TÜRKOĞLU
Aktif Üyemiz
OSMANLI DEVLETİ'NDE RAMAZAN AYI NASIL OLURDU?
On bir ayın sultanı olan Ramazan-ı Şerifin Osmanlı toplum hayatında apayrı bir yeri vardır.
Osmanlı toplumunda, Ramazan gelmeden evvel bütün insanlarda tatlı bir telaş başlar ve hazırlıklar yapılırdı. Komşu ve akrabalar bir araya gelerek imece usûlüyle mevsimine göre erişteler, turşular, konserveler, reçeller yaparlardı.
Birçok yörenin kendine has yemekleri iftar ve sahur sofralarını süsler. Bilhassa komşular birbirlerine yemekler gönderirlerdi. Böylece her komşunun sofrası zenginleşirdi. Köylüler, köy odalarında bir araya gelerek sohbet ederlerdi. Karşılıklı iftar dâvetleri yapılarak âileler, komşular, arkadaşlar ve akrabalar arasındaki birlik ve muhabbet artardı. Yine bazı yörelerimizde Ramazan ayında evlerde toplanılarak şiirler, maniler okunurdu. Ayrıca köyün yaşlıları, gençlere eski hikâyeler anlatırlardı.
Ramazan geldiğinde, İstanbul’un bütün evleri, herkesin kudretine göre birer Dârü’t-Tabak (Ziyâfet evi) hâline gelirdi. Herkes akraba ve ahbaplarını evine iftara dâvet eder, ikram ederek kudretince ziyafet vermeye çalışırdı.
Büyüklerin konaklarında Ramazan akşamları büyük hazırlıklar yapılır, süslü ve mükellef sofralar kurulurdu. Büyük konaklarda ev sahibi için hazırlanan sofradan başka, her günkü gibi kâhya odasına, divan efendisi, kitapçı, mühürdar ve imam efendi odalarına da zengin sofralar kurulur, gelen misafirler rütbelerine göre buralara alınırdı. Hâne sâhibinin her akşam kurulan sofrasına Ramazana mahsus olan ekmeklerden başka uzun yumuşak pideler, muhtelif ufak halka çörekler, gümüş veya değerli bir tepsiye çeşitli meyvelerden yapılmış reçeller, sucuk, pastırma, peynirler ve bilhassa hurma ile türlü türlü zeytinler konurdu. Ortasına da saplı, kulplu ve kapaklı elmastıraş denilen billûrdan çok küçük sekiz-on kadar bardak içinde Mekke-i Mükerreme’den getirilmiş zemzem-i şerîf konurdu. En ağır kıymetli takım ve tabaklar, sırmalı havlular, gümüş leğenler hazır edilirdi.
İftar vaktine yarım saat kala odanın münâsip bir köşesine konmuş buhurdanlarda ödağacı veya buhur, pek kibar âilelerde anber yakılır, odanın kapısı çekilirdi. Akşam ezanına çeyrek kala hâne sahibi yemek odasına girer, ayakta kendi sofrasına alınacak misafirlerin gelişini bekler, karşılar, herkes sofrada yerini alınca daire imamı efendi derhal Kur’an-ı Kerim’den bazı âyât-ı celîle okumaya başlar, herkes sessizce dinlerdi. Bu arada vaktin geldiğini bildiren top da atılmış olurdu. Önce zemzem-i şerif içilerek oruçlar açılır, iftarlık denen reçeller ve önlerindeki çöreklerden yemeye başlanırdı. Zenginler yemekte iki çeşit çorba ve saraykârî yumurta, en az üç çeşit tatlı, iki çeşit börek ve hoşaf ile beş-altı türlü sebze bulundururdu. Sofraların meşhur tatlıları baklava, samsa, revani, şekerpare idi.
Ramazan’ın en mühim husûsiyetlerinden biri iftar sofralarına dâvetsiz gidilebilmesiydi. Osmanlı Sarayına Ramazan ayı boyunca iftara davetsiz olarak gelinebilirdi. Bunun hâricinde Osmanlı Sarayının husûsî davetleri de olurdu. Ramazan’ın ilk on gününde Padişah, ayan ve mebusan reisleriyle birlikte vükelayı saraya iftar için dâvet ederdi.
Büyük devlet adamlarının ve zenginlerin hânelerinde husûsî dâvetler verildiği gibi, kapıları her gece isteyen ahbap ve misafirlerine de açık olurdu. Gelen geri çevrilmez içeriye alınırdı. Bu dâvetsiz misafirler, derece ve itibarlarına göre kâhya ve divan efendisi ve mühürdar gibi zatların odalarına alınır, iftar ettirilir, onlara da mükellef iftarlıklar, tatlılar, börekler ve her türlü yemek verilirdi. Gedikli ağalarla diğer ağalara, kavas ve aşçılara ve evdeki diğer hizmetlilere ayrı ayrı sofralar kurulurdu. Konağın alt katına da iftara gelen mahalle bekçisi, sakası, amele ve diğer fakirler için onar kişilik en az üç-dört sofra hazırlanırdı. Bu misafirler kahvelerini de içtikten sonra hazinedar ağa onlara diş kirası namıyla bir miktar atıyye verilirdi.
Dâvetli misafirler de kahvelerini içer, bir kısmı yatsı namazı vakti yaklaşınca gitmeye başlardı. Bunlar arasında mahallenin imamı, müezzini ve muhtarı gibi kimselerle diğer komşu ve mahalle ahâlisinden atıyye verilmesi lazım gelenlere de yine ayrı ayrı diş kiraları verilirdi. Hâne sahibi tarafından maiyetinde bulunanlara veya arzu ettiklerine Ramazan hediyesi adı altında saat bile verildiği olurdu. Yatsı namazı vakti gelince hane sahibi ile kalanlar hep beraber teravih namazı kılarlar, daha sonra biraz sohbet eder ve dağılırlardı.
Büyüklerin konaklarında normal günlerde de imam bulunur, sabah akşam ve yatsı namazlarını ev halkı cemaatle kılar, ağalardan münâsip biri müezzinlik yapardı. Ramazan’da ise ekseriyetle konak imamı teravih kıldırmazdı; hâriçten musikişinas bir imam ve güzel sesli müezzinler tutulması âdetti. Cemaat için ya sofaya veya mevsim kış ise cami hâline konmuş büyük bir odaya güzel seccadeler serilirdi. İmamın sesine dokunmaması için uzağına konan iki buhurdanda öd ya da anber yakılırdı. Müezzinler en arka safta durur, her dört rekâtta hep bir ağızdan ilâhîler, tevşihler okurlardı. Namazın sonunda imam efendi Kur’ân-ı Kerim’den yine yüksek sesle mihrâbiye okur, bu sûretle teravih namazı son bulundu.
Her sınıftan halk kendi mâli gücüne göre sahur için yemek hazırlardı. Vüzera ve ekâbir-i rical konaklarında da geceleri matbahlarda hazırlanan yemekler tablakârlar tarafından harem ve selâmlığa taşınırdı. Yine gündüz gibi sofralar kurulursa da akşam yemekleri gibi olmazdı. Sahur yemeği, suyu alınmış söğüş et veya ızgara köftesi ve donmuş paça, husûsî yapılmış simidden makarna, hafif tatlılardan sütlaç, muhallebi, ayva ve elmasi tatlısı, hoşaf ile münâsip sebzelerden ibaret olurdu. Sahura kalkmak bütün çocukların hoşuna gittiğinden vâlidelerine, kendilerini uyandırmaları için akşamdan ısrarla ricâlarda bulunurlardı.
Bu büyük konaklara geceleyin de sahur yemeği için fukara gelir, onlara ayrılan sofralarda yemekler yedirilirdi. Ancak gelen fakirlerin çoğu İstanbul’un uzak semtlerinde oturdukları için sahur yemeğini konakta yemez, matbaha gider, arkasında taşıdığı zembilindeki kaplara akşamdan kalan yemeklerden koyup dönerlerdi. Yakında oturanlar sahura kalırdı. Kışın sahur vakti çok geç olurdu. Böyle zamanlarda misafir gelecekse sahura yakın gelir, ev sahibi ve ev halkı da üç-dört saat kadar biraz uyurdu. Kış günleri uykudan kalkarak soğuk odada yemek yemek zor olduğundan yemek yenecek odalar daha önce mangallarla ısıtılırdı.
