On Üçüncü Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
On Üçüncü Söz
On Üçüncü Sözün Birinci Makamı

-1-
-2-
Kur'ân-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsül-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvâzene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et!
İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı, bütün kâinattaki âdiyât nâmiyle yâd olunan, hârikulâde ve birer mu'cize-i kudret olan mevcudât üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyânâtıyla yırtıp, o hakâik-ı acîbeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazîne-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu'cizât-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp, câhilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten hurûc eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nâdir ferdleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en câmi' bir mu'cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden hurûc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı, bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en latîf ve umumi bir mu'cize-i rahmet olan bütün yavruların hazîne-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat, intizamdan şüzûz etmiş, kabîlesinden cüdâ olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lûtuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister. Haşiye

1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Biz Kur'ân'dan mü'minler için bir şifâ ve rahmet olan şeyi indiriyoruz. (İsrâ Sûresi: 82.)
2- Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. (Yâsin Sûresi: 69.)


Haşiye: Amerika'da aynen bu vâkıa olmuştur.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, Kur'ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve mârifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve mârifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al.
İşte bu sırdandır ki, Kur'ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri câmi' olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnîdir.
Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın i'câz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitâb-ı kâinattaki intizamât-ı san'atı, muntazam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Ayetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip, tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcud münâsebet-i mâneviyeye râbıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münâsebet teşkil etmesidir. Güyâ, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur'ân içinde, binler Kur'ân bulunur ki, herbir meşreb sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Sözde beyân edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi'l-ecnihâ olan altı cümlenin terkibâtından müteşekkil bir hazîne-i ilm-i tevhid bulunur ve tazammun ediyor.
Evet, nasıl ki, semâda olan intizamsız yıldızların sûreten adem-i intizamı cihetiyle, herbir yıldız kayıt altına girmeyip, herbirisi ekserî yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki -birer birer-herbir yıldıza mevcudât beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münâsebet uzatıyor. Güyâ, herbir tek yıldız, nücûm-u âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al.
b621.gif
-1-'nin bir sırrını bil. Hem, âyet-i
b622.gif
sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe'ni, küçük ve sönük hakikatleri büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki, Kur'ân'ın hakikatleri, o kadar büyük, âlî, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır.
Meselâ,

b623.gif
-2-
gibi hadsiz hakikatleri buna şâhiddir.


1- Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yaraşmaz da. (Yâsin Sûresi: 69.)
2- O gün semâyı, kitap sayfalarını dürer gibi düreriz. (Enbiyâ Sûresi: 104.)
O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter.(A'râf Sûresi: 54.),
İşte, tek bir sesledir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. (Yâsin Sûresi: 53.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Kur'ân'ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i'câz ve hidâyet nurunu neşr ile küfrün zulümâtını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı câhiliyette ve o sahrâ-i bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden, Kur'ân'ın lisân-ı ulviyesinden

b624.gif
-1-
gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudât-ı âlem
b625.gif
-2- sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikir ediyor. Hem, o karanlık gökyüzünde, birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat,
b626.gif
-3- sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikatedâ ve arz bir kafa, berr ve bahr birer lisân ve bütün hayvanât ve nebâtât birer kelime-i tesbihfeşân sûretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekâikını göremezsin.

Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürûr-u zaman ile ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur'ân'ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile; yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i'câz içinde, ne çeşit zulümâtı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i'câzı içinde, bu nev-i i'câzını zevk edemezsin.
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en yüksek bir derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsili dinle, bak. Şöyle ki:
Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acîb bir ağaç farz edelim ki, o ağaç, bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Mâlûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münâsebet, bir tenâsüb, bir muvâzenet lâzımdır. Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır; bir sûret verilir.
İşte, hiç görünmeyen (ve hâlen görünmüyor) o ağaca dâir biri çıksa, bir perde üstünde onun âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudud çizse, dalından meyveye, meyveden yaprağa, bir tenâsüble, bir sûret tersîm etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve sûretini gösterecek muvâfık tersîmâtla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam, o gaybî ağacı, gaybâşinâ nazarıyla görür, ihâta eder; sonra tasvir eder.

1- Göklerde ne var, yerde ne varsa, herşeyin hakiki sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye gâlip olan ve hikmeti herşeyi kuşatan Allah'ı tesbih eder. (Cumâ Sûresi: 1.)
2- Tesbih eder.
3- Yedi gökle yer Onu tesbih eder. (İsrâ Sûresi: 44.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Aynen onun gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın dahi hakikat-i mümkinâta dâir -ki o hakikat, dünyanın ibtidâsından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dâir-beyânât-ı Furkaniyesi, o kadar tenâsübü muhâfaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer sûret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur'ân'ın tasvirine "Mâşaallah, bârekallah" deyip, "Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-i hilkati keşf ve fetheden yalnız sensin, ey Kur'ân-ı Hakîm!" demişler.
"ve lillahil meselül a'la" -1-, temsilde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiyeyi, şuûn ve ef'âl-i Rabbâniyeyi bir şecere-i Tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki; o şecere-i nurâniyenin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor, hudud-u kibriyâsı gayr-i mütenâhî fezâ-i ıtlakta yayılıp ihâta ediyor, hudud-u icraatı

b628.gif
-2-
hududundan tut, tâ

b629.gif
-3-
hududuna kadar uzanmış o hakikat-i nurâniyeyi bütün dal ve budaklarıyla, gâyât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir sûrette o hakâik-ı esmâ ve sıfatı ve şuûn ve ef'âli beyân etmiştir ki, bütün ehl-i keşf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashâb-ı irfan ve hikmet, o beyânât-ı Furkaniyeye karşı "SübhanAllah" -4- deyip, "Ne kadar doğru, ne kadar mutâbık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık!" diyerek, tasdik ediyorlar.


1- En yüce sıfatlar ise Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)
2- Allah, kişinin kalbine ondan daha yakındır. (Enfâl Sûresi: 24.)
Dâneleri ve çekirdekleri çatlatan şüphesiz Allah'tır. (En'âm Sûresi: 95.)
Annelerinizin rahimlerinde size dilediği gibi bir sûret veren Odur. (Al-i İmrân Sûresi: 6.)
3- Gökler de eliyle dürülmüştür. (Zümer Sûresi: 67.)
Gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Hadîd Sûresi: 4.)
Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirdi. (Ra'd Sûresi: 2.)
4- Allah her türlü kusur ve noksandan uzaktır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücûba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imânın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, tâ en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenâsüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvâzenet sûretinde tarif eder ve o mertebe bir tenâsüb tarzında izhâr eder ki, akl-ı beşer idrâkinden âciz ve hüsnüne hayran kalır. Ve o İmân dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi, aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruâtı ve en küçük âdâbı ve en uzak gâyâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz'î semerâtına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenâsüb ve kemâl-i münâsebet ve tam bir muvâzenet muhâfaza edildiğine delil, o Kur'ân-ı câmiin nusûs ve vücûhundan ve işârât ve rumuzundan çıkan Şeriat-ı Kübrâ-i İslâmiyenin kemâl-i intizamı ve muvâzeneti ve hüsn-ü tenâsübü ve resâneti; cerh edilmez bir şâhid-i âdil, şüphe getirmez bir bürhan-ı kâtı'dır. Demek oluyor ki, beyânât-ı Kur'âniye, beşerin ilm-i cüz'îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhîte isnad ediyor ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakâikı bir anda müşâhede eder bir Zâtın kelâmıdır.

b631.gif
-1-
bu hakikate dâirdir.

b632.gif
-2- 1- Hamd o Allah'a mahsustur ki, kuluna kitâbı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezad ve eğriliğe yer vermemiştir. (Kehf Sûresi: 1.)
2- Ey Kur'ân'ı indiren Allahım! Kur'ân ve Kur'ân'ı indirdiğin zâtın hakkı için kalblerimizi ve kabirlerimizi İmân ve Kur'ân nuruyla nurlandır. Duâmızı kabul buyur ey kendisinden yardım istenen Müsteân!
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
On Üçüncü Sözün İkinci Makamı
b424.gif

Câzibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bâzı gençlerle bir muhâveredir.
Bir kısım gençler tarafından, şimdiki aldatıcı ve câzibedar lehviyât ve hevesâtın hücumları karşısında, "Âhiretimizi ne sûretle kurtaracağız?" diye Risale-i Nur'dan meded istediler. Ben de Risâle-i Nur'un şahs-ı mânevîsi nâmına onlara dedim ki:
Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de, üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.
• Birinci yol: O kabir, ehl-i İmân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
• İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muâmele görecek.
• Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idâm-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idâm edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.
Mâdem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor; ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette, dâimâ, gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mesele karşısında, bîçare insan, o idâm-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.
Bu katî hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sâdık, ellerinde nişâne-i tasdik olan mu'cizeler bulunan enbiyâlar ve o enbiyâların haber verdikleri aynı haberleri, keşf ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyânın aynı hakikate şehâdetleri ve hadd ü hesâba gelmeyen muhakkiklerin katî delilleriyle-o enbiyâ ve evliyânın verdikleri aynı haberleri-aklen, ilmelyakîn derecesinde Hâşiye ispat ettikleri; ve yüzde doksan dokuz ihtimâl-i katî ile, "İdâm ve zindân-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız imân ve itaat iledir" diye ittifaken haber veriyorlar.

