Allah’ın üzerimizde lütfu çok, nimetleri sonsuz, nimetlerine şükrederiz, hamd ü senâlar olsun…
Elimize imkânlar bahşetti, tüm dünyadaki kardeşlerimize böyle güzel günlerde güzel duygularımızı iletme imkânımız oluyor, teknolojik iletişim imkânları vasıtasıyla…
Allah-u Teâlâ Hazretleri bizi nimetlerinden ayırmasın, rahmetine mazhar eylesin, iki cihan saadetine erdirsin…
Peygamber Efendimiz (sas) ‘in sünnet-i seniyyesine hüsn-ü ittibâ nasib eylesin…
Cennette de Peygamber Efendimiz (sas)’e komşu eylesin, sevgili kardeşlerim!..
Mi’rac kandili münasebetiyle, Buhârî’den ve Müslim’den rivâyet edilmiş olan uzun bir hadis-i şerifi aktarmak istiyorum.
Râvisi Mâlik ibn-i Sa’saa RA…
Tabii önce Mi’rac hakkında bilgi vermek lâzım. İslâm’ı çok derinden yakından bilenler olduğu gibi, İslâm’a muhabbet edip bilgisi az olan insanlar, yeni yeni bilgilenen gençler olabilir, hanımlar olabilir…
İsrâ ve Mi’rac, iki kelime… Peygamber Efendimiz (sas)’e, Arabî aylardan Receb ayının 26′sını 27′sine bağlayan bir mübarek gecede, hicretten üç yıl önce, Mekke-i Mükerreme’de Allah-u Teàlâ Hazretleri nasib buyurmuş.
Mekke-i Mükerreme’den, Mescid-i Aksa’ya kadar bir yeryüzü yolculuğu, buna İsrâ deniliyor. Ondan sonra da Kuds-ü Şerif’ten yedi kat semâyı, Sidretül-Müntehâ’yı geçip, Allah-u Teâlâ Hazretleri’ne kavuşup, Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle mülâkî olup, ondan emirler alması, Allah (c.c)’la buluşması olayı; buna da Mi’rac deniliyor.
Yani, iki türlü olay var, iki bölümlü olay var… Birisi İsrâ; Peygamber Efendimiz (sas)’in hicretinden üç yıl önce yaşamakta olduğu Mekke-i Mükerreme’den Receb ayının 26′sını 27′sine bağlayan gece Kuds-ü Şerif’e varması… İkincisi gecenin devamında Mi’rac; Kuds-ü Şerif’ten de semâvâtı geçerek, Sidretül-Müntehâ’yı geçerek Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzuruna varması, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin kendisine nice ikramlar ve iltifatlarda bulunması…
İsrâ, Arapçada geceleyin yolculuk yapmak demek. Arabistan gündüzleri çok güneşli, çok sıcak, tahammül edilmeyecek olduğu için, Araplar umumiyetle yolculuklarına geceleri çıkarlardı. Kervanlar, yolcular gündüzleri dinlenir, geceleyin varacakları yere giderlerdi. Gece yolculuğuna isrâ deniliyor; isrâ – yüsrî – isrâen, gece yolculuk yapmak manasına gelen bir kelime. Peygamber Efendimiz (sas), Mescid-i Haram’dan, yani Kâbe’nin etrafını teşkil eden mübarek mahalden, mescidden, Mescid-i Aksâ’ya o gece gitti.
Sonra da oradan göklere çıkması olayına Mi’rac deniliyor. Mi’rac da kelime olarak urûc, yükselmek kelimesinden çıkmış olan bir tâbir. Miraç da, uruc, yükselmek manasından, yükselmeye yarayan vasıta, alet, yani merdiven veya bazıları da yakıştırıyorlar asansör diyorlar. Evet, Mi’rac merdiven gibi bir şey ama süratle çıkılıyor.
Peygamber Efendimiz (sas)İsrâ eylemiş, ondan sonra urûc eylemiş semâlara; hadis-i şeriflerde “urice bî” diye geçer ki manası “Ben çıkartıldım, göklere yükseltildim” demektir. İsrâ kısmı, Peygamber Efendimiz (sas)’in Mekke-i Mükerreme’den, Medine-i Münevvere’ye varması kısmı Kur’an-ı Kerim’de 15.cüzün başında İsrâ Sûresi diye bir sûre var, orada açıkça geçiyor. Allah (c.c) (Sübhànellezî esrâ biabdihî leylen minel-mescidil-harâmi ilel-mescidil-aksallezî bâreknâ havlehû linüriyehû min âyâtinâ, innehû hüves-semîul-basîr) Âyet-i kerimesinde açıkça bunu beyan ediyor.