Emekli devlet ricâli, fazla hizmet ve meşguliyetleri olmadığından öğle namazlarını cemaatle camide kılmak için erkence konaklarından çıkar, namaz kıldıktan sonra bir süre camide kalır, ibadetle meşgul olurlardı. Dışarı çıktıklarında, gördükleri fakirlere atıyyeler vererek yardımda bulunurlardı. Yardım ve bahşişlerin açıktan verilmeyip bir zarfa konması veya en azından bir kâğıda sarılarak verilmesi büyüklerin âdetlerindendi. (Bkz. Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tâbirleri, İstanbul 2000, s. 253-259)
Bursa’da Ramazan sofralarına münhasır hoş bir âdet vardı. Nedîmenin misafirlere salonun kapısında takdim ettiği şimşir kaşıklarda Kur’ân’daki sûre isimleri yazar, herkes aldığı kaşıkta hangi sûre ismi yazıyorsa, o ismin yazılı olduğu sofraya otururdu. Böylece zengin-fakir, paşa-gedâ yan yana yemek yerdi. Yemekten sonra da şimşir kaşıklar, üzerlerinde sûre isimleri yazılı olduğu için yakılır ve külleri gül bahçesine dökülürdü.
Anadolu’nun bazı yerlerinde ilk defa oruç tutan çocuklara çeşitli hediyeler verilirdi. Bazı yerlerde de çocukların oruçları satın alınarak oruca teşvik edilirdi. Tam gün oruç tutamayacak kadar küçük olan çocuklara öğle vakti oruçları açtırılır ve buna da “tekne orucu” denirdi.
Ramazanlarda Padişah’ın huzurunda Tefsir dersleri okunurdu Padişah’ın huzurunda okunduğu için bu derslere “Huzur Dersleri” denirdi. Haftada 2 gün, Ramazan boyunca 8 defa 1 Mukarrir Efendi ve karşısındaki 15 kişiden oluşan muhâtapları, Huzûr-u Hümâyunda 2 saat ders okurlardı. Ders esnâsında Padişah dâhil herkes diz çökerdi. Dersler saray salonlarından birinde ve öğle ile ikindi arasında takrir olunurdu. İlk huzur dersleri Osman Gazi zamanında başlamış, Sultan Murad Hüdavendigâr’ın tertibiyle resmîleşmişti. Âlimler halk için de câmilerde tefsîr, hadis ve fıkıh dersleri yaparlar, umûmî vaazlar verirlerdi. İşte Osmanlılar, bu mübârek ayı, her şeyiyle rengârenk ve dopdolu yaşıyorlardı.
On bir ayın sultanı olan Ramazan-ı Şerifin Osmanlı toplum hayatında apayrı bir yeri vardır.
Osmanlı toplumunda, Ramazan gelmeden evvel bütün insanlarda tatlı bir telaş başlar ve hazırlıklar yapılırdı. Komşu ve akrabalar bir araya gelerek imece usûlüyle mevsimine göre erişteler, turşular, konserveler, reçeller yaparlardı.
Birçok yörenin kendine has yemekleri iftar ve sahur sofralarını süsler. Bilhassa komşular birbirlerine yemekler gönderirlerdi. Böylece her komşunun sofrası zenginleşirdi. Köylüler, köy odalarında bir araya gelerek sohbet ederlerdi. Karşılıklı iftar dâvetleri yapılarak âileler, komşular, arkadaşlar ve akrabalar arasındaki birlik ve muhabbet artardı. Yine bazı yörelerimizde Ramazan ayında evlerde toplanılarak şiirler, maniler okunurdu. Ayrıca köyün yaşlıları, gençlere eski hikâyeler anlatırlardı.
Konaklarda İftar
Ramazan geldiğinde, İstanbul’un bütün evleri, herkesin kudretine göre birer Dârü’t-Tabak (Ziyâfet evi) hâline gelirdi. Herkes akraba ve ahbaplarını evine iftara dâvet eder, ikram ederek kudretince ziyafet vermeye çalışırdı.
Büyüklerin konaklarında Ramazan akşamları büyük hazırlıklar yapılır, süslü ve mükellef sofralar kurulurdu. Büyük konaklarda ev sahibi için hazırlanan sofradan başka, her günkü gibi kâhya odasına, divan efendisi, kitapçı, mühürdar ve imam efendi odalarına da zengin sofralar kurulur, gelen misafirler rütbelerine göre buralara alınırdı. Hâne sâhibinin her akşam kurulan sofrasına Ramazana mahsus olan ekmeklerden başka uzun yumuşak pideler, muhtelif ufak halka çörekler, gümüş veya değerli bir tepsiye çeşitli meyvelerden yapılmış reçeller, sucuk, pastırma, peynirler ve bilhassa hurma ile türlü türlü zeytinler konurdu. Ortasına da saplı, kulplu ve kapaklı elmastıraş denilen billûrdan çok küçük sekiz-on kadar bardak içinde Mekke-i Mükerreme’den getirilmiş zemzem-i şerîf konurdu. En ağır kıymetli takım ve tabaklar, sırmalı havlular, gümüş leğenler hazır edilirdi.
