SAFLARIN AYRILIŞI
Asra yemin ederim ki. İnsan hüsran içindedir. Ancak, iman edip, iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler istisna. [91]
Risâletin ilk günlerindeki islâm davetinin niteliğini ve seyrini anlamak için dikkate alınması gereken temel konulardan birisi, vahyin insanları değerlendiriş tarzıdır. Bir başka söyleyişle, vahyin insanları hangi açıdan olumlu veya olumsuz değerlendirdiği dikkate alınmalıdır. Bu bakımdan dönemin ayetleri incelendiğinde dikkat çeken özelliklerden birisi ve belki de en önemlisi, bugün kullanılan anlamıyla salt ‘inanan-inanmayan’ ayrımının yapılmamış, böylesi bir ayrımın hiçbir şekilde kayda değer bir ölçü olarak nitelenmemiş olmasıdır. Kur’an, esasen hiçbir zaman insanları değerlendirişinde, onların sadece ‘inandıkları’ veya ‘inanmadıkları söylemini dikkate almamıştır. Sadece inanan olmak, hayat tarzında vahye ilgisiz olup sadece zihinsel kabul gerçekleştirmek, Kur’an’m önem verdiği veya olumlu değerlendirdiği bir durumu ifade etmemiştir. Yine risâletin ilk zamanlarıyla ilgili olmak üzere dikkat çeken konulardan bir diğeri de, risâletin ileri aşamalarında anlam kazanan muhtevasıyla mümin-kafir veya Müslüman-müşrik isimlendirmelerinin vahyin pek iltifat etmediği konular olmasıdır. Bu terimlerin kavramlaşması daha sonraları gerçekleşmiş ve kavramsal inşaları tamamlanınca da sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır.
İnsanların davet karşısındaki konumlarını ifade etmek için ilk zamanlar kullanılan terimler, sonraki zamanlardakinden çok daha başkadır. Bu ilk zamanlar ‘Allah’a karşı sorumluluk bilincine sahip olmayı1 ifade eden ‘takva’ ayrıcalıklı bir öneme ve yere sahiptir. İlk ayetlerde ‘takva sıklıkla geçer. Bir çok ayette, insanların “takva” sahibi olmaları istenir. Ayrıca ‘hakikati onaylamak’ (tasdik), Allah’tan çekinmek; O’ndan sevgi ve saygıyla korkmak’ (haşyet) ‘yüksek ahlâklılık, iyilik’ (birr) de ebedî hakikatler karşısında olumlu hâl ve gidişata sahip olanların tanımlanmasında kullanılan diğer bazı terimlerdir. Bu terimler ‘mümin/müslümari teriminin kavramsal inşasında önemli bir işlev yerine getirmelerine karşılık; ‘kü/ür/şirk’in kavramlaşma sürecine katkıda bulunan terimler ise daha çok ‘azgınlık (şakâvet), ‘hayasızlık’ (fücur), ‘ölçü, kural tanımamak (icram), ‘yalanlamak’ (tekzib), ‘haddi aşmak’ (tuğyan), ‘büyüklenmek’ (istiğna), ‘kibirlenmek (istikbâr) ve benzerleridir. Tüm bunlar, mümin-kafir karşıtlığım ifade etmek için ayetlerde sürekli yer bulan kavramları oluşturmuşlardır.
Hepsi de sadece ‘inanmak-inanmamak’ söylemiyle değil, doğrudan eylemlerle, tutum ve davranışlarla ilgilidir. Risâletin ilk yıllarında daveti kabul edenleri sorumluluğunun bilincinde olan, hakikati onaylayan, Allaha karşı sevgi ve saygısı nedeniyle bir yanlışlık yapmaktan çekinen, hakikate uymakta samimiyet gösterip ahlâkını yüksek kılan, kendini her türlü yanlıştan, kusurlardan arındırmaya çalışan, hâl ve davranışlarında, tutum ve tavırlarında dengeli, iyiliklere, nimetlere müteşekkir, mevcut olumlu, doğru özelliklerini koruma konusunda dirençli, sabırlı, ahlâklı… kimseler olarak tanımlayan Kur’an; davetin muhaliflerini ise hakikate doğruya güzel ahlâka uzak duran, sırt dönen, yüz çeviren; hakikat konusunda kuşkucu, kararsız, kendisini sorumlu kabul etmeyen, azgın, hayasın, hakikati yalanlayan, iyilik ve nimetlere karşı nankör, büyüklenen, kibirli, günahkar, suçlu, zalim, asık, şımarık, cimri, müsrif, küstah, hoyrat, menfaatperest, saldırgan, taşkın, boş işlerle uğraşmayı seven, insanları aşağılayan, yetime, fakire, yardımcı olmayan, hayra engel olan… kimseler olarak tanımlamıştır. Burada dikkat çeken ve önemli olan şey, insanların bu ayrışmasının, hakikat karşısındaki tutum ve tavırları nedeniyle gerçekleşmiş olmasıdır. İnsanlara sırf’inandıkları’ veya ‘inanmadıkları’ için bazı olumlu veya olumsuz sıfatlar atfedilmemiştir.
Kur’an için öncelikle önemli olan, ‘inanmak-inanmamak değil; nasıl olunduğu ve ne yapıldığıdır. Özellikle ilk ayetler için bu son derece önemli ve sürekli vurgulanan bir ölçüdür. Kur’an’da eylem, her zaman söylemden önce gelmiştir. Bu açıdan, davetin ilk günlerinde vahyolunan bir ayet önemli ve dikkat çekicidir. Meleklerin cehennemdeki bir grup insana ‘Sizi şu yakıcı ateşe (cehenneme) sokan nedir?’ sorusuna, cehennemdekilerin verdiği cevap şöyledir: ‘Biz (insanı kötülüklerden alıkoyan) namazı kılmadık; yoksulu/aç kalmışı koruyup/kollamadık, doyurmadık; yanlış/kötü işlere dalmış olanlara arkadaşlık ettik, onlarla birlikte yanlışlıklara kötülüklere dalıp durduk; tüm yaptıklarımızdan sorumlu olacağımızı kabul etmedik. Sonunda işin aslını anladık; ölüm bize gerçeği gösterdi ama artık yapacak bir şey yok.[92]
Yine şu ayetler de, aynı merkezde olmak üzere, konuyu ‘inanma-inanmama’ veya ismen ayrımından ziyade; tutum ve tavır, hâl ve gidişat ekseninde ele alınışlardır: O cehennem ateşine, ancak iflah olmaz azgın kimse girer. Öyle ki, o kimse yalanlayıp hakikatten yüz çevirmiştir. Ama Allah’a karşı sorunluluğunun bilincinde olan (muttaki) o ateşten uzak tutulur. O ki, sorumluluk bilinciyle (takva) arınmak için malını Allah yolunda harcar. [93] Hakikati yalanlayanı hiç düşündün mü? İşte o, yetimi İtip kakan, imkânı olduğu halde yoksulun ihtiyacını karşılama düşünce ve arzusuna sahip değildir. Yazıklar olsun şu nanîaz kılan bazı kimselere ki, onlar namazlarının gereğine uyma konusunda lakayttırlar. Onların yaptıkları sadece gösterişten ibarettir. Hayırlı işlere yardımcı olmazlar. [94] Ona iyiliğin ve kötülüğün, hakikatin ve yanlışın yolunu gösterdik. Ama buna rağmen sarp bir yokuşa tırmanmaya benzeyen zor bir işe girmeyi denemedi, ö sarp yokuşa tırmanmaya benzeyen zorluk nedir bilir misin? O, insanları tutsaklık zincirlerinden kurtarmaktır; kendisi ihtiyaç içindeyken bile başkasının İhtiyaç içinde olduğunu düşünüp bencillik yapmamak, açları doyurmaya çalışmaktır; yakınlığı olan bir yetime veya herhangi bir yakirdık bağı olmayan yabancı yoksula yardım etmektir; iman edenlerden ve birbirlerine sabrı, merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. [95]
Gayesi huzur ve rahatlık olan yolu senin için kolaylaştıracağız. O hakikati kabul ederek faydalansın veya faydalanmasın, hakikati başkalarına hatırlatmaya devam et. Allah’tan korkan, öğüt alıp faydalanacaktır. Kötü kimse ise öğütten faydalanmaktan kaçınacaktır. O kendisine yapılan öğütten faydalanmadığı için ateşe gider; orada ne ölür ne de yaşar. Doğrusu her türlü kötülükten, yanlışlıktan arınan kimse kurtuluşa erer; mutlu olur. O, Rabbinin adını anıp O’na gereken biçimde kulluk eden kimsedir. [96]
Şunların hiçbirine taraftar olma, hâl ve gidişatları konusunda kendilerine uyma: Yemin edip duran aşağılık kimselere; dedikodu yapana, iftira atana; iyiliğe engel olana, ölçü tanımayana, zorbaya; ihtiras ve tutkularının esiri olmuş zalime, kötüye. O sermayesi ve kendini destekleyen oğulları, adamları nedeniyle azıp durur. Ona hakikati açıklayan âyetlerimiz okunduğu zaman onları, ‘Öncekilerin masalları!’ diyerek reddeder; değerini küçümser. [97] Yetime sakın haksızlık etme; maddî veya manevî açıdan ihtiyaç içinde olan ve el açıp yardım isteyeni sakın eli boş çevirme. Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an. [98] Kur’an’m hakikati sunuş yöntemi ve insanları değerlendiriş tarzı, risâlet sürecini doğru anlayabilmek ve bütün zamanlar için örneklik çıkarabilmek açısından önemlidir. Konu dahilinde dikkate alınması gereken ayet sayısı ise pek çoktur. Burada, risâlet sürecini anlamaya katkı sağlaması için sadece bir-iki ayet grubu ele alınarak, konu, bu Örnekler dahilinde incelenecektir. Fatiha ve Asr sûreleri ise, bazı ayrıcalıklı özellikleri nedeniyle önemli ve konuyu anlamaya katkı sağlamaları açısından yeterlidirler.
Evrensel Ölçüler
Risâletin ilk aylarıydı. Henüz çok az sayıda ayet vahyolunmuştu. Müminler, imanlarının şartlarını, gereklerini ve durumlarını, bunlara ilaveten Resulüllah da bir elçi olarak ilâhî görevinin gerektirdiği sorumlulukları mevcut ayetlerden hareketle anlamaya ve uygulamaya çalışıyorlardı. Geceleri gerçekleştirilen tertil üzere Kur’an okumalarıyla imanlarını, düşüncelerini, hayatlarını, kişiliklerini sapasağlam ve tertemiz bir şekilde inşa ediyor, yaratılış gayesine uygun birer mümin olabilmenin çabasını yürütüyorlardı. Ancak özellikle mensubu oldukları dinin genel ilkeleri, gidişatlarının temel özellikleri, insanlara karşı halleri ve davranışları konusunda ek bilgilere ihtiyaçları vardı. Zira, mevcut ayetler, bazı sorularını cevaplamakta yetersizdi. İşte böylesi bir zamanda bir grup ayet vahyolundu.
