Sabri Efendi ve Hafız Ali'ye Yazdığı Mektuplar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
hem fiyatını çıkarabilir, hem başka risalelerin de tab’ına medar olabilir. Halklardan sadaka kabul etmediğim gibi, kitablarımı da sadakalarla tab’ını kabul etmem. Yalnız gayretinizi ve himmetinizi Onuncu Söz gibi, yalnız yanlışsız ve güzelce tab’ına ve matbaadaki tashihatına sarfediniz. Ve birinci olarak tabettirdiğiniz risalenin masarif-i tab’iyesi ne kadar ise bana bildiriniz. Ben borç eder, para gönderirim. Eğer tab’ına muvaffak oldunuz, zatınız pederiniz gibi çok sevdiğiniz Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme ahalisine bir miktar nüsha gönderseniz çok iyi olur. Belki eski hediyelerinizden daha hayırlı hediye hükmüne geçecektir, inşaallah.
1
barla_116_1.gif


Said Nursî
***
2
barla_116_2.gif

3
barla_116_3.gif

4
barla_116_4.gif



Gayyur, zeki, ciddi, sıddık, hakiki kardeşlerim Hoca Sabri Efendi, Hafız Ali;
Bu Cuma günü gündüz, rahatsızlığımdan dolayı biraz yatmıştım. Rüyaya benzer, fakat rüya değil; hayalen gördüm ki, Sabri karşıma çıktı, arkasında Hafız Ali. Sabri bana diyor: “Üstadım, inayat-ı seb’a namıyla beyan edilen büyük inayetler varken Onuncu Sözdeki cüz’î inayete bu kadar ehemmiyet vermenin sebeb ve hikmeti nedir?” dedi çekildi. Sonra kalktım, düşündüm; dedim ki, “Isparta’ya yazdığım mektubu Sabri okumuş veya okuyor, hararetli yazışımdan bana acıyarak benden sual etmek istemiş.” Her ne ise. Ben de Hulûsi’den sonra birinci muhatabım olan Sabri’ye derim ki, Hafız Ali de dinlesin:


1- Baki olan yalnızca Allah’tır.
2- Onun (Allah’ın) adıyla.
3- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44)
4- Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bu Onuncu Sözdeki cüz’î inayete ziyade ehemmiyet verdiğimin üç hikmeti var:
Birincisi: Onuncu Sözün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususi belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmi risaleler gibi “Yeter.” der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nev’ ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celbetmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin, elimden bir şey gelmezdi. Cenab-ı Hak merhametinden bir işaret verdi. O işaret ne kadar gizli ise, benim o ciddi arzuma mutabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.
İkincisi: Bilirsiniz uzak yerlerden, bazı beş günlük yoldan bir zat bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim bir kaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki, o misafire risalelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek, hem muhtaç olduğu kuvvet-i imana ve kuvve-i maneviyeye yardım etmek için birkaç gün lâzım. Çünkü, risalelerdeki kuvvetli bürhanlara herkes yetişemiyor, tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki, kısa, hafif bir vesile elime geçip biçare misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin. Fakat kerametim yok, elimden bir şey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlâsına itimad edip onların mükâfatını rahmet-i ilâhiyeye havale ediyordum. İşte Cenab-ı Hak evvel İşaratü’l-İ’caz’da sonra Onuncu Sözde çabuk kanaat verecek ve risalelere itimad ettirecek bir eser-i inayet ihsan etti. Hakikaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim ve çok zatlara az bir zamanda kuvve-i maneviye ve Kur’an-ı Hakîmin hakkaniyetine göz ile görünecek emareler gösteriyordum. Hattâ çok muannidlerin inadı kırıldı. Çok dinsizler de onunla imana geldiler. Fakat İşaratü’l-İ’caz’daki izahı bir, iki üç saat bitmiyordu. Ben de yoruluyordum. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden daha kolay, İşaratü’l-İcaz’ın iki saatte verdiği faideyi Onuncu Söz ki üç dakikada aynı faideyi verdi. Bu zamanda göz ile görünecek gayet cüz’î bir eser-i inayet, manevî büyük kerametlerden daha tesirlidir. İşte bu cüz’î eser-i inayet hem bana, hem sizin gibi kardeşlerime bir kolaylık temin ettiği için ziyade ehemmiyet verdim. Madem bu Sözdeki tevafuk bize ve misafirlere çok faidelidir ve hayırlı neticeler verir, elbette içinde bir inayet var.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Âdi olsun, yüz emsali bulunsun yine bize fevkalâde bir inayet, bir ikram-ı rabbanîdir. Üçüncüsü: Bilirsiniz ki, fazla iştigalâttan yorgun düşmüş bir fikir kendini eğlendirmek, istirahat etmek ister. Biz meşgul olduğumuz pek derin, pek geniş, pek ciddi olan hakaik-ı Kur’aniye ve imaniye, fazla meşguliyetimizden gelen yorgunluğu tahfif edecek ve yorgun fikrimizi neşelendirecek ve eğlendirecek tevafukat nevinden lâtif bir sanat-ı bediiye suretinde bir lütfunu gösterdi. Hem o lâtif ve hafif ve mahbub ve cazibedar tevafukattaki inayet bir anahtar hükmüne geçip, Kur’an’ın bir hazine-i esrarına bir nev’i rehber olduğu için ziyade ehemmiyet verdim. Yoksa hizmetimize terettüb eden ve yardım eden inayet-i rabbaniye o kadar çoktur ki, eğer saysam binden geçer. Şu Onuncu Sözün hurufatındaki sır hiç kimsenin sun’ ve ihtiyarıyla olmadığını herkes tasdik ettiği için daha ehemmiyetli göründü. Fakat ben mutlak işarete ehemmiyet verdim. Lâkin tafsilâtını ehemmiyetle tedkik edemedim. En iyi bir tarzda beyan edemedim. Bir-iki saat zarfında nota nev’inden işaretler koydum. Birinci defaya itimad edip daha tedkik etmedim. Halbuki, tabiratımda bazı kusur var, fehmi işkal eder. Isparta’daki kardeşlerimiz maksadı anlamamışlar, hakları var. Çünkü, o ibare, o maksudu ifade edemiyor. Madem öyledir, bu sözün lâtif tevafukat-ı harfiyesindendir ki, (mebhasındaki) hem sahifenin yirmi iki olmak itibariyle yazı bulunanların yerinde (yarısından ziyade yazılı bulunan sahifelerin) hakikî ve itibarî satırlarına ve baştaki yaprağın cild üstünde isminin iki satırı ilâvesiyle bin üç yüz kırk iki (1342) ilâ ahir. Hem o mebhasdaki bu cümle hem ahirdeki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmış altı olup baştaki ayetin melfuz (altmış altı) hurufuna tevafuk ediyor. Birinde, ahirdeki iki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle (altmış yedi) olup baştaki ayetin melfuz altmış yedi hurufuna tevafuk ediyor. O ayet Sure-i İhlâsın hurufatına, hem Lâfzullahın makam-ı ebcedisine tevafuk ediyor, denilmeli. Biz bir nüshayı öyle yaptık, size gönderiyoruz. Yanınızdaki nüshaları ona göre yap. Eğirdir’deki nüshaları da öyle yapınız.
1
barla_118_1.gif


Kardeşiniz
Said Nursî



1- Baki olan yalnızca Allah’tır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Aziz, fedakâr, sıddık, vefadar kardeşlerim Hoca Sabri (r.h.) ve Hafız Ali (r.h.);
“Mugayyebat-ı hamse”ye dair Sure-i Lokman’ın ahirindeki ayetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki hâlet-i ruhiyem ve ahval-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız sualinizin temas ettiği bir iki noktaya gayet mücmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meali gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebat-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i maderdeki ceninin keyfiyetine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhanelerde bir aletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da biliyor, hem rontgen şuaıyla rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttılâ kabildir”?
Elcevap: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğrudan doğruya meşiet-i hassa-i ilâhiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tabi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey; perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i ilâhiye ve meşiet-i hassa-i ilâhiyeye bakar. Sair masnuatta zâhiri esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünkü; perdelerin sırr-ı hikmeti o işte cereyan etmiyor. Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmayacak, kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i ilâhiyeyi setretmeyecek; tâ ki her vakit, herkes, her şeyde şükür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güneşin tulûunda ne kadar menfaatler olduğu malumdur.


1- Onun (Allah’ın) adıyla.
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44)
3- Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Halbuki muttarid bir kaideye tabi olduğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. Ve ilm-i beşeri, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibten sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tabi olmadığı için, her vakit insanlar rica ve dua ile dergâh-ı ilâhiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. Ve ilm-i beşeri vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telâkki edip hakiki şükrediyorlar. İşte bu ayet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, mugayyebat-ı hamse’ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki aletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttılâ suretinde bilmektir. Nasıl, en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte, veyahud vukua yakın olduktan sonra hiss-i kable’l-vukuun bir nev’iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil. Belki o, mevcudu veya mukarrebü’l-vücudu bilmektir. Hattâ ben kendi asabımda bir hassasiyet cihetiyle yirmi dört saat evvel gelecek yağmuru bazen hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmeyen umura vusule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allamü’l-Guyub’a mahsustur.
Kaldı İkinci Mesele: Rontgen şuaıyla rahm-ı maderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek ile 1 ayetinin meal-i gaybisine münafi olamaz. Çünkü: Ayet yalnız zükuret ve ünuset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidat-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hattâ simasındaki gayet acib olan sikke-i samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allamü’l-Guyub’a mahsustur. Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki sima-yı vechîsinden yüz defa daha harika olan istidadındaki sima-yı maneviyi keşfedebilsin.




 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlerdir ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o câmi hakikat-ı hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki: Hayat, bütün cihazatıyla ve cihatıyla şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe ve medarı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesait-i zâhiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hakkın rahm-i maderdeki çocukların sima-yı maddî ve manevîlerinde iki cilvesi var:
Birisi: Vahdetini ve ehadiyetini ve samediyetini gösterir ki, o çocuk aza-yı esasîde ve cihazat-ı insaniyenin envaında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlik ve Sâniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: “Bana bu sima ve azayı veren kim ise, bütün esasat-ı azada bana benzeyen bütün insanların sânii dahi Odur. Ve hem bütün zîhayatın sânii Odur”.
İşte rahm-i maderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev’ine tabi olduğu için malumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.
İkinci Cihet: sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı vechiye-i şahsiyesi lisanıyla Sâniin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gaybü’l-gaybdan geliyor. İlm-i ezelîden başkası, kable’l-vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i maderde iken bu simanın binde bir cihazatı görünmekle bilinmiyor.
Elhasıl: ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i ilâhiyenin hücceti vardır. Eğer Cenab-ı Hak muvaffak etse, mugayyebat-ı hamse’ye dair bazı nükteler yazılacaktır. Şimdilik bundan fazla vaktim ve halim müsaade etmedi, hatime veriyorum.
1
barla_121_1.gif


Said Nursî
***


1- Baki olan yalnızca Allah’tır.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt