ceylannur
Yeni Üyemiz
Çocuğuma ve Bana Nebîlerden Bir Hisse Var mı?
Mehmed Durmuş
A- RABBANÎ SİSTEMDE ÇOCUK EĞİTİMİ
Çocuk eğitimi deyince akla Peygamberlerin gelmemesi ne kadar esef sebebidir. Modern eğitim sisteminde bir Peygamberi eğitim konusunda örnek vermek, akıl sağlığını yitirmiş olmakla eş değer bir teşebbüs olabilir. Kur'an'ın, imansız insanların ahiretteki tutukluluk hallerini tasvir ederken yaptığı, boyunlarına geçirilen halkalardan dolayı kafalarının yukarı kalkık olması (36/Yasin, 8) teşbihindeki gibi, modern eğitim felsefesinin, kibrinden yanına yaklaşılmamaktadır. Boynundaki ideolojik prangalar nedeniyle, kendi dışında daha sağaltıcı bir eğitim felsefesinin olup olmadığını bilmek bile istememektedir. Kısacası modern eğitim sisteminin 'vaaz' dinleyecek vakti yoktur.
I-İBRAHİM PEYGAMBER VE OĞLU İSMAİL
Eğitimde İbrahim Peygamberin hiç hatırlanmaması bir tarafa, geleneksel tarih ilmi de İbrahim'in hayatını esâtîrle, İsrailiyyatla örülmüş bir masala dönüştürmüştür. İbrahim'in hayatında, suya dönüşen ateşten, balıklara dönüşen odun parçalarına; gökten inen koçun derisinden, küçücük çocuğu ile ıp ıssız çölün ortasına terk ettiği gencecik hanımına kadar bir yığın 'hikâye' malzemesi vardır. İsmail'i kesmeyip de taşı ikiye bölen bıçak öyle ne yaman bir trajedi sahnesidir! Lakin İbrahim'in, bir insanı 'halîlurrahmân' yapan sırrını bir türlü bu 'kıssa' içinde bulamamaktayız. İbrahim'in nasıl öyle bir İsmail yetiştirdiği, geleneksel din anlayışında da çok fazla 'dert' değildir.
İbrahim'in Çocuk Talebi: İbrahim'in çocuk eğitimi anlayışını kavramak için, henüz daha çocukları yokken ve bir çocuğunun olması arzusunu açığa vurduğu o ilk başlangıç dönemine dikkat etmeliyiz. İbrahim ne yapacak da bir çocuğu olacak?:
"Rabbim, bana sâlihlerden (bir çocuk) bağışla!" (37/Saffat, 100).
Rabbi de onu "uslu bir oğul" ile müjdelemiştir. (37/Saffât, 101).
Bir Peygamber böyle çocuk ister. Daha doğrusu, çocuğu olması için aklına gelen ilk girişim, Rabbine dua etmektir. Hani İbrahim, sadece O'na ibadet eder ve sadece O'ndan yardım isterdi ya, işte şimdi, Rabbinden kendisine bir çocuk lütfetmesini istemekte, Allah'ı imdadına çağırmaktadır. İbrahim'in dili, çok ilahlı toplumlara yabancı gelecektir. Daha doğrusu, İbrahim'in dili 'yerli'dir de, çağın dili yabancıdır. Çağın dili, hasta (marazlı) bir gönlün dilidir.
İbrahim'in söyleminde çömlek yapar gibi 'çocuk yapmak' deyimi yoktur. Çünkü çocuğu Allah yaratır; dahası, ihsan eder. Dilerse de etmez. İbrahim, Rabbinin lütfedeceği çocuğun evsafını da, dilekçesinin ucuna iliştirivermektedir: çocuğum sâlih olsun! İşte İbrahimî geleneğin çocuk eğitimi bu noktadan başlamaktadır. Anahtar kelime 'sâlih'dir. İbrahim, salâhın peşindedir. Çoluk-çocuk sahibi olmanın, anne-baba olmanın, ev-bark kurmanın omurgasını 'salâh' kavramı oluşturmaktadır.
İbrahim'in Çocuklarının Geleceği ile İlgili Endişesi: İbrahim Peygamber de her baba gibi, çocuklarının geleceği ili ilgili kaygı duymaktaydı; İbrahim'in kaygısı şuydu: Mekke güvenli bir belde olmalı; kendisi ve oğulları putlara tapmak gibi bir dalâlete düşmemeliydiler! (14/İbrahim, 35). Putlar uzak olsun bizden diyordu. İbrahim'in kaygısı buydu. Kendisi ve çocukları için tasarladığı 'iyi bir gelecek' tasavvuru da bu. Fakat onun 'iyi bir gelecek' tasavvuru bununla bitmiyor. Devam ediyor:
"Rabbimiz! Namazı kılmaları için çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Hareminin yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Şimdi sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerden rızıklandır ki belki böylece şükrederler." (14/İbrahim, 37).
İbrahim (a.s) oğullarını Beyt-i Haram'ın yanına, "ekinsiz bir vadiye" yerleştirmiştir. Varsın oğulları Beyt-i Haram'a yakın, 'ekin'e ise uzak olsundular. Göz göre göre ekinsiz bir vadiyi seçiyor İbrahim. Eğer torunu Yusuf zindanı 'ekin'e tercih etmişse, bunda, İbrahim'in bu seçiminin bir payı olsa gerektir. Buradaki 'ekin' geçim derdi, zenginlik ve refahın, yığıp biriktirmeye elverişli dünyalıkların simgesidir.
İbrahim'in tercihinin, onun akîdesinden doğduğunu kabul etmeyecek kimse var mıdır?
Bu ayetler bize, geleneksel rivayetlerin hikâye ettiği gibi İbrahim'in, oğlu İsmail'le hanımı Hacer'i götürüp çöl ortasına tek başlarına bırakmasının(1) söz konusu ve de mümkün olmadığını da göstermektedir.
İnsanlara ulaşma, cemaatleşme ve giderek kitleleşme gibi idealleri olan Müslümanların İbrahim'in güzel örnekliğine (üsvetün hasene) hassaten dikkat etmeleri gerekmektedir. İbrahim ilk başta biricik oğullarıyla bir cemaat olmuştur. Onun örnekliği, Müslüman babaların, oğullarına/kızlarına yönelmelerini, onlara ilgi duymalarını, mescid merkezli bir cemaat olmalarını öğretmektedir. İbrahim'in, İsmail'in ve İshak'ın tebliğlerini kabul edenler ancak böyle bir cemaat oluşturabilirler.
Umarım hiç kimse bu yorumumuzdan, "ne yani, çocuklarımızın geçim derdini düşünmeyecek miyiz?" gibi bir itiraz sesi yükseltmez. Çünkü İbrahim, rızık kazanmanın 'önemini' idrak etmekten aciz biri değildi. Ekmek parası kazanmayanların, dostlarının yüz karası, düşmanlarının maskarası olacağını Akif bilir de, İbrahim (a.s) bilmez miydi? Ekinsiz Mekke çölünde, meyvelerden oğullarını rızıklandırması için Rabbine yalvarması, onun bu bilgisini doğrulamaktadır. Şu halde İbrahim'in, 'iyi bir gelecek' olarak çocuklarını ekinsiz de olsa Mescid-i Haram'a yakın bir yere yerleştirip, şirkten uzak ve namaz kılan mü'minler olmalarını istemesindeki hikmeti iyi analiz etmek gerekir. İbrahim, 'zahid' değildi, bir lokma ile bir hırkanın yeteceğini söylemiyordu. Onun, her şeyin önüne geçirdiği değer, muvahhid ve musallî bir hayat idi. Üç kuruşluk dünya metaı onun mihrabı olamazdı. Çocuk eğitimini 'ciddi bir mesele' olarak gören ailelerin, buradan alacakları çok 'ağır' bir ders yok mudur?
Oğlunu Kurban Eden Bir Baba: Allah'ın, İbrahim'e bağışladığı 'halîm çocuk'(2) büyüyüp babasının yanında koşup oynayacak çağa gelince babası tarafından şu müthiş sürprizle bilgilendiriliyor:
"Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazlıyor olarak görüyorum! Bir düşün, ne dersin?" (37/Saffât, 102). Çocuk sanki yıllardır bu haberi bekliyormuş gibi bir cevap veriyor: "Dedi ki: Babacığım, sana emredilen şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın!" (37/Saffât, 102).
Çocuğun, babasından aldığı haber sanki bir düğün davetiyesi idi. Ya da babası onu luna-parka götürecekti… Bu teslimiyet başka nasıl izah edilebilir…
Olayın devamına kulak verelim: Baba ve oğul tam bir teslimiyet içindedirler. İbrahim, bir baba için dünyanın en değerli varlığı olan oğlunu Allah için kurban etmeye hazırdır. Oğul ise, "Allah'ın emri karşısında boynum kıldan ince" demektedir. Baba oğlunu alnı üzere yatırır fakat tam o anda vahiyle müdahale edilir: "Ey İbrahim, rüyanı doğruladın, biz muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız…" (37/Saffât, 105).
Bu, "açık bir imtihan" idi. (37/Saffât, 106). İşte bir baba ve oğul, büyük bir sınavdan büyük bir başarı ile çıkmışlardı. Bu öyle bir başarı idi ki, günümüz eğitim sisteminde bu başarıyı ölçecek bir puanlama sistemi bulunmamaktadır. İsmail'in ise belki ilkti ama İbrahim'in bu, en büyük derece ile bitirdiği kaçıncı mektebi idi...
Şimdi artık bu baba ile oğul bir büyük ödülü hak etmişlerdi. Ödülleri, İsmail'in yerine verilen "büyük bir kurban"dı. (37/Saffât, 107).
Doğrusu bizler de her kurban bayramında büyük kurbanlar kesiyoruz. Belki de kurbanlarımız İbrahim ve İsmail'e verilen 'büyük kurban'dan daha büyüktür. Ve övünüyoruz bu büyük kurbanlarımızla, İbrahim'i ve İsmail'i hiç düşünmeden, insafsızca… Sırât köprüsünden(!) bizi sırtında geçirip geçiremeyeceğini kaygı ediyoruz, 'büyük kurban'larımızın...
İbrahim'in ve İsmail'in teslimiyetlerini, sırf onların Peygamber olduğuyla açıklamak ne kadar ikna edici olur? Onların fedakârlıkları Peygamber oluşlarıyla alakalı ise, bizim için 'üsvetün hasene' olmalarının (60/Mümtehine, 4) izahı nasıl yapılabilir?
Burada yeri gelmişken değinmeden geçemeyeceğim. "Fenâ fillah" (Allah'da yok olma) adında bir felsefeyi dinlerinin temel direği edinmiş zümre, "Allah'da yok olma" yerine neden acaba İbrahim ve İsmail misali, "Allah uğrunda yok olma"yı düşünmezler? Üstelik de, "fenâ fillah"ın hiç örneği yokken, "fedâ fî sebîlillah"ın örnekleri o kadar çok ki.