“Her türlü noksandan münezzehtir, her türlü kemâlâtın sahibidir, kudretin sahibidir o Allah ki, kulunu seyahat ettirdi, geceleyin…” Gece olduğunu buradan anlıyoruz. Allah’ın bir yerden bir yere gece yolculuğu yaptırdığını anlıyoruz, âyet-i kerimenin ifadeleri açık: “Geceleyin, el-Mescidil-Haram’dan… Yâni ortasında Kâbe bulunan, Mekke’deki o mübarek mescidden, el-Mescidül-Aksâ’ya bir gecede götüren, kulunu seyahat ettiren…”
Neden seyahat ettirdi peki? “Nice nice ayetlerimizden bazılarını, delillerimizden, mucizevî manzaralardan, temâşâlardan bir kısmını müşahade etsin, gözüyle görsün, temâşâ eylesin diye…” Yâni, “Mübarek kulu Muhammed-i Mustafâ’sını (sas) götüren Allah-u Teàlâ (c.c) Hazretleri ne kudret sahibidir, şanı ne kadar yücedir, ne kadar hayran kalınacak, hayret edilecek kudreti vardır!” demek. Sübhanellezî bunu ifâde ediyor.
Allah-u Teâlâ Hazretleri, böyle bir takım olağanüstü olayları, yerleri, bilgileri, sahneleri müşahede etsin diye, Rasûlünü Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürdüğünü bu âyet-i kerimede bildiriyor.
Allah-u Teâlâ Hazretleri kulunu bir gecede, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürdüğünü, bunun büyük bir kudret ve şayân-ı hayret bir şey olduğunu da beyan ederek: “Onu oradan oraya götüren Allah’ın şanı her türlü noksandan münezzehtir, her türlü kemâlâta sahiptir.” diye âyet-i kerimede bildiriyor. İsrâ ve Mi’rac mucizesi, kolay bir iş değil, kimsenin yapamayacağı bir şey ama, Allah (c.c) Peygamber efendimiz (sas)’e nasib etmiş.
Şimdi Buharî ve Müslim’den rivayet edilen bu uzunca hadis-i şerifi aktaralım. Tabii, Buharî ve Müslim, bizim için hadis kaynaklarının en kıymetlilerinden birisi, en kıymetli, en sahih hadisleri ihtivâ eden iki mübarek hadis kitabı. Peygamber Efendimiz (sas) buyurmuş ki:
“Ben Hatîm’de şöyle yaslanmış iken…” Hatîm dediği yer neresidir? Kâbe’de yarım daire şeklinde, at nalı şeklinde çevrili bir alçak duvar var. İki tarafından girilebiliyor. Güneyinde Kâbe var. Orası şöyle bir salon kadar mekândır ki işte oranın adı Hatîm’dir… “Ben orada yaslanmış iken, birden bana gelen bir şey geldi…” Yâni bir melek…”Benim göğsümü şuradan şuraya kadar yardı, açtı ve kalbimi çıkardı, sonra önüme içi îman dolu bir leğen getirildi, kalbim orada zemzem suyu ile yıkandı. Sonra tekrar dolduruldu, yerine konuldu…”
“Sonra önüme bir binek getirildi. Bu katırdan biraz küçükçe, ama merkepten biraz daha büyükçe, beyaz renkli bir binekti ki ona Burak deniliyordu. Merkepten biraz büyük, katırdan biraz küçük mahlûk getirildi, binek getirildi. Öyle bir mahlûk ki, evet ben böyle ata biner gibi ona bindim ama bir adımı gözünün gördüğü en uzak noktaya atıyordu, öteki adımını tekrar en uzak noktaya atıyordu.” Yani öyle hızlı adım atan, öyle hızlı giden bir manevî varlık, binek.
Ben ona bindirildim, yani kalbi temizlenmiş, imanla doldurulmuş, zemzem suyuyla yıkanmış Peygamber Efendimiz (sas), ona bindirildiğini anlatıyor. Cebrâil beni onu üstüne bindirdikten sonra aldı, götürdü, nihayet en yakın semâya geldik…”
En yakın semâ demektir, Dünya semâsı demek değildir. Arapça bilenlere burada kısa bir açıklama yapayım. Bazıları öyle yanlış tercümeler yapıyorlar.
“En yakın semâya Cebrâil’le geldim. Semânın açılmasını istedi…”
Biliyorsunuz; “Semanın kapıları vardır.” Manevî kapıları vardır. Şimdi biz burada neyi anlıyoruz, neyi dinliyoruz, neyi anlatıyoruz?.. Bizim şimdiye kadar görmediğimiz bilmediğimiz şeyleri gören, bilen Resulullah (sas)’ın lisanından anlamağa çalışıyoruz. Olayın esrarengizliğini, manevîliğini, ihtişâmını sezmeye çalışıyoruz, zevkine varmağa çalışıyoruz.
Cebrâil (as)’la Peygamberimiz (sas) geldiler, en yakın semânın kapısına… Demek ki geçiş yok, kapısı var. Birinci semâda kapısının açılması istedi Cebrâil (as).
Denildi ki: “–Kim o?”
Cebrâil (as) dedi ki: “–Cebrâil”
Ben Cebrâil’im demek istiyor yâni. Yine oradan Cebrâil (as)’e soruldu:
“–Peki, senin yanındaki kim?”
Tabii soran birinci semânın, yâni en yakın semânın kapısını bekçisi olan melek… Bu semânın kapıları nedir, nasıldır? Melekler nasıldır? Görmeyen bilmez, anlamağa çalışın, o kadar…
“–Yanındaki kim?”
Cebrâil (as) dedi ki: “—Muhammed (sas), yanımdaki de…”
“–Ona davet gönderildi mi, gelmesine, geçmesine müsâade var mı?..”
Cebrâil (as): “–Evet.” dedi.
Melek o zaman: “–Ona selâm olsun, merhaba! Ne hoş bir gelişle geldi.” dedi.
Ve “Semânın kapısı açıldı.” Kapı açılınca, oradan geçince bir de baktım ki…” diyor Peygamber Efendimiz; “Karşımda Âdem (as) atamız …” Ebul-beşer, insanlığın babası Hz. Âdem (as) atamızı gördü, birinci semânın kapısı açılınca…
Cebrâil(as): “–Bu senin ceddin, baban Âdem! Ona selâm ver!” diyor, Peygamber Efendimiz (sas)’e…
“Ben Âdem AS’a selâm verdim, o da selâmımı aldı ve dedi ki Peygamber Efendimiz (sas)’e:
“–Ey salih Peygamber, sana merhaba olsun; ey sàlih evlat, oğul, sana merhaba olsun!..”
“Sonra beni tekrar yükseltti…” Yani kendisi Burak’ta, Cebrâil (as) yanında, birinci semâda Âdem (as) la görüştükten sonra geçtiler.
Muhterem kardeşler, ne güzel değil mi? Sahneler gözünüzün önüne geliyor mu bilmiyorum…
İkinci semâya geldiler. “Açılsın ikinci semânın kapısı” diye yine açılmasını istedi Cebrâil (as) Mihmandar ya, yani Peygamber Efendimiz (sas)’i götürmekle görevli.
Yine sorular soruldu, cevaplar verildi.
“İkinci semânın kapısı da açıldı. O kapıdan da içeri geçince, üste çıkınca bir de baktım ki, Yahya ve İsa (as)” Hem Yahyâ (as)var, hem İsâ (as) var. Bunları da açıklıyor:”O ikisi, teyze çocukları, iki kız kardeşin çocuklarıdır bu ikisi.”
Cebrâil (as) yine hatırlatıyor Peygamber Efendimiz (sas)’e:
“–Bak bu Yahya (as) ve İsâ (as)’ dır bunlara selâm ver!”
Ben onlara selâm verdim onlar da selâmımı aldılar, iade ettiler. Sonra dediler ki:
“–Merhabalar olsun bu salih kardeşe, merhabalar olsun bu salih peygambere!” dediler. Kardeş, çünkü bütün peygamberler birbirlerinin kardeşleridir.
“İkinci semâyı da geçince Cebrail (as)beni üçüncü semâya getirdi. Kapısının açılmasını istedi her katta görevli olan melekler aynı soruları soruyor Cebrail (as) aynı cevapları veriyordu.
Üçüncü semanın kapısını geçince, Peygamber Efendimiz (sas) karşısında Yusuf (as)’ı gördü.
Cebrâil (as): “–Bu Yusuftur, ona selâm ver!” dedi. Peygamber Efendimiz (sas) selâm verince o selâmı aldı. Sonra:
“–Merhabalar olsun salih kardeşe, merhabalar olsun salih peygambere!” diye Yusuf (as)’da Peygamber Efendimiz (sas)’e böyle merhaba eyledi.
Sonra beni tekrar aldı götürüyor, dördüncü semada da melekler vazifeli, hepsi “İzin var mı?” diye soruyorlar. İzin olduğunu anlayınca da, “Hoş geldin, ne güzel gelişle geldin, merhabalar olsun!” diyorlar…
İbadetler de böyledir. Yani, yapılan ibadetler, oruçlar, sadakalar, haclar… Onlar da semâda melekler tarafından kontrol edilir, durdurulur. Eğer yukarı çıkmaya lâyık değilse geri gönderilir muhterem kardeşlerim!
Dördüncü semâda kiminle karşılaştı Peygamber Efendimiz (sas)?.. İdris (as)’la… Cebrâil (as) tanıtıyor:
“–Bu İdris’tir, selam ver!” dedi. Selâm verdim selâmımı aldı. Merhaba olsun salih kardeşe, salih peygambere!” dedi.
Böyle semaları çıkıyoruz muhterem dinleyiciler, beşinci semânın kapısını da geçince kiminle karşılaştı? Hârun (as)’la karşılaştı.
Cebrâil (as): “–Bu Harun’dur, buna selâm ver!” dedi, öğretti.
Ben de Harun (as)’a selâm verdim, o da selâmı aldı, sonra:
“–Salih kardeşe salih peygambere merhabalar olsun!” dedi.
Altıncı semâya geliyoruz. Ravîler bunları niye böyle detaylı anlatıyorlar? Sebep şu sevgili kardeşlerim, Rasûlullah’ın ağzından nasıl çıkmışsa öyle yakalamışlar fotoğraf gibi aynen… Aynen söylemenin bir başka bereketi var, hem aynı söylemekte doğruluk var, o bakımdan aynen söylerler…
Altıncı semâda da melek tarafından “Hoş geldin!” dendi.
Kapıdan geçilince, orada Musa AS’la karşılaştı.
“–Bu Musa (as) ‘dır ona selâm ver!” dedi Cebrâil(as).
Ona selâm verdim, O da selâmı bana iade eyledi.
O da: “–Salih kardeşe, salih Peygambere selâmlar olsun, merhabalar olsun!” diye Peygamber Efendimiz (sas) ‘e merhaba eyledi.
Bakın şimdi bir olay oluyor: Peygamber Efendimiz (sas) Musa (as)’ı geçerken, ağladı Musa(as).
“–Seni ne ağlattı, yani durup dururken niye ağladın, seni ağlatan sebep ne?..” diye soruldu kendisine.
“–Şundan ağlıyorum ki, benden sonra peygamber gönderilmiş bir delikanlı, bir genç, –Peygamber Efendimiz (sas)’i kastediyor– onun ümmetinden cennete, benim ümmetimdekilerden daha fazlası girecek.” Dedi.
Ümmetine acıyor, ondan ağlıyor Mûsa (as). Tabii, her peygamber kendi ümmetini evlâtları gibi seviyor, hiç birisinin cehennemde yanmasına gönülleri razı değil, hepsi cennete girsin diye istiyorlar.
Son semâya gelip, kapı sorulan sorular ve verilen cevaplardan sonra açılınca, Peygamber Efendimiz (sas): “Bir de baktım ki, İbrâhim (as) karşımda.” Diyor. Cebrâil (as) dedi ki:
“–Bu senin deden, baban…” Yâni baba derler ama çok eski, babasının babasının babası, çok eski; size göre dede demek: “Bu senin ecdadından ceddin İbrâhim (as), ona selâm ver!” dedi. Cebrâil (as) takdim etti, tanıttı.
“Ben de İbrâhim (as)’a selâm verdim, o da selâmıma karşılık verdi.”
“–Ey salih oğul, merhaba sana! Ey salih peygamber merhaba sana!” dedi.
Burada diğer peygamberlerden farklı bir cevap var, evlat diye, oğul diye hitab ediyor İbrahim (as). [1]
Dediler ey kıble-i İslam-ü din, Kutlu olsun sana Mi’rac-ı Güzin…[2]
[1] Coşan, Prof. Dr. Mahmud Es’ad, Miraç, Peygamberimizin Dilinden Miraç, syf:174-210
[2] Coşan, Prof. Dr. Mahmud Es’ad, Miraç, İslam Fıtrat Dinidir, syf:105
Son düzenleme: