Ötekileştirmeyelim, ümmet olalım
İnsanların birbirinden farklı yapılarda ve farklı düşüncelerde olmaları yaratılışlarının bir gereği olduğundan birtakım farklı anlayışların oluşması son derece normaldir. Bu bakımdan dini konularda da birbirinden farklı düşüncelere sahip olmak bir o kadar normaldir. Müslüman'ın İslam'ın temel esasları hakkında veya herhangi bir nasla sabit olan bir konuda farklı düşünmek gibi bir lüksü olamaz. Yani temel esaslar ve İslam'ın sabit prensipleri Müslümanlarca tartışmaya açık olmadığı gibi, izafi yani göreceli olgular da değildir. Fakat bu alanın dışında bir de tartışmaya açık konular vardır ki o konular hakkında herkes bilgisi ölçüsünde söz söyleyebilir.
Temel esasların dışında kalan meselelerdeki bu izafi düşünce alanı inkâr edilirse sabit fikirli, genellemeci, dışlayıcı ve ötekileştirici bir kişilik modeli ortaya çıkar. Bu kişiliğe sahip olanlar yalnız kendi doğrularına sabitlenmiş, dışarıya kulaklarını tıkamış kimselerdir. Bu kimseler İslam'ın kabul edebileceği hikmetleri bile İslam'dan uzakmış gibi algıladıklarından dar bir din anlayışına sahiptirler.
Bu söylediğimiz hususta esas olan bir denge sahibi olmaktır. Yani orta yolu bulmaktır. Zira modernist dediğimiz kimseler bu genişliğin ayarını tutturamayıp açıldıkça açılırken, bazı gelenekçi dediğimiz kimseler de İslam'ı sadece kendi bakış açılarıyla sınırlandırabilecek kadar dar bir düşünceye sahiptirler. Önemli olan burada kendimizi modernizmin bataklığına kaptırmamak ve de geleneğe körü körüne bağlanmamaktır. Burada ideal yol geleneği bilinçli bir şekilde yaşatmaktır.
Mesela bizim bir ehl-i sünnet itikadımız vardır. Bu bir gelenektir aynı zamanda... Esasında geleneğin sünneti yaşatmakla bir ilgisi vardır. Bu itikat o kadar güzel bir itikattır ki onda ehl-i beyte ve eshab-ı kirama en üst düzeyde bir saygı söz konusudur. Biz bu itikat sayesinde Hz. Osman efendimiz hakkında konuşurken de Hz. Ali efendimiz hakkında konuşurken de ölçüyü kaçırmaz ve edepsizliğe prim vermeyiz. Bu, ehl-i sünnet itikadının bir hassasiyeti ve de bir güzelliğidir. Burada ehl-i sünnet itikadının temel bir görüşünü örnek verdik. Şimdi bizim bu itikadı daha bilinçli bir şekilde yaşamamız ve bu geleneğin hassasiyetlerini sürdürmemiz gerekiyor. Ancak bunu yaparken savunmacı ve dışlayıcı bir üslup kullanmak bazen yarardan daha çok zarar getiriyor.
Ehl-i sünneti savunayım derken yıkıp döktüğümüz, ürküttüğümüz, dışladığımız, ötekileştirdiğimiz çok oluyor. Ehl-i sünnet itikadının onca güzelliğini yansıtmak varken, onu dar bir kalıba hapsetmeye çalışmak ehl-i sünnete hizmet etmek anlamına gelmiyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin de kendi aralarında ihtilafa düştükleri olmuştur. Kuşkusuz ümmetin ihtilafında bazı hayırlar vardır. Böyleyken ümmetin bazı konulardaki ihtilafını bütünleştirici bir mantıkla değerlendirmek ve nihayet ümmet olduğumuz bilinciyle yorumlamak varken yok böyle yapmaz da en ufak bir meselede birbirimizi ehl-i sünnet dışı ilan edersek, biz o zaman ehl-i sünnete iyilik yapmış sayılmayız.
Bir örnek daha verelim. Mesela biz zaman zaman "dinlerarası diyalog" gibi bazı konularda bir cemaate yönelik bazı eleştirilerde bulunuyoruz. Fakat onların yaptığı güzel hizmetleri takdir etmekten de geri durmuyoruz. Çünkü bizim İslam'ı kendi bulunduğumuz yerle sınırlandırmaya hakkımız yoktur. Biz ancak kendimize göre ideal olan anlayışlardan bahsedebiliriz. Nitekim Said Nursi Hazretleri'nin de dediği gibi; "Bizim mesleğimiz haktır veya daha güzeldir" demeye hakkımız vardır. Fakat "yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkımız yoktur. (Bkz, Mektubat, İstanbul, 1999, s, 255)
Kendi fikrimizi, kendi idealimizi, kendi üslubumuzu savunmamız bizim bir hakkımızdır ancak bunu dışlamadan, ötekileştirmeden yapmak gibi de bir inceliğe sahip olmamız şarttır. Biz kendimizce yanlış kabul ettiğimiz şeyleri söylemeye devam etmeliyiz ama bunu yaparken tavrımız aile içindeki iki kardeşin birbirini uyarması gibi olmalıdır. Yani ne yaparsak yapalım, -ki hatalar da dâhildir buna-, hiçbir zaman ümmet şuurunun ramına hareket etmemeliyiz. Büyük bir İslam ümmetinin unsurları olduğumuzun bilinciyle meselelere yaklaşmalıyız. Tabi sürekli dışarıyı eleştirmek de çok insaflı bir yaklaşım sayılmaz. Bir de "özeleştiri" diye bir şey vardır ki, buna eskiler "nefis muhasebesi" derler. Her gün kendi kendimizi sorgulamak ve kendi gözümüzdeki merteği de görmek durumundayız. Anlayışımız ve üslubumuzla kaç kişiye "İslam çok güzeldir" dedirtebildik? Veya kaç kişiyi dinden imandan soğuttuk? Bu konuları düşünmeli ve kendimize çeki düzen vermeliyiz.
Sonuç olarak, gerek ehl-i sünneti savunma adına olsun gerekse başka bir cemaati, grubu veya siyasi düşünceyi savunmak adına olsun ötekileştirici ve dışlayıcı bir anlayışı kabul etmiyoruz. Ümmet-i Muhammed'i bir bütün olarak görüyoruz ve kendimizi ve bizim gibi düşünmeyen diğer Müslüman kardeşlerimizi de bu bütünün içinde kabul ediyoruz. Bu nedenle ümmet şuurunu zedeleyen her türlü tutum ve davranışı tasvip etmiyoruz.
Aydın BAŞAR
İnsanların birbirinden farklı yapılarda ve farklı düşüncelerde olmaları yaratılışlarının bir gereği olduğundan birtakım farklı anlayışların oluşması son derece normaldir. Bu bakımdan dini konularda da birbirinden farklı düşüncelere sahip olmak bir o kadar normaldir. Müslüman'ın İslam'ın temel esasları hakkında veya herhangi bir nasla sabit olan bir konuda farklı düşünmek gibi bir lüksü olamaz. Yani temel esaslar ve İslam'ın sabit prensipleri Müslümanlarca tartışmaya açık olmadığı gibi, izafi yani göreceli olgular da değildir. Fakat bu alanın dışında bir de tartışmaya açık konular vardır ki o konular hakkında herkes bilgisi ölçüsünde söz söyleyebilir.
Temel esasların dışında kalan meselelerdeki bu izafi düşünce alanı inkâr edilirse sabit fikirli, genellemeci, dışlayıcı ve ötekileştirici bir kişilik modeli ortaya çıkar. Bu kişiliğe sahip olanlar yalnız kendi doğrularına sabitlenmiş, dışarıya kulaklarını tıkamış kimselerdir. Bu kimseler İslam'ın kabul edebileceği hikmetleri bile İslam'dan uzakmış gibi algıladıklarından dar bir din anlayışına sahiptirler.
Bu söylediğimiz hususta esas olan bir denge sahibi olmaktır. Yani orta yolu bulmaktır. Zira modernist dediğimiz kimseler bu genişliğin ayarını tutturamayıp açıldıkça açılırken, bazı gelenekçi dediğimiz kimseler de İslam'ı sadece kendi bakış açılarıyla sınırlandırabilecek kadar dar bir düşünceye sahiptirler. Önemli olan burada kendimizi modernizmin bataklığına kaptırmamak ve de geleneğe körü körüne bağlanmamaktır. Burada ideal yol geleneği bilinçli bir şekilde yaşatmaktır.
Mesela bizim bir ehl-i sünnet itikadımız vardır. Bu bir gelenektir aynı zamanda... Esasında geleneğin sünneti yaşatmakla bir ilgisi vardır. Bu itikat o kadar güzel bir itikattır ki onda ehl-i beyte ve eshab-ı kirama en üst düzeyde bir saygı söz konusudur. Biz bu itikat sayesinde Hz. Osman efendimiz hakkında konuşurken de Hz. Ali efendimiz hakkında konuşurken de ölçüyü kaçırmaz ve edepsizliğe prim vermeyiz. Bu, ehl-i sünnet itikadının bir hassasiyeti ve de bir güzelliğidir. Burada ehl-i sünnet itikadının temel bir görüşünü örnek verdik. Şimdi bizim bu itikadı daha bilinçli bir şekilde yaşamamız ve bu geleneğin hassasiyetlerini sürdürmemiz gerekiyor. Ancak bunu yaparken savunmacı ve dışlayıcı bir üslup kullanmak bazen yarardan daha çok zarar getiriyor.
Ehl-i sünneti savunayım derken yıkıp döktüğümüz, ürküttüğümüz, dışladığımız, ötekileştirdiğimiz çok oluyor. Ehl-i sünnet itikadının onca güzelliğini yansıtmak varken, onu dar bir kalıba hapsetmeye çalışmak ehl-i sünnete hizmet etmek anlamına gelmiyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin de kendi aralarında ihtilafa düştükleri olmuştur. Kuşkusuz ümmetin ihtilafında bazı hayırlar vardır. Böyleyken ümmetin bazı konulardaki ihtilafını bütünleştirici bir mantıkla değerlendirmek ve nihayet ümmet olduğumuz bilinciyle yorumlamak varken yok böyle yapmaz da en ufak bir meselede birbirimizi ehl-i sünnet dışı ilan edersek, biz o zaman ehl-i sünnete iyilik yapmış sayılmayız.
Bir örnek daha verelim. Mesela biz zaman zaman "dinlerarası diyalog" gibi bazı konularda bir cemaate yönelik bazı eleştirilerde bulunuyoruz. Fakat onların yaptığı güzel hizmetleri takdir etmekten de geri durmuyoruz. Çünkü bizim İslam'ı kendi bulunduğumuz yerle sınırlandırmaya hakkımız yoktur. Biz ancak kendimize göre ideal olan anlayışlardan bahsedebiliriz. Nitekim Said Nursi Hazretleri'nin de dediği gibi; "Bizim mesleğimiz haktır veya daha güzeldir" demeye hakkımız vardır. Fakat "yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkımız yoktur. (Bkz, Mektubat, İstanbul, 1999, s, 255)
Kendi fikrimizi, kendi idealimizi, kendi üslubumuzu savunmamız bizim bir hakkımızdır ancak bunu dışlamadan, ötekileştirmeden yapmak gibi de bir inceliğe sahip olmamız şarttır. Biz kendimizce yanlış kabul ettiğimiz şeyleri söylemeye devam etmeliyiz ama bunu yaparken tavrımız aile içindeki iki kardeşin birbirini uyarması gibi olmalıdır. Yani ne yaparsak yapalım, -ki hatalar da dâhildir buna-, hiçbir zaman ümmet şuurunun ramına hareket etmemeliyiz. Büyük bir İslam ümmetinin unsurları olduğumuzun bilinciyle meselelere yaklaşmalıyız. Tabi sürekli dışarıyı eleştirmek de çok insaflı bir yaklaşım sayılmaz. Bir de "özeleştiri" diye bir şey vardır ki, buna eskiler "nefis muhasebesi" derler. Her gün kendi kendimizi sorgulamak ve kendi gözümüzdeki merteği de görmek durumundayız. Anlayışımız ve üslubumuzla kaç kişiye "İslam çok güzeldir" dedirtebildik? Veya kaç kişiyi dinden imandan soğuttuk? Bu konuları düşünmeli ve kendimize çeki düzen vermeliyiz.
Sonuç olarak, gerek ehl-i sünneti savunma adına olsun gerekse başka bir cemaati, grubu veya siyasi düşünceyi savunmak adına olsun ötekileştirici ve dışlayıcı bir anlayışı kabul etmiyoruz. Ümmet-i Muhammed'i bir bütün olarak görüyoruz ve kendimizi ve bizim gibi düşünmeyen diğer Müslüman kardeşlerimizi de bu bütünün içinde kabul ediyoruz. Bu nedenle ümmet şuurunu zedeleyen her türlü tutum ve davranışı tasvip etmiyoruz.
Aydın BAŞAR