II-MUSA: SUDAKİ SEPET İÇİNDE 'İYİ BİR GELECEĞE' AÇILAN YOLCULUK
Bilindiği gibi Musâ'nın, Firavun'un öldürmesinden korunması için Allah tarafından annesine ilham yoluyla, çocuğu emzirip bir sandığın içerisine koyması ve Nil'e bırakıvermesi talimatı verilmişti. (28/Sa'd, 7; 20/Taha, 39). Bir anne, çocuğunu emzirecek, sarıp sarmalayacak ve bir sepetin içine koyarak ırmağa bırakacak… Musa'nın annesi de bizim analarımız gibi bir yürek taşıyordu. Kim bilir, bir anne için yavrusunu böyle bir meçhule atmaktan, belki de kendini öldürmek daha kolay bir iştir. Ne var ki bunu ona Rabbi ilham etmişti ve o da Rabbinin bu sesine kulak asmıştı.
Musa şimdi ana kucağından kopmuş, henüz kundakta bir bebekken, kaf dağından daha ağır bir yük yüklenmişti sırtına. Muhtemelen Musa'nın annesi de bunun, yavrusunu son görüşü olacağına dair bir korku taşımaktaydı yüreğinin bir köşesinde. Fakat onu korumayı ve tekrar anasına döndürmeyi tekeffül eden İlahî Kudret, yüreğinin korkuyla çarpmasına daha fazla müsaade etmemişti. Ve Musâ tekrar ana kucağında idi. Allah'ın takdir ettiği 'düzen' harfi harfine işlemiş, Musâ'nın da ölüm listesinde olması gereken Firavun kendi sarayında hem Musâ'yı, hem de anasını barındırmak durumunda kalmıştı. (28/Sa'd, 13; 20/Taha, 40). (Ve mekerû ve mekerallah; vallahu hayrul mâkiriin: Onlar bir oyun kurdular, Allah da bir oyun kurdu; Allah oyun kuranların en hayırlısıdır. 3/Al-i İmran, 54).
Musa'nın hikâyesi, selefi İsmail'in Allah yolunda fedâ olma sınavına ne kadar benzemektedir. Musâ çok erken çağda 'ana okulunu', arkasından ilk mektebi bitirmişti. İsmail'in ilk muallimi babası iken, Musâ'nın muallimesi, annesi idi. Annesi, temiz sütü ile karnını doyururken, imanı ile de kalbini dolduruyordu.
Sepet içinde Nil'den yola çıkan Musa, daha birçok mektepten geçerek eğitimini tamamladıktan sonra, kardeşi Harun'la birlikte 'kadrolu' işine tayin edilecek, 'iyi bir geleceğe' kavuşmuş olacaktı.
III-KANLI GÖMLEK-AZİZİN EVİ VE ZİNDAN: YUSUF'UN İLK ORTA VE YÜKSEK TAHSİLİ
Yusuf 11 kardeşin sondan ikincisi, babasının gözdesi küçük bir çocukken, dünyanın ve insanın gerçek yüzüyle tanışma fırsatı bulur. Yusuf! Dünya cennet gibi güzel bir yurttur; Yusuflar! İnsan bazen bir Yakup, bazen de kardeşini kuyuya atabilecek kadar duyarsız, granit kadar taşlaşmış bir canavardır. Yusuf babasının 'kurbanı' olur ve kardeşleri eliyle bırakılır bir kuyunun soğuk dibine. Babası Yakup belki de bir an için, dedesi İbrahim'in İsmail rüyasının belki de şimdi tam olarak Yusuf üzerinde gerçekleştiği hissine kapılmıştır. Ölüme terkedilmiştir Yusuf. Babaya bir kanlı gömlek götürülür ve bir "kurt masalı" uydurulur. İşte bu da kanıtı… Bir an önce unut gitsin, kurdun yediği Yusuf'u… Şimdi babaya düşen, gözlerini kör eden acıyı yudumlamaya başlamaktır. Ve sabır. Ama yine de, baba Yakub'un saçlarına ak düşürmesine mani olamaz Yusuf'un hasreti.
Tabi ki kurt yemedi Yusuf'u, kardeş kıskançlığı yedi. Bir başka açıdan baktığımızda olay şöyle görünmektedir: Aslında 'kardeşlerin kıskançlığı' bir tarafa, Yusuf ilk mektebe yerleştirilmiştir! Yatılı bir mektep… Belki Malkolm-X, Massachusette'in siyah mahallesinde liseyi, Harlem sokaklarında üniversiteyi, hapishanede doktorayı bitirdiğini söylemeyi(3) Yusuf'tan öğrenmiştir.
Evet, Yusuf'un ilk mektebidir bu. Kenan diyarında bir kuyu: İlk mektep…
Mektepten mezuniyet günü gelince, oradan geçmekte olan bir kervan vesile kılınır Yusuf'un kuyudan çıkartılmasına. Baba-anne yoktur yanında Yusuf'un. Diploma töreninde pasta da yapmamıştır kimse. Gerçi henüz eğitim-öğretim süreci bitmiş değildir. Şimdi de köle pazarında satılmak ve açlara üç beş kuruş para kazandırmak vardır, sırtından. Yusuf ileride bir gün bu kervan sahipleriyle karşılaşsaydı, muhtemelen yaptıkları bu 'iyiliği' unutup unutmadığını sorarlardı kendisine.
Ve ikinci mektep başlamıştır. Firavun'un bir veziri satın almıştır Yusuf'u, hediyelik bir eşyaymışçasına. Yusuf bir kez daha 'yatılı' bir mekteptedir, ama bu sefer kuyu yerine, saraya yakın bir evdir yatılı mektep. Tıpkı Musâ gibi.
Derken Yusuf'un en zor sınavı yaklaşmıştır. Evin sahibesi tarafından 'kötü bir yol'a davet edilir. İblis Yusuf'un tam gençlik döneminde çıkmıştır karşısına. Aslında Yusuf'un imanına taliptir. Onu azizin karısı vasıtasıyla yenebilirse, imanını bir paçavraya çevirmek sıradan bir iştir. Fakat hayır, Yusuf, sırtını dönüp kaçmaktadır. Rabbinin burhanı sayesinde Yusuf bu zorlu sınavı başarıyla geçmiştir. Hiçbir yakınının bulunmadığı bu 'gurbet' diyarında, kaçınılması zor bir günah ortamından mutlak surette imtinâ etmiştir Yusuf. Kadının 'mekr'i, kendisini ele verecek deliller ihtiva ediyordu. Koca bir Mısır ülkesinde, koskoca sarayda, sarayın bunca meşhur entrikalarına rağmen, tek başına biricik Yusuf -Allah'ın izniyle- galip gelmiş, zamanın süper gücü, kimsesiz bir genç köleyi suçlu yapamamıştı! Yusuf bir tarafa, Mısır Sarayı bir tarafa.
Haliyle Yusuf'un eğitim-öğretimi devam etmektedir: Pîr ü pâk olduğu anlaşılmasına rağmen, "atın bunu zindana" demişlerdi egemenler. Tıpkı vereceği hiçbir cevabı olmayan bir başka egemenin, dedesi İbrahim'i "yakın bunu" demesi misali. Yusuf artık zindandadır. Yusuf'u oradan çıkartacak -Allah'ın dışında- hiçbir güç yoktur. Yusuf'un, neden orada bulunduğunu soracak bir 'Waldo'su bile yoktur… Yusuf'un zindanda tutulması nice egemenlerin, aristokratların, nice monarkların kirlerini örtmekte, nice balolara maske işlevi görmektedir. Yani Yusuf bir kurbandır. Fakat Yusuf halinden pek de şikâyetçi değil gibidir. Baksanıza o şöyle diyor: "Rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerinden daha hayırlıdır!" (12/Yusuf, 33).
Yine biz bir başka açıdan bakalım: Artık Yusuf lisansüstü eğitime başlamıştır. Ne mutlu Yusuf'a ki, ondan beri zindanlar 'medrese' olarak bilinmektedir. Tek başına bu şeref bile ona yetmektedir.
Yusuf zindanda yıllarca kalır, tamamen bir iftira yüzünden. Zindanda ona Rabbi rüyaların yorumunu öğretmiştir. Firavun'un bir rüyası, Yusuf'un zindandan çıkışını sağlayan bir müjdeye dönüşmüştür. Zindandan çıkışı, girişinden daha asîldir. Saray erkânı nezdinde suçsuzluğunu yüzde yüz tescil ettirir ve öyle çıkar. Artık o, Firavun'un itimat ettiği ve önemli bir yönetim görevini tevdi ettiği emîn bir yöneticidir. Çünkü Yusuf, mükemmel bir eğitimden geçmiştir.
Yusuf kuyuya atıldığı günden o ana kadar, annesini hiç görmemiştir. Babası onun acısıyla gözlerinden olmuştur. Yusuf Mısır sarayında yönetici olduktan sonra, gönderdiği gömleği ile babasının yeniden görür hale gelmesini sağladığı gibi, o zalim kardeşlerine de iyilik-ihsanda bulunmakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Sanırım Yusuf'un asıl sınavı bu idi. Yani affetmek…
IV-VE MERYEM: TOZ KANATLI KELEBEKTEN DÜNYAYI YÜKLENMESİ İSTENİYOR
Meryem'in annesi, İmran'ın karısı, karnındaki çocuğu Allah'a adamıştı. Şöyle diyordu: "Rabbim, karnımda olanı hür olarak sana adadım. Benden kabul et. Doğrusu işiten ve bilen sensin." (3/Al-i İmran, 35). Sanki bir sadaka vermişti de, "bunu kabul buyur" diye Rabbine niyaz ediyordu. "Bunu kabul buyur" dediği şey, karnındaki yavrusundan başkası değildi. Yavrusunu Allah'a adamıştı. Çocuğunun Allah'a ait olmasını istiyordu. Çocuğu sadece Allah'a kul olmalı, tamamen O'nun yoluna fedâ olmalıydı. Bu haliyle İmran'ın karısı, İbrahim'in sünnetini ihya etmiş oluyordu.
Meryem'in, annesi tarafından Allah'a adanması 'İslamî' eğitim-bilimlerinde hiç atıf konusu yapılmakta mıdır dersiniz? Pedagojide Meryem'e ve İsa'ya ayrılan bir sayfa var mıdır? Meryem ve oğlunun kıssasının, modern bilim camiasında bir değerinin olduğunu henüz duymadık.
Her ne olursa olsun Müslüman anne babalar için Meryem'in, annesi tarafından Allah'a adanışı, çocuk eğitimi bahsinde, hiç kimsenin atlamaması gereken çok büyük bir örnektir.
Aslında Meryem'in annesi, karnındakinin erkek çocuk olmasını umuyordu. (İnsanı tanrısallaşmaya kışkırtan röntgen gibi alet-edevât henüz icad edilmemişti…) Kız doğurunca, adağından hafifçe bir mahcubiyet duyar gibi olmuştu. "Rabbim ben onu kız doğurdum, erkek ise kız gibi değildir…" (3/Al-i İmran, 36) diyordu. Hâlbuki "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu." (3/Al-i İmran, 36). Ama "Rabbi Meryem'i hüsnü kabul ile kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriya'yı onun bakımıyla mükellef kıldı…" (3/Al-i İmran, 37). Çocuklarına adeta tapan anne-babalara ithaf olunur.
