyât ve’l-aḥkâm: Sûretü’n-Nûr (Dubai 1990); Ali Ahmed Abdülhâdî el-Hatîb, Teʾemmülât fî sûreti’n-Nûr (Kahire 1992); Memdûh Muhammed Hasan, Sûretü’n-Nûr ve müşkilâtüne’l-ictimâʿiyye (Kahire 1993); Sabrî İbrâhim es-Seyyid, Luġatü’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm fî sûreti’n-Nûr (İskenderiye 1994); Abdülhalim b. İbrâhim Abdüllatîf, Ḥadîs̱ü’l-ifk kemâ câʾe fî sûreti’n-Nûr ve es̱erü’l-münâfiḳīn fîh (yüksek lisans tezi, 1404, Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye usûlü’d-din [Riyad]); Ali Muhammed en-Nûrî, Sûretü’n-Nûr dirâse taḥlîliyye naḥviyye (yüksek lisans tezi, 1405/1985, Câmiatü Ümmi’l-kurâ külliyyetü’l-luga [Mekke]). Gazzâlî sûrenin 35. âyetiyle ilgili olarak Mişkâtü’l-envâr isimli bir eser telif etmiş (Kahire 1322, 1325; Halep 1922), Dâvûd-i Karsî de er-Risâletü’n-nûriyye ve’l-mişkâtü’l-ḳudsiyye adlı bir eser kaleme almıştır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 6383).
Nûr Suresi konusu
Nûr sûresi fert, aile ve toplum ilişkileri açısından çok mühim mevzulara temas eder ve hükümler getirir. Zina haddi, iftira haddi, mulâane, insanların iffet ve namuslarını korumada İslâm toplumunu daha dikkatli olmaya davet, evlere giriş çıkış âdâbı, başörtüsü, tesettür ve mahremiyet meseleleri, bekârların evlendirilmesine teşvik konuları bunlardan bazılarıdır. Allah’ın insanlara doğru yolu göstermesi bir temsille izah edilir. Bu hidâyetten nasibi olanların parlak manevî halleri ve mutlu istikballeri karşısında, bu hidâyete sırtını dönenlerin hazin akıbetleri dikkat çekici benzetmelerle gözler önüne serilir. Yerde ve gökteki varlıkların, saflar halinde kuşların tesbihi; bulut, yağmur, dolu, şimşek, yıldırım, gece ve gündüz ve yeryüzünde debelenen tüm varlıklar gibi Allah Teâlâ’nın kudret nişânelerine ve azamet tecellilerine yer verilir. Allah ve Rasûlü’nün hükmü karşısında münafıkların tavrı ile gerçek takvâ sahibi mü’minlerin tavrı, konu daha net anlaşılabilsin diye mukayese edilerek anlatılır. Bedir’de Allah’ın ve meleklerin hususi yardımı ile zafer elde etmiş, Uhud’da ciddi bir yara almış, Hendek’te ise Arabistan Yarımadası’nın her tarafından toplanıp gelmiş düşman orduları karşısında ölüm kalımla, yok olmakla yüz yüze gelmiş İslâm ümmetine, gerçekten iman edip sâlih ameller işledikleri takdirde yeryüzüne hâkim olacakları ve dinlerinin payidâr olacağı müjdesini verir. Aile içi mahremiyete ve hususiyle yeme, içme bakımından akraba münâsebetlerine dikkat çeker. Allah Resûlü (s.a.s.)’in emri ile hareket edilmesi ve O’na gereken hürmetin gösterilmesi hatırlatıldıktan sonra, O’nun emrine karşı gelenler büyük bir fitneye düçâr olmakla veya elemli bir azaba uğramakla ikaz edilirler.
Nûr Sûresi Nuzül
Nur suresinin bir iniş sebebi yoktur; ama 6 ila 9, 11 ila 16 ve 30 ila 31. ayetlerinin iniş sebebi vardır ve aşağıda bunlara işaret edilecektir:
Nur suresinin 6 ila 9. ayetlerinin iniş sebebi:
Bu ayetlerin iniş sebebi hakkında İbn. Abbas’tan nakledildiğine göre Saad bin Ubade (Ensar’ın büyüğü) (veya Asım bin Ubeyd) şöyle demiştir: Ey Allah’ın Resulü eğer bir erkek evine gelir ve bir günahkârı kendi eşinin yanında bulursa ne yapmalıdır? Eğer bağırırsa kırbaç yer, çünkü kendisi tektir ve bir tanık bulunmamaktadır. Eğer susarsa buna gayreti izin vermez ve tanık bulmaya giderse zina işi tamam olur. Bu esnada Hilal bin Umeyye adındaki bir şahıs telaşlı bir şekilde içeriye girdi ve Hz Peygamber’e (s.a.a) eşimi bir erkekle zina yaparken gördüm, Allah’a yemin ederim ki doğru söylüyorum dedi. Hz Peygamber (s.a.a) üzüldü. Hz Peygamber’in (s.a.a) sahabeleri de bu şahsın hem kendi namusunu böyle bir halde görmesi ve hem de kırbaç yiyecek olması nedeniyle heyecanlanmaya başladı. Zira onun kendi sözünü ispat edecek bir tanığı bulunmuyordu. Bu esnada Nur suresinin 6 ila 9. ayetleri Hz Peygamber’e (s.a.a) indi ve Müslümanlara doğru bir çözüm yolu sundu.[1]
Nur suresinin 11 ila 16. ayetlerinin iniş sebebi:
Meşhur müfessirler bu ayetlerin iniş sebebi hakkında şöyle demiştir:
Hz Peygamber-i Ekrem (s.a.a) her yolculukta kura çekerek eşlerinden birini yanında götürüyordu. “Beni Mustalak” savaşında da Ayşe’yi kendiyle birlikte götürdü. Savaş bitince ve halk Medine’ye dönemeye başlayınca Ayşe temizlenmek veya kaybolmuş kolyesinin taşlarını toplamak için kafileden geri kaldı. Kafileden geri kalan sahabelerden biri, Ayşe’yi orduya ulaştırdı. Bazı fertler Ayşe ve o sahabeye kötü bir iftira attı. Bu itham halkın kulağına vardı ve Hz Peygamber (s.a.a) üzüldü. Ayşe babasının evine gitti, çok ağladı ve sonra bu ayetler indi.[2]
-----------------------------------------------------------------------
[1] Mekarim Şirazi, Nasır, Tefsiri Numune, c: 14, s: 378 – 379, Daru’l Kutubu’l İslamiye, Tahran, çapı evvel, 1374 h.ş; Tebersi, Fazl bin Hasan, Mecmeu’l Beyan fi Tefsiri’l Kur’an, müterciman, c: 17, s: 102 – 103, İntişaratı Ferahani, Tahran, çapı evvel, 1360 h.ş.
[2] Tefsiri Numune, c: 14, s: 387 – 390; Mecmeu’l Beyan fi Tefsiri’l Kur’an, müterciman, c: 17, s: 107 – 109.
NUR SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Bu, bizim indirdiğimiz ve bildirdiği hükümlerin uygulanmasını farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp ders ve öğüt almanız için bu sûrede apaçık âyetler indirdik.
Söze başlarken, bu sûreyi indirenin, haber verdiği hükümlerin uygulanmasını farz kılanın ve orada açık açık âyetler bildirenin, azamet bildiren “biz” sigasıyla Allah Teâlâ olduğuna dikkat çekilir. Dolayısıyla bu hükümler sıradan bir kişinin sözü gibi hafife alınmayıp gereken ciddiyetin gösterilmesi istenir. Sûrede indirilen hükümler, kabul edilip edilmemesi serbest olan öğütler değil, bunlar kesinlikle itaat edilmesi gereken farzlardır. Bu sebeple “Eğer mü’minseniz bunları uygulamak zorundasınız” denilmektedir. Üstelik bildirilen hükümler gâyet açıktır; anlaşılmama veya yanlış anlaşılma ihtimali yoktur. Dolayısıyla “anlamadım” diyerek kimse bir bahane ileri süremez ve onları tatbik edemezlik yapamaz.
Öncelikle zina suçunun cezası açıklanmaktadır:
2. Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, o ikisine duyduğunuz acıma hissi sizi etkisi altına alıp Allah’ın belirlediği bu cezayı uygulamanıza engel olmasın. Mü’minlerden bir grup da suçluların cezalandırılmasına şâhitlik etsin.
Âyette “değnek” diye çevrilen اَلْجَلْدَةُ (celde), “cilt” kelimesinden gelip “cilde tesir edecek fakat ete geçmeyecek şekilde vurmak”tır. Çok acı vermeyecek bir değnek veya kırbaç seçilir, sakatlığa sebep olmayacak ve hayatî tehlike oluşturmayacak şekilde vücudun belli yerlerine vurulur. Kürk, palto gibi kaba elbiseler çıkarılır, fakat gömlek gibi giyecekler çıkarılmaz.
Yüz değnek, zinâ eden hür, bâliğ ve henüz sahih bir nikahla evlenmemiş olanların cezasıdır. Câriyelerin cezası elli değnektir. (bk. Nisâ 4/25) Hür ve muhsan olanların cezaları ise recimdir. İmam Azam (r.h.), recmi gerektiren muhsanlığın altı şartı olduğunu söyler:
Müslüman olmak,
Hür olmak,
Akıllı olmak,
Büluğ çağına ermiş olmak,
Sahih bir nikahla evli bulunmak,
Cinsî münâsebette bulunmuş olmaktır. Bu şartlardan biri olmadığında muhsanlık ortadan kalkar.
İslâm’ın bir kısım suçlara ceza verilmesini istemesinin sebebi olarak:
› Suçluyu ıslah etmesi,
› Irza tecavüz durumunda mağduru tatmin etmesi,
› Hem suçlu hem de diğerleri için caydırıcı ve ibret verici olması gibi hususlar sayılabilir.
Kullarını seven ve onlara karşı sonsuz merhamet sahibi olan Allah Teâlâ, yine onların faydasına olmak üzere, hastaya yazılan acı bir ilaç kabilinden cezaya da yer vermiştir. İnsanlara bizzat yaratıcılarından fazla acımak kullara düşmez. Bu bakımdan suç işleyen hak ettiği cezayı mutlaka çekmelidir. Şer’î bir ruhsat olmaksızın suçluya acıyarak cezadan vazgeçmek suçluya da topluma da hayır getirmeyecektir. Ebu Hureyre (r.a.): “Bir yerde bir haddin uygulanması, o yerin ahâlisi için kırk günlük yağmur yağmasından daha hayırlıdır” demiştir. (Nesâî, Kat’ü’s-Sârik 7)
Ayrıca ceza infaz edilirken mü’minlerden uygun sayı ve keyfiyette bir grubun hazır bulunması gerekir. Bunlar en az dört kişi olmalıdır. Bu, olan bitenin insanlara ibret olması ve cezanın hukuka uygun bir şekilde infaz edilmesinin sağlanması bakımından önemlidir.
Zina eden erkek ve kadının evlilik durumlarını açılkamak üzere buyruluyor ki:
3. Zinâ eden bir erkek, zinâ eden veya Allah’a ortak koşan kadından başkasıyla evlenmez. Zinâ eden bir kadınla da zinâ eden veya Allah’a ortak koşan bir erkekten başkası evlenmez. Zinâ edenlerle ve Allah’a ortak koşanlarla evlenmek mü’minlere haram kılınmıştır.
Burada üç grup insandan bahsedilir:
› Müşrikler. müslümanların bunlarla evlenmesi kesinlikle haramdır.
› Zinayı mübah sayıp hafife alanlar. Haramlığı kesin olan zinayı helâl sayıp hafife alanların yaptıkları bu iş küfür olduğundan onlar da müşrik sayılırlar, dolayısıyla kendileri ile evlenmek caiz olmaz.
› Bir de böyle olmayanlar.
İmam Ahmed b. Hanbel şöyle der: “Namuslu bir erkeğin, fuhşa devam eden bir fâhişe ile; namuslu bir kadının da günahına devam eden bir zâni ile evlenmesi haramdır. Ancak tevbe ederlerse onlarla evlenilebilir.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, III, 263) Bununla birlikte zinası sabit olan fakat bunu mübâh saymayan bir kadını, bir mümin nikâhladığında, nikâhın geçerli olduğu, fakat bunun tahrimen mekruh olduğu da söylenmiştir.
Âyet-i kerîmede zina eden kimselere hâkim olan psikolojik bir durumun tespiti de yapılıyor olabilir. Şöyle ki: Fâhişe bir kadını ancak kendisi gibi fuhşa alışmış bir erkek kabul eder. Namuslu insanlar fahişelerle evlenmek istemezler. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara yakışır. Temiz ve iffetli kadınlar temiz ve iffetli erkeklere, temiz ve iffetli erkekler de temiz ve iffetli kadınlara yakışır.” (Nur 24/26) Zinaya alışmış kötü tînetli erkekler de iffetli kadınlardan hoşlanmazlar. Onlar, kendileri gibi iffetsiz olanları seçerler. Genellikle fâhişe kadın da kendi tînetinde bir erkekle evlenir. Namuslu insanlar ise, iffetsizlerle uyuşamaz ve onlarla sıhhatli bir aile kuramazlar. Bu sebeple âyet, zinâ günahına devam etmekte olan kimselerle evlenmeyi mü’minlere haram kılmıştır. Çünkü böylelerine rağbet, toplumda arsızlığın ve edepsizliğin artmasına, iffetli kadınlara ilginin azalmasına ve toplumda fesadın yayılmasına sebep olur.
Kadın olsun erkek olsun iffetli insanlara zinâ iftirasının cezasına gelince:
4. İffetli kadınlara zinâ suçu isnat edip de sonra dört şâhit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Böylelerinin şâhitliğini ebediyen kabul etmeyin. Çünkü onlar fâsıkların tâ kendileridir.
5. Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltenlere gelince, bunlar fâsıklıktan kurtulurlar. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
4. âyetteki اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanât), “evli olsun olmasın, daha önce iffetle alakalı bir sabıkası bulunsun veya bulunmasın, dava konusu olayda masum olan ve zina yaptığı ispat edilemeyen, buluğ çağına erişmiş namuslu tüm kızlar ve kadınlar”ı ifade eder. Namuslu erkekler de aynı hükme tabidirler. Bunlara zina suçu isnadında bulunan kişiler, davalarını ispatlamak için dört şâhit getirmelidirler. Eğer dört şâhit getiremezlerse onlarla ilgili üç yaptırım söz konusudur:
› Vurulma şartları zina haddinde belirtildiği gibi onlara seksener değnek vurulur.
› Müfteri oldukları belirlendikten sonra artık ebediyen yani ölünceye kadar onların şâhitliği kabul edilmez.
› Bundan böyle fâsık olarak damgalanır, toplum nezdinde sabıkalı hale gelir ve bir kısım haklardan mahrum kalırlar. Fâsık, doğru yoldan çıkan, Allah’a isyan eden kimsedir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, iftira suçunu işlemiş olanlar, cezalarını çektikten sonra tevbe edip hallerini düzeltebilirler. Bu takdirde Allah onları sonsuz mağfiretiyle bağışlayacak ve engin merhametiyle onlara lutufta bulunacaktır. Burada mezhep imamları arasında şöyle bir yorum farkı dikkat çeker:
› İmam Malik, İmam Şafi ve İmam Ahmed’e göre tevbe ettikleri takdirde bunların sabıkası silinir ve şâhitlikleri kabul edilir.
› Ebû Hanîfe’ye göre ise tevbe sadece onlardan “fasıklık” vasfını kaldırır, fakat şâhitlik ehliyetini onlara tekrar kazandırmaz.
Kendi eşlerini zina ile suçlayanların sıkıntısı ise şöyle çözüme kavuşturulur:
6. Eşlerine zinâ suçu isnat edip de kendilerinden başka şâhitleri bulunmayan kocalara düşen, gerçekten doğru söylediklerine dâir her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şâhitlikte bulunmaktır.
7. Beşincisinde de: “Eğer yalan söylüyorsam Allah’ın lâneti üzerime olsun!” diye yemin etmektir.
8. Zinâ isnadıyla suçlanan kadına gelince, kocasının yalan söylediğine dâir her defasında Allah adına yemin ederek dört kez şâhitlikte bulunursa, üzerinden ceza kalkar.
9. Beşincisinde ise, eğer kocası doğru söylüyorsa Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diler.
Bu âyetlerde belirtilen uygulama, İslâm aile hukukunda “li‘ân” veya “mülâ‘ane” terimi ile ifade edilir. Bu kelime, “karşılıklı lânetleşme” mânasına gelir. Karısını zinâ ederken gördüğünü iddia eden erkekle eşi hâkimin huzuruna celbedilir. Önce erkek Allah’ı şâhit tutarak, karısını açık ve seçik bir şekilde zina ederken gördüğünü dört defa söyler. Beşincisinde ise “Eğer yalan söylüyorsam Allah’ın lâneti üzerime olsun” der. Sonra karısı dört kere, Allah’ı şâhit tutarak kocasının yalan söylediğini beyân eder. Beşincisinde de “Eğer o doğru söylüyorsa Allah’ın gazabı benim üzerime olsun” der. Böylece erkek iftirâ cezasından, kadın da zina cezasından kurtulur. Bir kısım müçtehitlere göre evlilik hayatları da sona erer.
Bu âyet-i kerîmelerle alakalı şöyle bir iniş sebebi nakledilir:
İftirâ suçuyla ilgili âyetler gelip dört şâhit getirme hükmünü beyân edince bir kısım insanlar zihinlerinde oluşan bazı soruları Resûlullah (s.a.s.)’e açtılar. Meselâ, Sa‘d b. Ubâde (r.a.):
“Yâ Resûlallah, karımla bir erkeği yakaladığım zaman dört şâhit bulacağım diye onları bırakır mıyım? Vallahi sorgusuz sualsiz kafasını uçururum!” dedi. Efendimiz (s.a.s.) ise ona şu cevabı verdi:
“Sa‘d’ın kıskançlığı ve namusuna düşkünlüğü sizi şaşırtmasın, ben ondan daha kıskancım, Allah da benden daha kıskançtır.” (Buhârî, Nikah 107)
Beyan edilen bu hükümler, mahza ilâhî rahmet tecellisidir:
10. Eğer üzerinizde Allah’ın lutfu ve merhameti bulunmasaydı ve Allah tevbeleri çokça kabul buyuran, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan bir zat olmasaydı hâliniz nice olurdu?
İşte âyet-i kerîmeler bu gibi durumlarda nasıl davranılmasını öğreterek problemi çözmektedir. Çünkü İslâm, hayattaki her türlü problemi, olması gereken en tabiî yollarla halleden ve çözümsüz hiçbir meselenin kalmasını istemeyen kolaylıklı ve müsâmahalı bir dindir. Bu da Allah Teâlâ’nın insanlara en büyük lutuf ve rahmet tecellisidir. Eğer böyle bir din olmasaydı, eğer Cenâb-ı Hak kullarına merhamet gösterip, akılla çözmelerinin mümkün olmadığı sahaları vahiyle aydınlığa kavuşturmasaydı halimiz nice olurdu? O zaman ne yapacağımızı bilemez, yolumuzu şaşırır ve belki de bir problemi çözeyim derken daha büyük problemlerin çıkmasına sebep olabilirdik.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Şunu da bilin ki, aranızda her meselede kendisine müracaat etmeniz gereken Allah’ın Rasûlü bulunmaktadır. Eğer o Rasûl, birçok işte size uyacak olsa, başınız derde girer, gerçekten sıkıntıya düşersiniz…” (Hucurat 49/7)
“Eğer gerçek onların nefsânî arzularına uysaydı göklerde, yerde ve oralarda yaşayanlarda dirlik ve düzen kalmaz, hepsi bozulur giderdi.” (Mü’minûn 23/71)
Burada bir taraftan suçun işlenmesine mâni olacak cezalar bildirilirken, bir taraftan da günaha bulaşmış insanlara bundan kurtulma ve hallerini düzeltme yolları gösterilir. Bunun da başta geleni pişman olup tevbe etmek ve bir daha işlememeye azimli olmaktır. Âyetin sonunda zikredilen, تَوَّابٌ (Tevvâb) ismi, yapılan tevbelerin Allah tarafından kabul edileceğine işaret etmekte; حَك۪يمٌ (Hakîm) ismi ise vaz edilen hükümlerin çok güzel, sağlam ve hikmetli olduğunu göstermektedir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“…Gerçeği kesin olarak bilen bir toplum için, Allah’tan daha güzel hüküm veren başka kim olabilir?” (Mâide 5/50)
Şimdi, iffetli insanları zina ile suçlamanın fert ve toplum vicdanında ne derin yaralar açtığı ve ne büyük huzursuzluklara sebep olduğu iyice ortaya çıkması için bizzat Resûlullah (s.a.s.)’in hâne-i saadetinden, onun en mahrem tarafından pek ibretli bir hâdise nakledilerek buyruluyor ki:
11. O iftirâyı ortaya atanlar içinizden örgütlü küçük bir gruptur. Bu hâdiseyi hakkınızda kötü bir şey olarak görmeyin. Bilakis o sizin için bir hayırdır. O iftirâyı atanlardan her biri işlediği günahın cezasını çekecektir. Ama onlardan bu işin elebaşılığını yapan kimseye daha büyük bir azap vardır.
İslâm; iffet, hayâ, namus ve faziletler üzerine binâ edilmiş bir aile ve toplum hayatı ister. Evlilikle alakalı düzenlemeleri, kadın erkek arasındaki ilişkileri ve tüm beşerî münâsebetleri bu nezâhet esasları üzerine kurar. Bu sebeple kurmak istediği bu nizamı ihlal edecek tüm yanlış hal ve hareketleri, tutum ve davranışları yasaklar. Zina ve iftira bunların başında gelir. Bu âyetlerde ise dünyanın en nezih, en iffetli, en temiz ailesi olan Resûlullah (s.a.s.)’in ailesinden dikkat çekici bir misâl seçilerek, iffet ve naMûsâ çok değer verilen toplumlarda çokça rastlanan iftira hâdiseleri karşısında mü’minlerin nasıl bir tavır içinde olmaları gerektiği hususu tüm tafsilatıyla açıklanmakta ve böyle durumlarda nasıl davranılması gerektiği net bir şekilde ortaya konmaktadır.
Bu âyetlerin inmesine sebep olup, Efendimiz’in pâk zevcesi Hz. Aişe ile ilgili vuku bulan hâdise hülasa olarak şöyle gerçekleşmiştir:
Resûl-i Muhterem (s.a.s.), çıktıkları her gazveye eşlerinden birini kur‘a ile götürürdü. Hicretin beşinci senesi yapılan Müreysî gazvesinde kur’a Hz. Âişe’ye çıkmış, beraberinde onu götürmüştü. Gazve dönüşünde Âişe (r.a.), ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için biraz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü daha önce tesettür âyeti inmiş, mü’minlerin anneleri bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde Hz. Âişe’nin devenin üzerindeki hevdeçte olduğu zannedilmişti.
Âişe (r.a.), ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bulunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kâfileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvân b. Muattal (r.a.) Hz. Âişe’yi fark etti: اِنَّا ِللّٰهِ وَاِناَّ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ “…Bizim bütün varlığımız Allah’ındır ve biz ancak O’na dönüyoruz” (Bakara 2/156) âyetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu. Bu ses üzerine Hz. Âişe uyandı. Hz. Safvân tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Âişe de deveye bindi. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münafıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defâ da ağızlarını çirkin bir iftirâ için açtılar. Hz. Aişe’nin Saffan’la çirkin bir iş yaptığını söylediler.
Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hz. Ebûbekir duyduğu müthiş bir ıstırapla: “Vallahi biz, böyle bir iftirâya câhiliye devrinde bile uğramadık!..” dedi. Safvân (r.a.) ise derin bir üzüntü içindeydi. Çünkü o, Allah Resûlü (s.a.s.)’in: “Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!..” buyurduğu güzîde bir sahâbî idi.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz onun mübârek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hz. Âişe’nin suçlu olduğuna dâir en ufak bir alâmet bile yoktu. Ancak münafıklar susmuyorlardı. Hâdiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirâyı işitir işitmez de müthiş bir üzüntüye kapıldı. Tarifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz’den izin alarak babasının evine, mesele hakkında bilgi edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan dinleyince, âdeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.
Bu sırada Efendimiz (a.s.), hâdiseyi Hz. Âişe’yle konuşmak istedi. Hz. Ebûbekir’in evine gidip sevgili eşini:
“–Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuz isen Allah seni temize çıkaracaktır” buyurdu. Âlemlerin Efendisi’nin de iftirâlar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisseden hassas ve ince rûhlu Âişe (r.a.), anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allah Resûlü (s.a.s.)’e şunları söyledi:
“–Vallahi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, ki Allah benim suçsuz olduğumu biliyor, inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Fakat Allah suçsuz olduğumu biliyor. O hâlde ben, o söylenenlere karşı Allah’tan yardım istiyorum.”
Artık işin anlaşılması ve iç yüzünün ortaya konması Sadece ilâhî vahye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenâb-ı Hak, hâdiseyle alâkalı bu âyet-i kerîmeleri indirdi. Söylenen sözlerin, münafıkların iftirâlarından ibâret olduğu âşikâr belli oldu. İlâhî beyânlar, hem Hz. Âişe’yi temize çıkarmakta hem münafıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azâbı haber vermekte hem de bu iftirâyı dillerine dolayan gâfilleri îkâz etmekteydi.
Allah tarafından gelip gerçeği açıklayan bu âyet-i kerîmelerden sonra Resûlullah (s.a.s.), mütebessim bir şekilde Âişe (r.a.)’ya:
“–Müjde Âişe! Allah seni temize çıkardı!” buyurdu. Hz. Âişe ise, âyet-i kerîmelerle temize çıkarıldıktan sonra:
“–Benim gibi âciz bir kul hakkında âyet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine bir ilham gelecek ve benim mâsum olduğum böylece ortaya çıkacak!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Kendisini başından öperek Resûlullah’ın yanına gitmesini işaret eden babası Hz. Ebûbekir’e de:
“–Ben, Allah’tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allah’tır!” diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifade etti. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), tebessüm buyurdu. Bir ay süren sıkıntı, Allah’ın lutuf ve merhameti sâyesinde nihâyete erdi.
İftira atılan, Resûlullah (s.a.s.)’in eşi, ümmetin annesi, en seçkin sahâbe Hz. Ebubekir’in kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hâdise dahî, peygamberlerin iptilâ ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göstermeye kâfîdir. Bu, kıyâmete kadar iftirâya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.
Böyle durumlar karşısında Ebû Eyyûb el-Ensârî ve hanımının sergilediği şu davranış, kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler için örnek olacak keyfiyettedir:
Rivayet olunduğuna göre Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a.), hanımına:
“- Söyle bakalım, söylenenler hakkında ne dersin?” dedi. Bunun üzerine o:
“- Şayet sen, Safvan’ın yerinde olsaydın, Resûlullah (s.a.s.)’in haremine, hanımına kötülük yapmayı aklından geçirir miydin?” deyince Ebu Eyyûb:
“- Hayır!” cevabını verdi. Yine:
“- Şayet ben, Âişe’nin yerinde olsaydım, hiç Allah’ın Rasulü’ne hıyânet eder miydim? Halbuki Âişe benden, Safvân da senden daha üstündür” dedi. (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, III, 347; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 434)
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’nın şu dört kişiyi temize çıkardığı haber verilmektedir:
› Hz. Yûsuf’u, kendisine iftirâ atan kadının ehlinden bir şâhidin dili ile, (bk. Yûsuf 12/ 26-29)
› Hz. Mûsâ’yı yahudilerin dedikodularından, (bk. Ahzâb 33/69)
› Hz Meryem’i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle, (bk. Meryem 19/29-33)
› Hz. Âişe’yi de kıyâmete kadar tilâvet edilecek olan Kur’ân-ı Kerîm’deki o azametli âyetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belâğatlisi görülmemiş olup Allah Teâlâ bunu Rasûlü’nün ne kadar yüce bir mertebeye sahip olduğunu göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 121)
Bu zor ve meşakkatli dönemde vahyin hemen gelmeyip uzun süre gecikmesi, Efendimiz (s.a.s.)’in peygamber olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebârüz ettirmek, vahyin onun şuur ve nefsinden doğan bir hâl olmadığını göstermek ve müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.
İnsanların iffetlerine böyle taarruzda bulunanlar ve iffetsizliğin yapılmasını arzu edenler cezasız kalmayacaktır:
bk. Buhârî, Şehâdât 15, 30; Cihâd 64; Meğâzî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 60, 195.
12. Bu iftirâyı işittiğiniz zaman mü’min erkek ve mü’min kadınların birbirleri hakkında güzel şeyler düşünmeleri ve: “Hâşâ! Böyle bir şey olamaz! Bu, düpedüz bir iftirâdır!” demeleri gerekmez miydi?
13. Bu iftirâyı atanlar, iddialarına dâir dört şâhit getirselerdi ya! Madem ki şâhit getiremediler, o halde onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir.
14. Eğer dünyada ve âhirette Allah’ın size lutfu ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu iftirâ yüzünden size elbette pek büyük bir azap dokunurdu.
15. Çünkü siz o iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri ağzınızda geveleyip duruyor, bunun da basit ve ehemmiyetsiz bir şey olduğunu sanıyordunuz. Halbuki o, Allah katında son derece büyük bir günahtı!