İftar vaktine yarım saat kala odanın münâsip bir köşesine konmuş buhurdanlarda ödağacı veya buhur, pek kibar âilelerde anber yakılır, odanın kapısı çekilirdi. Akşam ezanına çeyrek kala hâne sahibi yemek odasına girer, ayakta kendi sofrasına alınacak misafirlerin gelişini bekler, karşılar, herkes sofrada yerini alınca daire imamı efendi derhal Kur’an-ı Kerim’den bazı âyât-ı celîle okumaya başlar, herkes sessizce dinlerdi. Bu arada vaktin geldiğini bildiren top da atılmış olurdu. Önce zemzem-i şerif içilerek oruçlar açılır, iftarlık denen reçeller ve önlerindeki çöreklerden yemeye başlanırdı. Zenginler yemekte iki çeşit çorba ve saraykârî yumurta, en az üç çeşit tatlı, iki çeşit börek ve hoşaf ile beş-altı türlü sebze bulundururdu. Sofraların meşhur tatlıları baklava, samsa, revani, şekerpare idi.
Dâvetsiz İftara Gidilebilirdi
Ramazan’ın en mühim husûsiyetlerinden biri iftar sofralarına dâvetsiz gidilebilmesiydi. Osmanlı Sarayına Ramazan ayı boyunca iftara davetsiz olarak gelinebilirdi. Bunun hâricinde Osmanlı Sarayının husûsî davetleri de olurdu. Ramazan’ın ilk on gününde Padişah, ayan ve mebusan reisleriyle birlikte vükelayı saraya iftar için dâvet ederdi.
Büyük devlet adamlarının ve zenginlerin hânelerinde husûsî dâvetler verildiği gibi, kapıları her gece isteyen ahbap ve misafirlerine de açık olurdu. Gelen geri çevrilmez içeriye alınırdı. Bu dâvetsiz misafirler, derece ve itibarlarına göre kâhya ve divan efendisi ve mühürdar gibi zatların odalarına alınır, iftar ettirilir, onlara da mükellef iftarlıklar, tatlılar, börekler ve her türlü yemek verilirdi. Gedikli ağalarla diğer ağalara, kavas ve aşçılara ve evdeki diğer hizmetlilere ayrı ayrı sofralar kurulurdu. Konağın alt katına da iftara gelen mahalle bekçisi, sakası, amele ve diğer fakirler için onar kişilik en az üç-dört sofra hazırlanırdı. Bu misafirler kahvelerini de içtikten sonra hazinedar ağa onlara diş kirası namıyla bir miktar atıyye verilirdi.
Dâvetli misafirler de kahvelerini içer, bir kısmı yatsı namazı vakti yaklaşınca gitmeye başlardı. Bunlar arasında mahallenin imamı, müezzini ve muhtarı gibi kimselerle diğer komşu ve mahalle ahâlisinden atıyye verilmesi lazım gelenlere de yine ayrı ayrı diş kiraları verilirdi. Hâne sahibi tarafından maiyetinde bulunanlara veya arzu ettiklerine Ramazan hediyesi adı altında saat bile verildiği olurdu. Yatsı namazı vakti gelince hane sahibi ile kalanlar hep beraber teravih namazı kılarlar, daha sonra biraz sohbet eder ve dağılırlardı.
Konaklarda Teravih Namazı
Büyüklerin konaklarında normal günlerde de imam bulunur, sabah akşam ve yatsı namazlarını ev halkı cemaatle kılar, ağalardan münâsip biri müezzinlik yapardı. Ramazan’da ise ekseriyetle konak imamı teravih kıldırmazdı; hâriçten musikişinas bir imam ve güzel sesli müezzinler tutulması âdetti. Cemaat için ya sofaya veya mevsim kış ise cami hâline konmuş büyük bir odaya güzel seccadeler serilirdi. İmamın sesine dokunmaması için uzağına konan iki buhurdanda öd ya da anber yakılırdı. Müezzinler en arka safta durur, her dört rekâtta hep bir ağızdan ilâhîler, tevşihler okurlardı. Namazın sonunda imam efendi Kur’ân-ı Kerim’den yine yüksek sesle mihrâbiye okur, bu sûretle teravih namazı son bulundu.
Konaklarda Sahur
Her sınıftan halk kendi mâli gücüne göre sahur için yemek hazırlardı. Vüzera ve ekâbir-i rical konaklarında da geceleri matbahlarda hazırlanan yemekler tablakârlar tarafından harem ve selâmlığa taşınırdı. Yine gündüz gibi sofralar kurulursa da akşam yemekleri gibi olmazdı. Sahur yemeği, suyu alınmış söğüş et veya ızgara köftesi ve donmuş paça, husûsî yapılmış simidden makarna, hafif tatlılardan sütlaç, muhallebi, ayva ve elmasi tatlısı, hoşaf ile münâsip sebzelerden ibaret olurdu. Sahura kalkmak bütün çocukların hoşuna gittiğinden vâlidelerine, kendilerini uyandırmaları için akşamdan ısrarla ricâlarda bulunurlardı.
Bu büyük konaklara geceleyin de sahur yemeği için fukara gelir, onlara ayrılan sofralarda yemekler yedirilirdi. Ancak gelen fakirlerin çoğu İstanbul’un uzak semtlerinde oturdukları için sahur yemeğini konakta yemez, matbaha gider, arkasında taşıdığı zembilindeki kaplara akşamdan kalan yemeklerden koyup dönerlerdi. Yakında oturanlar sahura kalırdı. Kışın sahur vakti çok geç olurdu. Böyle zamanlarda misafir gelecekse sahura yakın gelir, ev sahibi ve ev halkı da üç-dört saat kadar biraz uyurdu. Kış günleri uykudan kalkarak soğuk odada yemek yemek zor olduğundan yemek yenecek odalar daha önce mangallarla ısıtılırdı.
Emekli devlet ricâli, fazla hizmet ve meşguliyetleri olmadığından öğle namazlarını cemaatle camide kılmak için erkence konaklarından çıkar, namaz kıldıktan sonra bir süre camide kalır, ibadetle meşgul olurlardı. Dışarı çıktıklarında, gördükleri fakirlere atıyyeler vererek yardımda bulunurlardı. Yardım ve bahşişlerin açıktan verilmeyip bir zarfa konması veya en azından bir kâğıda sarılarak verilmesi büyüklerin âdetlerindendi. (Bkz. Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tâbirleri, İstanbul 2000, s. 253-259)
Sûre İsimli Sofralar
Bursa’da Ramazan sofralarına münhasır hoş bir âdet vardı. Nedîmenin misafirlere salonun kapısında takdim ettiği şimşir kaşıklarda Kur’ân’daki sûre isimleri yazar, herkes aldığı kaşıkta hangi sûre ismi yazıyorsa, o ismin yazılı olduğu sofraya otururdu. Böylece zengin-fakir, paşa-gedâ yan yana yemek yerdi. Yemekten sonra da şimşir kaşıklar, üzerlerinde sûre isimleri yazılı olduğu için yakılır ve külleri gül bahçesine dökülürdü.
Çocukların Orucu
Anadolu’nun bazı yerlerinde ilk defa oruç tutan çocuklara çeşitli hediyeler verilirdi. Bazı yerlerde de çocukların oruçları satın alınarak oruca teşvik edilirdi. Tam gün oruç tutamayacak kadar küçük olan çocuklara öğle vakti oruçları açtırılır ve buna da “tekne orucu” denirdi.
Huzur Dersleri
Ramazanlarda Padişah’ın huzurunda Tefsir dersleri okunurdu Padişah’ın huzurunda okunduğu için bu derslere “Huzur Dersleri” denirdi. Haftada 2 gün, Ramazan boyunca 8 defa 1 Mukarrir Efendi ve karşısındaki 15 kişiden oluşan muhâtapları, Huzûr-u Hümâyunda 2 saat ders okurlardı. Ders esnâsında Padişah dâhil herkes diz çökerdi. Dersler saray salonlarından birinde ve öğle ile ikindi arasında takrir olunurdu. İlk huzur dersleri Osman Gazi zamanında başlamış, Sultan Murad Hüdavendigâr’ın tertibiyle resmîleşmişti. Âlimler halk için de câmilerde tefsîr, hadis ve fıkıh dersleri yaparlar, umûmî vaazlar verirlerdi. İşte Osmanlılar, bu mübârek ayı, her şeyiyle rengârenk ve dopdolu yaşıyorlardı.