Meryem Kudüs'te Mescid'in özel bir bölümünde yetişti, büyüdü. Allah ona Cebrail'i gönderdi ve tertemiz bir oğlan çocuğu müjdeledi. (19/Meryem, 18-21). Bu nasıl olurdu, hiç erkek eli değmemiş, iffetin, namusun, safiyetin, nezâketin, kadın edep ve hayâsının abide timsali Meryem nasıl bir çocuk doğururdu! Şimdi Meryem, ölüp gitmeyi, yok olup da bu günleri görmemiş olmayı temenni etmesin de ne yapsındı! (19/Meryem, 23). Annenin umudu şimdi gerçekleşmişti. Meryem, Allah'ın şerefli elçilerinden birini doğurmuştu, dünyaya yön verecek rasûllerden birini. Fakat Meryem, Allah'a din öğretmeye yeltenecek kadar haddi aşan zalim bir din adamı (ruhban) sınıfının saldırısından kurtulamadı. Meryem evlenmemiş bir genç kızdı, bu çocuğu nereden almıştı? Meryem'in susmaktan başka verecek cevabı yoktu. (19/Meryem, 27-29). O susacak, artık oğlu konuşacaktı.
Doğrusu Meryem'in oğlunun mektebi bir 'garip' doğumla başlamıştı. Şimdi muallimelik sırası, 'babasız' oğlunu yetiştirmek üzere Meryem'e gelmişti.
Meryem, oğlunu öyle 'iyi bir gelecek' için hazırlamıştı ki, hayatı şehâdetle noktalanmaya ramak kalmıştı. Şehâdet bu silsile için, ulaşılabilecek en yüksek kariyer idi.
V-LOKMAN: KİM DEMİŞ BABALAR KATI YÜREKLİ OLUR DİYE?
Kur'an'ın, Lokman'ın oğluna verdiği öğütlere yer vermesi çok mânidardır. Lokman çocuğuna "Yâ büneyye!" diye seslenmektedir. "Oğulcuğum!" (31/Lokman, 13). Lokman'ın öğütlerine bakılırsa, oğlunun bu öğütleri anlayacak bir çağda olduğunu kabul edebiliriz. Lokman'ın bu küçük oğluna verdiği öğütleri bugün Müslüman anne-babalar, 'ezilmesin' diye, kocaman çocuklarından da esirgemektedirler. Lokman, oğlundan üniversiteler değil şunları bekliyordu:
Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma, Allah'a şükredici ol; ana-babana iyi davran, onlara minnettâr ol; eğer ana-baban sana cahilce Allah'a şirk koşmayı (İslam dışı bir hayatı) dayatırlarsa onlara itaat etme, ama yine de ana-babanla dünyada iyi geçin; Allah'a yönelenlerin yoluna uy; susam tanesi kadar bile olsa iyilik yap, sanma ki Allah onu ortaya çıkartmayacaktır; namazı kıl; mârufu emret, münkerden nehyet; başına gelenlere sabret; insanlara karşı kibirli, ukalâ, şımarık olma, mütevazı ve edepli ol; davranışlarında tabii ol; sesinle ve seslerle çevreni rahatsız etme, en çirkin ses eşek sesidir! (31/Lokman, 13-19).
Bunlar, muallim Lokman'ın, oğluna verdiği derslerin müfredatıdır.
Lokman'ın, oğulcuğunu güdülediği 'iyi bir gelecek', bu programı kapsıyordu. Lokman, çocuğuna küçük değil, çok kısa bir süre sonrasının büyüğü olarak bakmış ve onu Allah'ı razı edecek amellerle yönlendirmeye çalışmıştır. Lokman oğlunu açıkça etkilemekte, 'islamcı' bir çizgiye yöneltmekte, kafasını, kalbini ve aklını dini telakkilerle doldurmaya çalışmaktadır. Bu da Lokman'ın eğitim anlayışıdır.
VI- AMİNE'NİN YETİMİ: NEBEVÎ TEDRİSATIN SON TİLMÎZİ
Muhammed (a.s)ın hayatın çok zorlu aşamalarından geçtiği malumdur. Muhammed, "yavrucuğum!" diye seslenen bir baba sesini hiç duymadı. Annesine hiç doyamadı. Annesi saçlarını okşayamadı. Bayramlara özel elbiselerini annesinin yardımıyla giyip, annesinin parmaklarıyla saçları düzeltilmedi. Onun mektebinde kuyu yoktu ama babasızlık yanında bir de, var olan annesinin firâkı vardı. Altı yaşındayken, annesini de tamamen yitirmiş olacaktı. Yaşlı dedenin yanında geçirdiği iki sene zarfında, boğazına düğümlenen hıçkırıklarını bastırmaya çalışmış, hasretini içine gömmüş olmalıdır. Daha bitmemişti, yaşlı dede de hayata veda edecek, müşfik amcanın yanında, olgunlaşma yıllarını tamamlayacaktı. Pişmeyi öğrenecekti. O artık 'Abdülmuttalib'in yetimi' idi. Ta ki, o büyük kadın Hz. Hatice ile bir yuva kuruncaya kadar.
Rabbi onu yetimken barındırmış, fakirken zengin etmişti. Onu ne terk etmiş, ne de ona darılmıştı. Rabbi ona ihsanlarda bulunacak, o da razı olacaktı. O artık bir eğitici idi. Hatice (r.a)dan altı çocuğu olmuştu. Tıpkı selefleri gibi onun da, çocuklarının Allah'dan başka ilah edinmeme esasına dayanan bir hayat yaşamalarından başka bir beklentisi yoktu.
***
Nebevî silsileden sunmaya çalıştığımız bu kesitler, çocuk eğitimi konusunda en ileri düzeyde ibret levhalarıdır. Her birinin hikâyesi farklı biçimlerde olsa da, özleri aynıdır. Bütün peygamberlerin çocuklarının istikbaline ilişkin endişeleri birdir. Çocukları Allah'a eş koşmamalı, Allaha itaat eden mü'min kullar olmalıdırlar. Hiçbir Peygamber'in ideali refaha değil, salâha/felâha dayalı bir hayattır. Hiçbirinin kafasında rızık endişesi görülmemektedir. Memleketin en iyi makamlarına gelmek gibi ikonları bulunmamaktadır. Kısacası, Allah'ı razı etmenin ötesinde hiçbir şeyi büyütmemekte, hiçbir hedefe kendilerini ve çocuklarını kilitlememektedirler.
B- ÇAĞDAŞ ÇOCUK TELAKKİSİ
Modern düşünce her konuda olduğu gibi çocuk eğitimi alanında da insan olarak fert ve toplumu kucaklayıcı, tabiatla uyumlu, ahlakı önceleyen tezler ortaya koyamamaktadır. Modern çocuk eğitimi fıtrata yabancı, yaratılışa kör kalmaktadır.
Yaratılma: Modernizmin dili tamamen sekülerdir. Bu dilde her şeyden önce çocuk, 'yaratılan' değil, 'yapılan' (made in mother&father) bir üretim nesnesidir. Fabrikada yapılan bir tür 'manufactured'dur. 'Eşler' istedikleri zaman çocuk yaparlar, istemedikleri zaman yapmazlar. Bu onların yed-i kudretindedir. Çocuk sayısına karar verecek olan da 'eşler'dir. Gerçi feminist öykünmecilikler artık erkek eşi de fazla bulmakta, şimdilerde kadınların kendi başlarına çocuk yapmalarının imkânı aranmaktadır. 'İlerleme' böyle devam ettikçe, istenilen vasıf ve ölçülerde, istenildiği kadar ömre sahip çocuklar üretmek için başvuruların alınmaya başlaması uzak görünmemektedir…
Bu durumda, hala geçerliliğini koruyan, çocuğu olan ailelere göz aydınlığına gidip, 'hayırlı ömürler' dilemek ya da salih bir evlat olması için dualar etmenin yerini, 'iyi günlerde kullanın', 'kaça mal oldu?' gibi muhabbetlerin alması beklenir.
Bu şekilde, fıtratına yabancılaşmış, ancak bir makine kadar 'insan' bir anne ve babanın konsorsiyumunda dünyaya gelen çocuklar, "kendi kuşu boynuna dolanmış" (17/İsra, 13) (seküler bir kader, alnına yazılmış) olarak dünyaya doğmaktadırlar.
Yeni bebek dünyaya pek de hoş gelmemiştir. Doğru dürüst ana kucağı görmeyecektir bu bebek. Yalnızlığı iliklerine kadar hissedecektir. Çünkü baba gibi anne de çalışmaktadır. Daha evlenirken babanın ilk şartı, eşinin çalışan bir bayan olmasıydı. Çocuk ya kreş cezasına çaptırılacak, ya da bir bakıcının insafına terk edilecektir. Eğer eve bir gizli kamera yerleştirilmişse, bakıcının patakları, medya aracılığıyla hiç değilse şöhret getirecektir aileye.
Sabahın alaca karanlığında, işçilerin henüz yollara döküldüğü bir saatte bu kreş-zede çocuklar bir battaniyeye sarıldığı gibi, kreş adı verilen kampa teslim edilmekteler. Uykudan gözlerini açtıklarında ise anneleri çoktan gitmiş olmaktadır. Bundan sonra tek çare, çocuğun bir dediğinin iki edilmemesi, çocuğun önüne oyuncakların yığılmasıdır. "Sen yeter ki 'annee!' diye ağlama bebeğim, ben sana her oyuncağı alırım!" Fakat bu rüşvetlerin hiçbiri, çocuğun ruhundaki anne açlığını yatıştırmayacaktır.
Çocuğun önüne yığılan teskin ediciler yığınlarca soruna sebebiyet vermektedir. Oyuncak adı verilen bu fabrika ürünleri, çocukta hiçbir sanat ruhu uyandırmadığı gibi, bilakis bütün sanatkârlık duygularını da öldürmektedir.(4) Önündeki sun'i oyuncakları yapıp tekrar bozarak avunuyor görünen çocuk, asabi ve aptal olmasın da ne olsun? Geleneksel aile ortamında çocuklar, tamamen doğal eşyadan (çamur, taş, ağaç, çaput, ip, tel, makara v.b.) oyuncaklarını kendileri yaparlar, yaparken bir şeyler üretmenin zevkini tadarlar, her yapışında bir öncekine nazaran daha da ustalaşırlardı. Üstelik bu çocuklar toplu halde oynarlardı. Hem oyunları, hem oyun alanları ve hem de zihin dünyaları cemaatleşmeye elverişliydi.
Modern oyuncak kültürü, çocukları aynı zamanda hazırcılığa alıştırmaktadır. Her şeyin paket halinde önüne gelmesine alışmaktadır. Büyükleri onun için her şeyi düşünecektir. Oyuncaklara harcanan paraların onda biri bile, nice ulvi hedeflerden esirgenmektedir.
İçi eşyayla lebalep dolu geniş evlerimiz tam bir oteli andırmaktadır. Anne ve baba adını taşıyan partnerler (ortaklar) akşam saatinde bir süreliğine evdedirler. Gelirken çocuğu kreşten almayı unutmamışlardır. Evde femin ortağın yapacağı işler, yavrusunu doya doya kucağına almasına müsaade etmemektedir. "Git çocuğum başımdan, rahat bırak biraz beni!" paylamalarını sıkça duyacaktır çocuk. Evin dördüncü ve en büyük ortağı televizyondur. Çocuk rahat verse de, şu diziyi ağız tadıyla bir izleyiverseler…
Şüphesiz bu, günümüz çocuk tablosunun tek tipi değildir. Annenin çalışmadığı aileler de az değildir. Bununla beraber, bu ailelerde de çocuğun şartları, yukarıda özetlemeye çalıştığımız Nebevî gelenektekine tam uygun değildir.
Sınavzede Çocuklar: Günümüzde, çocuklarının her hali için sureta da olsa İbrahim gibi yakaran ailelerle, onlar hakkında Allah'ı işin içine karıştırmayan aileler aşağı yukarı aynı harici şartlara tabidirler. Okul, eğitim, 'geleceğe' dönük planlar, iş hayatı, geçim şartları, gözde meslekler gibi konu ve kavramlar karşısında bu iki tip aile aynı karın ağrılarından muzdariptir. Dershane, sınav, test, net gibi sözcükler her iki tip aile için de tam bir karabasandır. Fakat aileler dertlerini sevmekte ve giderek bu karabasanlar, her tür aile için hayatın esasını oluşturur olmaktadır.
Şu anki sistemle ilgili tabi ki çok ikna edici açıklamalar yapılabilir. Fakat ortada kesin bir gerçek var, o da şudur: Bütün bir toplum tam bir dayatma ile karşı karşıyadır. Bu dayatmanın illa da somut failleri aranmamalıdır. Sistemi işletenler de bu dayatma ile kuşatılmışlar ve onlar da şikâyetçidir. Dayatmacılık ana sınıfından başlamakta, 'kırk yaşında çocuklar' oluncaya kadar sürmektedir. AKP Hükümeti dayatmayı bir yaş daha erkene almaya kararlı. Mevcut eğitim sisteminin insanın ruh, beden ve akıl sağlığına neler katıp neler eksilttiğini hiç kimse tartışmamaktadır.
Sözü dağıtmadan özetlemek gerekirse, çocuklardan ve gençlerden ne istenmektedir? İstenen şudur: 6 Yaşından itibaren başlayıp, yirmili ve hatta otuza varan yaşlara kadar süren sinir bozucu, büyük bir yarış yapılmaktadır. Her bir çocuktan ve her bir gençten istenen, bu yarışı en birinci olarak bitirmesidir. Bu beklentiler, üniversite bitip de, 'iyi bir işe' girinceye kadar devam edecektir. Çocuğunun 'iyi bir gelecek'ten en iyi payı alması için 'ceketini bile satan' anne-babalar, karabasanlar yaşamakta, ringteki ya da parkurdaki sporcuyu heyheyleyen antrenör misali, bütün sınavlara çocuğuyla beraber girip çıkmaktadır. Hâsılı, çocukların ve anne-babaların bütün dünyası okul, dershane, sınav ve test sözcükleriyle örülü bir mağaraya dönüşmektedir. Sınavda en yüksek puanı alma hedefine kilitlenen çocuklar, çocukluklarını hiç tanımadan gençlikleri de gelip geçmektedir. Bu çocuklar Platon'un mağara benzetmesi misali, hayatı tanımamaktadır. Güneşin doğuşu ve batışı, baharın gelişi ve gidişi, ağaçların çiçek açması, güllerin yedi vermesi, iğdelerin kokusu, ibibiklerin ötmesi, ırmakların çağıltısı, toprağın mis kokması v.b. onları hiç alakadar etmemektedir. Çünkü dakikada kaç test çözdüğü, gestapo ayarında denetlenmektedir. Bu çocukların toprakta bir dikili ağaçları bile yoktur. Sosyal yaşantıları sıfıra yakındır. Akraba ziyaretlerine bile götürülmezler, sebep bellidir, testler…
Doğrusu tümden haksızlık etmemek gerekir. Gençliğin sosyal hayatı da var elbette. Şehrin internet-cafeleri ne güne duruyor? Arkadaşlarla gidilen en iyi 'eğlence' mekânı işbu cafelerdir.(5) Bacaklarında yırtık-pırtık blue-jean, damarlarında Amerikan Cola'sı taşıyan bu gençlerimiz için fikir, fikir adamı, mefkûre, dava, siyaset, ideoloji, gibi kavramlar gıcık edici sevimsiz sözcüklerden öte bir anlam ifade etmemektedir. Ama bilinmelidir ki, bu çocuklarımızı bizler kendi ellerimizle uyuşturuyoruz, uyuzlaştırıyoruz.
Zavallı çocuklarımız akvaryum balığı, muhabbet kuşu ya da altın yumurtlayacak tavuk muamelesi görmektedirler. Esen yelden, kardan borandan, hâsılı her türlü riskten uzak tutulmak istenmektedirler. Bunun için çocukların, fikir veren bir gazete, dergi, kitap okuması istenmemektedir. Herhangi siyasî bir toplantıya iştiraki memnudur.
Burada kesinlikle bir 'günah keçisi' bulup, onunla sorumluluktan arınmaya çalışıyor değilim. Ortada gerçek bir fecaat var. Eski çağlarda insanların padişah/kral olduğu, ülkeler fethettiği, çağ açıp çağ kapattığı, medeniyetler kurup medeniyetler yıktığı, milletler arası meydan savaşları yaptığı, hiç değilse yedi başlı ejderhayla çarpıştığı yaşlarda bizim çocuklarımız/gençlerimiz hala sınavlarla boğuşmaktadır. Zannediyorum ki yaşadıkları stres nedeniyle çocuklarımızın büluğ çağı bile birkaç yaş daha uzamaktadır. Bu gidiş nereye? Buna bir cevap bulmamız gerekiyor.
C- OLMASI GEREKEN
Aslında 'çocuk', büyüklerin zannettiğinden daha büyüktür. Şuna kati bir şekilde inanıyorum: Hele de bugünkü eğitim sistemi, her biri bir cevher olan çocukların neredeyse bütün yeteneklerini köreltmekte çok başarılıdır. Ebeveynler de çok zaman bu sürece yardımcı olmaktadırlar. Çocuğa gölge edilmese, o bile ihsan yerine geçecektir. Gerçek olan odur ki, çocuklar, İbrahim, İsmail, Musa, Meryem, İsa ve Muhammed gibi örneklerin omuzuna yüklenen 'ağır yükü' tahammül etmekte sanıldığından daha fazla dayanıklıdırlar.
Bizim Çocuğumuz İsmail'den ve Meryem'den Daha mı Değerlidir?
Anlaşılacağı üzere, modern çocuk eğitim sürecinin hiçbir yerinde çocuğun İsmail gibi Allah'a adanması, Meryem gibi mâbede bağışlanması benzeri bir hedef yer almamaktadır. Çocukların ekseriyeti -geçmişle ve günümüzdeki bazı toplumlarla kıyaslandığında- bir dediği iki edilmeyecek derecede bir konforun içinde yüzmektedirler. Fakat aynı oranda da fikirden, ideolojiden, beşeri ilişkilerden, toplumsal etkinlikten yalıtılmaktadırlar.
Ben şunu sormak istiyorum: Acaba bizim çocuklarımız, İsmail, Yusuf, Lokman'ın oğlu, Musa, Meryem, İsa, Muhammed (hepsine selam olsun) ve bunların birçok ashabından daha mı değerlidir acaba? Yukarıda konu ettiğimiz Rasuller'in çocukken yaşadıkları, bir 'hebâ' olmak değildi, onlar kendilerini fedâ etmişlerdi. Anne-babalar çocuklarını feda etmekten çekinmiyorlardı. Çocuklarını Allah yoluna adamışlardı. Onların bütün hedefleri bundan ibaretti.
Eğer tarihin akışından şikâyetçi isek, eğer bize dayatılan hayat şartlarından bunalmışsak, eğer maruz kaldığımız asimilasyondan bîzar isek, bilmeliyiz ki tarihi yapan bizim irademizdir. Başımız sıkışınca başvurduğumuz 'Allah'ın hesabı', biz kendimizi ve çocuklarımızı fedâ etmedikçe aktif hale gelmeyecektir. Sünnetullah böyledir. Biz ise, tüketim toplumunun uysal bir üyesi olmaktan başka bir şeye güdülemediğimiz çocuklarımızdan, tarihin akışını değiştirmesini bekliyoruz. Böyle bir bekleyişin 'zulüm' olduğunu hiç düşünmeden.
Müslümanca bir toplum oluşturmak için müslümanca bir aile kurmak zorundayız. Bunun içinse, Allah'ın bize lütuf ve ihsanı olan yavrularımızı, onları bize verenin yoluna adamak durumundayız. Yavrularımızı Allah yoluna adamak bizi korkutmamalıdır. Bizim de onların da koruyucusu O'dur.
Müslüman bir ailenin çocuğu, Allah'ın göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettiği fakat yüklenmekten kaçındıkları emaneti (33/Ahzap, 72) kendisinin yüklendiğinin şuurunda olmalıdır. Bu şuurdur bizi şerefli bir hayata kavuşturacak olan. Eğer yeryüzünde tevhid eksenli müslümanca bir hayat süreceksek, çocuklarımızı buna neden ortak etmeyelim? Onları tevhid mücadelesine ortak kılmayıp, kenarda tutmak onlara acaba iyilik sayılır mı?
Kevser suresi, Mekke kâfirlerinin Peygamberimize 'ebter' (soyu kesik) dediklerini haber vermekte, fakat bunun tersinin doğru olduğunu yani Muhammed'in soyunun kesintisiz, kâfirlerin soylarının ise ebter olduğunu haber vermektedir. Eğer İslam davasına kendimiz kadar çocuklarımızı da ortak etmezsek, ebter olan korkarım biz olacağız.
Çocuklarımız Kur'an'ın bütün kavramlarını ve şirk-tevhid ayrımını idrak edebilecek seviyededir. Onları daima 'çocuk' sanmak bizim yanılgımızdır.
Çocuklarımız bizden sevgi, saygı, merhamet ve ilgi beklemektedirler. Fakat onlara tevhidsiz bir sevgi-saygı veremeyeceğimiz gibi, sevgi-saygısız bir tevhid bilinci de veremeyiz. Son söz olarak, bizi ve çocuklarımızı Rabbimiz, kendi yoluna beklemektedir.
1 - Taberi, Tarih-i Taberî Tercümesi, Konya, tarihsiz, I/164-165.
2 - İslamî geleneğe göre İbrahim'in bu çocuğu İsmail'di. Yahudilere göre ise İshak'tır Bkz. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab: 22.
3 - Ersin Nazif Gürdoğan, New York'dan Los Angeles'a New Roma.
4 - Metin Mengüşoğlu ağabeyi hayırla anmak isterim. Meraklısı, 'Öptüm Kara Gözlerinden'e bakabilir.
5 - Yaşadığım semtte birkaç yıl önce bir internet cafe 'Kümes' adını taşıyordu. Güya ironi yapmışlardı ama maatteessüf, gerçeğin ta kendisi değil mi?
Mehmed Durmuş
A- RABBANÎ SİSTEMDE ÇOCUK EĞİTİMİ
Çocuk eğitimi deyince akla Peygamberlerin gelmemesi ne kadar esef sebebidir. Modern eğitim sisteminde bir Peygamberi eğitim konusunda örnek vermek, akıl sağlığını yitirmiş olmakla eş değer bir teşebbüs olabilir. Kur'an'ın, imansız insanların ahiretteki tutukluluk hallerini tasvir ederken yaptığı, boyunlarına geçirilen halkalardan dolayı kafalarının yukarı kalkık olması (36/Yasin, 8) teşbihindeki gibi, modern eğitim felsefesinin, kibrinden yanına yaklaşılmamaktadır. Boynundaki ideolojik prangalar nedeniyle, kendi dışında daha sağaltıcı bir eğitim felsefesinin olup olmadığını bilmek bile istememektedir. Kısacası modern eğitim sisteminin 'vaaz' dinleyecek vakti yoktur.
I-İBRAHİM PEYGAMBER VE OĞLU İSMAİL
Eğitimde İbrahim Peygamberin hiç hatırlanmaması bir tarafa, geleneksel tarih ilmi de İbrahim'in hayatını esâtîrle, İsrailiyyatla örülmüş bir masala dönüştürmüştür. İbrahim'in hayatında, suya dönüşen ateşten, balıklara dönüşen odun parçalarına; gökten inen koçun derisinden, küçücük çocuğu ile ıp ıssız çölün ortasına terk ettiği gencecik hanımına kadar bir yığın 'hikâye' malzemesi vardır. İsmail'i kesmeyip de taşı ikiye bölen bıçak öyle ne yaman bir trajedi sahnesidir! Lakin İbrahim'in, bir insanı 'halîlurrahmân' yapan sırrını bir türlü bu 'kıssa' içinde bulamamaktayız. İbrahim'in nasıl öyle bir İsmail yetiştirdiği, geleneksel din anlayışında da çok fazla 'dert' değildir.
İbrahim'in Çocuk Talebi: İbrahim'in çocuk eğitimi anlayışını kavramak için, henüz daha çocukları yokken ve bir çocuğunun olması arzusunu açığa vurduğu o ilk başlangıç dönemine dikkat etmeliyiz. İbrahim ne yapacak da bir çocuğu olacak?:
"Rabbim, bana sâlihlerden (bir çocuk) bağışla!" (37/Saffat, 100).
Rabbi de onu "uslu bir oğul" ile müjdelemiştir. (37/Saffât, 101).
Bir Peygamber böyle çocuk ister. Daha doğrusu, çocuğu olması için aklına gelen ilk girişim, Rabbine dua etmektir. Hani İbrahim, sadece O'na ibadet eder ve sadece O'ndan yardım isterdi ya, işte şimdi, Rabbinden kendisine bir çocuk lütfetmesini istemekte, Allah'ı imdadına çağırmaktadır. İbrahim'in dili, çok ilahlı toplumlara yabancı gelecektir. Daha doğrusu, İbrahim'in dili 'yerli'dir de, çağın dili yabancıdır. Çağın dili, hasta (marazlı) bir gönlün dilidir.
İbrahim'in söyleminde çömlek yapar gibi 'çocuk yapmak' deyimi yoktur. Çünkü çocuğu Allah yaratır; dahası, ihsan eder. Dilerse de etmez. İbrahim, Rabbinin lütfedeceği çocuğun evsafını da, dilekçesinin ucuna iliştirivermektedir: çocuğum sâlih olsun! İşte İbrahimî geleneğin çocuk eğitimi bu noktadan başlamaktadır. Anahtar kelime 'sâlih'dir. İbrahim, salâhın peşindedir. Çoluk-çocuk sahibi olmanın, anne-baba olmanın, ev-bark kurmanın omurgasını 'salâh' kavramı oluşturmaktadır.
İbrahim'in Çocuklarının Geleceği ile İlgili Endişesi: İbrahim Peygamber de her baba gibi, çocuklarının geleceği ili ilgili kaygı duymaktaydı; İbrahim'in kaygısı şuydu: Mekke güvenli bir belde olmalı; kendisi ve oğulları putlara tapmak gibi bir dalâlete düşmemeliydiler! (14/İbrahim, 35). Putlar uzak olsun bizden diyordu. İbrahim'in kaygısı buydu. Kendisi ve çocukları için tasarladığı 'iyi bir gelecek' tasavvuru da bu. Fakat onun 'iyi bir gelecek' tasavvuru bununla bitmiyor. Devam ediyor:
"Rabbimiz! Namazı kılmaları için çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Hareminin yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Şimdi sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve onları meyvelerden rızıklandır ki belki böylece şükrederler." (14/İbrahim, 37).
İbrahim (a.s) oğullarını Beyt-i Haram'ın yanına, "ekinsiz bir vadiye" yerleştirmiştir. Varsın oğulları Beyt-i Haram'a yakın, 'ekin'e ise uzak olsundular. Göz göre göre ekinsiz bir vadiyi seçiyor İbrahim. Eğer torunu Yusuf zindanı 'ekin'e tercih etmişse, bunda, İbrahim'in bu seçiminin bir payı olsa gerektir. Buradaki 'ekin' geçim derdi, zenginlik ve refahın, yığıp biriktirmeye elverişli dünyalıkların simgesidir.
İbrahim'in tercihinin, onun akîdesinden doğduğunu kabul etmeyecek kimse var mıdır?
Bu ayetler bize, geleneksel rivayetlerin hikâye ettiği gibi İbrahim'in, oğlu İsmail'le hanımı Hacer'i götürüp çöl ortasına tek başlarına bırakmasının(1) söz konusu ve de mümkün olmadığını da göstermektedir.
İnsanlara ulaşma, cemaatleşme ve giderek kitleleşme gibi idealleri olan Müslümanların İbrahim'in güzel örnekliğine (üsvetün hasene) hassaten dikkat etmeleri gerekmektedir. İbrahim ilk başta biricik oğullarıyla bir cemaat olmuştur. Onun örnekliği, Müslüman babaların, oğullarına/kızlarına yönelmelerini, onlara ilgi duymalarını, mescid merkezli bir cemaat olmalarını öğretmektedir. İbrahim'in, İsmail'in ve İshak'ın tebliğlerini kabul edenler ancak böyle bir cemaat oluşturabilirler.
Umarım hiç kimse bu yorumumuzdan, "ne yani, çocuklarımızın geçim derdini düşünmeyecek miyiz?" gibi bir itiraz sesi yükseltmez. Çünkü İbrahim, rızık kazanmanın 'önemini' idrak etmekten aciz biri değildi. Ekmek parası kazanmayanların, dostlarının yüz karası, düşmanlarının maskarası olacağını Akif bilir de, İbrahim (a.s) bilmez miydi? Ekinsiz Mekke çölünde, meyvelerden oğullarını rızıklandırması için Rabbine yalvarması, onun bu bilgisini doğrulamaktadır. Şu halde İbrahim'in, 'iyi bir gelecek' olarak çocuklarını ekinsiz de olsa Mescid-i Haram'a yakın bir yere yerleştirip, şirkten uzak ve namaz kılan mü'minler olmalarını istemesindeki hikmeti iyi analiz etmek gerekir. İbrahim, 'zahid' değildi, bir lokma ile bir hırkanın yeteceğini söylemiyordu. Onun, her şeyin önüne geçirdiği değer, muvahhid ve musallî bir hayat idi. Üç kuruşluk dünya metaı onun mihrabı olamazdı. Çocuk eğitimini 'ciddi bir mesele' olarak gören ailelerin, buradan alacakları çok 'ağır' bir ders yok mudur?
Oğlunu Kurban Eden Bir Baba: Allah'ın, İbrahim'e bağışladığı 'halîm çocuk'(2) büyüyüp babasının yanında koşup oynayacak çağa gelince babası tarafından şu müthiş sürprizle bilgilendiriliyor:
"Yavrucuğum! Rüyamda seni boğazlıyor olarak görüyorum! Bir düşün, ne dersin?" (37/Saffât, 102). Çocuk sanki yıllardır bu haberi bekliyormuş gibi bir cevap veriyor: "Dedi ki: Babacığım, sana emredilen şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın!" (37/Saffât, 102).
Çocuğun, babasından aldığı haber sanki bir düğün davetiyesi idi. Ya da babası onu luna-parka götürecekti… Bu teslimiyet başka nasıl izah edilebilir…
Olayın devamına kulak verelim: Baba ve oğul tam bir teslimiyet içindedirler. İbrahim, bir baba için dünyanın en değerli varlığı olan oğlunu Allah için kurban etmeye hazırdır. Oğul ise, "Allah'ın emri karşısında boynum kıldan ince" demektedir. Baba oğlunu alnı üzere yatırır fakat tam o anda vahiyle müdahale edilir: "Ey İbrahim, rüyanı doğruladın, biz muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız…" (37/Saffât, 105).
Bu, "açık bir imtihan" idi. (37/Saffât, 106). İşte bir baba ve oğul, büyük bir sınavdan büyük bir başarı ile çıkmışlardı. Bu öyle bir başarı idi ki, günümüz eğitim sisteminde bu başarıyı ölçecek bir puanlama sistemi bulunmamaktadır. İsmail'in ise belki ilkti ama İbrahim'in bu, en büyük derece ile bitirdiği kaçıncı mektebi idi...
Şimdi artık bu baba ile oğul bir büyük ödülü hak etmişlerdi. Ödülleri, İsmail'in yerine verilen "büyük bir kurban"dı. (37/Saffât, 107).
Doğrusu bizler de her kurban bayramında büyük kurbanlar kesiyoruz. Belki de kurbanlarımız İbrahim ve İsmail'e verilen 'büyük kurban'dan daha büyüktür. Ve övünüyoruz bu büyük kurbanlarımızla, İbrahim'i ve İsmail'i hiç düşünmeden, insafsızca… Sırât köprüsünden(!) bizi sırtında geçirip geçiremeyeceğini kaygı ediyoruz, 'büyük kurban'larımızın...
İbrahim'in ve İsmail'in teslimiyetlerini, sırf onların Peygamber olduğuyla açıklamak ne kadar ikna edici olur? Onların fedakârlıkları Peygamber oluşlarıyla alakalı ise, bizim için 'üsvetün hasene' olmalarının (60/Mümtehine, 4) izahı nasıl yapılabilir?
Burada yeri gelmişken değinmeden geçemeyeceğim. "Fenâ fillah" (Allah'da yok olma) adında bir felsefeyi dinlerinin temel direği edinmiş zümre, "Allah'da yok olma" yerine neden acaba İbrahim ve İsmail misali, "Allah uğrunda yok olma"yı düşünmezler? Üstelik de, "fenâ fillah"ın hiç örneği yokken, "fedâ fî sebîlillah"ın örnekleri o kadar çok ki.
II-MUSA: SUDAKİ SEPET İÇİNDE 'İYİ BİR GELECEĞE' AÇILAN YOLCULUK
Bilindiği gibi Musâ'nın, Firavun'un öldürmesinden korunması için Allah tarafından annesine ilham yoluyla, çocuğu emzirip bir sandığın içerisine koyması ve Nil'e bırakıvermesi talimatı verilmişti. (28/Sa'd, 7; 20/Taha, 39). Bir anne, çocuğunu emzirecek, sarıp sarmalayacak ve bir sepetin içine koyarak ırmağa bırakacak… Musa'nın annesi de bizim analarımız gibi bir yürek taşıyordu. Kim bilir, bir anne için yavrusunu böyle bir meçhule atmaktan, belki de kendini öldürmek daha kolay bir iştir. Ne var ki bunu ona Rabbi ilham etmişti ve o da Rabbinin bu sesine kulak asmıştı.
Musa şimdi ana kucağından kopmuş, henüz kundakta bir bebekken, kaf dağından daha ağır bir yük yüklenmişti sırtına. Muhtemelen Musa'nın annesi de bunun, yavrusunu son görüşü olacağına dair bir korku taşımaktaydı yüreğinin bir köşesinde. Fakat onu korumayı ve tekrar anasına döndürmeyi tekeffül eden İlahî Kudret, yüreğinin korkuyla çarpmasına daha fazla müsaade etmemişti. Ve Musâ tekrar ana kucağında idi. Allah'ın takdir ettiği 'düzen' harfi harfine işlemiş, Musâ'nın da ölüm listesinde olması gereken Firavun kendi sarayında hem Musâ'yı, hem de anasını barındırmak durumunda kalmıştı. (28/Sa'd, 13; 20/Taha, 40). (Ve mekerû ve mekerallah; vallahu hayrul mâkiriin: Onlar bir oyun kurdular, Allah da bir oyun kurdu; Allah oyun kuranların en hayırlısıdır. 3/Al-i İmran, 54).
Musa'nın hikâyesi, selefi İsmail'in Allah yolunda fedâ olma sınavına ne kadar benzemektedir. Musâ çok erken çağda 'ana okulunu', arkasından ilk mektebi bitirmişti. İsmail'in ilk muallimi babası iken, Musâ'nın muallimesi, annesi idi. Annesi, temiz sütü ile karnını doyururken, imanı ile de kalbini dolduruyordu.
Sepet içinde Nil'den yola çıkan Musa, daha birçok mektepten geçerek eğitimini tamamladıktan sonra, kardeşi Harun'la birlikte 'kadrolu' işine tayin edilecek, 'iyi bir geleceğe' kavuşmuş olacaktı.
III-KANLI GÖMLEK-AZİZİN EVİ VE ZİNDAN: YUSUF'UN İLK ORTA VE YÜKSEK TAHSİLİ
Yusuf 11 kardeşin sondan ikincisi, babasının gözdesi küçük bir çocukken, dünyanın ve insanın gerçek yüzüyle tanışma fırsatı bulur. Yusuf! Dünya cennet gibi güzel bir yurttur; Yusuflar! İnsan bazen bir Yakup, bazen de kardeşini kuyuya atabilecek kadar duyarsız, granit kadar taşlaşmış bir canavardır. Yusuf babasının 'kurbanı' olur ve kardeşleri eliyle bırakılır bir kuyunun soğuk dibine. Babası Yakup belki de bir an için, dedesi İbrahim'in İsmail rüyasının belki de şimdi tam olarak Yusuf üzerinde gerçekleştiği hissine kapılmıştır. Ölüme terkedilmiştir Yusuf. Babaya bir kanlı gömlek götürülür ve bir "kurt masalı" uydurulur. İşte bu da kanıtı… Bir an önce unut gitsin, kurdun yediği Yusuf'u… Şimdi babaya düşen, gözlerini kör eden acıyı yudumlamaya başlamaktır. Ve sabır. Ama yine de, baba Yakub'un saçlarına ak düşürmesine mani olamaz Yusuf'un hasreti.
Tabi ki kurt yemedi Yusuf'u, kardeş kıskançlığı yedi. Bir başka açıdan baktığımızda olay şöyle görünmektedir: Aslında 'kardeşlerin kıskançlığı' bir tarafa, Yusuf ilk mektebe yerleştirilmiştir! Yatılı bir mektep… Belki Malkolm-X, Massachusette'in siyah mahallesinde liseyi, Harlem sokaklarında üniversiteyi, hapishanede doktorayı bitirdiğini söylemeyi(3) Yusuf'tan öğrenmiştir.
Evet, Yusuf'un ilk mektebidir bu. Kenan diyarında bir kuyu: İlk mektep…
Mektepten mezuniyet günü gelince, oradan geçmekte olan bir kervan vesile kılınır Yusuf'un kuyudan çıkartılmasına. Baba-anne yoktur yanında Yusuf'un. Diploma töreninde pasta da yapmamıştır kimse. Gerçi henüz eğitim-öğretim süreci bitmiş değildir. Şimdi de köle pazarında satılmak ve açlara üç beş kuruş para kazandırmak vardır, sırtından. Yusuf ileride bir gün bu kervan sahipleriyle karşılaşsaydı, muhtemelen yaptıkları bu 'iyiliği' unutup unutmadığını sorarlardı kendisine.
Ve ikinci mektep başlamıştır. Firavun'un bir veziri satın almıştır Yusuf'u, hediyelik bir eşyaymışçasına. Yusuf bir kez daha 'yatılı' bir mekteptedir, ama bu sefer kuyu yerine, saraya yakın bir evdir yatılı mektep. Tıpkı Musâ gibi.
Derken Yusuf'un en zor sınavı yaklaşmıştır. Evin sahibesi tarafından 'kötü bir yol'a davet edilir. İblis Yusuf'un tam gençlik döneminde çıkmıştır karşısına. Aslında Yusuf'un imanına taliptir. Onu azizin karısı vasıtasıyla yenebilirse, imanını bir paçavraya çevirmek sıradan bir iştir. Fakat hayır, Yusuf, sırtını dönüp kaçmaktadır. Rabbinin burhanı sayesinde Yusuf bu zorlu sınavı başarıyla geçmiştir. Hiçbir yakınının bulunmadığı bu 'gurbet' diyarında, kaçınılması zor bir günah ortamından mutlak surette imtinâ etmiştir Yusuf. Kadının 'mekr'i, kendisini ele verecek deliller ihtiva ediyordu. Koca bir Mısır ülkesinde, koskoca sarayda, sarayın bunca meşhur entrikalarına rağmen, tek başına biricik Yusuf -Allah'ın izniyle- galip gelmiş, zamanın süper gücü, kimsesiz bir genç köleyi suçlu yapamamıştı! Yusuf bir tarafa, Mısır Sarayı bir tarafa.
Haliyle Yusuf'un eğitim-öğretimi devam etmektedir: Pîr ü pâk olduğu anlaşılmasına rağmen, "atın bunu zindana" demişlerdi egemenler. Tıpkı vereceği hiçbir cevabı olmayan bir başka egemenin, dedesi İbrahim'i "yakın bunu" demesi misali. Yusuf artık zindandadır. Yusuf'u oradan çıkartacak -Allah'ın dışında- hiçbir güç yoktur. Yusuf'un, neden orada bulunduğunu soracak bir 'Waldo'su bile yoktur… Yusuf'un zindanda tutulması nice egemenlerin, aristokratların, nice monarkların kirlerini örtmekte, nice balolara maske işlevi görmektedir. Yani Yusuf bir kurbandır. Fakat Yusuf halinden pek de şikâyetçi değil gibidir. Baksanıza o şöyle diyor: "Rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerinden daha hayırlıdır!" (12/Yusuf, 33).
Yine biz bir başka açıdan bakalım: Artık Yusuf lisansüstü eğitime başlamıştır. Ne mutlu Yusuf'a ki, ondan beri zindanlar 'medrese' olarak bilinmektedir. Tek başına bu şeref bile ona yetmektedir.
Yusuf zindanda yıllarca kalır, tamamen bir iftira yüzünden. Zindanda ona Rabbi rüyaların yorumunu öğretmiştir. Firavun'un bir rüyası, Yusuf'un zindandan çıkışını sağlayan bir müjdeye dönüşmüştür. Zindandan çıkışı, girişinden daha asîldir. Saray erkânı nezdinde suçsuzluğunu yüzde yüz tescil ettirir ve öyle çıkar. Artık o, Firavun'un itimat ettiği ve önemli bir yönetim görevini tevdi ettiği emîn bir yöneticidir. Çünkü Yusuf, mükemmel bir eğitimden geçmiştir.
Yusuf kuyuya atıldığı günden o ana kadar, annesini hiç görmemiştir. Babası onun acısıyla gözlerinden olmuştur. Yusuf Mısır sarayında yönetici olduktan sonra, gönderdiği gömleği ile babasının yeniden görür hale gelmesini sağladığı gibi, o zalim kardeşlerine de iyilik-ihsanda bulunmakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Sanırım Yusuf'un asıl sınavı bu idi. Yani affetmek…
IV-VE MERYEM: TOZ KANATLI KELEBEKTEN DÜNYAYI YÜKLENMESİ İSTENİYOR
Meryem'in annesi, İmran'ın karısı, karnındaki çocuğu Allah'a adamıştı. Şöyle diyordu: "Rabbim, karnımda olanı hür olarak sana adadım. Benden kabul et. Doğrusu işiten ve bilen sensin." (3/Al-i İmran, 35). Sanki bir sadaka vermişti de, "bunu kabul buyur" diye Rabbine niyaz ediyordu. "Bunu kabul buyur" dediği şey, karnındaki yavrusundan başkası değildi. Yavrusunu Allah'a adamıştı. Çocuğunun Allah'a ait olmasını istiyordu. Çocuğu sadece Allah'a kul olmalı, tamamen O'nun yoluna fedâ olmalıydı. Bu haliyle İmran'ın karısı, İbrahim'in sünnetini ihya etmiş oluyordu.
Meryem'in, annesi tarafından Allah'a adanması 'İslamî' eğitim-bilimlerinde hiç atıf konusu yapılmakta mıdır dersiniz? Pedagojide Meryem'e ve İsa'ya ayrılan bir sayfa var mıdır? Meryem ve oğlunun kıssasının, modern bilim camiasında bir değerinin olduğunu henüz duymadık.
Her ne olursa olsun Müslüman anne babalar için Meryem'in, annesi tarafından Allah'a adanışı, çocuk eğitimi bahsinde, hiç kimsenin atlamaması gereken çok büyük bir örnektir.
Aslında Meryem'in annesi, karnındakinin erkek çocuk olmasını umuyordu. (İnsanı tanrısallaşmaya kışkırtan röntgen gibi alet-edevât henüz icad edilmemişti…) Kız doğurunca, adağından hafifçe bir mahcubiyet duyar gibi olmuştu. "Rabbim ben onu kız doğurdum, erkek ise kız gibi değildir…" (3/Al-i İmran, 36) diyordu. Hâlbuki "Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu." (3/Al-i İmran, 36). Ama "Rabbi Meryem'i hüsnü kabul ile kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriya'yı onun bakımıyla mükellef kıldı…" (3/Al-i İmran, 37). Çocuklarına adeta tapan anne-babalara ithaf olunur.
Meryem Kudüs'te Mescid'in özel bir bölümünde yetişti, büyüdü. Allah ona Cebrail'i gönderdi ve tertemiz bir oğlan çocuğu müjdeledi. (19/Meryem, 18-21). Bu nasıl olurdu, hiç erkek eli değmemiş, iffetin, namusun, safiyetin, nezâketin, kadın edep ve hayâsının abide timsali Meryem nasıl bir çocuk doğururdu! Şimdi Meryem, ölüp gitmeyi, yok olup da bu günleri görmemiş olmayı temenni etmesin de ne yapsındı! (19/Meryem, 23). Annenin umudu şimdi gerçekleşmişti. Meryem, Allah'ın şerefli elçilerinden birini doğurmuştu, dünyaya yön verecek rasûllerden birini. Fakat Meryem, Allah'a din öğretmeye yeltenecek kadar haddi aşan zalim bir din adamı (ruhban) sınıfının saldırısından kurtulamadı. Meryem evlenmemiş bir genç kızdı, bu çocuğu nereden almıştı? Meryem'in susmaktan başka verecek cevabı yoktu. (19/Meryem, 27-29). O susacak, artık oğlu konuşacaktı.
Doğrusu Meryem'in oğlunun mektebi bir 'garip' doğumla başlamıştı. Şimdi muallimelik sırası, 'babasız' oğlunu yetiştirmek üzere Meryem'e gelmişti.
Meryem, oğlunu öyle 'iyi bir gelecek' için hazırlamıştı ki, hayatı şehâdetle noktalanmaya ramak kalmıştı. Şehâdet bu silsile için, ulaşılabilecek en yüksek kariyer idi.
V-LOKMAN: KİM DEMİŞ BABALAR KATI YÜREKLİ OLUR DİYE?
Kur'an'ın, Lokman'ın oğluna verdiği öğütlere yer vermesi çok mânidardır. Lokman çocuğuna "Yâ büneyye!" diye seslenmektedir. "Oğulcuğum!" (31/Lokman, 13). Lokman'ın öğütlerine bakılırsa, oğlunun bu öğütleri anlayacak bir çağda olduğunu kabul edebiliriz. Lokman'ın bu küçük oğluna verdiği öğütleri bugün Müslüman anne-babalar, 'ezilmesin' diye, kocaman çocuklarından da esirgemektedirler. Lokman, oğlundan üniversiteler değil şunları bekliyordu:
Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma, Allah'a şükredici ol; ana-babana iyi davran, onlara minnettâr ol; eğer ana-baban sana cahilce Allah'a şirk koşmayı (İslam dışı bir hayatı) dayatırlarsa onlara itaat etme, ama yine de ana-babanla dünyada iyi geçin; Allah'a yönelenlerin yoluna uy; susam tanesi kadar bile olsa iyilik yap, sanma ki Allah onu ortaya çıkartmayacaktır; namazı kıl; mârufu emret, münkerden nehyet; başına gelenlere sabret; insanlara karşı kibirli, ukalâ, şımarık olma, mütevazı ve edepli ol; davranışlarında tabii ol; sesinle ve seslerle çevreni rahatsız etme, en çirkin ses eşek sesidir! (31/Lokman, 13-19).
Bunlar, muallim Lokman'ın, oğluna verdiği derslerin müfredatıdır.
Lokman'ın, oğulcuğunu güdülediği 'iyi bir gelecek', bu programı kapsıyordu. Lokman, çocuğuna küçük değil, çok kısa bir süre sonrasının büyüğü olarak bakmış ve onu Allah'ı razı edecek amellerle yönlendirmeye çalışmıştır. Lokman oğlunu açıkça etkilemekte, 'islamcı' bir çizgiye yöneltmekte, kafasını, kalbini ve aklını dini telakkilerle doldurmaya çalışmaktadır. Bu da Lokman'ın eğitim anlayışıdır.
VI- AMİNE'NİN YETİMİ: NEBEVÎ TEDRİSATIN SON TİLMÎZİ
Muhammed (a.s)ın hayatın çok zorlu aşamalarından geçtiği malumdur. Muhammed, "yavrucuğum!" diye seslenen bir baba sesini hiç duymadı. Annesine hiç doyamadı. Annesi saçlarını okşayamadı. Bayramlara özel elbiselerini annesinin yardımıyla giyip, annesinin parmaklarıyla saçları düzeltilmedi. Onun mektebinde kuyu yoktu ama babasızlık yanında bir de, var olan annesinin firâkı vardı. Altı yaşındayken, annesini de tamamen yitirmiş olacaktı. Yaşlı dedenin yanında geçirdiği iki sene zarfında, boğazına düğümlenen hıçkırıklarını bastırmaya çalışmış, hasretini içine gömmüş olmalıdır. Daha bitmemişti, yaşlı dede de hayata veda edecek, müşfik amcanın yanında, olgunlaşma yıllarını tamamlayacaktı. Pişmeyi öğrenecekti. O artık 'Abdülmuttalib'in yetimi' idi. Ta ki, o büyük kadın Hz. Hatice ile bir yuva kuruncaya kadar.
Rabbi onu yetimken barındırmış, fakirken zengin etmişti. Onu ne terk etmiş, ne de ona darılmıştı. Rabbi ona ihsanlarda bulunacak, o da razı olacaktı. O artık bir eğitici idi. Hatice (r.a)dan altı çocuğu olmuştu. Tıpkı selefleri gibi onun da, çocuklarının Allah'dan başka ilah edinmeme esasına dayanan bir hayat yaşamalarından başka bir beklentisi yoktu.
***
Nebevî silsileden sunmaya çalıştığımız bu kesitler, çocuk eğitimi konusunda en ileri düzeyde ibret levhalarıdır. Her birinin hikâyesi farklı biçimlerde olsa da, özleri aynıdır. Bütün peygamberlerin çocuklarının istikbaline ilişkin endişeleri birdir. Çocukları Allah'a eş koşmamalı, Allaha itaat eden mü'min kullar olmalıdırlar. Hiçbir Peygamber'in ideali refaha değil, salâha/felâha dayalı bir hayattır. Hiçbirinin kafasında rızık endişesi görülmemektedir. Memleketin en iyi makamlarına gelmek gibi ikonları bulunmamaktadır. Kısacası, Allah'ı razı etmenin ötesinde hiçbir şeyi büyütmemekte, hiçbir hedefe kendilerini ve çocuklarını kilitlememektedirler.
B- ÇAĞDAŞ ÇOCUK TELAKKİSİ
Modern düşünce her konuda olduğu gibi çocuk eğitimi alanında da insan olarak fert ve toplumu kucaklayıcı, tabiatla uyumlu, ahlakı önceleyen tezler ortaya koyamamaktadır. Modern çocuk eğitimi fıtrata yabancı, yaratılışa kör kalmaktadır.
Yaratılma: Modernizmin dili tamamen sekülerdir. Bu dilde her şeyden önce çocuk, 'yaratılan' değil, 'yapılan' (made in mother&father) bir üretim nesnesidir. Fabrikada yapılan bir tür 'manufactured'dur. 'Eşler' istedikleri zaman çocuk yaparlar, istemedikleri zaman yapmazlar. Bu onların yed-i kudretindedir. Çocuk sayısına karar verecek olan da 'eşler'dir. Gerçi feminist öykünmecilikler artık erkek eşi de fazla bulmakta, şimdilerde kadınların kendi başlarına çocuk yapmalarının imkânı aranmaktadır. 'İlerleme' böyle devam ettikçe, istenilen vasıf ve ölçülerde, istenildiği kadar ömre sahip çocuklar üretmek için başvuruların alınmaya başlaması uzak görünmemektedir…
Bu durumda, hala geçerliliğini koruyan, çocuğu olan ailelere göz aydınlığına gidip, 'hayırlı ömürler' dilemek ya da salih bir evlat olması için dualar etmenin yerini, 'iyi günlerde kullanın', 'kaça mal oldu?' gibi muhabbetlerin alması beklenir.
Bu şekilde, fıtratına yabancılaşmış, ancak bir makine kadar 'insan' bir anne ve babanın konsorsiyumunda dünyaya gelen çocuklar, "kendi kuşu boynuna dolanmış" (17/İsra, 13) (seküler bir kader, alnına yazılmış) olarak dünyaya doğmaktadırlar.
Yeni bebek dünyaya pek de hoş gelmemiştir. Doğru dürüst ana kucağı görmeyecektir bu bebek. Yalnızlığı iliklerine kadar hissedecektir. Çünkü baba gibi anne de çalışmaktadır. Daha evlenirken babanın ilk şartı, eşinin çalışan bir bayan olmasıydı. Çocuk ya kreş cezasına çaptırılacak, ya da bir bakıcının insafına terk edilecektir. Eğer eve bir gizli kamera yerleştirilmişse, bakıcının patakları, medya aracılığıyla hiç değilse şöhret getirecektir aileye.
Sabahın alaca karanlığında, işçilerin henüz yollara döküldüğü bir saatte bu kreş-zede çocuklar bir battaniyeye sarıldığı gibi, kreş adı verilen kampa teslim edilmekteler. Uykudan gözlerini açtıklarında ise anneleri çoktan gitmiş olmaktadır. Bundan sonra tek çare, çocuğun bir dediğinin iki edilmemesi, çocuğun önüne oyuncakların yığılmasıdır. "Sen yeter ki 'annee!' diye ağlama bebeğim, ben sana her oyuncağı alırım!" Fakat bu rüşvetlerin hiçbiri, çocuğun ruhundaki anne açlığını yatıştırmayacaktır.
Çocuğun önüne yığılan teskin ediciler yığınlarca soruna sebebiyet vermektedir. Oyuncak adı verilen bu fabrika ürünleri, çocukta hiçbir sanat ruhu uyandırmadığı gibi, bilakis bütün sanatkârlık duygularını da öldürmektedir.(4) Önündeki sun'i oyuncakları yapıp tekrar bozarak avunuyor görünen çocuk, asabi ve aptal olmasın da ne olsun? Geleneksel aile ortamında çocuklar, tamamen doğal eşyadan (çamur, taş, ağaç, çaput, ip, tel, makara v.b.) oyuncaklarını kendileri yaparlar, yaparken bir şeyler üretmenin zevkini tadarlar, her yapışında bir öncekine nazaran daha da ustalaşırlardı. Üstelik bu çocuklar toplu halde oynarlardı. Hem oyunları, hem oyun alanları ve hem de zihin dünyaları cemaatleşmeye elverişliydi.
Modern oyuncak kültürü, çocukları aynı zamanda hazırcılığa alıştırmaktadır. Her şeyin paket halinde önüne gelmesine alışmaktadır. Büyükleri onun için her şeyi düşünecektir. Oyuncaklara harcanan paraların onda biri bile, nice ulvi hedeflerden esirgenmektedir.
İçi eşyayla lebalep dolu geniş evlerimiz tam bir oteli andırmaktadır. Anne ve baba adını taşıyan partnerler (ortaklar) akşam saatinde bir süreliğine evdedirler. Gelirken çocuğu kreşten almayı unutmamışlardır. Evde femin ortağın yapacağı işler, yavrusunu doya doya kucağına almasına müsaade etmemektedir. "Git çocuğum başımdan, rahat bırak biraz beni!" paylamalarını sıkça duyacaktır çocuk. Evin dördüncü ve en büyük ortağı televizyondur. Çocuk rahat verse de, şu diziyi ağız tadıyla bir izleyiverseler…
Şüphesiz bu, günümüz çocuk tablosunun tek tipi değildir. Annenin çalışmadığı aileler de az değildir. Bununla beraber, bu ailelerde de çocuğun şartları, yukarıda özetlemeye çalıştığımız Nebevî gelenektekine tam uygun değildir.
Sınavzede Çocuklar: Günümüzde, çocuklarının her hali için sureta da olsa İbrahim gibi yakaran ailelerle, onlar hakkında Allah'ı işin içine karıştırmayan aileler aşağı yukarı aynı harici şartlara tabidirler. Okul, eğitim, 'geleceğe' dönük planlar, iş hayatı, geçim şartları, gözde meslekler gibi konu ve kavramlar karşısında bu iki tip aile aynı karın ağrılarından muzdariptir. Dershane, sınav, test, net gibi sözcükler her iki tip aile için de tam bir karabasandır. Fakat aileler dertlerini sevmekte ve giderek bu karabasanlar, her tür aile için hayatın esasını oluşturur olmaktadır.
Şu anki sistemle ilgili tabi ki çok ikna edici açıklamalar yapılabilir. Fakat ortada kesin bir gerçek var, o da şudur: Bütün bir toplum tam bir dayatma ile karşı karşıyadır. Bu dayatmanın illa da somut failleri aranmamalıdır. Sistemi işletenler de bu dayatma ile kuşatılmışlar ve onlar da şikâyetçidir. Dayatmacılık ana sınıfından başlamakta, 'kırk yaşında çocuklar' oluncaya kadar sürmektedir. AKP Hükümeti dayatmayı bir yaş daha erkene almaya kararlı. Mevcut eğitim sisteminin insanın ruh, beden ve akıl sağlığına neler katıp neler eksilttiğini hiç kimse tartışmamaktadır.
Sözü dağıtmadan özetlemek gerekirse, çocuklardan ve gençlerden ne istenmektedir? İstenen şudur: 6 Yaşından itibaren başlayıp, yirmili ve hatta otuza varan yaşlara kadar süren sinir bozucu, büyük bir yarış yapılmaktadır. Her bir çocuktan ve her bir gençten istenen, bu yarışı en birinci olarak bitirmesidir. Bu beklentiler, üniversite bitip de, 'iyi bir işe' girinceye kadar devam edecektir. Çocuğunun 'iyi bir gelecek'ten en iyi payı alması için 'ceketini bile satan' anne-babalar, karabasanlar yaşamakta, ringteki ya da parkurdaki sporcuyu heyheyleyen antrenör misali, bütün sınavlara çocuğuyla beraber girip çıkmaktadır. Hâsılı, çocukların ve anne-babaların bütün dünyası okul, dershane, sınav ve test sözcükleriyle örülü bir mağaraya dönüşmektedir. Sınavda en yüksek puanı alma hedefine kilitlenen çocuklar, çocukluklarını hiç tanımadan gençlikleri de gelip geçmektedir. Bu çocuklar Platon'un mağara benzetmesi misali, hayatı tanımamaktadır. Güneşin doğuşu ve batışı, baharın gelişi ve gidişi, ağaçların çiçek açması, güllerin yedi vermesi, iğdelerin kokusu, ibibiklerin ötmesi, ırmakların çağıltısı, toprağın mis kokması v.b. onları hiç alakadar etmemektedir. Çünkü dakikada kaç test çözdüğü, gestapo ayarında denetlenmektedir. Bu çocukların toprakta bir dikili ağaçları bile yoktur. Sosyal yaşantıları sıfıra yakındır. Akraba ziyaretlerine bile götürülmezler, sebep bellidir, testler…
Doğrusu tümden haksızlık etmemek gerekir. Gençliğin sosyal hayatı da var elbette. Şehrin internet-cafeleri ne güne duruyor? Arkadaşlarla gidilen en iyi 'eğlence' mekânı işbu cafelerdir.(5) Bacaklarında yırtık-pırtık blue-jean, damarlarında Amerikan Cola'sı taşıyan bu gençlerimiz için fikir, fikir adamı, mefkûre, dava, siyaset, ideoloji, gibi kavramlar gıcık edici sevimsiz sözcüklerden öte bir anlam ifade etmemektedir. Ama bilinmelidir ki, bu çocuklarımızı bizler kendi ellerimizle uyuşturuyoruz, uyuzlaştırıyoruz.
Zavallı çocuklarımız akvaryum balığı, muhabbet kuşu ya da altın yumurtlayacak tavuk muamelesi görmektedirler. Esen yelden, kardan borandan, hâsılı her türlü riskten uzak tutulmak istenmektedirler. Bunun için çocukların, fikir veren bir gazete, dergi, kitap okuması istenmemektedir. Herhangi siyasî bir toplantıya iştiraki memnudur.
Burada kesinlikle bir 'günah keçisi' bulup, onunla sorumluluktan arınmaya çalışıyor değilim. Ortada gerçek bir fecaat var. Eski çağlarda insanların padişah/kral olduğu, ülkeler fethettiği, çağ açıp çağ kapattığı, medeniyetler kurup medeniyetler yıktığı, milletler arası meydan savaşları yaptığı, hiç değilse yedi başlı ejderhayla çarpıştığı yaşlarda bizim çocuklarımız/gençlerimiz hala sınavlarla boğuşmaktadır. Zannediyorum ki yaşadıkları stres nedeniyle çocuklarımızın büluğ çağı bile birkaç yaş daha uzamaktadır. Bu gidiş nereye? Buna bir cevap bulmamız gerekiyor.
C- OLMASI GEREKEN
Aslında 'çocuk', büyüklerin zannettiğinden daha büyüktür. Şuna kati bir şekilde inanıyorum: Hele de bugünkü eğitim sistemi, her biri bir cevher olan çocukların neredeyse bütün yeteneklerini köreltmekte çok başarılıdır. Ebeveynler de çok zaman bu sürece yardımcı olmaktadırlar. Çocuğa gölge edilmese, o bile ihsan yerine geçecektir. Gerçek olan odur ki, çocuklar, İbrahim, İsmail, Musa, Meryem, İsa ve Muhammed gibi örneklerin omuzuna yüklenen 'ağır yükü' tahammül etmekte sanıldığından daha fazla dayanıklıdırlar.
Bizim Çocuğumuz İsmail'den ve Meryem'den Daha mı Değerlidir?
Anlaşılacağı üzere, modern çocuk eğitim sürecinin hiçbir yerinde çocuğun İsmail gibi Allah'a adanması, Meryem gibi mâbede bağışlanması benzeri bir hedef yer almamaktadır. Çocukların ekseriyeti -geçmişle ve günümüzdeki bazı toplumlarla kıyaslandığında- bir dediği iki edilmeyecek derecede bir konforun içinde yüzmektedirler. Fakat aynı oranda da fikirden, ideolojiden, beşeri ilişkilerden, toplumsal etkinlikten yalıtılmaktadırlar.
Ben şunu sormak istiyorum: Acaba bizim çocuklarımız, İsmail, Yusuf, Lokman'ın oğlu, Musa, Meryem, İsa, Muhammed (hepsine selam olsun) ve bunların birçok ashabından daha mı değerlidir acaba? Yukarıda konu ettiğimiz Rasuller'in çocukken yaşadıkları, bir 'hebâ' olmak değildi, onlar kendilerini fedâ etmişlerdi. Anne-babalar çocuklarını feda etmekten çekinmiyorlardı. Çocuklarını Allah yoluna adamışlardı. Onların bütün hedefleri bundan ibaretti.
Eğer tarihin akışından şikâyetçi isek, eğer bize dayatılan hayat şartlarından bunalmışsak, eğer maruz kaldığımız asimilasyondan bîzar isek, bilmeliyiz ki tarihi yapan bizim irademizdir. Başımız sıkışınca başvurduğumuz 'Allah'ın hesabı', biz kendimizi ve çocuklarımızı fedâ etmedikçe aktif hale gelmeyecektir. Sünnetullah böyledir. Biz ise, tüketim toplumunun uysal bir üyesi olmaktan başka bir şeye güdülemediğimiz çocuklarımızdan, tarihin akışını değiştirmesini bekliyoruz. Böyle bir bekleyişin 'zulüm' olduğunu hiç düşünmeden.
Müslümanca bir toplum oluşturmak için müslümanca bir aile kurmak zorundayız. Bunun içinse, Allah'ın bize lütuf ve ihsanı olan yavrularımızı, onları bize verenin yoluna adamak durumundayız. Yavrularımızı Allah yoluna adamak bizi korkutmamalıdır. Bizim de onların da koruyucusu O'dur.
Müslüman bir ailenin çocuğu, Allah'ın göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettiği fakat yüklenmekten kaçındıkları emaneti (33/Ahzap, 72) kendisinin yüklendiğinin şuurunda olmalıdır. Bu şuurdur bizi şerefli bir hayata kavuşturacak olan. Eğer yeryüzünde tevhid eksenli müslümanca bir hayat süreceksek, çocuklarımızı buna neden ortak etmeyelim? Onları tevhid mücadelesine ortak kılmayıp, kenarda tutmak onlara acaba iyilik sayılır mı?
Kevser suresi, Mekke kâfirlerinin Peygamberimize 'ebter' (soyu kesik) dediklerini haber vermekte, fakat bunun tersinin doğru olduğunu yani Muhammed'in soyunun kesintisiz, kâfirlerin soylarının ise ebter olduğunu haber vermektedir. Eğer İslam davasına kendimiz kadar çocuklarımızı da ortak etmezsek, ebter olan korkarım biz olacağız.
Çocuklarımız Kur'an'ın bütün kavramlarını ve şirk-tevhid ayrımını idrak edebilecek seviyededir. Onları daima 'çocuk' sanmak bizim yanılgımızdır.
Çocuklarımız bizden sevgi, saygı, merhamet ve ilgi beklemektedirler. Fakat onlara tevhidsiz bir sevgi-saygı veremeyeceğimiz gibi, sevgi-saygısız bir tevhid bilinci de veremeyiz. Son söz olarak, bizi ve çocuklarımızı Rabbimiz, kendi yoluna beklemektedir.
1 - Taberi, Tarih-i Taberî Tercümesi, Konya, tarihsiz, I/164-165.
2 - İslamî geleneğe göre İbrahim'in bu çocuğu İsmail'di. Yahudilere göre ise İshak'tır Bkz. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab: 22.
3 - Ersin Nazif Gürdoğan, New York'dan Los Angeles'a New Roma.
4 - Metin Mengüşoğlu ağabeyi hayırla anmak isterim. Meraklısı, 'Öptüm Kara Gözlerinden'e bakabilir.
5 - Yaşadığım semtte birkaç yıl önce bir internet cafe 'Kümes' adını taşıyordu. Güya ironi yapmışlardı ama maatteessüf, gerçeğin ta kendisi değil mi?