Haşiye: Onlardan birisi Risâle-i Nur'dur; meydandadır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Acaba yüzde bir ihtimâl-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî, onun yemek iştihâsını kaçırdığı halde; böyle yüz binler sâdık ve musaddak muhbirlerin, yüzde yüz ihtimâl ile, dalâlet ve sefâhet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine katî sebep olduğunu ve imân, ubûdiyet, yüzde yüz ihtimâl ile o darağacını kaldırıp, o hapsi münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazîne-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor diye ihbar eden ve emârelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acîb ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan bîçare insan ve bâhusus Müslüman, eğer İmân ve ubûdiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.
Mâdem ihtiyarlık, hastalık, musîbet ve her tarafta vefiyâtlar, o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar; elbette o ehl-i dalâlet ve sefâhet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem, kalbinde yaşar ve yakar. Fakat, pek kalın gaflet sersemliği, muvakkaten hissettirmez.
Mâdem ehl-i İmân ve tâat, göz önünde gördüğü kabri bir hazîne-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderât piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi, İmân vesîkasıyla ona çıkmış; her vakit, "Gel, biletini al," diye beklemesinden, derin, esaslı, hakiki lezzet ve zevk-i mânevî, öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususi bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik sâikasıyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefîhâne ve heveskârâne muvakkat bir lezzet-i gayr-i meşrûayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de kemâlâta medâr olacak bâzı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir Müslüman, hem enbiyâyı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vâsıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi (a.s.) tanımaz. Ve Allah'ı da tanımaz ve ruhunda, kemâlâtı muhâfaza edecek hiçbir esâsâtı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve dâveti umum nev-i beşere baktığı için ve mu'cizâtça ve dince umuma fâik ve bütün nev-i beşere bütün hakâikte üstadlık edip, on dört asırda, parlak bir sûrette ispat eden ve nev-i beşerin medâr-ı iftiharı bir zâtın terbiye-i esâsiyelerini ve usûl-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz; sukût-u mutlaka mahkûmdur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptela ve endişe-i istikbâl ile istikbâlini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyânâtta elbette anladınız. Eğer mâzi, yani, geçmiş zamanın hâdisâtını sinema ile hal-i hazırda gösterdikleri gibi, istikbâldeki ahvâl dahi-meselâ elli sene sonraki halleri-bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefâhet, şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrîn ve nefret edip ağlayacaktılar.
Dünya ve âhirette ebedî ve dâimî sürûru isteyen, İmân dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.

Birkaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır
Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesât cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risâle-i Nur'dan meded isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:
Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile, o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.
Hayat ise, eğer İmân olmazsa veyahut isyan ile o İmân tesir etmezse, hayat zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyâde elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.
Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında, aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl, alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hâsıl olan ebedî firâklar, mütemâdiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer İmân hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar, imânın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine İmân noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risâlesinde, Yedinci Ricâda izahı var; ona bakmalısınız.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı İmân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyâtların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise; size-başka gençlere söylediğim gibi-bir temsil ile beyân ediyorum.
Meselâ, burada gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango-fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren-dairesi var. Biz buradaki on kişi, alâküllihâl, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya dâvet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya "Gel, idâm biletini al, darağacına çık" veyahut "Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış; gel, al" demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zâhiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki:
"Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsım ile, o emsâlsiz ikramiye biletinizi alırsınız. İşte bu darağacında, zâten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar. Ve oraya girinceye kadar, o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar, çendan görünmüyorlar ve zâhiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar, asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için, basamak yaptıklarını milyonlar şâhidler var; haber veriyorlar. İşte pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zâtlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, "O darağacına gidenleri, aynelyakîn, gözünüz ile gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını, hiç şek ve şüphesiz gündüz gibi katî biliniz" dedi.
İşte bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-i meşrû dairedeki gençliğin sefâhetkârâne zevkleri, hazîne-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesîkası olan imânı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümât kapısı olan kabrin musîbetine, aynen zâhiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için genç, ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel celladı başını kesmek için gelebilir. Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesât-ı gayr-i meşrûayı terk edip, tılsım-ı Kur'ânî olan İmân ve ferâizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderât-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazînesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiyâ aleyhimüsselâm ile beraber hadd ü hesâba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Elhâsıl: Gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, israfât ile gelen evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhânelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahânelerden ve hapishânelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahânelerin ekseriyetle lisân-ı halinden, gençlik sâikasıyla israfât ve sû-i istimâlden gelen hastalıktan enînler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishânelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık sâikasıyla gayr-i meşrû dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemâdiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfe'l-kuburun müşâhedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehâdetiyle, ekser azablar gençlik sû-i istimâlâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.
Hem, nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz; elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile, "Eyvah, gençliğimizi bâd-i hevâ, belki zararlı zâyi ettik! Sakın bizim gibi yapmayınız" diyecekler. Çünkü, beş on senelik gençliğin gayr-i meşrû zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde,
b634.gif
-1- sırrıyla hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü, "Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir."
Cenâb-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın câzibedar fitnesinden kurtarsın ve muhâfaza eylesin. Âmin.


Risâle-i Nur mîzanlarından On Üçüncü Sözün
İkinci Makamının Haşiyesidir
b635.gif
-2-
Risâle-i Nur'daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan, gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.
Evet, gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker; ve bir saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.

1- Dinî bir kaide.
2- Allah'ın adıyla. Onu her türlü kusur ve noksandan tenzih ederiz
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt