faruk islam
Özel Üye
Hz. Süleyman (a.s.)'ın Mu'cizeleri
Kuşların Dilini Bilmesi
"Ve ey İnsanlar, bize kuşların dili öğretildi, dedi." (Neml; 16)
İncil Hazreti Süleyman (a.s.)’ın kuşlar ile hayvanların dilini bilip bilmediği konusunda kayıtsız kalıyor. Ancak İsrail oğullarının rivayetlerinde bu husus açıklıkla ifade edilmiştir. (Bk: Jewish Encyclopaedia: Cilt: XI, s. 439).
Emrine Cinlerin Verilmesi
"Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan askerleri toplandı. Bunlar daima onunla giderlerdi." (Neml; 17)
Saba Melikesinin Tahtının Anında Getirilmesi
"Kendinde kitaptan bir ilim olan (zât.) 'Ben onu, gölünü yumup açıncaya kadar sana getiririm dedi. Süleyman melikenin taktını karşısında görünce: 'Bu, Rabbimin fazlıdır. Rabbim beni şükür nü veya nankörlük mü edeceğim diye imtihan etti. Şükreden âncak kendi menfaatine şükreder. Nankörlük edenin işinden Rabbim tamamen müstağnidir. O çok kerem sahibidir.' dedi." (Neml; 40)
Hz. Yunus (a.s.) Kıssasının Mu'cizevî Yanı
"Şüphesiz Yunus da gönderilen peygamberlerdendi. Hani o kaçıp bir gemiye girmişti. Kura çekmişlerdi de mağlup olmuştu. O kınanmış bir halde iken onu balık yutmuştu. Eğer Rabbini çok tesbih edenlerden olmasaydı, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.
Onu açık bir sahile attık. O hasta idi. Üzerine kabak cinsinden bir ağaç bitirdik." (Saffat; 139-146)
Hz. Zekeriyya (a.s.)'nın İhtiyar Karısının Çocuk Doğurması
"Ey Rabbim, kendi tarafından bana bir oğul ihsan et. Bana ve Yakub hanedanına mirasçı olsun. Ey Rabbim, onu kendi rızana lâyık kıl, dedi. 'Ey Zekeriya Biz seni, adı Yahya olan bir evlât ile müjdeleriz. Ondan evvel hiç kimseyi bu isimle isimlendirmemiştik,' diye nidâ olundu. Zekeriya, 'Ey Rabbim, Benim nasıl oğlum olur? Karım kısır ve ben de ihtiyarlığın son haddine vardım.' dedi. Nidâ eden melek, 'Evet öyledir. Fakat, Rabbin bu bana kolaydır. Sen hiçbir şey olmadığın halde daha önce seni yaratmıştım buyurdu' dedi. Zekeriya, 'Ey Rabbim, Bana bir alâmet göster' dedi. Melek, 'Senin alâmetin üç gece mütemadiyen insanlarla konuşmamandır.' dedi." (Meryem; 5-10)
Hz. Îsa (a.s.)'nın Mu'cizeleri
Hz. Îsa'nın Babasız Doğması
"Meryem'in oğlu Îsa'yı da, anasını da, bir mu'cize kıldık. Onları suları bol, güzel ve yüksek bir yerde iskân ettik." (Mü'minun; 50)
Dikkat edeceğiniz gibi, burada Hz. Îsa'nın bir Mu'cize ve HİT Meryem'in ayrı bir Mu'cize olduğu, ya da Hz. Îsa ve annesinin iki Mu'cize olduğu değil, ikisinin birleşerek "bir Mu'cize" olduğu vurgulanmıştır. Her ikisi bir arada başlı başına bir ayet veya Mu'cize olduğuna göre, burada Hz. Îsa'nın babasız doğması ve Hz. Meryem'in normal olarak herhangi bir erkek tarafından hamile kalmadan çocuğu doğurması buna birer delil olarak gösterilmişlerdir.
"Kitap'ta Meryem'i zikret. Hani o, ailesinden ayrılıp şark tarafındaki bir yere çekilmişti. Sonra onlarla arasına bir perde çekmişti. O'na ruhumuzu (Cebrail) gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü. Meryem, O'na: 'Eğer Allah'tan korkanlardan isen, senden Allah'a sığınırım.' dedi. Melek, 'Sana temiz bir erkek evlât vermek için Rabbinin gönderdiği bir elçiyim.' dedi. Meryem, 'Nasıl olur da benim oğlum olur? Bana bir beşer eli dokunmamıştır. Ve ben iffetsiz de değilim.' dedi. Melek, 'söylediğin gibisin. Fakat Rabbin: 'Bu hükmolunmuş bir emirdir, buyuruyor.' dedi. Meryem Îsa’ya hamile kaldı. Ve ailesinden uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı O'na kuru bir hurma ağacının yanında geldi. 'Keşke bundan önce öleydim de şimdiye kadar unutulmuş olaydım' dedi." (Meryem; 16-23)
Yukarıdaki ayetlerde zikredilen "uzak yer", Beytellahm'dir. Hz. Meryem'in oraya gitmesi gayet tabiiydi. Meryem, İsrail oğullarının en kutsal ailesine mensup olan Kudüs'te kendisini Allah'ın ibadetine adadığı bir sırada birden bire hamile kalmıştı. Böyle bir durumda, ibadet ettiği yerde kalmaya devam etmesi, bu arada hamileliğinin de belirmesi halinde, sadece ailesi değil, bütün millet, O'nun hayatını çekilmez hale getireceklerdi. Bu sebeple, Hz. Meryem, bu zor imtihandan başarıyla geçebilmek için hücresini terk edip Beytellahm'e gitti. Böylece, hamilelik müddeti sona erinceye kadar İnsanlar tarafından lânetlenmekten ve aşağılanmaktan kurtulacaktı. Bu olay, başlı başına, Hz. Îsa'nın babasız doğduğunun büyük bir delilidir. Eğer her şey normal olsaydı, kendisi evli olup, kocasının çocuğuna hamile kalsaydı, evini, barkını, koca evini, memleketini, kısacası, her şeyini bırakıp çocuğunu doğurmak üzere uzak bir yere gitmesi gerekmezdi.
Bu arada, Hazreti Meryem'in, içinde bulunduğu zor şartları da gözden geçirmeliyiz. Ayetlerin sonunda söylediği sözler bu durumun vehametini gözümüzün önüne getirmektedir. Hz. Meryem bu sözleri, doğum sancısının şiddeti yüzünden söylememişti. Asıl korktuğu, Allah'ın O'nun için hazırladığı sınavı başaramamasıydı. Hamileliğini nasıl olsa başarıyla tamamlamıştı. Şimdi bundan sonra doğacak çocuğun durumu önemliydi. Doğacak çocuk ne olacaktı? O'nun doğumu nasıl izah edilecekti? Hz. Meryem'i kaygılandıran mesele işte buydu. Meryem süresinin 24. ayetinde melek, Hz. Meryem'i, "mahzun olma" diyerek teselli etmektedir. Bu sözler duruma daha da açıklık getirmektedir. Evli bir kadın çocuk doğururken ne kadar sancı çekerse çeksin, onun mahzun veya üzgün olmasına gerek yoktur.
Yeni Doğan Bebeğin Beşikte Konuşması
"Meryem kucağında Îsa olduğu halde kavmine geldi. Onlar, 'Ey Meryem sen acaip bir şey yapmışsın. Ey Harun'un kız kardeşi senin baban fena adam değildi. Anan iffetsiz değildi.' dediler." (Meryem; 27-28)
Hazreti Îsa (a.s.)'nın Mu'cizevî bir şekilde doğmuş olmasına inanmayan kişi ve çevreler, yukarıdaki ayeti nasıl izah edebilirler? Yani, Hz. Meryem'in, çocuğunu alıp kavmi arasına dönmesinden sonra onların O'nun üstüne neden yürüdüklerini, onu niçin azarladıklarını söyleyebilirler mi? Daha bitmedi. Şu ifadeye de dikkat etsinler.
"Bunun üzerine Meryem O'na (Îsa) işaret etti. Kavmi: 'Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?' dedi." (Meryem; 29)
Kur'ân-ı Kerîm'i kendi, sözde "bilimsel" görüşlerine göre tefsir etmeye çalışan kimselere göre, Hz. Meryem ile kavmi arasındaki tartışma Hz. Îsa'nın bebeklik değil, delikanlılık çağında yapılmış ve İsrail oğullarının yaşlı başlı mensuptan güya şöyle demişler: "Biz dünkü çocuk (yani hayli genç) ile ne konuşalım?" Fakat Kur'ân'ın ayetlerinin siyak ve sibak'ını gören herkes anlayacaktır ki bu saçma tevil, sadece gerçekleşmiş olan bir Mu'cizeden kurtulmak için yapılmıştır. Bu tür itirazlarda ve tevillerde bulunanlar, Hz. Meryem'in kavminin kendisine saldırması ve hakaret yağdırmasının gerçek sebebini, şart ve zamanını görmezlikten geliyorlar. Kavmi, babasız bir çocuğun doğması üzerine öfkesini ancak olay taze iken belirtebilirdi. Hz. Îsa'nın gençliğinde böyle bir münakaşanın yapılmasının anlamı yoktur. Sûrenin, bu olaydan hemen önceki ve sonraki ayetlerinde de durura açıklık kazanmış oluyor. Ayrıca, Âl-i İmrân suresinin 46. ve Maide suresinin 110. ayetleri de Hz. Îsa'nın gençliğinde değil, beşikte bebek iken konuştuğunu bütün açıklığıyla ifade etmiştir. Bu ayetlerin ilkinde, melek, Hz. Meryem'e bir çocuğunun olacağını müjdelerken, bu çocuğun beşikle konuşacağını söyler. İkinci ayette ise, Cenab-ı Allah, Hz. Îsa ile kelâm ederken, kendisinin beşikle ve yetişkin iken konuştuğunu hatırlatır. Şimdi Meryem suresinin diğer ayetlerine bakalım.
"Çocuk (Îsa): 'Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi. Ve beni peygamber yaptı. Beni nerede olursam mübarek kıldı... Hayatta olduğum müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme hayırlı ve hürmet kâr kıldı, zorba bir bedbaht yapmadı." (Ayet; 30-32)
Burada görüldüğü gibi, Hz. Îsa sadece "anneme hayırlı ve hürmetkâr" deyimini kullanmıştır. Bu da, Hz. Îsa'nın babasının olmadığının başka bir delilidir. Bunun dışında, Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Îsa'dan söz edilirken hiç bir zaman babasının adı verilmemiş, aksine kendisinin "İbn-i Meryem" (Meryem oğlu) olduğu belirtilmiştir.
"Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak ba's olunacağım gün de, Allah'ın selâmeti üzerimdedir." (Meryem; 33)
İşte, Hz. Îsa'nın varlığıyla İsrail oğullarına sunulan "âyet" veya Mu'cize buydu. Cenab-ı Allah (cc.) İsrail oğullarının kötü amel ve günahlarından dolayı kendilerini ibret verici şekilde cezalandırmadan önce bütün delillerini onaya koymak istiyordu. Bu amaçla, Benî-Harun'un temiz ve dindar bir kızını, Kudüs'te Hz. Zekeriyya'nın öğrencisi olarak dua ve ibadette iken bakire olmasına rağmen Hz. Îsa’ya gebe kıldı. Böylece, Meryem bu çocuğuyla halkın önüne çıkınca büyük bir heyecan fırtınası esecekti ve herkesin dikkatini celbedecekti. Nitekim, beklendiği gibi herkes, heyecan, merak ve öfke içinde Hz. Meryem'e hücum edip etrafını sarınca, Allah yeni doğan bebeği konuşturdu ki, bu bebek büyüyüp peygamberlik mertebesine yükselince, pek çok kişi, bebek iken konuştuğuna şahit olduklarını belirterek O'na ve Allah'ına itaat edebilsinler. Fakat buna rağmen İsrail oğullar1 cehalet, dalâlet ve inatçılıklarını sürdürdükleri için kendilerine Kur'ân-ı Kerim'de Yer Alan Hz. Îsa'nın Diğer Mu'cizeleri
"Ve O der ki: 'Ben size, Rabbinizden Mu'cize ile geldim. Ben size çamurdan kuş gibi bir şey yapar ve ona üflerim. Allah'ın izni ile kuş olur. Allah'ın izni ile anadan doğma körü, abraşı (alaca illetini) iyi ederim ve ölüyü diriltirim. Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri haber veririm. Eğer Allah'a iman edenlerdenseniz bunda sizin için ayet ve ibret vardır." (Âl-i İmrân; 49)
Hz. Muhammed (a.s.) ve Mu'cizeleri
Kur'ân Başlı Başına Bir Mu'cizedir
"Eğer onlara bir ayet getirmezsen 'niçin kendin uydurmadın' derler. De ki 'ben âncak Rabbim tarafından bana vahyolunana tabi olurum. Bu Kur'an, size Rabbiniz tarafından basiret verir. Ve mü'min kavim için hidâyet ve rahmettir." (A'râf; 203)
Kâfirler alaylı bir şekilde Hazreti Muhammed (a.s.)'e soruyorlardı, "madem ki sen kendinin bir nebi olduğunu söylüyorsun, o zaman bir Mu'cize göster de görelim. Niye kendine göre bir Mu'cize uydurmadın?" Fakat bakın, Hz. Peygamber bunlara ne güzel cevap vermiştir.
Şöyle diyordu Hz. Peygamber.
"Ben öyle bir görevde değilim ki, benden talepte bulunulduğu veya canım istediği an bir Mu'cize çıkarıvereyim. Ben sadece Allah'ın elçisiyim. Benim vazifem de beni size peygamber olarak göndermiş olanın emrine ve talimatına uymaktır. Bana Mu'cizeler ihsan edilmemiştir. Ancak bana Mu'cize türünden bir şey gelmiştir, ki bunun adı da Kur'ân-ı Kerim'dir. Bunda hidâyet var, basiret var. Buna uyanlar doğru yolu ve kurtuluşu bulurlar."
Hz. Peygamber Bizzat Mu'cize Meydana Getirmeye Kâdir Değildi
"Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet (Mu'cize) getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidayet üzere loplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma." (En'âm; 35)
Burada Hazreti Peygamber (a.s.)'in halet-i ruhiyesinden bahsedilmiştir. Hz. Peygamber (a.s.) uzun müddet dil dökmesine ve her türlü çaba harcamasına rağmen Arap'ların bir türlü doğru yolu bulmamasına, tek Allah'a itaat etmemesine bazen çok içerlerdi. Ve bu gibi anlarda Allah tarafından herhangi bir alâmet veya Mu'cize gelmesini dilerdi. O'nun fikrine göre, kâfirler bu Mu'cizeyi gördükten sonra kötü yoldan ayrılıp Allah'a itaat etmeye başlayabilirlerdi. Peygamber efendimiz (a.s.)'in bu dilek ve isteklerine işle burada cevap verilmiştir. Burada Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'e şöyle hitap ediyor: "Canını sıkma ve sabırsızlanma. Biz bu işi nasıl yürütüyorsak ona kanı olmalısın, iş Mu'cizeye kalsaydı, bunu biz yapmaz mıydık sanıyorsun? Ama Biz biliyoruz ki, Bizim yaratmak istediğimiz ideolojik ve ahlâkî inkılâb ile dürüst bir medeniyet, Mu'cizelerle gerçekleşmez. Yine de, insanların cahilliği ve kayıtsızlığı canını sıkmaya devam ederse, Mu'cizeler yapmak için kendin uğraşmalısın. Mümkünse, yerin dibine in ya da göklere çık ve kâfirleri ikna edebileceğini sandığın Mu'cizeler getir. Fakat bu hususta ümidini bize bağlama. Biz bu tür işlerde sana yardımcı olamayız."
Hz. Peygamber (a.s.) 'in En Büyük Mu'cizesi, Kur'ân
"Müşrikler: 'Ne olurdu bize Rabbinden bir Mu'cize getireydin?' dediler. Onlara evvelki kitaplarda olan şeylerin beyanı gelmedi mi?" (Tâhâ; 133)
Yani, bir ümmi (Hz. Peygamberdin, geçmişteki tütün semavi kitapların emir ve talimatının özü ve cevheri bulunan bir Kitab'ı getirmiş olması kendi başına bir Mu'cize değil midir? Bu İlâhi Kitapta, insanların hidayet ve kurtuluşu için her şey yer alıyor; üstelik dili ve ifadesi, çöldeki bedevîlerin bile rahat anlayacağı kadar açık ve sade oluyor.
"Bundan evvel sen kitab okumaz ve sağ elinle yazmazdın. Eğer böyle olsaydı batıl taraftarları, bundan şüpheye düşerlerdi. Hayır Kur'ân, kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde apaçık ayetlerdir. Âyetlerimizi ancak zalimler inâden inkâr ederler. Müşrikler, 'ne olurdu O'na (peygambere) Rabbi tarafından Mu'cizeler indirileydi' dediler. De ki: 'Mu'cizeler, Allah'ın kalındandır. Ben sadece, aşikâr bir uyarıcıyım!' Onlara, bizim indirdiğimiz ve kendilerine okunup duran. Kitap Mu'cize olarak kafi gelmedi mi? O kitap'la, iman eden kavim, için şüphesiz bir rahmet ve öğüt vardır." (Ankebût; 49-51)
Bu ayetlerde, Allah'ın delili şu hususlara dayanmakladır. Hz. Muhammed (a.s.) bir ümmi idi; okuması, yazması yoktu. Aralarında doğup büyüdüğü aile ferileri, yakınları ve Mekke'liler, bütün hayalı boyunca ne bir kitaba el sürdüğünü, ne de elinin kalem tuttuğunu görmüşlerdi. Durum böyle iken kendisine vahyolunan ilim deryası Kur'ân, başlı başına bir Mu'cizedir. Zira bu kitapla geçmişteki bütün semavî kitapların ana talimatı, geçmiş peygamberlerin hikâyeleri, dinler ve bunların getirdiği inançlar, eski tarih, medeniyet ve kültür ile iktisat, siyaset ve ahlâk konusundaki bilgi hazineleri vardı. Halbuki, Hz. Muhammed (a.s.) bunlardan tamamıyla habersizdi. Kendisinin, ümmi olmasına rağmen böyle bir Kitap'la kâfirlerin karşısına çıkması zâten peygamberliğinin en büyük deliliydi. Ortada böyle Mu'cizevî bir Kitap varken başka bir Mu'cizeye ne gerek vardı? Eski çağlarda peygamberlerin ümmetlerine gösterilen Mu'cizeler geçiciydi ve sadece onları görmüş olanlar ikna olabilmişlerdi. Oysa, Kitabullah kalıcı ve daimî bir Mu'cizedir ve her zaman insanların hidâyetine vesile olabilir.
Hz. Peygamber (a.s.)'e Kabul Edilebilir Mu'cizelerin Verilmesi
"Eğer Kur'an ile dağlar yürütülse veya onunla yer yarılsa yahut ölüler konuşturulsa, onlar yine iman etmezler." (Ra'd; 31)
Bu ayeti anlayabilmek için şunu bilmekte fayda vardır ki, burada kâfirlere değil müslümanlara hitap edilmiştir. Kâfirler Mu'cizeler gösterilmesini ısrarla isteyince müslümanlar huzursuz oluyordu ve bu mel'unları ikna edecek bir ilâhî işaretin veya bir Mu'cizenin zuhur etmesini içtenlikle istiyorlardı. Müslümanlar, özellikle, böyle bir işaretin gelmemesi üzerine kâfirlerin kalbinde Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliği hakkındaki şüphelerin arttığını görünce daha da rahatsız oluyorlardı, işte böyle bir durumda Cenab-ı Allah kendilerine hitap ederek soruyor ki, "Kur'ân-ı Kerîm'in, falan falan ayetlerin inmesiyle, falan falan Mu'cizelerin meydana gelmesi halinde kâfirlerin gerçekten ikna olacaklarına, Hz. Peygamber'e iman edeceklerine inanıyor musunuz? Bu sapık kimselerin Hakk'ı kabul edecekleri konusunda o kadar iyimser misiniz? Onların iman etmeleri için sadece bir Mu'cizeye mi ihtiyaç vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in talimatında, kainat'ın bin bir hareketinde, Hz. Muhammed'in temiz karakterinde, sahabelerin yaşamlarındaki görülmez inkılap'ta ilâhî ışığı göremeyenler, dağların yürütülmesi, yerin yarılması ve ölülerin mezarlarından çıkıp konuşmaya başlamalarında mı hakikati göreceklerdi.
"Eğer istersek, onlara semadan bir Mu'cize indiririz de ona boyunları eğilip kahr." (Şuarâ; 4)
Yani, bütün kâfirlerin imana ve itaate yönelmelerini mümkün kılacak işaret veya Mu'cize göndermek Cenâb-ı Allah için hiç de zor bir şey değildir. Allah eğer böyle yapmıyorsa, bundan, kudretinin buna yetmediği anlaşılmamalıdır. Allah'ın böyle yapmamasının sebebi, kimseyi hidayete mecbur etmemesi ilkesidir. O, insanların kendi akıl ve mantıklarını kullanarak Kur'ân-ı Kerîm'in talimatını öğrenmelerini ve Hakk'ı bulmalarını tercih etmektedir. İnsanlar kâinattaki nesneleri ve bizzat kendi varlıklarındaki Mu'cizevî yanları kavrayıp gerçeği bilmelidirler. Kalpleri, peygamberlerin getirdiğinin Hak ve diğer bütün din ve akidelerin batıl olduğunu kabul edince, kendileri de bâtılı bırakıp Hakk'ı seçmelidirler. Allah, kullarından işte bu ihtiyarî iman ve itaat istemektedir. Ve işte bu nedenle, kendilerine irade ile seçme hak ve hürriyeti vermiştir. İşte bu sebeple, insanlara, yanlış ya da doğru yollara gitme izni vermiştir. Ve onlarda hem şer hem hayır kuvvet ve kudretlerini yaratmıştır, insan için takvâ ve günah yolunu açık bırakmıştır. Şeytan'a insanları kandırma ve aldatma serbestisi tanımıştır. Peygamberliği, vahiy ve hidâyete davet ile doğru yolu göstermek için halk etmiştir. Kısacası, insana maddi ve manevî her türlü imkânlar sağlamak sureliyle kendisini çetin bir sınavdan geçirmeyi plânlamıştır. İnsanı imana ve itaate mecbur edecek herhangi bir fiil bu sınavın temel amacına aykırı düşer. Gaye ve hedef zoraki ve mecburi iman olsaydı, o zaman Mu'cizeye de gerek yoktu. Allah isteseydi insanların tabiatında ve huyunda küfre, itaatsizliğe ve kötülüğe hiç yer bırakmazdı. İnsanları, adeta melekler gibi masum ve günah işleme yeteneğinden yoksun yaratabilirdi. İnsanlar doğuştan Allah'a itaatkâr ve sâdık olurdu. Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli yerlerde bu hakikate işaret edilmiştir. Meselâ:
"Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki kimselerin tamamı birden iman ederlerdi. Böyle olunca, sen, insanların tamamı mü'min olsunlar diye zorlayacak mısın?" (Yunus; 90)
"Ancak Rabbinin rahmet etlikleri ihtilâfta değildirler. Allah onları rahmeti için yaratmıştır. (Hûd; 119)
Ve şu ayetlere de bakın:
"Yeryüzüne bakmadılar mı ki, biz onda, güzel çiftlen nice nebatlar bitirdik. Bunda, ibret ve kudretimize delâlet vardır, Fakat onların çoğu iman etmezler." (Şuara; 7-8)
Demek ki, Hakk'ın arayışı içinde olanların Allah'ın alâmet ve işaretlerini görmek için uzağa gitmelerine gerek yoktur. Ey insanların gözlerini açıp şöyle bir etrafa bakmaları yeterlidir. Her şeyden önce toprağın verimliliğine bir göz atmalıdırlar. Topraktan ne çok bitki ve ağaçların yetiştiğini, bu nebat ve diğer toprak mahsullerinin vasıflarını görmelidirler. Kâinattaki milyonlarca cins, madde ve varlıkların özellik ve ihtiyaçlarını tek tek incelemelidirler. Bütün bunları gördükten sonra, bunların tabiatüstü ve insanüstü, akıllı, bilgili, yetenekli ve kudretli bir Kuvvetin yaradılış plânı ve sisteminin birer parçası olmadığını ancak bir akılsız iddia edebilir. Bunları gördükten sonra aklıselime sahip olan bir kimse, peygamberlerin getirdiği Tek ve Nihaî Hakikat kavramının mı yoksa kâfir ve müşriklerin çok tanrılı kavramının mı doğru olduğuna karar vermelidir. Kâinatımızdaki eşsiz denge ve uyumu gören bir kişi, bu gerçeğin bile Allah'ın tek oluşunun en büyük işareti olduğunu anlayacaktır. Bu ve bunun benzeri sayısız işaretler varken insanın Tevhid'e inanması için başka bir Mu'cizeye ihtiyaç var mıdır?
Ayın İkiye Bölünmesiyle İlgili Hadisler
"Kıyamet yaklaştı ve ay bölündü. Onlar bir Mu'cize görseler yüz çevirip, 'bu devam edegelen kuvvetti bir sihirdir' derler. Onu tekzip elliler. Ve hevâlarına tabi oldular. Halbuki her iş bir gayeye bağlıdır." (Kamer; 1-3)
Gerçek şu ki, ayın ikiye bölünmesi vak'ası Kur'ân-ı Kerim'de açık bir ifade ile zikredilmiştir ve bu bakımdan, bu olay sadece hadisleri ilgilendiren veya onlardan kaynaklanan bir konu değildir. Tabii ki, rivayetler veya hadislerde bu olay bütün ayrıntılarıyla anlatılmıştır ve bunlardan olayın ne zaman ve nasıl meydana geldiği anlaşılmaktadır. Rivâyetleri, İmam Buhari, Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebû Avâne, Ebû Dâvud, Tayalisî, Abdurrezzâk, İbn-i Cerîr, Beyhâki, Taberânî, İbn-i Merdûye, ve Ebû Nuaym İsfahani çeşitli delillerle ve Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Mes'ud, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Abdullah bin Ömer, Hz. Huzeyfe, Hz. Enes bin Malik ve Hz. Cubeyr bin Mut'im'e dayanarak nakletmişlerdir. Abdullah bin Mes'ud Hz. Huzeyfe ve Hz. Cubeyr bin Mut'im olayın görgü tanıklarıdır ve bunu açıkça ifade etmişlerdir. Diğer iki sahabe, örneğin Abdullah bin Abbas ile Hz. Enes bin Malik olayın görgü tanıkları olamazlar. Zira bunlardan ilki, (Hz. Abdullah,) daha doğmadan olay meydana gelmişti ve ikincisi, (Enes), o sıralarda henüz bir çocuktu. Fakat her ikisi de sahabe olduğu için olayı, yaşlı arkadaşlarından öğrenip nakletmiş olabilirler.
Hadislerin Özeti
Ayın bölünmesi olayıyla ilgili eldeki bütün hadislerin toplanmasından çıkarılan özet şudur. Medine'ye Hicret'e 5 sene kala, kamerî ayın 14. gününde bir akşam vaktiydi. Ve tam o zamanda yeni doğan ay birden bire ikiye bölündü. Bir parçası karşıdaki tepenin bir tarafına, ikinci parçası da öteki tarafına gitti. Bu bir saniyelik bir hadise idi. Sonra ayın iki parçası birleşiverdi. Hazreti Peygamber (a.s.) o sırada Mina'da bulunuyordu. Hz. Peygamber orada hazır bulunanlara hitap ederek, "bakın ve şahit olun" dedi. Kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)'in kendilerini büyülediğini öne sürdüler, bu sebepten gözlerinin iyi görmediğini söylediler, Orada bulunan diğer kimseler, "Muhammed (a.s.) bizi büyüleyebilirdi, ana burada olmayanları değil. Biraz bekleyin, bu tarafa gelmekte olanlara soralım. Acaba onlar bu hadiseyi görmüşler midir?" Dışardan gelenler bu olaya tanık olduklarını kabul ettiler.
Hz. Enes'e ait olan rivayetlerden, ayın bölünmesi olayının iki defa meydana geldiği izlenimi alınıyor. Ancak sahabelerden, başka hiçbir kimse böyle bir şey söylememiştir. Ayrıca, Hz. Enes'in rivayetlerinden bazılarında da farklı ifadelere rastlanıyor. Mesela, bazılarında (iki defa) ifadesi kullanılmışken diğerlerinde (iki parça) ifadesi yer almıştır. Bunun dışında, Kur'ân-ı Kerim'de sadece bir olaydan bahsedilmiştir. Bu sebeplerle, ayın ikiye bölünmesi olayının yalnızca bir kez meydana geldiğini söylemek daha doğru olacaktır. Bu rivayetlerin dışında halk arasında çeşitli yanlış inanç ve fikirler yaygındır. Mesela, bazıları der ki, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) işaret parmağını aya doğru uzatarak hareket edince ay ikiye bölündü ve ay parçalarından biri Hz. Peygamber (a.s.)'ir bağrından girdi ve dışarıya çıktı. Bu gibi masallar asılsızdır.
Olayın Gerçek Niteliği ve Anlamı
Burada şu soru aklımıza geliyor: Acaba olayın niteliği neydi? Bu gerçekten bir Mu'cize miydi yoksa tabii bir olay mı? Eğer bu Mu'cize ise, bunu Hz. Muhammed (a.s.) Mekke'li kâfirlerin isteği ve ısrarı üzerine kendi peygamberliğini ispat etmek için mi gerçekleştirmişti? Yoksa, Allah'ın kudretiyle ayda meydana gelen bir değişiklik miydi? Acaba, Hz. Peygamber insanların dikkatini bu olaya çekerek, ayın bölünmesinin bir tehlike belirtisi veya kıyametin işareti olduğunu mu anlatmak istemişti?
Müslüman âlim ve fakihlerin bir bölümü, ayın bölünmesini, Hz. Muhammed (a.s.)'in Mu'cizeleri arasında saymaktadırlar. Bu âlimlere göre, bu Mu'cize, kâfirlerin ısrarı üzerine yapılmıştı. Ama bu hususta dayandıktan tek nokta Hz. Enes'in rivayetleridir. Hz. Enes'ten başka herhangi bir sahabe bu hususta herhangi bir ifadede bulunmamıştır. "Feth-ul Barî" de İbn Hacer diyor ki: "Bu olay ile ilgili bütün rivayetleri gözden geçirdikten sonra söyleyebilirim ki, Hz. Enes'ten başka kimse ayın ikiye bölünme hadisesinin müşriklerin isteği üzerine vuku bulduğunu belirtmemiştir." (Bölüm: Ayın Bölünmesi). Ebû Nuaym İsfahani de "Delâil-i Nübüvvetle Hz. Abdullah bin Abbas'a ait olduğunu belirttiği benzeri bir rivayet nakletmiştir. Ama bu rivâyetin kaynağı ve dayanağı zayıftır. Hadislerde kuvvetli dayanaklarla Hz. Abdullah bin Abbas'a ait olan ne kadar rivayet nakledilmişse onlarda böyle bir ifade yoktur. Ayrıca, daha önce işaret ettiğimiz gibi Hz. Enes bin Malik ile Hz. Abdullah bin Abbas bu olayın muasırı değillerdi. Bunun aksine, olayın görgü tanığı veya o sırada yetişkin olan diğer sahabeler, meselâ Hz. Abdullah bin Mes'ud, Hz. Huzeyfe, Hz. Cubeyr bin Mut'im, Hz. Ali ve Hz. Abdullah bin Ömer'den hiçbiri, Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed (a.s.)'den Mu'cize göstermesini islediklerini ve bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.)'in ayı ikiye böldüğünü belirtmemişlerdir. Her şey bir yana, Kur'ân-ı Kerim de, ayın bölünmesi olayını, Hz. Muhammed (a.s.)'in risaletinin bir delili değil, kıyametin bir işareti olduğunu ifade etmektedir. Fakat, şüphe yok ki, bu olay Hazreti Peygamber (a.s.)'in kıyametin gelişine dair halka yaptığı ikazını doğrular nitelikleydi.
İtirazlar ve Bunlara Cevaplar
Ayın ikiye bölünmesi olayını inkâr edenler genellikle iki itirazda bulunurlar. İlk itiraz şöyledir. Ay gibi bir uydunun parçalanıp, parçalardan her birinin yüzlerce kilometre uzağa düşerek tekrar birleşmeleri imkânsızdır. İkinci itiraz şöyledir. Böyle bir olay meydana gelmiş olsaydı, bu mutlaka dünyada pek çok ülkede bilinmiş olacaktı. Bu olay tarihe geçecekti ve astronomi ile ilgili kitaplara girecekti. Fakat, bu iki itiraz da asılsızdır ve pek inandırıcı değildir. Şöyle ki, eski çağlarda ayın bölünmesi gibi bir olay imkânsız görülebilirdi. Ama bugün uydular ve gezegenler ile ilgili geniş bilgimize dayanarak böyle bir olayın tamamıyla gerçekdışı olduğunu söyleyemeyiz. Her zaman değişiklik ve doğa elemanlarının faaliyette olduğu bu çağda, bir seyyarenin, içindeki volkanik patlamadan dolayı parçalanarak, bazı parçaların uzağa fırlaması ve yer çekimi yada başka bir gezegenin çekimi yüzünden tekrar birleşmelerini anlamamız o kadar zor olmasa gerek. İkinci itiraza gelince, bu olay çok âni ve kısa süreliydi, yani birkaç saniyelik. Bütün dünyanın gözünün o anda ayda olması şart değildir. İnsanların dikkatini aya çevirecek müthiş bir patlama filan da olmamıştı. Bununla ilgili önceden herhangi bir bilgi de yoktu, ki herkes aya doğru baksın. Ayrıca ay her zaman her yerden görülmez. Çok muhtemeldir ki ay o sırada sadece Arabistan ve onun doğusundaki ülkeler tarafından görülebiliyordu. Tarih ilmi o devirde öyle gelişmiş değildi ki hemen kayda geçirilsin. Fakat Güney Doğu Asya'daki memleketlerden Mala-bar'ın (Endonezya'da) tarihlerinde böyle bir vak'aya rastlanıyor. Bu tarih kitaplarında Malabar mihracesinin o gece bu manzarayı gördüğü, ayın hızı, dünyanın yörüngesinde dönüşü, doğuş ve batış saatlerinde önemli bir değişiklik meydana gelmediği için kaydı da yapılmamıştır. O çağlarda, gökte ve uzayda meydana gelebilecek her olayı kaydedecek ne rasathaneler vardı ne de kuvvetli dürbünler.ALINTI
Kuşların Dilini Bilmesi
"Ve ey İnsanlar, bize kuşların dili öğretildi, dedi." (Neml; 16)
İncil Hazreti Süleyman (a.s.)’ın kuşlar ile hayvanların dilini bilip bilmediği konusunda kayıtsız kalıyor. Ancak İsrail oğullarının rivayetlerinde bu husus açıklıkla ifade edilmiştir. (Bk: Jewish Encyclopaedia: Cilt: XI, s. 439).
Emrine Cinlerin Verilmesi
"Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan askerleri toplandı. Bunlar daima onunla giderlerdi." (Neml; 17)
Saba Melikesinin Tahtının Anında Getirilmesi
"Kendinde kitaptan bir ilim olan (zât.) 'Ben onu, gölünü yumup açıncaya kadar sana getiririm dedi. Süleyman melikenin taktını karşısında görünce: 'Bu, Rabbimin fazlıdır. Rabbim beni şükür nü veya nankörlük mü edeceğim diye imtihan etti. Şükreden âncak kendi menfaatine şükreder. Nankörlük edenin işinden Rabbim tamamen müstağnidir. O çok kerem sahibidir.' dedi." (Neml; 40)
Hz. Yunus (a.s.) Kıssasının Mu'cizevî Yanı
"Şüphesiz Yunus da gönderilen peygamberlerdendi. Hani o kaçıp bir gemiye girmişti. Kura çekmişlerdi de mağlup olmuştu. O kınanmış bir halde iken onu balık yutmuştu. Eğer Rabbini çok tesbih edenlerden olmasaydı, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.
Onu açık bir sahile attık. O hasta idi. Üzerine kabak cinsinden bir ağaç bitirdik." (Saffat; 139-146)
Hz. Zekeriyya (a.s.)'nın İhtiyar Karısının Çocuk Doğurması
"Ey Rabbim, kendi tarafından bana bir oğul ihsan et. Bana ve Yakub hanedanına mirasçı olsun. Ey Rabbim, onu kendi rızana lâyık kıl, dedi. 'Ey Zekeriya Biz seni, adı Yahya olan bir evlât ile müjdeleriz. Ondan evvel hiç kimseyi bu isimle isimlendirmemiştik,' diye nidâ olundu. Zekeriya, 'Ey Rabbim, Benim nasıl oğlum olur? Karım kısır ve ben de ihtiyarlığın son haddine vardım.' dedi. Nidâ eden melek, 'Evet öyledir. Fakat, Rabbin bu bana kolaydır. Sen hiçbir şey olmadığın halde daha önce seni yaratmıştım buyurdu' dedi. Zekeriya, 'Ey Rabbim, Bana bir alâmet göster' dedi. Melek, 'Senin alâmetin üç gece mütemadiyen insanlarla konuşmamandır.' dedi." (Meryem; 5-10)
Hz. Îsa (a.s.)'nın Mu'cizeleri
Hz. Îsa'nın Babasız Doğması
"Meryem'in oğlu Îsa'yı da, anasını da, bir mu'cize kıldık. Onları suları bol, güzel ve yüksek bir yerde iskân ettik." (Mü'minun; 50)
Dikkat edeceğiniz gibi, burada Hz. Îsa'nın bir Mu'cize ve HİT Meryem'in ayrı bir Mu'cize olduğu, ya da Hz. Îsa ve annesinin iki Mu'cize olduğu değil, ikisinin birleşerek "bir Mu'cize" olduğu vurgulanmıştır. Her ikisi bir arada başlı başına bir ayet veya Mu'cize olduğuna göre, burada Hz. Îsa'nın babasız doğması ve Hz. Meryem'in normal olarak herhangi bir erkek tarafından hamile kalmadan çocuğu doğurması buna birer delil olarak gösterilmişlerdir.
"Kitap'ta Meryem'i zikret. Hani o, ailesinden ayrılıp şark tarafındaki bir yere çekilmişti. Sonra onlarla arasına bir perde çekmişti. O'na ruhumuzu (Cebrail) gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü. Meryem, O'na: 'Eğer Allah'tan korkanlardan isen, senden Allah'a sığınırım.' dedi. Melek, 'Sana temiz bir erkek evlât vermek için Rabbinin gönderdiği bir elçiyim.' dedi. Meryem, 'Nasıl olur da benim oğlum olur? Bana bir beşer eli dokunmamıştır. Ve ben iffetsiz de değilim.' dedi. Melek, 'söylediğin gibisin. Fakat Rabbin: 'Bu hükmolunmuş bir emirdir, buyuruyor.' dedi. Meryem Îsa’ya hamile kaldı. Ve ailesinden uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı O'na kuru bir hurma ağacının yanında geldi. 'Keşke bundan önce öleydim de şimdiye kadar unutulmuş olaydım' dedi." (Meryem; 16-23)
Yukarıdaki ayetlerde zikredilen "uzak yer", Beytellahm'dir. Hz. Meryem'in oraya gitmesi gayet tabiiydi. Meryem, İsrail oğullarının en kutsal ailesine mensup olan Kudüs'te kendisini Allah'ın ibadetine adadığı bir sırada birden bire hamile kalmıştı. Böyle bir durumda, ibadet ettiği yerde kalmaya devam etmesi, bu arada hamileliğinin de belirmesi halinde, sadece ailesi değil, bütün millet, O'nun hayatını çekilmez hale getireceklerdi. Bu sebeple, Hz. Meryem, bu zor imtihandan başarıyla geçebilmek için hücresini terk edip Beytellahm'e gitti. Böylece, hamilelik müddeti sona erinceye kadar İnsanlar tarafından lânetlenmekten ve aşağılanmaktan kurtulacaktı. Bu olay, başlı başına, Hz. Îsa'nın babasız doğduğunun büyük bir delilidir. Eğer her şey normal olsaydı, kendisi evli olup, kocasının çocuğuna hamile kalsaydı, evini, barkını, koca evini, memleketini, kısacası, her şeyini bırakıp çocuğunu doğurmak üzere uzak bir yere gitmesi gerekmezdi.
Bu arada, Hazreti Meryem'in, içinde bulunduğu zor şartları da gözden geçirmeliyiz. Ayetlerin sonunda söylediği sözler bu durumun vehametini gözümüzün önüne getirmektedir. Hz. Meryem bu sözleri, doğum sancısının şiddeti yüzünden söylememişti. Asıl korktuğu, Allah'ın O'nun için hazırladığı sınavı başaramamasıydı. Hamileliğini nasıl olsa başarıyla tamamlamıştı. Şimdi bundan sonra doğacak çocuğun durumu önemliydi. Doğacak çocuk ne olacaktı? O'nun doğumu nasıl izah edilecekti? Hz. Meryem'i kaygılandıran mesele işte buydu. Meryem süresinin 24. ayetinde melek, Hz. Meryem'i, "mahzun olma" diyerek teselli etmektedir. Bu sözler duruma daha da açıklık getirmektedir. Evli bir kadın çocuk doğururken ne kadar sancı çekerse çeksin, onun mahzun veya üzgün olmasına gerek yoktur.
Yeni Doğan Bebeğin Beşikte Konuşması
"Meryem kucağında Îsa olduğu halde kavmine geldi. Onlar, 'Ey Meryem sen acaip bir şey yapmışsın. Ey Harun'un kız kardeşi senin baban fena adam değildi. Anan iffetsiz değildi.' dediler." (Meryem; 27-28)
Hazreti Îsa (a.s.)'nın Mu'cizevî bir şekilde doğmuş olmasına inanmayan kişi ve çevreler, yukarıdaki ayeti nasıl izah edebilirler? Yani, Hz. Meryem'in, çocuğunu alıp kavmi arasına dönmesinden sonra onların O'nun üstüne neden yürüdüklerini, onu niçin azarladıklarını söyleyebilirler mi? Daha bitmedi. Şu ifadeye de dikkat etsinler.
"Bunun üzerine Meryem O'na (Îsa) işaret etti. Kavmi: 'Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?' dedi." (Meryem; 29)
Kur'ân-ı Kerîm'i kendi, sözde "bilimsel" görüşlerine göre tefsir etmeye çalışan kimselere göre, Hz. Meryem ile kavmi arasındaki tartışma Hz. Îsa'nın bebeklik değil, delikanlılık çağında yapılmış ve İsrail oğullarının yaşlı başlı mensuptan güya şöyle demişler: "Biz dünkü çocuk (yani hayli genç) ile ne konuşalım?" Fakat Kur'ân'ın ayetlerinin siyak ve sibak'ını gören herkes anlayacaktır ki bu saçma tevil, sadece gerçekleşmiş olan bir Mu'cizeden kurtulmak için yapılmıştır. Bu tür itirazlarda ve tevillerde bulunanlar, Hz. Meryem'in kavminin kendisine saldırması ve hakaret yağdırmasının gerçek sebebini, şart ve zamanını görmezlikten geliyorlar. Kavmi, babasız bir çocuğun doğması üzerine öfkesini ancak olay taze iken belirtebilirdi. Hz. Îsa'nın gençliğinde böyle bir münakaşanın yapılmasının anlamı yoktur. Sûrenin, bu olaydan hemen önceki ve sonraki ayetlerinde de durura açıklık kazanmış oluyor. Ayrıca, Âl-i İmrân suresinin 46. ve Maide suresinin 110. ayetleri de Hz. Îsa'nın gençliğinde değil, beşikte bebek iken konuştuğunu bütün açıklığıyla ifade etmiştir. Bu ayetlerin ilkinde, melek, Hz. Meryem'e bir çocuğunun olacağını müjdelerken, bu çocuğun beşikle konuşacağını söyler. İkinci ayette ise, Cenab-ı Allah, Hz. Îsa ile kelâm ederken, kendisinin beşikle ve yetişkin iken konuştuğunu hatırlatır. Şimdi Meryem suresinin diğer ayetlerine bakalım.
"Çocuk (Îsa): 'Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi. Ve beni peygamber yaptı. Beni nerede olursam mübarek kıldı... Hayatta olduğum müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme hayırlı ve hürmet kâr kıldı, zorba bir bedbaht yapmadı." (Ayet; 30-32)
Burada görüldüğü gibi, Hz. Îsa sadece "anneme hayırlı ve hürmetkâr" deyimini kullanmıştır. Bu da, Hz. Îsa'nın babasının olmadığının başka bir delilidir. Bunun dışında, Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Îsa'dan söz edilirken hiç bir zaman babasının adı verilmemiş, aksine kendisinin "İbn-i Meryem" (Meryem oğlu) olduğu belirtilmiştir.
"Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak ba's olunacağım gün de, Allah'ın selâmeti üzerimdedir." (Meryem; 33)
İşte, Hz. Îsa'nın varlığıyla İsrail oğullarına sunulan "âyet" veya Mu'cize buydu. Cenab-ı Allah (cc.) İsrail oğullarının kötü amel ve günahlarından dolayı kendilerini ibret verici şekilde cezalandırmadan önce bütün delillerini onaya koymak istiyordu. Bu amaçla, Benî-Harun'un temiz ve dindar bir kızını, Kudüs'te Hz. Zekeriyya'nın öğrencisi olarak dua ve ibadette iken bakire olmasına rağmen Hz. Îsa’ya gebe kıldı. Böylece, Meryem bu çocuğuyla halkın önüne çıkınca büyük bir heyecan fırtınası esecekti ve herkesin dikkatini celbedecekti. Nitekim, beklendiği gibi herkes, heyecan, merak ve öfke içinde Hz. Meryem'e hücum edip etrafını sarınca, Allah yeni doğan bebeği konuşturdu ki, bu bebek büyüyüp peygamberlik mertebesine yükselince, pek çok kişi, bebek iken konuştuğuna şahit olduklarını belirterek O'na ve Allah'ına itaat edebilsinler. Fakat buna rağmen İsrail oğullar1 cehalet, dalâlet ve inatçılıklarını sürdürdükleri için kendilerine Kur'ân-ı Kerim'de Yer Alan Hz. Îsa'nın Diğer Mu'cizeleri
"Ve O der ki: 'Ben size, Rabbinizden Mu'cize ile geldim. Ben size çamurdan kuş gibi bir şey yapar ve ona üflerim. Allah'ın izni ile kuş olur. Allah'ın izni ile anadan doğma körü, abraşı (alaca illetini) iyi ederim ve ölüyü diriltirim. Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri haber veririm. Eğer Allah'a iman edenlerdenseniz bunda sizin için ayet ve ibret vardır." (Âl-i İmrân; 49)
Hz. Muhammed (a.s.) ve Mu'cizeleri
Kur'ân Başlı Başına Bir Mu'cizedir
"Eğer onlara bir ayet getirmezsen 'niçin kendin uydurmadın' derler. De ki 'ben âncak Rabbim tarafından bana vahyolunana tabi olurum. Bu Kur'an, size Rabbiniz tarafından basiret verir. Ve mü'min kavim için hidâyet ve rahmettir." (A'râf; 203)
Kâfirler alaylı bir şekilde Hazreti Muhammed (a.s.)'e soruyorlardı, "madem ki sen kendinin bir nebi olduğunu söylüyorsun, o zaman bir Mu'cize göster de görelim. Niye kendine göre bir Mu'cize uydurmadın?" Fakat bakın, Hz. Peygamber bunlara ne güzel cevap vermiştir.
Şöyle diyordu Hz. Peygamber.
"Ben öyle bir görevde değilim ki, benden talepte bulunulduğu veya canım istediği an bir Mu'cize çıkarıvereyim. Ben sadece Allah'ın elçisiyim. Benim vazifem de beni size peygamber olarak göndermiş olanın emrine ve talimatına uymaktır. Bana Mu'cizeler ihsan edilmemiştir. Ancak bana Mu'cize türünden bir şey gelmiştir, ki bunun adı da Kur'ân-ı Kerim'dir. Bunda hidâyet var, basiret var. Buna uyanlar doğru yolu ve kurtuluşu bulurlar."
Hz. Peygamber Bizzat Mu'cize Meydana Getirmeye Kâdir Değildi
"Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet (Mu'cize) getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidayet üzere loplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma." (En'âm; 35)
Burada Hazreti Peygamber (a.s.)'in halet-i ruhiyesinden bahsedilmiştir. Hz. Peygamber (a.s.) uzun müddet dil dökmesine ve her türlü çaba harcamasına rağmen Arap'ların bir türlü doğru yolu bulmamasına, tek Allah'a itaat etmemesine bazen çok içerlerdi. Ve bu gibi anlarda Allah tarafından herhangi bir alâmet veya Mu'cize gelmesini dilerdi. O'nun fikrine göre, kâfirler bu Mu'cizeyi gördükten sonra kötü yoldan ayrılıp Allah'a itaat etmeye başlayabilirlerdi. Peygamber efendimiz (a.s.)'in bu dilek ve isteklerine işle burada cevap verilmiştir. Burada Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'e şöyle hitap ediyor: "Canını sıkma ve sabırsızlanma. Biz bu işi nasıl yürütüyorsak ona kanı olmalısın, iş Mu'cizeye kalsaydı, bunu biz yapmaz mıydık sanıyorsun? Ama Biz biliyoruz ki, Bizim yaratmak istediğimiz ideolojik ve ahlâkî inkılâb ile dürüst bir medeniyet, Mu'cizelerle gerçekleşmez. Yine de, insanların cahilliği ve kayıtsızlığı canını sıkmaya devam ederse, Mu'cizeler yapmak için kendin uğraşmalısın. Mümkünse, yerin dibine in ya da göklere çık ve kâfirleri ikna edebileceğini sandığın Mu'cizeler getir. Fakat bu hususta ümidini bize bağlama. Biz bu tür işlerde sana yardımcı olamayız."
Hz. Peygamber (a.s.) 'in En Büyük Mu'cizesi, Kur'ân
"Müşrikler: 'Ne olurdu bize Rabbinden bir Mu'cize getireydin?' dediler. Onlara evvelki kitaplarda olan şeylerin beyanı gelmedi mi?" (Tâhâ; 133)
Yani, bir ümmi (Hz. Peygamberdin, geçmişteki tütün semavi kitapların emir ve talimatının özü ve cevheri bulunan bir Kitab'ı getirmiş olması kendi başına bir Mu'cize değil midir? Bu İlâhi Kitapta, insanların hidayet ve kurtuluşu için her şey yer alıyor; üstelik dili ve ifadesi, çöldeki bedevîlerin bile rahat anlayacağı kadar açık ve sade oluyor.
"Bundan evvel sen kitab okumaz ve sağ elinle yazmazdın. Eğer böyle olsaydı batıl taraftarları, bundan şüpheye düşerlerdi. Hayır Kur'ân, kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde apaçık ayetlerdir. Âyetlerimizi ancak zalimler inâden inkâr ederler. Müşrikler, 'ne olurdu O'na (peygambere) Rabbi tarafından Mu'cizeler indirileydi' dediler. De ki: 'Mu'cizeler, Allah'ın kalındandır. Ben sadece, aşikâr bir uyarıcıyım!' Onlara, bizim indirdiğimiz ve kendilerine okunup duran. Kitap Mu'cize olarak kafi gelmedi mi? O kitap'la, iman eden kavim, için şüphesiz bir rahmet ve öğüt vardır." (Ankebût; 49-51)
Bu ayetlerde, Allah'ın delili şu hususlara dayanmakladır. Hz. Muhammed (a.s.) bir ümmi idi; okuması, yazması yoktu. Aralarında doğup büyüdüğü aile ferileri, yakınları ve Mekke'liler, bütün hayalı boyunca ne bir kitaba el sürdüğünü, ne de elinin kalem tuttuğunu görmüşlerdi. Durum böyle iken kendisine vahyolunan ilim deryası Kur'ân, başlı başına bir Mu'cizedir. Zira bu kitapla geçmişteki bütün semavî kitapların ana talimatı, geçmiş peygamberlerin hikâyeleri, dinler ve bunların getirdiği inançlar, eski tarih, medeniyet ve kültür ile iktisat, siyaset ve ahlâk konusundaki bilgi hazineleri vardı. Halbuki, Hz. Muhammed (a.s.) bunlardan tamamıyla habersizdi. Kendisinin, ümmi olmasına rağmen böyle bir Kitap'la kâfirlerin karşısına çıkması zâten peygamberliğinin en büyük deliliydi. Ortada böyle Mu'cizevî bir Kitap varken başka bir Mu'cizeye ne gerek vardı? Eski çağlarda peygamberlerin ümmetlerine gösterilen Mu'cizeler geçiciydi ve sadece onları görmüş olanlar ikna olabilmişlerdi. Oysa, Kitabullah kalıcı ve daimî bir Mu'cizedir ve her zaman insanların hidâyetine vesile olabilir.
Hz. Peygamber (a.s.)'e Kabul Edilebilir Mu'cizelerin Verilmesi
"Eğer Kur'an ile dağlar yürütülse veya onunla yer yarılsa yahut ölüler konuşturulsa, onlar yine iman etmezler." (Ra'd; 31)
Bu ayeti anlayabilmek için şunu bilmekte fayda vardır ki, burada kâfirlere değil müslümanlara hitap edilmiştir. Kâfirler Mu'cizeler gösterilmesini ısrarla isteyince müslümanlar huzursuz oluyordu ve bu mel'unları ikna edecek bir ilâhî işaretin veya bir Mu'cizenin zuhur etmesini içtenlikle istiyorlardı. Müslümanlar, özellikle, böyle bir işaretin gelmemesi üzerine kâfirlerin kalbinde Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliği hakkındaki şüphelerin arttığını görünce daha da rahatsız oluyorlardı, işte böyle bir durumda Cenab-ı Allah kendilerine hitap ederek soruyor ki, "Kur'ân-ı Kerîm'in, falan falan ayetlerin inmesiyle, falan falan Mu'cizelerin meydana gelmesi halinde kâfirlerin gerçekten ikna olacaklarına, Hz. Peygamber'e iman edeceklerine inanıyor musunuz? Bu sapık kimselerin Hakk'ı kabul edecekleri konusunda o kadar iyimser misiniz? Onların iman etmeleri için sadece bir Mu'cizeye mi ihtiyaç vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in talimatında, kainat'ın bin bir hareketinde, Hz. Muhammed'in temiz karakterinde, sahabelerin yaşamlarındaki görülmez inkılap'ta ilâhî ışığı göremeyenler, dağların yürütülmesi, yerin yarılması ve ölülerin mezarlarından çıkıp konuşmaya başlamalarında mı hakikati göreceklerdi.
"Eğer istersek, onlara semadan bir Mu'cize indiririz de ona boyunları eğilip kahr." (Şuarâ; 4)
Yani, bütün kâfirlerin imana ve itaate yönelmelerini mümkün kılacak işaret veya Mu'cize göndermek Cenâb-ı Allah için hiç de zor bir şey değildir. Allah eğer böyle yapmıyorsa, bundan, kudretinin buna yetmediği anlaşılmamalıdır. Allah'ın böyle yapmamasının sebebi, kimseyi hidayete mecbur etmemesi ilkesidir. O, insanların kendi akıl ve mantıklarını kullanarak Kur'ân-ı Kerîm'in talimatını öğrenmelerini ve Hakk'ı bulmalarını tercih etmektedir. İnsanlar kâinattaki nesneleri ve bizzat kendi varlıklarındaki Mu'cizevî yanları kavrayıp gerçeği bilmelidirler. Kalpleri, peygamberlerin getirdiğinin Hak ve diğer bütün din ve akidelerin batıl olduğunu kabul edince, kendileri de bâtılı bırakıp Hakk'ı seçmelidirler. Allah, kullarından işte bu ihtiyarî iman ve itaat istemektedir. Ve işte bu nedenle, kendilerine irade ile seçme hak ve hürriyeti vermiştir. İşte bu sebeple, insanlara, yanlış ya da doğru yollara gitme izni vermiştir. Ve onlarda hem şer hem hayır kuvvet ve kudretlerini yaratmıştır, insan için takvâ ve günah yolunu açık bırakmıştır. Şeytan'a insanları kandırma ve aldatma serbestisi tanımıştır. Peygamberliği, vahiy ve hidâyete davet ile doğru yolu göstermek için halk etmiştir. Kısacası, insana maddi ve manevî her türlü imkânlar sağlamak sureliyle kendisini çetin bir sınavdan geçirmeyi plânlamıştır. İnsanı imana ve itaate mecbur edecek herhangi bir fiil bu sınavın temel amacına aykırı düşer. Gaye ve hedef zoraki ve mecburi iman olsaydı, o zaman Mu'cizeye de gerek yoktu. Allah isteseydi insanların tabiatında ve huyunda küfre, itaatsizliğe ve kötülüğe hiç yer bırakmazdı. İnsanları, adeta melekler gibi masum ve günah işleme yeteneğinden yoksun yaratabilirdi. İnsanlar doğuştan Allah'a itaatkâr ve sâdık olurdu. Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli yerlerde bu hakikate işaret edilmiştir. Meselâ:
"Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki kimselerin tamamı birden iman ederlerdi. Böyle olunca, sen, insanların tamamı mü'min olsunlar diye zorlayacak mısın?" (Yunus; 90)
"Ancak Rabbinin rahmet etlikleri ihtilâfta değildirler. Allah onları rahmeti için yaratmıştır. (Hûd; 119)
Ve şu ayetlere de bakın:
"Yeryüzüne bakmadılar mı ki, biz onda, güzel çiftlen nice nebatlar bitirdik. Bunda, ibret ve kudretimize delâlet vardır, Fakat onların çoğu iman etmezler." (Şuara; 7-8)
Demek ki, Hakk'ın arayışı içinde olanların Allah'ın alâmet ve işaretlerini görmek için uzağa gitmelerine gerek yoktur. Ey insanların gözlerini açıp şöyle bir etrafa bakmaları yeterlidir. Her şeyden önce toprağın verimliliğine bir göz atmalıdırlar. Topraktan ne çok bitki ve ağaçların yetiştiğini, bu nebat ve diğer toprak mahsullerinin vasıflarını görmelidirler. Kâinattaki milyonlarca cins, madde ve varlıkların özellik ve ihtiyaçlarını tek tek incelemelidirler. Bütün bunları gördükten sonra, bunların tabiatüstü ve insanüstü, akıllı, bilgili, yetenekli ve kudretli bir Kuvvetin yaradılış plânı ve sisteminin birer parçası olmadığını ancak bir akılsız iddia edebilir. Bunları gördükten sonra aklıselime sahip olan bir kimse, peygamberlerin getirdiği Tek ve Nihaî Hakikat kavramının mı yoksa kâfir ve müşriklerin çok tanrılı kavramının mı doğru olduğuna karar vermelidir. Kâinatımızdaki eşsiz denge ve uyumu gören bir kişi, bu gerçeğin bile Allah'ın tek oluşunun en büyük işareti olduğunu anlayacaktır. Bu ve bunun benzeri sayısız işaretler varken insanın Tevhid'e inanması için başka bir Mu'cizeye ihtiyaç var mıdır?
Ayın İkiye Bölünmesiyle İlgili Hadisler
"Kıyamet yaklaştı ve ay bölündü. Onlar bir Mu'cize görseler yüz çevirip, 'bu devam edegelen kuvvetti bir sihirdir' derler. Onu tekzip elliler. Ve hevâlarına tabi oldular. Halbuki her iş bir gayeye bağlıdır." (Kamer; 1-3)
Gerçek şu ki, ayın ikiye bölünmesi vak'ası Kur'ân-ı Kerim'de açık bir ifade ile zikredilmiştir ve bu bakımdan, bu olay sadece hadisleri ilgilendiren veya onlardan kaynaklanan bir konu değildir. Tabii ki, rivayetler veya hadislerde bu olay bütün ayrıntılarıyla anlatılmıştır ve bunlardan olayın ne zaman ve nasıl meydana geldiği anlaşılmaktadır. Rivâyetleri, İmam Buhari, Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebû Avâne, Ebû Dâvud, Tayalisî, Abdurrezzâk, İbn-i Cerîr, Beyhâki, Taberânî, İbn-i Merdûye, ve Ebû Nuaym İsfahani çeşitli delillerle ve Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Mes'ud, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Abdullah bin Ömer, Hz. Huzeyfe, Hz. Enes bin Malik ve Hz. Cubeyr bin Mut'im'e dayanarak nakletmişlerdir. Abdullah bin Mes'ud Hz. Huzeyfe ve Hz. Cubeyr bin Mut'im olayın görgü tanıklarıdır ve bunu açıkça ifade etmişlerdir. Diğer iki sahabe, örneğin Abdullah bin Abbas ile Hz. Enes bin Malik olayın görgü tanıkları olamazlar. Zira bunlardan ilki, (Hz. Abdullah,) daha doğmadan olay meydana gelmişti ve ikincisi, (Enes), o sıralarda henüz bir çocuktu. Fakat her ikisi de sahabe olduğu için olayı, yaşlı arkadaşlarından öğrenip nakletmiş olabilirler.
Hadislerin Özeti
Ayın bölünmesi olayıyla ilgili eldeki bütün hadislerin toplanmasından çıkarılan özet şudur. Medine'ye Hicret'e 5 sene kala, kamerî ayın 14. gününde bir akşam vaktiydi. Ve tam o zamanda yeni doğan ay birden bire ikiye bölündü. Bir parçası karşıdaki tepenin bir tarafına, ikinci parçası da öteki tarafına gitti. Bu bir saniyelik bir hadise idi. Sonra ayın iki parçası birleşiverdi. Hazreti Peygamber (a.s.) o sırada Mina'da bulunuyordu. Hz. Peygamber orada hazır bulunanlara hitap ederek, "bakın ve şahit olun" dedi. Kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)'in kendilerini büyülediğini öne sürdüler, bu sebepten gözlerinin iyi görmediğini söylediler, Orada bulunan diğer kimseler, "Muhammed (a.s.) bizi büyüleyebilirdi, ana burada olmayanları değil. Biraz bekleyin, bu tarafa gelmekte olanlara soralım. Acaba onlar bu hadiseyi görmüşler midir?" Dışardan gelenler bu olaya tanık olduklarını kabul ettiler.
Hz. Enes'e ait olan rivayetlerden, ayın bölünmesi olayının iki defa meydana geldiği izlenimi alınıyor. Ancak sahabelerden, başka hiçbir kimse böyle bir şey söylememiştir. Ayrıca, Hz. Enes'in rivayetlerinden bazılarında da farklı ifadelere rastlanıyor. Mesela, bazılarında (iki defa) ifadesi kullanılmışken diğerlerinde (iki parça) ifadesi yer almıştır. Bunun dışında, Kur'ân-ı Kerim'de sadece bir olaydan bahsedilmiştir. Bu sebeplerle, ayın ikiye bölünmesi olayının yalnızca bir kez meydana geldiğini söylemek daha doğru olacaktır. Bu rivayetlerin dışında halk arasında çeşitli yanlış inanç ve fikirler yaygındır. Mesela, bazıları der ki, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) işaret parmağını aya doğru uzatarak hareket edince ay ikiye bölündü ve ay parçalarından biri Hz. Peygamber (a.s.)'ir bağrından girdi ve dışarıya çıktı. Bu gibi masallar asılsızdır.
Olayın Gerçek Niteliği ve Anlamı
Burada şu soru aklımıza geliyor: Acaba olayın niteliği neydi? Bu gerçekten bir Mu'cize miydi yoksa tabii bir olay mı? Eğer bu Mu'cize ise, bunu Hz. Muhammed (a.s.) Mekke'li kâfirlerin isteği ve ısrarı üzerine kendi peygamberliğini ispat etmek için mi gerçekleştirmişti? Yoksa, Allah'ın kudretiyle ayda meydana gelen bir değişiklik miydi? Acaba, Hz. Peygamber insanların dikkatini bu olaya çekerek, ayın bölünmesinin bir tehlike belirtisi veya kıyametin işareti olduğunu mu anlatmak istemişti?
Müslüman âlim ve fakihlerin bir bölümü, ayın bölünmesini, Hz. Muhammed (a.s.)'in Mu'cizeleri arasında saymaktadırlar. Bu âlimlere göre, bu Mu'cize, kâfirlerin ısrarı üzerine yapılmıştı. Ama bu hususta dayandıktan tek nokta Hz. Enes'in rivayetleridir. Hz. Enes'ten başka herhangi bir sahabe bu hususta herhangi bir ifadede bulunmamıştır. "Feth-ul Barî" de İbn Hacer diyor ki: "Bu olay ile ilgili bütün rivayetleri gözden geçirdikten sonra söyleyebilirim ki, Hz. Enes'ten başka kimse ayın ikiye bölünme hadisesinin müşriklerin isteği üzerine vuku bulduğunu belirtmemiştir." (Bölüm: Ayın Bölünmesi). Ebû Nuaym İsfahani de "Delâil-i Nübüvvetle Hz. Abdullah bin Abbas'a ait olduğunu belirttiği benzeri bir rivayet nakletmiştir. Ama bu rivâyetin kaynağı ve dayanağı zayıftır. Hadislerde kuvvetli dayanaklarla Hz. Abdullah bin Abbas'a ait olan ne kadar rivayet nakledilmişse onlarda böyle bir ifade yoktur. Ayrıca, daha önce işaret ettiğimiz gibi Hz. Enes bin Malik ile Hz. Abdullah bin Abbas bu olayın muasırı değillerdi. Bunun aksine, olayın görgü tanığı veya o sırada yetişkin olan diğer sahabeler, meselâ Hz. Abdullah bin Mes'ud, Hz. Huzeyfe, Hz. Cubeyr bin Mut'im, Hz. Ali ve Hz. Abdullah bin Ömer'den hiçbiri, Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed (a.s.)'den Mu'cize göstermesini islediklerini ve bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.)'in ayı ikiye böldüğünü belirtmemişlerdir. Her şey bir yana, Kur'ân-ı Kerim de, ayın bölünmesi olayını, Hz. Muhammed (a.s.)'in risaletinin bir delili değil, kıyametin bir işareti olduğunu ifade etmektedir. Fakat, şüphe yok ki, bu olay Hazreti Peygamber (a.s.)'in kıyametin gelişine dair halka yaptığı ikazını doğrular nitelikleydi.
İtirazlar ve Bunlara Cevaplar
Ayın ikiye bölünmesi olayını inkâr edenler genellikle iki itirazda bulunurlar. İlk itiraz şöyledir. Ay gibi bir uydunun parçalanıp, parçalardan her birinin yüzlerce kilometre uzağa düşerek tekrar birleşmeleri imkânsızdır. İkinci itiraz şöyledir. Böyle bir olay meydana gelmiş olsaydı, bu mutlaka dünyada pek çok ülkede bilinmiş olacaktı. Bu olay tarihe geçecekti ve astronomi ile ilgili kitaplara girecekti. Fakat, bu iki itiraz da asılsızdır ve pek inandırıcı değildir. Şöyle ki, eski çağlarda ayın bölünmesi gibi bir olay imkânsız görülebilirdi. Ama bugün uydular ve gezegenler ile ilgili geniş bilgimize dayanarak böyle bir olayın tamamıyla gerçekdışı olduğunu söyleyemeyiz. Her zaman değişiklik ve doğa elemanlarının faaliyette olduğu bu çağda, bir seyyarenin, içindeki volkanik patlamadan dolayı parçalanarak, bazı parçaların uzağa fırlaması ve yer çekimi yada başka bir gezegenin çekimi yüzünden tekrar birleşmelerini anlamamız o kadar zor olmasa gerek. İkinci itiraza gelince, bu olay çok âni ve kısa süreliydi, yani birkaç saniyelik. Bütün dünyanın gözünün o anda ayda olması şart değildir. İnsanların dikkatini aya çevirecek müthiş bir patlama filan da olmamıştı. Bununla ilgili önceden herhangi bir bilgi de yoktu, ki herkes aya doğru baksın. Ayrıca ay her zaman her yerden görülmez. Çok muhtemeldir ki ay o sırada sadece Arabistan ve onun doğusundaki ülkeler tarafından görülebiliyordu. Tarih ilmi o devirde öyle gelişmiş değildi ki hemen kayda geçirilsin. Fakat Güney Doğu Asya'daki memleketlerden Mala-bar'ın (Endonezya'da) tarihlerinde böyle bir vak'aya rastlanıyor. Bu tarih kitaplarında Malabar mihracesinin o gece bu manzarayı gördüğü, ayın hızı, dünyanın yörüngesinde dönüşü, doğuş ve batış saatlerinde önemli bir değişiklik meydana gelmediği için kaydı da yapılmamıştır. O çağlarda, gökte ve uzayda meydana gelebilecek her olayı kaydedecek ne rasathaneler vardı ne de kuvvetli dürbünler.ALINTI