Bunlar, müminlere, durumlarının ve gidişatlarının nasıl olması gerektigiyle ilgili en genel ölçüleri açıklayan, yollarını çok daha ileri noktalarını görebilecek şekilde aydınlatan ayetlerdi. Bu ise, hiç kuşku yok ki, gerek inanç ve yaşantı tarzı ve gerekse insanlara yapılan çağrının gayesini bilme imkânı sağlaması açısından oldukça önemliydi. Bu ayet grubuyla, esenlik yurdunun rehberi ve hayatın kitabı olan Kur’an’m özeti kendilerine verildi. Bu özelliği nedeniyle de söz konusu ayetler, Resulüllah tarafından, ‘Benzeri ne Tevrat’la, ne incil’de, ne Zebur’da ve ne de Kufan’da bulunmayan [99] diye tanımlandı. Hz. Hüseyin ise, çok sonraları, kutlu elçi dedesinin bu sözlerini daha da açarak, söz konusu ayetleri kim doğru şekilde anlarsa ‘Allah’ın indirdiği bütün kitapları bilen; sanki Tevrat, incil, Zebur ve Vur-kan’ın tamamım okumuş gibi olacağını [100] söyledi. Bunlardan da anlaşılıyor ki, ilgili ayetler, Hz. Davud, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed ile insanlığa sunulan ilâhî bilginin özetiydi. İnsanın yaratılış gayesini, hayat tarzında uyulması gereken ilkeleri ve bütün bunların temelini oluşturan inanç esaslarını açıklamak gibi geniş kapsamlı bir özelliğe sahipti. Bu ayetler Fatiha sûresinin ayetleriydi. Bilindiği üzere sûre şöyledir: ‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabb’ı olan Allah’adır. O, Rahman ve Rahimdir. Din gününün sahibidir. ‘(Ya RabbO Sadece sana ibadet eder, sadece senden yardım dileriz- Bizi dosdoğru olan yola (Sırat-ı müstakîm’e) ilet; Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil.[101] Şimdi bu sûre ile bildirilen ilke ve ölçüleri, verilen bilgileri imkânlarımız dahilinde tespit etmeye çalışalım. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. [102]
Sûre, tevhid hakikatinin temel özelliklerinden birisini ifade ederek ve aynı zamanda dönemin insanlarının bu hakikatle ilgili genel yanlışlıklarından birisini düzeltecek bir cümleyle başlıyordu. Ayrıca, Fatiha’nm takip eden ayetlerinde de tekrarlanarak Allah’ın ‘Rahman’ ve ‘Rahim olduğu bildiriliyordu. Bununla, müşrik Araplar tarafından bilinen ve yaygın olarak kullanılan ‘bismike’llahümme’ (Allah’ım senin adınla) ifadesinde söz konusu edilen Allah’ın iki temel sıfatına değiniliyordu. Bu farklılık ile de iki ayrı inanç sisteminin; tevhid ve şirkin farklılığı eösteriliyor, şirkin yanlışlarından birisi tashih edilip, doğrusu ifade ediliyordu. Önceki bölümlerde yer alan açıklamalardan hatırlanacağı üzere, müşrik Araplar, Allahın varlığını ve birçok sıfatlarını kabul ediyor; ama o tahayyül ettikleri Allah’ın yaratma işini tamamladıktan sonra varlıklarla irtibatım büyük oranda kestiğini düşünüyorlardı. Onlara göre Allah evrenin ve insanın yaratanıydı; evrenin Rabbı sıfatıyla her türlü tabiat olaylarını yönetip kontrol edendi ama insanın rabbı değildi; insanın işlerine karışmazdı. Müşrikler bu inançları gereği Allah’ı birçok sıfatıyla biliyor, inanıyor; ama fiilen Allah’sız yaşıyorlardı. Fatiha’da, rahman ve rahim sıfatları ifade edilerek Allah’ın genel olarak tüm yarattıklarıyla, özel olarak da insanlarla ilgisini kesmediği bildirildi. Allah’ın yaratıklarına rahmetle yaklaşan, onların isteklerini dikkate alan, her şeyi bilen ve yöneten olduğu açıklandı. Daha sonraları vahyolunan bir ayet ise bu durumu daha da açıklığa kavuşturdu: ‘Kullarım sana beni sorarlarsa (onlara söyle ki): Ben onlara yakınım. Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar bana karşılık versin (benim çağrıma uysunlar), bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.[103]
Sûrenin daha ilk cümlesinde (besmelede), müşriklerin şirklerine dayanak kıldıkları temel yanlışlarından birisi düzeltilip, Allah’ın yaratıklarıyla ilgisini kesmediği açıklanıyordu. Ayrıca, tüm insanların, hayatlarının her anındaki her bir işi neye göre ve niçin yapacakları; her bir işin hangi şartlarda doğru ve meşru olabileceği de bildiriliyordu. Böylelikle tüm bir hayata temel olması gereken ölçü gösteriliyordu. Buna göre, insanlar işlerine ‘Allah’ın adıyla başlamalı, bireysel ve toplumsal işlerini Allah’ın adıyla ve Allah için yapmalıydılar. Bir işe Allah’ın adıyla başlamak ise, o işin Allah’ın yapılmasına izin verdiği bir iş olduğunu ve Allah’ın belirlediği ölçüler dahilinde yürütüleceğini gösterecekti. Zaten, özü itibarıyla, Peygamberlerin gönderiliş amacı ve insandan istenen de buydu.[104]
Hamd âlemlerin Rabb’ı olan Allah’adır. [105]
Fatiha sûresi ile, insanın sahip olduğu ve olabileceği şeylerin hepsini yaratanın Allah olduğu, onları Allah’tan başka herhangi bir varlık veya iradenin vermediği; veremeyeceği bildirildi. Bu, Allah’tan başka böyle bir iradeye sahip olan bulunmadığını ifade eden bir açıklamaydı. Tevhid hakikatinin gereklerinden olmak üzere, Allah’ın, her şeyin sahibi ve efendisi olduğu; herhangi bir ayırım yapmaksızın insanlara sayısız nimetler verdiği ve ayrıca insanlığın hep aradığı ve özlemini taşıdığı ‘esenlik yurduna’ götüren yolu gösterdiği de bildirildi. Allah’ın emir ve yasaklarının, tamamıyla insanların iyiliği için olduğu; bu emir ve yasakların insanların dünya ve ahiret hayatlarım ‘esenlik yurdu” kılacağı ifade edildi. Daha sonra vahyo-lunan ve konuyu daha ayrıntılı ifade eden bir başka ayet ise bunu şöyle açıkladı: ‘Ey insanlar! işte Rabbinizden size bir öğüt, göğüslerde olabilecek her türlü (hakka, hakikate, ahlâka aykırı şeylerden kurtuluş) için bir şija ve (O’na) inanan herkes için bir yol gösterici ve rahmet (olan Kur’an) gelmiştir.[106] Bu ve benzeri ayetlerle açıklandı ki, eğer Allah bir şey emretmişse o insanların yararınadır; eğer bir şeyi yasaklamışsa o da insanların zararınadır. Yine açıklandı ki, Allah hayırlı işlerde yardımlaşmayı emreder, kulları arasında sevgi ve dostluk güçlenip kuvvetlensin, birbirlerine destek olsunlar diye; Allah zulmü yasaklar, hiç kimse zulme uğramasın diye; Allah iyiliği emreder, kulları hep iyilikle karşılaşsın diye; Allah kötülüğü yasaklar, kullan hiçbir zaman kötülük bataklığına saplanmasın diye; Allah kolaylığı emreder, kullan zorlanmasın diye Ve bütün bunlar nedeniyle Allah’ın herhangi bir çıkarı, menfaati yoktur. Çünkü, O’nun için çıkar, menfaat söz konusu değildir; zira, O’nun bir karşılığa, bedele ihtiyacı yoktur. O, sadece kullarının iyiliğini ister ve önlerindeki seçeneklerden doğrusunu tercih etmeleri için yardım eder. O’nun bu lütufları karşısında insanlara düşen sorumluluk ise sadece ve sadece ‘hama [107] etmek ve bütün bir hayatı hamd üzerine ikame etmekten ibatir Zira, insan aciz bir yaratık olmasına karşılık, Allah tüm âlemlerin sahibi, yö-etip kontrol edenidir. Kur’anî ifadeyle âlemlerin [108] Rabb’idir.
(Allah) din gününün sahibidir. [109]
Kur’an’m önemli bir terimi ilk defa bu ayette gündeme geldi. Bu ‘dın’di. Din, daha sonra birçok ayette geçen en temel terimlerden birisi oldu. Her geçtiği yerde içinde bulunduğu ayet bağlamında özel sayılabilecek bir anlam kazandı. Bazen ‘hükmetmek’, bazen ‘hak ve hukuk’, bazen de ‘yönetmek’, ‘ceza ve ödül’, ‘boyun eğmek’, ‘hesaba çekmek’, ‘örf’âdet’, ‘sakındırmak’ , ‘hayat tarzı’ gibi anlamlara geldi. Hepsinin varıp dayandığı manâ ise inanılan ve yaşanılan boyutuyla bütün bir hayat tarzı ve dayandığı ilkelerdir.
Din terimi, Kur’an’da ilk defa geçtiği Fatiha’daki ayette, ‘karşılık verme/hesabı görme’ anlamına geliyordu. Yani mahşerde gerçekleşecek olan hesapların görülmesi anını; bütün bir hayatın muhasebesinin yapılacağı anı ifade ediyordu. Bu ayetle Allah’ın ‘karşılık verme’ gününün, ahiretteki hesap görme gününün yegâne sahibi olduğu bildiriliyordu. Ancak şu çok önemli bir ayrıntıydı ki, bu ayette bildirilmek istenen asıl konu, Allah’ın hakimiyet alanlarının birisinden daha insanları haberdar etmek değildi. Asıl amaç daha başkaydı. Asıl amacın ne olduğunu ve Allah’ın ‘din gününün’ yegâne sahibi olmasının ne anlama geldiğini anlamak için, insanlığın genel durumuna bakmak gerekiyor.
İnsanlık tarihinde, insanların hak yoldan ayrılıp yanlış yollara sapmalarının ve bunun sonunda hem dünya hayatlarını ve hem de ahiretlerini cehennem kılmalarının birbiriyle irtibatlı birçok nedeni vardır. Bu nedenlerin ortak noktasını, Allah’a, varlığında veya sıfatlarında eş koşulması oluşturmaktadır. Bunun en yaygın biçimini ise, eş koşulan varlığın Allah ile insan arasında aracı kabul edilmesidir. Bu nedenledir ki, Mekke müşrikleri de putlara taparlarken, esasında putlara tapmadıklarını; onları istek ve arzularını Allah’a ileten aracılar olarak gördüklerini söylüyorlardı. Putlar için “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir [110] Onlara bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye itaat ediyoruz [111] diyorlardı. Bu ‘aracı’ inancı, hemen her zaman, kendisine bağlananın günahlarını Allah katında şefaatiyle affettiren varlık/kişi inancına dönüşmüştür. Allah ise, Fatiha ile her türlü kuşkuyu yok edecek bir tarzda açıkladı ki, ‘din gününde yani insanların hesaba çekilerek bütün hayatları boyunca yaptıklarının karşılığının verileceği o önemli günde şefaatçiler, aracılar olmayacaktır. O günün yegâne sahibi, yegâne hakimi Allah’tır. Bu, yine o günlerde vahyolunan bir başka ayette şöyle açıklandı: ‘Evet, bilir misin? Nedir acaba o hesap günü? O gün hiçbir kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün iş Allah’a kalmıştır.[112] Dolayısıyla, o önemli günde herhangi bir gücü ve iradesi bulunmayan sözde aracıların reddedilmesi gerekmektedir. [113] Onlar, o sözde aracılar, şefaatçiler, inananlarına bir fayda sağlamadıkları gibi, hesap gününün yegâne sahibi olan Allah’ın şanına, yüceliğine bir iftira oldukları için azabın da nedenidirler. İnsanlar inançlarında ve yaşantılarında sadece ve doğruca Allah’a yönelmeli; O’nun emir ve yasaklarına göre yaşamalıdırlar.
Ayrıca, ‘hesap günü’ Allah’ın tek ve mutlak egemen olduğu gerçeği bildirilirken, müşriklerin belirli bir kesiminin azıp sapmasına neden olan gerekçeler ayaklar altına almıyor, onların gerçek anlamda bir değer ve önem ifade etmedikleri bildirilmiş oluyordu. Bunlar çok sayıda erkek çocuğa veya taraftara sahip olma veya zen-olma durumlarıydı. Elbette ki bu tür şeyler toplumdan topluma değişir. An-k Arap toplumu için bu ikisi çok önemli bir ayrıcalık nedeniydi; adeta ebedî sadetin teminatıydı. Fakat Kur’an bunların hiçbirisinin hesap günü işe yaramaya-aöı bildirdi. Hatta daha da önemlisi bunların birer hesap nedeni olduklarını açık-ladr onlar, doğru kullanılmadıkları takdirde, azabın nedeniydiler: ‘Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.[114]
(Ya Rabb!) Sadece sana ihıdet eder, sadece senden yardım dileriz. [115]
Mekke’de ve çevre bölgelerde yaşayan müşriklere göre, Allah yüceliği nedeniyle aşağı/degersiz olan yaratıklarından uzak dururdu; durmalıydı. Dolayısıyla, bir yaratık olması nedeniyle aşağı konumda olan insan, yüce Allah’a ibadet edemezdi; istek ve arzularını O’na doğrudan bildiremezdi. Bir insanın yapabileceği, bir kul olarak sorumluluklarını gerçekleştirebileceği tek yol/yöntem, Allah ile insanlar arasında irtibatı sağlayan veya bir başka ifadeyle Allah’ın, bazı sıfatlarını devrettiği aracılara yönelmekten ibaretti. Müşrikler, insanların söz konusu aracılara ibadet etmeleri durumunda Allah’a ibadet etmiş olabileceğine inanıyorlardı. Zanlarmca böyle de olmak zorundaydı; çünkü, yine zanlarınca, insanlarla ilgilenenler Allah değil, Allah’a vekillik yapan aracılardı. Bu inancın etkisi risâletin daha ilk gününden itibaren kendini açığa vurmuş ve hakikatin dile getirildiği her zaman da açığa çıkmaya devam etmiştir. Fatiha sûresinde ise ‘yalnızca’ Allah’a ibadet edilmesi gerektiği açıklandı. Müşrikler, “yalnızca Allah’a ibadet etmenin’ ne anlama geldiğini anlamakta zorlanmadılar ve bununla sahip oldukları ‘aracılar’ inancının reddedildiğini fark etmekte gecikmediler. Bu nedenle Resulüllah’ı ve ailesini Kabe yakınında, putları aracı kılmadan, doğrudan Allah’a ibadet ediyor görünce şaşırmaktan ve öfkelenmekten kendilerini engelleyemediler. Halbuki onlar namaz (salât) nedir bilen ve bunu bir oranda gerçekleştiren insanlardı; fakat elbette ki aracılar ile.
Fatiha süresindeki talimat mesaj Allah’a da ibadet edin’ türünden müşriklerin kendi lehlerine yorumlayabilecekleri bir talimat/mesaj değildi. Ayette açıkça ‘Sadece Allah’a! ibadet edilmesi gerektiği bildiriliyordu. Bu son derece açık ve kesin bir ifadeyle; şirk inançlarını alt-üst eden, şirk sistemini temelden sarsan bir çağrıydı. Bu çağrı risâletin özüydü, esasıydı.[116] Söz konusu ayet, Fatiha’nm diğer ayetleriyle birlikte incelendiğinde şu ilkeleri dile getiriyordu: Yalnızca Allah’a kulluk edilmelidir; O’nun emrine ve insanlar için tayin ettiği ilkelere uyulmalıdır; heva ve hevese kul olmaktan kaçınılmalıdır. Allah’a kulluk hususunda da yalnız O’ndan yardım istenmelidir.
(Ya Rabbi!) Bizi dosdoğru olan yola (Sırat-ı müstakîm’e) ilet; Nimet verdiğin kimselerin yoluna. [117]
Bir kulun Rabbinden en önemli isteğinin ne olması gerektiği, Fatiha sûresinde bir kulun sözleri olarak ifade edildi. Kulun, Rabb’inden sırat-ı müstakim’ talep etmesi ve ‘sırat-ı müstakim’de yolcu olma çabası içerisinde bulunması gerektiği açıklandı.
‘Sırat’ yol demektir, ‘müstakim’ ise kendisinde bir eğrilik ve sapma bulunmayan şey anlamına gelmektedir. İki terim bir arada kullanılınca ‘dosdoğru olan yolu ifade etmektedir. İnsanlar tecrübeleriyle bilirler ki, çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaçlı, düz, yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran… Fakat bütün bu yolların içerisinde hiç itirazsız hedefe gitmeye en uygun olanı, düz (kısa), geniş, rahat ve yolculukla amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olandır. Fatiha’nın bu ayetiyle iman ve hayat tarzı yol ile sembolize edildi ve yolun dosdoğru olması gerektiğine dikkat çekildi.[118] Üzerinde yürünen yolun herhangi bir yol değil ‘dosdoğru bir yol” olması gerektiği açıklandı. Zaten yolculuktan amaç da bir yere gitmek değil midir? O halde kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen bir yolda veya çıkmaz sokakta yolcu olmak ister?
‘Dosdoğru’ yol, hedefe ulaştıran en kısa yoldur; yolcuları için rahat yoldur; amaca götürücü olduğunu her zaman belli eden yoldur. Bu yol Resulle bildirilen ve O’nun uygulamalarıyla gösterilen yoldur. Kur’an açıkladı ki, insanlar dosdoğru yolun yolcusu olmak istiyorlarsa, Allah’ın insanlar arasından seçtiği ve ‘dosdoğru yoVun Özelliklerini, gereklerini bildirdiği elçisine, elçisi ile verdiği kitaba uymalıdırlar: ‘Yol gösterme ancak Allah’ın yol göstermesidir [119] Bu Kur’an, insanları gerçekten en doğru yola iletir.[120]
Fatiha sûresinde, insanlar için gerekli olan şeyin herhangi bir yol olmayıp, sadece sırat-ı müstakim olduğu bildirildikten sonra, konu daha da somutlaştırılarak, bu yolun yolcularının ortak vasıfları da açıklandı; onların, kendilerine ‘nimet verilen/verilecek’ kimseler olduğu bildirildi. Bu, hem kulun istemesi gereken şeyi hem de sırat-ı müstakime mensup olmanın insana neler kazandıracağını açık-lavan bir ayetti. Nimet mutluluktu, sevinçti, huzurdu, rahatlıktı, ödüldü, zenginlikti özgürlüktü, iyilikti, ahlâktı, güzellikti…. Nimete sahip olanların kimler olduğu ise, daha sonraları vahyolunan bir başka ayette şöyle açıklandı: ‘Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, iste onlar Allah’ın nimete eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve saiihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu, Allah’ın büyük lütfudur.[121]
Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil. [122] Sûre, örnek alınmaması veya kendileri gibi olunmaması gereken kişi veya kişiler konusunda bir uyarı ile bitiyordu. Fatiha’nın son ayetinde dosdoğru yoldan ayrılanların durumu hatırlatılıyor ve onlar gibi olunmaması gerektiği bildiriliyordu. Bu olumsuz durumun mensuplarının iki önemli özelliği vardı: Onlar; ‘azaba uğramış’ ve ‘sapmış1 kimselerdi. Bu kategorilere yanlış yolda olan herkes dahildi. Çünkü sırat-ı müstakimin dışı azaptı, sapmaktı. Bildirildi ki, sırat-ı müstakimin dışında doğruluk, iyilik, ahlâklılık, güzellik… olmazdı, olamazdı.
‘Azaba uğramış’ ve ‘sapmışların’ kimler olduğu Fatiha’da somut bir örnekle açıklanmadı. ‘Azaba uğramış’ ve ‘sapmışların’ kimler olduğu ancak daha sonraları isimleriyle örneklendirildi. Onların örneği-geçmiş ümmetlerin yanlış yolu tercih edenleriydi; Nuh’un, Hûd’un, Salih’in, Şuayb’ın, Lût’un, İbrahim’in… kavimleriydi. Yakın zamanda ise Musa’nın ve İsa’nın kavimleriydi. Resulüllah ise örneklerle ilgili olmak üzere şunlart söyledi: ‘Yahudiler, kendilerine gazap edilmiş, Hıristiyanlar ise sapmış olanlardır.[123]
Allah, müminleri, ismi bildirilen veya bildirilmeyen tüm ‘azaba uğramış’ ve ‘sapmış’ olanların herhangi birisi gibi olmaktan sakındırıyordu. Bunu ise risâletin daha ilk günlerinde vahyettiği Fatiha sûresi ile yaptı. Bu, konunun önemine bina-endi. Ayrıca, Fatiha sûresinin risâletin ilk günlerinde vahyolunduğu dikkate alınacak olursa, Resulüllah’m ve diğer müminlerin ‘Kitap Ehli’ ile karşılaşmadıkları, onlarla, olan ilişkilerinde problemler açığa çıkmadığı bir zamanda, Allah, müminleri onlar gibi olmaktan sakındırmak suretiyle, onlarla olan irtibat dönemine hazırlamış da oluyordu.[124]
Daha sonra vahyolunan şu bir kaç ayet ise, bu sakındırmanın açıkça emredildiği diğer bazı ayetlerdir: Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın, işte bunlar için büyük bir azap vardır. [125] Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir. [126] Ey iman edenler! Yahudiler ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez. [127] Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir. [128]
Fatiha sûresinin ne gibi anlamlar ifade ettiğini, insanlara neler bildirdiğini ve ne talimatlar verdiğini kendi dillerinde inmiş olan bu ayetleri Mekke’de yaşayan müminler ve müşrikler; işiten herkes, gayet açık bir tarzda ve doğru bir şekilde anladılar. Daha da önemlisi, müşrikler onu anlamakta hiç zorlanmadılar. Onlar, bu kısa sûreyi daha ilk duyduklarında, sahip olduğu ilâhî mesajları anında kavradılar ve kendilerinin temsil ettiği inanç ve hayat tarzlarmdaki yanlışlıklarının gözler önüne serildiğini, reddedildiğini görerek, büyük bir öfkeyle tepkide bulundular. ‘Allah ağzını kırsın [129] diyerek Resulûllah’ı protesto ettiler.
İnsanların Durumu
Resulüllah’ın İslâm davetine başladığı ve davetin konusu olan esasların, olumlu veya olumsuz yankılar bulduğu, fakat olumsuz tepkilerin henüz fiilî tepkilere dönüşmedigi bir zamanda, Fatiha sûresinin vahyolunuşundan sonra, Asr sûresi vah-yolundu. Asr, metin olarak son derece kısa, fakat oldukça geniş ve derin anlamlı bir sûredir.[130] Bu özeliği nedeniyle sahabeler, birbirleriyle karşılaştıkları zaman, ebedî hakikatleri hatırlatmak ve yanlışlıklar nedeniyle uyarıda bulunmak için birbirlerine bu sûreyi okurlardı. Sûre şöyledir: ‘Asra yemin ederim insan hüsran içindedir. Ancak iman edip, salih işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler istisna.[131] Şimdi bu sûre ile bildirilen ilke ve ölçüleri, verilen bilgileri tespit etmeye çalışalım.
Asra yemin ederim ki! însan hüsran içindedir. [132] Sûre yeminle başlıyordu. Yemin eden, herhangi birisi değil, alemlerin yaratanı ve rabbı olan Allah’tı. Bu dikkat çeken bir durumdu. Allah niçin yemin etmişti?
Üstelik sûrenin daha ilk cümlesi yemindi. Neden? Allah’ın yemin etmesi her açıdan önemlidir. Fakat risâlet zamanının Arapları için daha da önemliydi. Onlar için yeminle başlanan bir sözün önemi büyüktü. Yemin, yeminden sonra söylenecek şeyin çok önemli ve doğru olduğunun ifadesiydi. Böylesi bir sözü işiten kişi anlardı ki, kendisine çok Önemli bir şey söylenecek. Bunun için sonraki ifadeler dikkatle dinlenmeli ve anlaşılmalıdır. Allah, Asr sûresinde, asıl bildireceği şeylerden önce yemin ederek dikkatleri yemin sonrasında bildireceklerine çekiyordu. Yeminin hemen arkasmdan da bir gerçeği bildiriyordu: ‘insanlar hüsrandadır’. Bu kısa, fakat bir o kadar çarpıcı ifade, yaşayan veya gelecekte yaşayacak herkesin hüsran içinde olduğunu ve olacağını ilan ediyordu. Ayet genel anlama sahipti. Ayette açıkça bildiriliyordu ki, tüm insanlar ziyandadır, zarardadır, kaybetmektedir, kaybedeceklerdir. Bir ömür yaşamakla bir şey elde edemediler, edemeyecekler. Ne bilgi imkânları, ne de güçleri mutlak kurtuluşu elde etmelerine yetti; yetmeyecek de. Felsefeleri, siyasetleri, ekonomileri, bilimleri, sanatları, inançları. kurtuluşu sağlamadı; sağlamayacak da. Peki bu hiç mi değişmeyecek? İnsanlık hep hüsran için de mi kalacak? Hüsrandan kurtuluşun yolu ve yöntemi hiç olmayacak mı?
Ancak iman… edenler istisna. [133]
Asr sûresinde tüm insanlığın hüsranda olduğunu açıklayan ve insanı korkutup, çaresiz bırakan ihtar ve bilgilendirmenin hemen arkasından bir istisna getirildi: ‘Ancak’ deniyordu. Buna göre bazıları, hüsrana uğrama konusunda istisnaydı. Yalnız şurası çok önemliydi ki, istisna olanlar belirli cins, ırk, soy gibi bazı özelliklere sahip kişi veya kişiler değildi. Halbuki insanlığın genel eğilimi, istisnaları hep böyle belirli cins, ırk, soy gibi ölçülere göre gerçekleştirmek biçimindedir. Dolayısıyla, insanlığın hüsranda olduğunu yemin ederek bildiren Allah, istisnaları belirtirken insanlığın bireysel ve toplumsal hayatında yaygın olan ölçüleri dikkate değer bulmadığını da bildirmiş oldu. Evet bazıları hüsrana uğramayacaktı, ancak bunlar belirli cinsin, ırkın, statünün adamları değil; bazı özellikleri kendisinde bulunduran herkesti. Bu özellikler, hiç kimsenin tekelinde değildi. Kim bu özelliklere sahip olursa, hüsran içindeki kimselerden ayrılacak ve hüsran içinde olmayanların safına geçecekti. Kimdi bunlar? Bunların birinci ve temel vasfı ‘îman eden’ olmalarıdır. Hüsrana uğrayanlardan olmamak için öncelikle ve muhakkak ‘iman eden’ olmak gerekmektedir.
Mensuplarını hüsrana uğramaktan kurtaracak ‘iman’ neye ve nasıl bir imandı? Asr sûresinden önce vahyolunmuş ayetlerden anlaşıldığı üzere, Kur’an açısından salt iman etmek bir değer ifade etmiyordu. Çünkü herkes muhakkak bir şeylere iman etmektedir. Herkes iman ettiği şeyin etkisi ve kontrolü altındadır. Kimileri paranın, makamın, şanın, şöhretin, kimileri kadının veya erkeğin, kimileri yeme-nin-içmenin, kimileri kılığın-kıyafetin, kimileri ise Allah’ın kudretine iman etmiş ve iman ettiğinin etki ve kontrolünde hayatını tanzim etmektedir, işte böylesi oldukça farklı boyutta iman unsurlarının olduğu bir ortamda, vahiy ile bildirildi ki, insanların imanlarının esasını sadece Allah bildirir. Diğerleri, yani para, makam, şan, şöhret, kadm-erkek, yeme-içme, kılık-kıyafet… birer metadır, araçtır. Onlar hiçbir zaman gaye haline dönüşmemeli ve eğer gaye haline dönüşürse anında reddedilip araç haline getirilmelidir. Resulüllah bir konuşmasında bunu şöyle açıkladı:
‘Paraya-pula tapan yok olsun. Giyim-kuşam hastası olan yok olsun. Çünkü varsa ne ala, ne hoş; yoksa kızar, köpürür. Böylesinin burnu sürtülsün, başı devrilsin. Ayağına diken batarsa çıkmasın.[134]
Yanlış imanın bu unsurları terk edilmeli ve iman olması gereken mecrasına döndürülmelidir. Yoksa reddedilmedikleri takdirde, in: sanlar için en korkulan şey açığa çıkar: Küfür, şirk. imanın önemli olması ve doğru olan imanın da mutlak hakikâtlere, Allah’ın bildirdiği bilgi ve esaslara dayanması nedeniyledir ki, vahiy iman üzerinde, doğru imanın özellikleri üzerinde ısrarla durdu. İnsanları mutlak hakikâtlere uygun bir imana sahip olmaya çağırdı. Bu iman ise, tevhid hakikâtine dayanan ve bu esasm çevresinde şekillenip gelişen imandı. İşte bu iman, yani Allah’ın bildirdiği, Resulünün açıkladığı tarzda ve anlamdaki iman, insanların hüsrana uğramamaları için yegâne teminattı.
Tevhidi anlamda Allah’a iman etmek, bu imana bağlı olarak da adette bildirilen diğer şeylerin hak olduğuna iman etmek önemli ve iman eden için güzel, iyi sonuca götürücüdür. Ama bu iman kişinin bütün inanç ve hayatını kuşatıp, sarmalıdır; sadece sözde kalmamalıdır. Tabiî ki hüsrana uğrayanlardan olmak istenmiyor ve ebedî saadete ulaşmak kararma sahip bulunuluyorsa. Kur’an’m üzerinde durduğu ve açıkladığı, temel konulardan birisi, hep budur. Resulüllah da açıkladı ki, doğru bir imanın özellikleri üç aşamada açığa çıkar: ‘Kim Kabb olarak Allah’ı, din olarak İslam’ı ve Resul olarak ta Muhammed’i kabul ediyorsa imanın tadına varmış demektir. [135] Bir başka seferinde de bu esasları şöyle açıkladı: ‘Üç özellik vardır ki, bunlar kimde bulunursa o imanın tadına varmıştır; Allah ve Resulü kendisine başkasından daha sevgili olan kimse, bir kulu yalnız Allah için seven kimse, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmak kadar kötü, kaçınılması gereken şey olarak gören kimse. [136]
Asr sûresinde, hüsrana uğrayanlardan olmamanın birinci ve temel şartı olarak iman ifade edilerek, imanın önemine dikkat çekilmişti. îmanın cennete, imanın karşıtını ifade eden küfrün ise cehenneme götürücü olduğu açıklanmıştı. Mümin sahip olduğu sorumluluk bilinciyle hareket ederken yanlış yapmaktan, sapmaktan, iyi işkr yaparken tökezlemekten korkarken; kafirin geçici zevklerin peşinde, sorumluluğunu göz ardı etmiş bir halde hayatını sürdürdüğü açıklanmıştı. Bu durum daha sonraları vahyolunan bir ayette daha da açıklığa kavuşturuldu: İman edip iyi işler yapanlara gelince, onlar, cennette nimetlere ve sevince mazhar olacaklardır. înkâr edenler, âyetlerimizi ve ahir et buluşmasını yalan sayanlar ise, işte onlar azapla yüzyüze bırakılacaklardır.[137]
Asr sûresinden sonra vahyolunan bir başka ayet ise imanın önemini, onun niteliğini ortaya koyarak açıkladı. Onun sadece bir söylem, salt ‘inanmışhk’ hali olmadığını bildirdi: ‘insanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘îman ettik’ demeleriyle bir akılıv ereceklerini mi sandılar?.[138] Salt söylem imanın gerçekliğine tanık olmak açısından yeterli olmadığı için Kur’an her ‘iman ettim’ diyeni mümin kabul etmedi: ‘Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, ama ‘Boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez- Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.[139] Zira ‘iman ettim’ sözü gerçeği yansıtabileceği gibi, aslı olmayan bir durumu da ifade edebilirdi. Bu nedenle salt söylem önemli olmadığının açıklanmasının yanı sıra, ‘iman ettim’ söyleminin hakikati ifade edip etmeyeceğinin ölçütü de açıklandı. İman söyleminin hakikati ifade edip etmeyeceğini ortaya çıkaracak ölçü imtihandı; ama kapsamlı bir imtihan; tüm hayatı kuşatan bir imtihan: ‘O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.[140]
Ancak iman edip, salih işler yapanlar… istisna. [141] iman, esenliğe ulaşmak için olmazsa olmaz bir şarttı; kurtuluş yolunun başlangıcıydı. Ancak onun, tutum ve davranışlarda; hâl ve gidişattaki etkileriyle kendisini göstermesi gerekiyordu. Bu ise amelle ilgili bir durumdu. Asr sûresi bu gerçeği risâlet sürecinin daha ilk anlarında açıkladı.
Allah, Asr süresiyle, hüsrana uğrayan insanlar arasından bazılarını istisna ederken, bu istisna ettiklerinin özelliklerini ayrı ayrı değil, birbirine bağlı olarak ifade etti. Yani, ‘iman edenler veya salih amel işleyenler’ demedi. ‘îman edenler ve salih amel işleyenler’ dedi. ‘Kurtuluşun’ gereklerini birbirine bağlı olarak ifade etti ve hepsine birden sahip olanların hüsrana uğramayacaklarını bildirdi. Bu durumda, hüsrana uğrayanlardan olmamak için temel özellik olan ‘iman’a bağlı olmak üzere ikinci özellik olan ‘amelin bulunması gerekiyordu. Davranış, iş, eylem, çaba, emek, çalışma, aksiyon anlamlarına gelen ‘amel bilinçli ve maksatlı olarak bir davranışta bulunmayı ifade etmektedir. Bilinçsiz ve maksatsız yapılan davranışlar amel kategorisinde yer almaz. Fakat bir amel sadece olumlu değil, olumsuz da olabilir. Bu nedenle emredilen ve sahibini kurtaracak ‘amel’, herhangi bir şekilde olmamalı, sadece ve sadece ‘salih amel olmalıdır. Kurtuluşa ermek için şart olarak belirlenen ‘amel’ değil, ‘salih amel’âir. Önemi nedeniyle, Kur’an, amelin salih olması ve salih bir amelin imanla ilişkisi üzerinde o kadar çok ve ısrarla durmuştur ki, bu ikiliyi birbirinden ayırmanın mümkün olmayacağını göstermiştir:
İman eden ve salih amel yapanlar, insanların en hayırlılarıdırlar. Onların Rabb-leri katındaki mükafatları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan (gördükleri mükafatlar nedeniyle) razı olmuşlardır. Bu Rabb’ine saygı gösterene mahsustur. [142] Yalnız iman edip salih ame-ller yapanlar hariç. Onlar için ardı arkası kesilmez bir mükâfat vardır. [143] iman eden ve salih amel yapan kimseler için de altlarından ırmaklar akan cennetler vardır, işte büyük kurtuluş budur.
Ancak iman edip salih amel yapan kimseler için ardı, arkası kesilmez bir mükâfat vardır. [144]
‘Salih amel’ neydi, nasıldı? Bu da diğer bazı ayetlerle açıklandı. Bu konuda örnek olarak, inanıp ‘salih amel’ yapanların cennetle mükafatlandırılacağım bildiren ayeti takiben, ‘salih amel’in neler) olduğunu açıklayan ayet önemli bir örnektir: ‘İyilik, yüzlerinizi doğu veya batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki: Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, ihtiyaç sahiplerine ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekat verir; antlaşma yaptığı zaman sökünü yerine getirir; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler ancak onlardır.[145] Fakat bu, risâletin sonraki yıllarında vahyolunmuş bir ayettir. Acaba, Asr sûresi vahyolunduğu zaman Resulüllah ve diğer müminler ‘salih amel’den ne anladılar? Bunu tespit etmek için, Asr sûresinden önce vahyolunan Kalem sûresinin bazı ayetleri dikkate alınabilir. Zira, Kalem sûresinde, hem iman etmenin nasıl olması gerektiği ve hem de salih amelin ne olduğu bir örnek üzerinde açıklamıştı.
Kalem sûresinde, bir grup insanın başından geçen bir olay anlatılmıştı. Sahip oldukları bahçelerinde yetişmiş bulunan ürünleri toplamak arzusunda olan bu kişilerin bir problemi vardı; ürünleri toplamaya giderken yoksulların kendilerini görmesinden ve böylelikle o yoksullara da topladıkları üründen bir şey (pay) vermek zorunda kalmaktan çekiniyorlardı. Halbuki mallarından hiç kimseye bir şey vermek istemiyorlardı. Sahip oldukları şeylerden, yoksullara bir şeyler vermek zorlarına gidiyordu. Bu nedenle aralarında görüşüp, sabahın oldukça erken bir saatinde, hiç kimsenin görmeyeceği bir vakitte bahçelerine gitmeye karar verirler. Kararlaştırdıkları gibi de yaparlar ve bol ürün toplama umuduyla bahçelerine vardıkları zaman, bahçelerinin yanıp, harap hale geldiğini görürler. Şaşırıp, perişan olurlar; bütün zenginliklerini kaybederler.
Sûrede, söz konusu topluluğun hikayesi, hangi topluma mensup oldukları veya nerede ve ne zaman yaşadıkları konusunda herhangi bir bilgi verilmeden, başlarından geçen olay sadece genel hatlarıyla anlatılmıştı. Çünkü Kur’an açısından önemli olan olayın ayrıntıları değil, bu olayın gösterdiği amaçtı. Kıssada dikkat çeken birçok özellik vardı. Bunlardan birisi ve belki de en önemlisi, söz konusu zenginlerin inançlarına/imanlarına hiç değinilmemiş olmasıydı. Onların mümin mi yoksa müşrik mi oldukları dolaylı bir şekilde dahi belirtilmemişti. Ayete konu olacak kadar önemli bir yanlışlığa sahip olduklarına ve ürünlerini kaybetmekle cezalandırıldıklarına göre mümin olmadıkları düşünülebilirdi. Buna karşılık, bela başlarına geldiği zaman içlerinden birisinin ‘Ben size, ‘Rabbinizi teşbih etmeniz gerekir’ dememiş miydim?[146] demesinden ve diğerlerinin de hatalarını fark edip; ‘Rabbimizi teşbih ederiz; doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz… Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz. Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz (artık) Rabbimizi (O’nun rızasını) arzuluyoruz, (Onun istediği gibi olacağız) [147] demelerinden de, bu kişilerin mümin olduğunu çıkarmak mümkündür. Fakat, aslında onların mümin olup olmadıkları konusundaki çaba ve araştırmalar, onların hikayesini nakleden ayetlerin amacını anlamamanın en önemli göstergesidir. Bu ayetlerde, kişiler bir inanç sistemine sahip olmaya veya inançlarmdaki bazı yanlışlıkları terk etmeye çağırıl-mıyorlardı.
Verilmek istenen mesaj çok daha farklıydı; toplumun iki kesiminin ilişkilerinden hareketle ‘salih amelin niteliği açıklanıyordu. Verilen örnekte, zenginlerin sahip oldukları şeylerden yoksullara bir pay vermesi gerekirken buna ya-naşmayıp, bencil davranmalarına dikkat çekiliyordu. Allah’ın zenginlere yüklediği yoksullara yardım sorumluluğunun gereklerini yerine getirmeyen ve bu sorumluluğu bilinçli bir şekilde terk eden bir topluluktan ve onların bu yaptıklarının büyük bir yanlışlık olduğundan bahsediliyordu. Kur’an açısından bunu yapanların ismen mümin veya müşrik olması ise hiç önemli değildi. Söylem olarak Allah’a, Allah’ın varlık olarak birliğine ve diğer sıfatlarına inanmaları veya inanmamaları önem ifade etmiyordu. Çünkü bunlar sadece birer söylemdi. Uygulamada açığa çıkan ise yanlış olandı ve Allah onları, o tamamına sahip olmayı planladıkları bütün ürünlerini mahvederek cezalandırmıştı. Halbuki onlar eğer gerçekten Allah’a iman ediyor olsalardı, ekonomik durumlarına bağlı olarak imanlarının gerektirdiği sorumluluklarına uygun davranırlardı; iyi bir iş yapar ve yoksulların hakkım verirlerdi. Demek ki salih amel, imanın gerektirdiği doğru işlerdi ve bu işler kişilerin durumlarına göre değişiyordu; her iman edenin yapacağı salih iş muhakkak vardı.
Daha sonraları vahyolunan diğer bazı ayetlerde [148] Allah’a kulluk etmek, namaz kılmak, zekat vermek özellikle emredilen ameller arasında yer almıştır. Fakat bu arada bir ayette önemli bir hususa dikkat çekilmiştir. Nasıl ki sadece iman etmiş olmak, daha doğrusu hiçbir amel olmaksızın iman etmiş olmak iddiası bir anlam ifade etmiyorsa, yine aynı şekilde doğru bir imana sahip olmadan ayetlerde belirtilen ana-babaya iyilik, fakirlere yardım, yetime yardun vs iyi işler de bir önem ifade etmeyeceği açıklanmıştır.[149] Çünkü doğru iman ip salih amel bir arada bulunduğu zaman bir anlam ifade etmektedirler. Bunun pdeni ise ayette çarpıcı bir örnekle şöyle açıklanmıştır: (Allah) gökten su indirdi dereler kendi ölçüşünce (o su ile) çağlayıp aktı. Sel(ise), üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü. (Biliyorsunuz süs yahut eşya yapmak için ateşte yak(ıp erit)üen madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hâk ile bâtılı böyle bir benzetme ile anlatır. Kovuk yok olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. îşte Allah, (her şey daha iyi anlaşılsın diye) böyle örnekler verir.[150]
Ancak iman edip, salih işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler… istisna.[151]
Doğru imana sahip olmak ve salih amel işlemek, hüsrana uğramamak için olmazsa olmaz şartları oluşturmaktaydı. Ancak, bu aşamada bir problem açığa çıkıyordu. Kişi bu temel özelliklere sahip ise, fakat toplumdan uzakta, tamamıyla denecek kadar kendi bireyselliği içerisine hayatını sürdürüyorsa ne olacak? Böylesi bir durum mu daha doğru ve hatta takdire değerdi; yoksa söz konusu temel özelliğe toplumun içerisinde yaşayarak sahip olmaya çalışmak mı? Kur’an bu sorunun da cevabını verdi. Asr sûresinde açıklandığı üzere, iman ve salih amel hüsrandan kurtulmanın teminatı olmaya yeterli değildi. Üçüncü bir özellik daha gerekmekteydi. O da, doğru iman ve salih amel özelliğine sahip kişilerin, sahip oldukları bu doğruları (ilahî hakikati) başkalarına tavsiye etme sorumluluğuydu. Elbette ki bir şeyin haklılığının veya bâtılhgmın yegâne ölçüsü; Resulün insanlara ilettiği vahiy bilgisidir; yani Kur’an’dır. Dolayısıyla bu bilginin bildirdiklerine iman eden ve kişisel olarak gereklerini yerine getiren bir kişinin, aynı zamanda topluma da yönelmesi ve insanları, Kur’an’m bildirdiği doğrulardan haberdar etmesi gerekmektedir. Her mümin, sözleriyle, yaşantısıyla, tutum ve tavırlarıyla, insanlarla olan ilişkilerinde hakkı temsil etmekte olabildiğince aktif olmalıdır.[152] Hakikatten habersiz olan veya yeteri kadar haberi olmayanlara hakikati bildirmeli ve tavsiye etmelidir. Onları hakka uymaları için zorlamamalı, öncelikle ve çoğu zaman sadece tavsiye etmelidir. Tavsiye ise anlatmakla, yaşayıp göstermekle ve hatta daha çok da yaşamakla ilgilidir.
Ancak ima? edip, salık işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler istisna. Fakat şu önemlidir ki, insanlara hakkı tavsiye etmek her zaman kabul görmez Özellikle yanlış yollardan menfaat elde edenler ve menfaatlerinin devamı yanlışın devamına bağlı olanlar, hakikat karşısında tepkide bulunurlar; hakikati tavsiye edenleri susturmanın, durdurmanın yöntem ve çarelerini ararlar. Onların bu yöndeki yöntem ve çareleri de hemen her zaman sora başvurmak, zorbalıklarını göstermek biçimindedir, işte bu aşamada, hüsrana uğramamak gibi ayrıcalıklı bir özellik yan kişi yol ayrımındadır. Ya o ana kadar ki düşünce ve hareketlerinde iman ve hayat tarzındaki hakka uygunlukta ısrar edip direnecek; ya da bulunduğu hâl üzerinden gerisin geri dönüp hüsrana uğrayanların safına katılacak. Olması gereken birincisidir. Bu ise sabretmeyi, yani olumsuz etki ve tepkiler karşısında seb^t ve kararlılıkla direnmeyi gerektirmektedir. Bu hüsrana uğrayanlardan olmamanın yegâne çaresidir. Zaten sabır müminin olmazsa-olmaz özelliğidir.[153]
Sabır önemlidir, gereklidir, fakat Asr sûresinde sabırla ilgili bir özelliğe bilhassa dikkat çekiliyordu: Hakikate davet eden şahsiyetler birbirleriyle yardmılaşmalıdırlar. Kendi aralarında organik bir bütünlük sağlamalıdırlar. Bu organik bütünlük ise aynı veya yakın evlerde oturmakla, aynı yerlerde çalışmak ve toplanmakla değil; hakkı tetnsil etmek yönünde organize bir faaliyet yürütmek ve bu faaliyetin neden olacağı zorluklar karşısında kararlı direniş konusunda birbirlerine yardımcı olmakla mümkündür. Bu alandaki zorunlu olan kararlılık ise, ancak ve ancak sabrı sürekli ve karşılıklı olarak hatırlatıp, tavsiye etmekle mümkün olabilir. Fakat bu, iş olsun türünden bir tavsiye değil, gereken sorumlulukları yerine getirdikten, eldeki bütün imkânları kullandıktan sonra gelişmelerin sonucunu Allah’a bırakıp bu sonucu büyük bir kararlılıkla beklemek için yapılan bir sabırdır. Resulüllah’m ifadesiyle ‘Zafer’ ise ‘ sabırdadır.[154]
[91] Asr sûresi, 103:1-3
[92] Müddessir, 74: 42-47
[93] Leyi, 92:15-18
[94] Maun, 107:1-7
[95] Beled, 90:8-17
[96] A’lâ, 87:8-15
[97] Kalem, 68:10-15
[98] Duha, 93:9-11
[99] Neseî, îftitah 25; Tirmizî, Fedailu’l Kur’an 1.
[100] Fahreddin Ra2Î, Tefstr-i Kebîr, 1/253.
[101] Fatiha, 1:1-7
[102] Besmele ayet midir, değil midir? Dolayısıyla Kur’an’a dahil midir, değil midir? Bu, İslâm uleması tarafından çok tartışılmış bir konudur. Tartışmaların özeti kısaca şudur; Kur’an’da iki tür besmele vardır. Bunlardan birinci gruba dahil olanı Nemi sûresinin 30. ayetîndeki besmele olup, bu besmelenin bir ayet ve dolayısıyla Kur’an’a dahil olduğunda ihtilaf söz konusu değildir. İkinci gruptaki besmeleye gelince, bu besmele ler sûrelerin başlarında bulunmaktadır. Bir kısım ulema bu besmelelerin Kur’an’a dahil olmayıp, sûreleri birbirinden ayırmak amacıyla Kur’an’a yazıldığını iddia ederler ki İmam Malik bu görüştedir. Said b. Cübeyr, Zührî, Ata, Ibn Mübarek, imam Şafiî ve kuvvetli bir görüşe göre Ebû Hanife bu besmelelerin de ayet olduğu kanaatinde-dirler. Bu görüşlerini destekleyecek bazı hadisler de naklederler. Fakat bu tartışmalar, bir yana, besmele, yani bir işe, faaliyete, eyleme Allah’ın adıyla başlamak, gerek ayetlerle ve gerekse hadislerle açıkça ifade olunmuştur. Bir Müslüman ise, Allah ve Resulü tarafından emredilen şeyi yapmakla sorumludur. O halde besmelenin Kur’an olyp olmadığı teoride kalan bir tartışma olup, besmele pratikte Müslüman’ın hayatının ayrılmaz parçası ve gereğidir.
[103] Bakara, 2:186
[104] Andolsun biz, her kavme ‘Allah’a kulluk edin, Tağuttan kaçının’ diyen elçiler gönderdik. Onlardan kimine Allah hidayet etti. Onlardan kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!’ (Nahl, 16:36) Tağuta kulluk etmekten kaçman ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar, işte onlar Allah’ın, kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklı selim sahipleridirler.’ (Zümer, 39:17,18)
[105] Fatiha, 1:1
[106] Yunus, 10:57
[107] Sizde olan her nimet Allah’tandır'(Nahl, 16:53), ‘Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz'(Nahl, 16:58) gibi ayetlerin de işaret ettiği gibi Allah, insana sayısız nimetler bahsetmiştir ve bu nimetlerden bir tanesini dahi alacak olsa, onları geri verecek herhangi bir kimse veya irade yoktur. Dolayısıyla, insanın da kendisinden alman nimeti geri almaya veya yaratmaya gücü yoktur. Allah insana sayısız nimetler vermiş ve bunu karşısında sadece bir şey istemiştir; şükür. Ancak bu özel bir şükürdür. Yani bütün hayatı kuşatacak, bütün bir hayatı etkileyip, yönetecek, kuşatacak bir şükür. Şükrün bu anlamıyla kullanımındaki işlevini anlamak açısından, şükrün karşıtı olan nankörlüğün, Kur’an’da sıklıkla küfr anlamında kullanıldığım bilmekte fayda vardır (Örneğin bkz: İbrahim, 14:29; Nahl, 16:112-114; Bakara, 2:152; Isra, 17:66,67; Şura, 42:48; Ankebût, 29:65,66). Kur’an’ın bildirdiği üzere, şükür mutlak anlamda sadece Allah’a yapılmalıdır. Kalpten gelerek, içten bir saygı ile şükretmek ise Kur’an’da özel bir durum olup ‘hamd’ olarak ifade olunmuştur. Açıklanmıştır ki, hamd sadece Allah’adır. Çünkü hamde layık olan sadece Allah’tır; ‘O, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. Başta ve sonda hamd O’nadır,…'(Kasas, 28:70).
[108] İnsanların bireysel ve toplumsal hayatlarında söz sahibi olan veya olmaya çalışan, bu özellikleriyle de Kur’anî bir ifade olarak rablik davasına kalkışmış olan kişi veya kişiler ancak yeryüzünün bir kısmında sözlerini geçirebilirler. Sultaları ancak yeryü-zündedir. Dolayısıyla onların rablik davasına kalkışmalarına neden olan güçleri ve imkânları sınırlıdır. Halbuki Allah böyle değildir. O sadece yeryüzünün bir kısmında veya tamamında veya güneş sisteminde veya Samanyolunda veya maddî varlıkların tamamı üzerinde değil, bütün bunların yanı sıra madde dışı varlıklar üzerinde de güç sahibidir. Çünkü hepsinin yaratıcısı ve sahibidir. Bu ve diğer başka nedenlerle tüm bunlar üzerindeki yegâne otorite O’dur. O bütün bu âlemlerin rabbidir. (bkz: Bakara, 2:131; Haşr, 59:16; Maide, 5:28; En’âm, 6:164…).
[109] Fatiha, 1:3
[110] Yunus, 10:18
[111] Zümer, 39:3
[112] înfitâh, 82: 18,19 Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden sakının.1 (Bakara, 2:48) ‘(O gün) ne alışverişin, ne dostluğun, ne de şefaatin olmadığı gün(dür).’ (Bakara, 2:254) ‘(O gün) kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir yalnızca Allah’a aittir.’ (Mü’min, 40:16) ‘De ki ‘Bütün şefaat Allah’ındır.’ (Zümer, 39:44)
[113] Müfessİr Reşid Rıza konuyla ilgili önemli bir noktaya dikkati çekerek, Özetle şu açıklamayı yapmaktadır: ‘Sahip oldukları bazı imkânlar nedeniyle insanları peşlerinden sürükleyen, baskı ve zulümieriyle insanları sindirenler geçici bir süre için otorite sahibi olabilirler. Otoriteleriyle insanları iyice korkutup sindirebilirler. Bu durumu içinde yaşadığımız toplumda veya diğer toplumlarda sürekli görüyoruz. Ancak Allah bu ayetle bildirir ki geçici olan bu otoriteleri bırakın, onların gerçekte bir güçleri yoktur. Asıl otorite sadece Allah’a ait olup, o mahşerdeki hesapla da ebedî gelecek belirlenecektir’ (Reşid Rıza, Tefsir el Menâr, 1/54,55).
[114] Te-kasür, 102:8
[115] Fatiha, 1:4
[116] İbn Kesir, ulemadan bazı şahsiyetlerin ‘Fatiha Kur’an’ın simdir. Fatiha’nm sırrı da ‘Sadece sana İbadet eder, sadece senden yardım dileriz’ ayetidir’ dediklerini nakleder.’ lbn Kayyım ise ‘Yalnızca sana ibadet eder, yalnızca senden yardım isteriz’ ayetinin altı özelliği kapsadığını belirtir: 1- Yalnızca Allah’a kulluk etmek, 2- O’nun emrine ve insanlar için tayin ettiği yaşama tarzına uymak, 3- Heva ve hevese kul olmamak, 4-Beşerî görüşlere, fikirlere, onların hükümlerine ve izlerine tabi olmamak, 5- Allah’a kulluk hususunda yalnız O’ndan yardım istemek, 6- Bu hususta ne kendisinin, ne de başkasının güç ve kuvvetinden yardım istememek’ (lbn Kayyım, Medaric, 1/54).
[117] Fatiha, 1:5,6
[118] Gerçek yOl gösterme ancak Allah’ın yol göstermesidir.’ (En’am, 6:71) ‘Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur.’ (Bakara, 2:120) ‘Yolu doğrultmak Allah’a aittir.’ (Nahl, 16:9) ‘Semud’a gelince; Biz onlara doğru yolu gösterdik, Fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.’ (Fussilat, 41:17) ‘Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?’ (Beled, 90:10) ‘Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.’ (Enbiya, 21:73)
[119] En’am, 6:71
[120] Isra, 17:9
[121] Nisa, 4:69,70 [122] Fatiha, 1:7
[123] Tirmizî, Tefsiru.1 Kur’an, 1,2.
[124] Daha sonra vahyolunan ayetlerde Yahudi ve Hıristiyanların ‘azmış’ ve ‘sapmış’ olma nedenleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Buna göre her iki topluluğun yanlışlıkları şunlardır: Yahudiler: Allah’a karşı nankör oldular. Kendilerini yaratan, varlıklarını devam ettiren, azıklarını veren, durumlarını gözeten ve kendilerine nimetler bahşeden, sıkıntılarını sona erdiren, Firavun’un zulmünden kurtaran… Allah olmasına rağmen; Allah’a değii, başkalarına müteşekkir oldular; Allah’ın belirlediği ilkelere rağmen, başkalarının belirlediği hayat tarzlarına göre yaşamayı tercih ettiler; Allah’ın hükümlerini dikkate almadılar: Bakara, 2:61; A’raf, 7:160-162. Allah’a verdikleri söze sadık kalmadılar. Allah’ın hükümlerine göre yaşayıp, sadece Allah’a kul olma ve böylelikle sadece Allah’a ibadet etme sözlerini yerine getirmediler: Duha, 93:246; Maide, 5:12,13; A’raf, 7:165. Allah’a kul olmanın gereklerinden olan ‘İyiliği emretme, kötülüğe engel olma” sorumluluğunun gereğini yerine getirmediler: Maide, 5:79. Allah’a itaat konusunda hainlik yaptılar; Allah’a itaati terk ettiler: Maide, 5:13,32 Dost olunması yasaklanan kafirlerle dostluk kurdular; onları kendilerine yoldaş ve sırdaş edindiler: Maide, 5:80,81. İmandan yüz çevirdiler: Bakara, 2:63,64,74; A’raf, 7:148; Casiye, 45:16,17. Peygambere asi oldular; başka rehberler edindiler: Maide, 5:20,26; A’raf, 7:138-140. Puta taptılar: Bakara, 2:51,52,92,93; A’raf, 7:148-152,155-156; Taha, 20:83-97. Peygamberleri yalanladılar veya öldürdüler: Maide, 5:70,71; Isra, 17:4. Allah’ın emirlerine karşı lakayt kalıp, üâhî emirlere uymamak için kaytarmanın yollarını aradılar: Bakara, 2:67-73. Faiz yediler: Nisa, 4:161. Fitne ve fesat çıkardılar: Maide, 5:64. Allah’ın kendilerine verdiği nimetler üzerinde hak sahibi olanların haklarını vermeyerek cimrilik yaptılar; yoksulu, düşkünü, öksüzü, yetimi, güçsüzü, sakatı… gözetmediler, korumadılar: Nisa, 4:53. Sadece dünya hayatını dikkate alıp, ahireti dikkate almadılar. Böylelikle sadece maddeyi ölçü kabul ettiler ve ahireti hesaba katmadıkları için sorumsuzca yaşadıkları bir hayat tarzına sahip oldular: Bakara, 2:96; Nisa, 4:53. Haksız şekilde insanların mallarını gasp ettiler, sahtekârlıklarla, hilelerle insanları sömûrdüler:
Al-i îmran, 3:75; Nisa, 4:161; Tevbe, 9:34. Dinlerine karşı lakayt davrandılar; kendilerini esenliğe götürecek olan dini ciddiye almadılar: Nisa, 4:137. Allah hakkında yanlış ve kötü zanlarda bulundular: Al-i İmran, 3:181; Maide, 5:64. Bütün olumsuz özelliklerine rağmen kendilerini Allah’ın seçkin kullan olarak nitelediler; bütün sapkınlıklarına, yanlışlıklarına rağmen cennetlik olduklarını iddia ettiler: Bakara, 2:94,111,112; Nisa, 4:49,50; Maide, 5:18; Cuma, 62:6-8. Peygamberden inanmayacakları ve yapmayacakları şeyleri istediler: Nisa, 4:153 Bazı meleklere düşman oldular: Bakara, 2:97. Din adamlarını kendisine itaat edilmesi zorunlu kişiler (Rabb) edindiler: Tevbe, 9:31. Allah’a olan ahitlerine veya insanlarla olan antlaşmalarına uymadılar: Enfal, 8:56,57. Allah’ın seçkin kullarından birisi olan Hz. Meryem’e iftira attılar: Nisa, 4:156,157; Meryem, 19:27-34. Kendilerine sıran müstakimi gösteren kitaplarım tahrif ettiler; kelimelerin anlamlarını değiştirdiler. Böylelikle yanlış gidişlerini meşru gösterecek şeyler yaptılar: Bakara, 2:75,79,95,174; Al-i îmran, 3:78,93; Nisa, 4:46; Maide, 5:13,41-43. Hıristiyanlar: Hz. İsa’yı bir kul olarak değil, yüce bir varlık olarak niteleyerek şirke girdiler: Al-i Îmran, 3:79,80; Maide, 5:17,75,116,117; Meryem, 19:37-39. Teslis inancını oluşturarak, Allah’ın birden fazla olduğunu iddia ettiler ve buna inandılar: Nisa, 4:171; Maide, 5:7374,116,117. Allah’ı bir yaratık, bir insan gibi düşünerek, ona çocuk isnat ettiler: Bakara, 2:116; Al-i Îmran, 3:171; Maide, 5:18; Tevbe, 9:30; Nahl, 16:71. Allah’ın kendilerine bildirdiği ve üzerlerindeki yükleri atıp hayatlarını kolaylaştıran dinle yetinmeyip, dini kendileri için zorlaştırdılar; ruhbanlığı oluşturdular: Hadid, 57:27. Allah’a olan sözlerine sadık kalmadılar: Maide, 5:14. Çeşitli usûllerle insanların mallarını gasp ettiler: Tevbe, 9:34. Din adamlarım kendisine itaat edilmesi zorunlu kişiler (Rabb) edindiler: Tevbe, 9:31. Allah tarafından kendilerine lütfedilmiş sırat-ı müstakimin rehberi olan kitaplarını tahrif ederek, yanlış olan gidişatlarını tahrif ettikleri kitapla meşru gösterdiler: Aİ-i Îmran, 3:78; Maide, 5:13.
[125] Al-i Îmran, 3:105
[126] Nisa, 4:115
[127] Maide, 5:51
[128] En’am, 6:159
[129] Fahreddin Razî, Tefsîr-i Kebîr, 1/252.
[130] imam Şafiî, anlayabilenler için, bu sûreyi; ‘Sadece bu sûre vahyolunsa ve başka hiç bir sûre vahyolunmasaydı dahi, idrak edebildikten sonra insanların hakkı ve batüı ayırt etmeleri için yeterdi’ biçiminde tanımlamıştır (Sabunî, Safvetü’t Tejasir, VII/417; Mev-dudî, Tejhimu’l Kur’an, VII/223).
[131] Asr: 103:1-3
[132] Asr: 103:1,2
[133] Asr: 103:3
[134] Buharı, Cihad 70, Rihak 10; îbn Mâce, Zühd 8.
[135] Ahmed, Müsned 111/470,471; Darimî, Sünen, 1/441.
[136] Buharı, îman 14; Müslim, îman 10; Neseî, îman 2.
[137] Rûm, 30:15,16
[138] Ankebut, 29:2
[139] Hucurât, 49:14
[140] Mülk, 67:2
[141] Asr: 103:3
[142] Beyyine, 98:7,8
[143] Tin, 95:6
[144] Inşikak, 84:25
[145] Bakara, 2:177
[146] Kalem, 68:28
[147] Kalem, 68:29,31,32
[148] Kehf, 18:110; Bakara, 2:277
[149] Amelsin iman kabul edilmez; imansın amel de kabul edilmez’ (Heysemî, Mecma’ü’z Ze-vâid, 1/3). Bu hadisi destekleyen ve daha ayrıntılı, somut örnekler veren diğer hadisler için bkz: Buharı, Cezau’s-Sayd 10, Mezalim 30, Eşribe 1, Hudûd 1; Müslim, îman 100-103.
[150] Rad, 13:17
[151] Asr. 103:3
[152] Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun.’ (Maide, 5:8) ‘(insanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslüman!ardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?’ (Fussilat, 41:33) ‘İçinizden hayra çağıran, marufu emredip, münkerden men eden bir topluluk olsun, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.’ (Al-i İmran, 3:104)
[153] Asra yemin ederim ki! İnsan hüsran içindedir. Ancak, iman edip, iyi İşler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler istisna.’ (Asr, 103:1-3)
[154] Ahmed, Mûsrıed, 1/307.
Asra yemin ederim ki. İnsan hüsran içindedir. Ancak, iman edip, iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler istisna. [91]
Risâletin ilk günlerindeki islâm davetinin niteliğini ve seyrini anlamak için dikkate alınması gereken temel konulardan birisi, vahyin insanları değerlendiriş tarzıdır. Bir başka söyleyişle, vahyin insanları hangi açıdan olumlu veya olumsuz değerlendirdiği dikkate alınmalıdır. Bu bakımdan dönemin ayetleri incelendiğinde dikkat çeken özelliklerden birisi ve belki de en önemlisi, bugün kullanılan anlamıyla salt ‘inanan-inanmayan’ ayrımının yapılmamış, böylesi bir ayrımın hiçbir şekilde kayda değer bir ölçü olarak nitelenmemiş olmasıdır. Kur’an, esasen hiçbir zaman insanları değerlendirişinde, onların sadece ‘inandıkları’ veya ‘inanmadıkları söylemini dikkate almamıştır. Sadece inanan olmak, hayat tarzında vahye ilgisiz olup sadece zihinsel kabul gerçekleştirmek, Kur’an’m önem verdiği veya olumlu değerlendirdiği bir durumu ifade etmemiştir. Yine risâletin ilk zamanlarıyla ilgili olmak üzere dikkat çeken konulardan bir diğeri de, risâletin ileri aşamalarında anlam kazanan muhtevasıyla mümin-kafir veya Müslüman-müşrik isimlendirmelerinin vahyin pek iltifat etmediği konular olmasıdır. Bu terimlerin kavramlaşması daha sonraları gerçekleşmiş ve kavramsal inşaları tamamlanınca da sıklıkla kullanılmaya başlanmıştır.
İnsanların davet karşısındaki konumlarını ifade etmek için ilk zamanlar kullanılan terimler, sonraki zamanlardakinden çok daha başkadır. Bu ilk zamanlar ‘Allah’a karşı sorumluluk bilincine sahip olmayı1 ifade eden ‘takva’ ayrıcalıklı bir öneme ve yere sahiptir. İlk ayetlerde ‘takva sıklıkla geçer. Bir çok ayette, insanların “takva” sahibi olmaları istenir. Ayrıca ‘hakikati onaylamak’ (tasdik), Allah’tan çekinmek; O’ndan sevgi ve saygıyla korkmak’ (haşyet) ‘yüksek ahlâklılık, iyilik’ (birr) de ebedî hakikatler karşısında olumlu hâl ve gidişata sahip olanların tanımlanmasında kullanılan diğer bazı terimlerdir. Bu terimler ‘mümin/müslümari teriminin kavramsal inşasında önemli bir işlev yerine getirmelerine karşılık; ‘kü/ür/şirk’in kavramlaşma sürecine katkıda bulunan terimler ise daha çok ‘azgınlık (şakâvet), ‘hayasızlık’ (fücur), ‘ölçü, kural tanımamak (icram), ‘yalanlamak’ (tekzib), ‘haddi aşmak’ (tuğyan), ‘büyüklenmek’ (istiğna), ‘kibirlenmek (istikbâr) ve benzerleridir. Tüm bunlar, mümin-kafir karşıtlığım ifade etmek için ayetlerde sürekli yer bulan kavramları oluşturmuşlardır.
Hepsi de sadece ‘inanmak-inanmamak’ söylemiyle değil, doğrudan eylemlerle, tutum ve davranışlarla ilgilidir. Risâletin ilk yıllarında daveti kabul edenleri sorumluluğunun bilincinde olan, hakikati onaylayan, Allaha karşı sevgi ve saygısı nedeniyle bir yanlışlık yapmaktan çekinen, hakikate uymakta samimiyet gösterip ahlâkını yüksek kılan, kendini her türlü yanlıştan, kusurlardan arındırmaya çalışan, hâl ve davranışlarında, tutum ve tavırlarında dengeli, iyiliklere, nimetlere müteşekkir, mevcut olumlu, doğru özelliklerini koruma konusunda dirençli, sabırlı, ahlâklı… kimseler olarak tanımlayan Kur’an; davetin muhaliflerini ise hakikate doğruya güzel ahlâka uzak duran, sırt dönen, yüz çeviren; hakikat konusunda kuşkucu, kararsız, kendisini sorumlu kabul etmeyen, azgın, hayasın, hakikati yalanlayan, iyilik ve nimetlere karşı nankör, büyüklenen, kibirli, günahkar, suçlu, zalim, asık, şımarık, cimri, müsrif, küstah, hoyrat, menfaatperest, saldırgan, taşkın, boş işlerle uğraşmayı seven, insanları aşağılayan, yetime, fakire, yardımcı olmayan, hayra engel olan… kimseler olarak tanımlamıştır. Burada dikkat çeken ve önemli olan şey, insanların bu ayrışmasının, hakikat karşısındaki tutum ve tavırları nedeniyle gerçekleşmiş olmasıdır. İnsanlara sırf’inandıkları’ veya ‘inanmadıkları’ için bazı olumlu veya olumsuz sıfatlar atfedilmemiştir.
Kur’an için öncelikle önemli olan, ‘inanmak-inanmamak değil; nasıl olunduğu ve ne yapıldığıdır. Özellikle ilk ayetler için bu son derece önemli ve sürekli vurgulanan bir ölçüdür. Kur’an’da eylem, her zaman söylemden önce gelmiştir. Bu açıdan, davetin ilk günlerinde vahyolunan bir ayet önemli ve dikkat çekicidir. Meleklerin cehennemdeki bir grup insana ‘Sizi şu yakıcı ateşe (cehenneme) sokan nedir?’ sorusuna, cehennemdekilerin verdiği cevap şöyledir: ‘Biz (insanı kötülüklerden alıkoyan) namazı kılmadık; yoksulu/aç kalmışı koruyup/kollamadık, doyurmadık; yanlış/kötü işlere dalmış olanlara arkadaşlık ettik, onlarla birlikte yanlışlıklara kötülüklere dalıp durduk; tüm yaptıklarımızdan sorumlu olacağımızı kabul etmedik. Sonunda işin aslını anladık; ölüm bize gerçeği gösterdi ama artık yapacak bir şey yok.[92]
Yine şu ayetler de, aynı merkezde olmak üzere, konuyu ‘inanma-inanmama’ veya ismen ayrımından ziyade; tutum ve tavır, hâl ve gidişat ekseninde ele alınışlardır: O cehennem ateşine, ancak iflah olmaz azgın kimse girer. Öyle ki, o kimse yalanlayıp hakikatten yüz çevirmiştir. Ama Allah’a karşı sorunluluğunun bilincinde olan (muttaki) o ateşten uzak tutulur. O ki, sorumluluk bilinciyle (takva) arınmak için malını Allah yolunda harcar. [93] Hakikati yalanlayanı hiç düşündün mü? İşte o, yetimi İtip kakan, imkânı olduğu halde yoksulun ihtiyacını karşılama düşünce ve arzusuna sahip değildir. Yazıklar olsun şu nanîaz kılan bazı kimselere ki, onlar namazlarının gereğine uyma konusunda lakayttırlar. Onların yaptıkları sadece gösterişten ibarettir. Hayırlı işlere yardımcı olmazlar. [94] Ona iyiliğin ve kötülüğün, hakikatin ve yanlışın yolunu gösterdik. Ama buna rağmen sarp bir yokuşa tırmanmaya benzeyen zor bir işe girmeyi denemedi, ö sarp yokuşa tırmanmaya benzeyen zorluk nedir bilir misin? O, insanları tutsaklık zincirlerinden kurtarmaktır; kendisi ihtiyaç içindeyken bile başkasının İhtiyaç içinde olduğunu düşünüp bencillik yapmamak, açları doyurmaya çalışmaktır; yakınlığı olan bir yetime veya herhangi bir yakirdık bağı olmayan yabancı yoksula yardım etmektir; iman edenlerden ve birbirlerine sabrı, merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. [95]
Gayesi huzur ve rahatlık olan yolu senin için kolaylaştıracağız. O hakikati kabul ederek faydalansın veya faydalanmasın, hakikati başkalarına hatırlatmaya devam et. Allah’tan korkan, öğüt alıp faydalanacaktır. Kötü kimse ise öğütten faydalanmaktan kaçınacaktır. O kendisine yapılan öğütten faydalanmadığı için ateşe gider; orada ne ölür ne de yaşar. Doğrusu her türlü kötülükten, yanlışlıktan arınan kimse kurtuluşa erer; mutlu olur. O, Rabbinin adını anıp O’na gereken biçimde kulluk eden kimsedir. [96]
Şunların hiçbirine taraftar olma, hâl ve gidişatları konusunda kendilerine uyma: Yemin edip duran aşağılık kimselere; dedikodu yapana, iftira atana; iyiliğe engel olana, ölçü tanımayana, zorbaya; ihtiras ve tutkularının esiri olmuş zalime, kötüye. O sermayesi ve kendini destekleyen oğulları, adamları nedeniyle azıp durur. Ona hakikati açıklayan âyetlerimiz okunduğu zaman onları, ‘Öncekilerin masalları!’ diyerek reddeder; değerini küçümser. [97] Yetime sakın haksızlık etme; maddî veya manevî açıdan ihtiyaç içinde olan ve el açıp yardım isteyeni sakın eli boş çevirme. Ve Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an. [98] Kur’an’m hakikati sunuş yöntemi ve insanları değerlendiriş tarzı, risâlet sürecini doğru anlayabilmek ve bütün zamanlar için örneklik çıkarabilmek açısından önemlidir. Konu dahilinde dikkate alınması gereken ayet sayısı ise pek çoktur. Burada, risâlet sürecini anlamaya katkı sağlaması için sadece bir-iki ayet grubu ele alınarak, konu, bu Örnekler dahilinde incelenecektir. Fatiha ve Asr sûreleri ise, bazı ayrıcalıklı özellikleri nedeniyle önemli ve konuyu anlamaya katkı sağlamaları açısından yeterlidirler.
Evrensel Ölçüler
Risâletin ilk aylarıydı. Henüz çok az sayıda ayet vahyolunmuştu. Müminler, imanlarının şartlarını, gereklerini ve durumlarını, bunlara ilaveten Resulüllah da bir elçi olarak ilâhî görevinin gerektirdiği sorumlulukları mevcut ayetlerden hareketle anlamaya ve uygulamaya çalışıyorlardı. Geceleri gerçekleştirilen tertil üzere Kur’an okumalarıyla imanlarını, düşüncelerini, hayatlarını, kişiliklerini sapasağlam ve tertemiz bir şekilde inşa ediyor, yaratılış gayesine uygun birer mümin olabilmenin çabasını yürütüyorlardı. Ancak özellikle mensubu oldukları dinin genel ilkeleri, gidişatlarının temel özellikleri, insanlara karşı halleri ve davranışları konusunda ek bilgilere ihtiyaçları vardı. Zira, mevcut ayetler, bazı sorularını cevaplamakta yetersizdi. İşte böylesi bir zamanda bir grup ayet vahyolundu.
Bunlar, müminlere, durumlarının ve gidişatlarının nasıl olması gerektigiyle ilgili en genel ölçüleri açıklayan, yollarını çok daha ileri noktalarını görebilecek şekilde aydınlatan ayetlerdi. Bu ise, hiç kuşku yok ki, gerek inanç ve yaşantı tarzı ve gerekse insanlara yapılan çağrının gayesini bilme imkânı sağlaması açısından oldukça önemliydi. Bu ayet grubuyla, esenlik yurdunun rehberi ve hayatın kitabı olan Kur’an’m özeti kendilerine verildi. Bu özelliği nedeniyle de söz konusu ayetler, Resulüllah tarafından, ‘Benzeri ne Tevrat’la, ne incil’de, ne Zebur’da ve ne de Kufan’da bulunmayan [99] diye tanımlandı. Hz. Hüseyin ise, çok sonraları, kutlu elçi dedesinin bu sözlerini daha da açarak, söz konusu ayetleri kim doğru şekilde anlarsa ‘Allah’ın indirdiği bütün kitapları bilen; sanki Tevrat, incil, Zebur ve Vur-kan’ın tamamım okumuş gibi olacağını [100] söyledi. Bunlardan da anlaşılıyor ki, ilgili ayetler, Hz. Davud, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed ile insanlığa sunulan ilâhî bilginin özetiydi. İnsanın yaratılış gayesini, hayat tarzında uyulması gereken ilkeleri ve bütün bunların temelini oluşturan inanç esaslarını açıklamak gibi geniş kapsamlı bir özelliğe sahipti. Bu ayetler Fatiha sûresinin ayetleriydi. Bilindiği üzere sûre şöyledir: ‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd âlemlerin Rabb’ı olan Allah’adır. O, Rahman ve Rahimdir. Din gününün sahibidir. ‘(Ya RabbO Sadece sana ibadet eder, sadece senden yardım dileriz- Bizi dosdoğru olan yola (Sırat-ı müstakîm’e) ilet; Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil.[101] Şimdi bu sûre ile bildirilen ilke ve ölçüleri, verilen bilgileri imkânlarımız dahilinde tespit etmeye çalışalım. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. [102]
Sûre, tevhid hakikatinin temel özelliklerinden birisini ifade ederek ve aynı zamanda dönemin insanlarının bu hakikatle ilgili genel yanlışlıklarından birisini düzeltecek bir cümleyle başlıyordu. Ayrıca, Fatiha’nm takip eden ayetlerinde de tekrarlanarak Allah’ın ‘Rahman’ ve ‘Rahim olduğu bildiriliyordu. Bununla, müşrik Araplar tarafından bilinen ve yaygın olarak kullanılan ‘bismike’llahümme’ (Allah’ım senin adınla) ifadesinde söz konusu edilen Allah’ın iki temel sıfatına değiniliyordu. Bu farklılık ile de iki ayrı inanç sisteminin; tevhid ve şirkin farklılığı eösteriliyor, şirkin yanlışlarından birisi tashih edilip, doğrusu ifade ediliyordu. Önceki bölümlerde yer alan açıklamalardan hatırlanacağı üzere, müşrik Araplar, Allahın varlığını ve birçok sıfatlarını kabul ediyor; ama o tahayyül ettikleri Allah’ın yaratma işini tamamladıktan sonra varlıklarla irtibatım büyük oranda kestiğini düşünüyorlardı. Onlara göre Allah evrenin ve insanın yaratanıydı; evrenin Rabbı sıfatıyla her türlü tabiat olaylarını yönetip kontrol edendi ama insanın rabbı değildi; insanın işlerine karışmazdı. Müşrikler bu inançları gereği Allah’ı birçok sıfatıyla biliyor, inanıyor; ama fiilen Allah’sız yaşıyorlardı. Fatiha’da, rahman ve rahim sıfatları ifade edilerek Allah’ın genel olarak tüm yarattıklarıyla, özel olarak da insanlarla ilgisini kesmediği bildirildi. Allah’ın yaratıklarına rahmetle yaklaşan, onların isteklerini dikkate alan, her şeyi bilen ve yöneten olduğu açıklandı. Daha sonraları vahyolunan bir ayet ise bu durumu daha da açıklığa kavuşturdu: ‘Kullarım sana beni sorarlarsa (onlara söyle ki): Ben onlara yakınım. Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar bana karşılık versin (benim çağrıma uysunlar), bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.[103]
Sûrenin daha ilk cümlesinde (besmelede), müşriklerin şirklerine dayanak kıldıkları temel yanlışlarından birisi düzeltilip, Allah’ın yaratıklarıyla ilgisini kesmediği açıklanıyordu. Ayrıca, tüm insanların, hayatlarının her anındaki her bir işi neye göre ve niçin yapacakları; her bir işin hangi şartlarda doğru ve meşru olabileceği de bildiriliyordu. Böylelikle tüm bir hayata temel olması gereken ölçü gösteriliyordu. Buna göre, insanlar işlerine ‘Allah’ın adıyla başlamalı, bireysel ve toplumsal işlerini Allah’ın adıyla ve Allah için yapmalıydılar. Bir işe Allah’ın adıyla başlamak ise, o işin Allah’ın yapılmasına izin verdiği bir iş olduğunu ve Allah’ın belirlediği ölçüler dahilinde yürütüleceğini gösterecekti. Zaten, özü itibarıyla, Peygamberlerin gönderiliş amacı ve insandan istenen de buydu.[104]
Hamd âlemlerin Rabb’ı olan Allah’adır. [105]
Fatiha sûresi ile, insanın sahip olduğu ve olabileceği şeylerin hepsini yaratanın Allah olduğu, onları Allah’tan başka herhangi bir varlık veya iradenin vermediği; veremeyeceği bildirildi. Bu, Allah’tan başka böyle bir iradeye sahip olan bulunmadığını ifade eden bir açıklamaydı. Tevhid hakikatinin gereklerinden olmak üzere, Allah’ın, her şeyin sahibi ve efendisi olduğu; herhangi bir ayırım yapmaksızın insanlara sayısız nimetler verdiği ve ayrıca insanlığın hep aradığı ve özlemini taşıdığı ‘esenlik yurduna’ götüren yolu gösterdiği de bildirildi. Allah’ın emir ve yasaklarının, tamamıyla insanların iyiliği için olduğu; bu emir ve yasakların insanların dünya ve ahiret hayatlarım ‘esenlik yurdu” kılacağı ifade edildi. Daha sonra vahyo-lunan ve konuyu daha ayrıntılı ifade eden bir başka ayet ise bunu şöyle açıkladı: ‘Ey insanlar! işte Rabbinizden size bir öğüt, göğüslerde olabilecek her türlü (hakka, hakikate, ahlâka aykırı şeylerden kurtuluş) için bir şija ve (O’na) inanan herkes için bir yol gösterici ve rahmet (olan Kur’an) gelmiştir.[106] Bu ve benzeri ayetlerle açıklandı ki, eğer Allah bir şey emretmişse o insanların yararınadır; eğer bir şeyi yasaklamışsa o da insanların zararınadır. Yine açıklandı ki, Allah hayırlı işlerde yardımlaşmayı emreder, kulları arasında sevgi ve dostluk güçlenip kuvvetlensin, birbirlerine destek olsunlar diye; Allah zulmü yasaklar, hiç kimse zulme uğramasın diye; Allah iyiliği emreder, kulları hep iyilikle karşılaşsın diye; Allah kötülüğü yasaklar, kullan hiçbir zaman kötülük bataklığına saplanmasın diye; Allah kolaylığı emreder, kullan zorlanmasın diye Ve bütün bunlar nedeniyle Allah’ın herhangi bir çıkarı, menfaati yoktur. Çünkü, O’nun için çıkar, menfaat söz konusu değildir; zira, O’nun bir karşılığa, bedele ihtiyacı yoktur. O, sadece kullarının iyiliğini ister ve önlerindeki seçeneklerden doğrusunu tercih etmeleri için yardım eder. O’nun bu lütufları karşısında insanlara düşen sorumluluk ise sadece ve sadece ‘hama [107] etmek ve bütün bir hayatı hamd üzerine ikame etmekten ibatir Zira, insan aciz bir yaratık olmasına karşılık, Allah tüm âlemlerin sahibi, yö-etip kontrol edenidir. Kur’anî ifadeyle âlemlerin [108] Rabb’idir.
(Allah) din gününün sahibidir. [109]
Kur’an’m önemli bir terimi ilk defa bu ayette gündeme geldi. Bu ‘dın’di. Din, daha sonra birçok ayette geçen en temel terimlerden birisi oldu. Her geçtiği yerde içinde bulunduğu ayet bağlamında özel sayılabilecek bir anlam kazandı. Bazen ‘hükmetmek’, bazen ‘hak ve hukuk’, bazen de ‘yönetmek’, ‘ceza ve ödül’, ‘boyun eğmek’, ‘hesaba çekmek’, ‘örf’âdet’, ‘sakındırmak’ , ‘hayat tarzı’ gibi anlamlara geldi. Hepsinin varıp dayandığı manâ ise inanılan ve yaşanılan boyutuyla bütün bir hayat tarzı ve dayandığı ilkelerdir.
Din terimi, Kur’an’da ilk defa geçtiği Fatiha’daki ayette, ‘karşılık verme/hesabı görme’ anlamına geliyordu. Yani mahşerde gerçekleşecek olan hesapların görülmesi anını; bütün bir hayatın muhasebesinin yapılacağı anı ifade ediyordu. Bu ayetle Allah’ın ‘karşılık verme’ gününün, ahiretteki hesap görme gününün yegâne sahibi olduğu bildiriliyordu. Ancak şu çok önemli bir ayrıntıydı ki, bu ayette bildirilmek istenen asıl konu, Allah’ın hakimiyet alanlarının birisinden daha insanları haberdar etmek değildi. Asıl amaç daha başkaydı. Asıl amacın ne olduğunu ve Allah’ın ‘din gününün’ yegâne sahibi olmasının ne anlama geldiğini anlamak için, insanlığın genel durumuna bakmak gerekiyor.
İnsanlık tarihinde, insanların hak yoldan ayrılıp yanlış yollara sapmalarının ve bunun sonunda hem dünya hayatlarını ve hem de ahiretlerini cehennem kılmalarının birbiriyle irtibatlı birçok nedeni vardır. Bu nedenlerin ortak noktasını, Allah’a, varlığında veya sıfatlarında eş koşulması oluşturmaktadır. Bunun en yaygın biçimini ise, eş koşulan varlığın Allah ile insan arasında aracı kabul edilmesidir. Bu nedenledir ki, Mekke müşrikleri de putlara taparlarken, esasında putlara tapmadıklarını; onları istek ve arzularını Allah’a ileten aracılar olarak gördüklerini söylüyorlardı. Putlar için “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir [110] Onlara bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye itaat ediyoruz [111] diyorlardı. Bu ‘aracı’ inancı, hemen her zaman, kendisine bağlananın günahlarını Allah katında şefaatiyle affettiren varlık/kişi inancına dönüşmüştür. Allah ise, Fatiha ile her türlü kuşkuyu yok edecek bir tarzda açıkladı ki, ‘din gününde yani insanların hesaba çekilerek bütün hayatları boyunca yaptıklarının karşılığının verileceği o önemli günde şefaatçiler, aracılar olmayacaktır. O günün yegâne sahibi, yegâne hakimi Allah’tır. Bu, yine o günlerde vahyolunan bir başka ayette şöyle açıklandı: ‘Evet, bilir misin? Nedir acaba o hesap günü? O gün hiçbir kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün iş Allah’a kalmıştır.[112] Dolayısıyla, o önemli günde herhangi bir gücü ve iradesi bulunmayan sözde aracıların reddedilmesi gerekmektedir. [113] Onlar, o sözde aracılar, şefaatçiler, inananlarına bir fayda sağlamadıkları gibi, hesap gününün yegâne sahibi olan Allah’ın şanına, yüceliğine bir iftira oldukları için azabın da nedenidirler. İnsanlar inançlarında ve yaşantılarında sadece ve doğruca Allah’a yönelmeli; O’nun emir ve yasaklarına göre yaşamalıdırlar.
Ayrıca, ‘hesap günü’ Allah’ın tek ve mutlak egemen olduğu gerçeği bildirilirken, müşriklerin belirli bir kesiminin azıp sapmasına neden olan gerekçeler ayaklar altına almıyor, onların gerçek anlamda bir değer ve önem ifade etmedikleri bildirilmiş oluyordu. Bunlar çok sayıda erkek çocuğa veya taraftara sahip olma veya zen-olma durumlarıydı. Elbette ki bu tür şeyler toplumdan topluma değişir. An-k Arap toplumu için bu ikisi çok önemli bir ayrıcalık nedeniydi; adeta ebedî sadetin teminatıydı. Fakat Kur’an bunların hiçbirisinin hesap günü işe yaramaya-aöı bildirdi. Hatta daha da önemlisi bunların birer hesap nedeni olduklarını açık-ladr onlar, doğru kullanılmadıkları takdirde, azabın nedeniydiler: ‘Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.[114]
(Ya Rabb!) Sadece sana ihıdet eder, sadece senden yardım dileriz. [115]
Mekke’de ve çevre bölgelerde yaşayan müşriklere göre, Allah yüceliği nedeniyle aşağı/degersiz olan yaratıklarından uzak dururdu; durmalıydı. Dolayısıyla, bir yaratık olması nedeniyle aşağı konumda olan insan, yüce Allah’a ibadet edemezdi; istek ve arzularını O’na doğrudan bildiremezdi. Bir insanın yapabileceği, bir kul olarak sorumluluklarını gerçekleştirebileceği tek yol/yöntem, Allah ile insanlar arasında irtibatı sağlayan veya bir başka ifadeyle Allah’ın, bazı sıfatlarını devrettiği aracılara yönelmekten ibaretti. Müşrikler, insanların söz konusu aracılara ibadet etmeleri durumunda Allah’a ibadet etmiş olabileceğine inanıyorlardı. Zanlarmca böyle de olmak zorundaydı; çünkü, yine zanlarınca, insanlarla ilgilenenler Allah değil, Allah’a vekillik yapan aracılardı. Bu inancın etkisi risâletin daha ilk gününden itibaren kendini açığa vurmuş ve hakikatin dile getirildiği her zaman da açığa çıkmaya devam etmiştir. Fatiha sûresinde ise ‘yalnızca’ Allah’a ibadet edilmesi gerektiği açıklandı. Müşrikler, “yalnızca Allah’a ibadet etmenin’ ne anlama geldiğini anlamakta zorlanmadılar ve bununla sahip oldukları ‘aracılar’ inancının reddedildiğini fark etmekte gecikmediler. Bu nedenle Resulüllah’ı ve ailesini Kabe yakınında, putları aracı kılmadan, doğrudan Allah’a ibadet ediyor görünce şaşırmaktan ve öfkelenmekten kendilerini engelleyemediler. Halbuki onlar namaz (salât) nedir bilen ve bunu bir oranda gerçekleştiren insanlardı; fakat elbette ki aracılar ile.
Fatiha süresindeki talimat mesaj Allah’a da ibadet edin’ türünden müşriklerin kendi lehlerine yorumlayabilecekleri bir talimat/mesaj değildi. Ayette açıkça ‘Sadece Allah’a! ibadet edilmesi gerektiği bildiriliyordu. Bu son derece açık ve kesin bir ifadeyle; şirk inançlarını alt-üst eden, şirk sistemini temelden sarsan bir çağrıydı. Bu çağrı risâletin özüydü, esasıydı.[116] Söz konusu ayet, Fatiha’nm diğer ayetleriyle birlikte incelendiğinde şu ilkeleri dile getiriyordu: Yalnızca Allah’a kulluk edilmelidir; O’nun emrine ve insanlar için tayin ettiği ilkelere uyulmalıdır; heva ve hevese kul olmaktan kaçınılmalıdır. Allah’a kulluk hususunda da yalnız O’ndan yardım istenmelidir.
(Ya Rabbi!) Bizi dosdoğru olan yola (Sırat-ı müstakîm’e) ilet; Nimet verdiğin kimselerin yoluna. [117]
Bir kulun Rabbinden en önemli isteğinin ne olması gerektiği, Fatiha sûresinde bir kulun sözleri olarak ifade edildi. Kulun, Rabb’inden sırat-ı müstakim’ talep etmesi ve ‘sırat-ı müstakim’de yolcu olma çabası içerisinde bulunması gerektiği açıklandı.
‘Sırat’ yol demektir, ‘müstakim’ ise kendisinde bir eğrilik ve sapma bulunmayan şey anlamına gelmektedir. İki terim bir arada kullanılınca ‘dosdoğru olan yolu ifade etmektedir. İnsanlar tecrübeleriyle bilirler ki, çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaçlı, düz, yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran… Fakat bütün bu yolların içerisinde hiç itirazsız hedefe gitmeye en uygun olanı, düz (kısa), geniş, rahat ve yolculukla amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olandır. Fatiha’nın bu ayetiyle iman ve hayat tarzı yol ile sembolize edildi ve yolun dosdoğru olması gerektiğine dikkat çekildi.[118] Üzerinde yürünen yolun herhangi bir yol değil ‘dosdoğru bir yol” olması gerektiği açıklandı. Zaten yolculuktan amaç da bir yere gitmek değil midir? O halde kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen bir yolda veya çıkmaz sokakta yolcu olmak ister?
‘Dosdoğru’ yol, hedefe ulaştıran en kısa yoldur; yolcuları için rahat yoldur; amaca götürücü olduğunu her zaman belli eden yoldur. Bu yol Resulle bildirilen ve O’nun uygulamalarıyla gösterilen yoldur. Kur’an açıkladı ki, insanlar dosdoğru yolun yolcusu olmak istiyorlarsa, Allah’ın insanlar arasından seçtiği ve ‘dosdoğru yoVun Özelliklerini, gereklerini bildirdiği elçisine, elçisi ile verdiği kitaba uymalıdırlar: ‘Yol gösterme ancak Allah’ın yol göstermesidir [119] Bu Kur’an, insanları gerçekten en doğru yola iletir.[120]
Fatiha sûresinde, insanlar için gerekli olan şeyin herhangi bir yol olmayıp, sadece sırat-ı müstakim olduğu bildirildikten sonra, konu daha da somutlaştırılarak, bu yolun yolcularının ortak vasıfları da açıklandı; onların, kendilerine ‘nimet verilen/verilecek’ kimseler olduğu bildirildi. Bu, hem kulun istemesi gereken şeyi hem de sırat-ı müstakime mensup olmanın insana neler kazandıracağını açık-lavan bir ayetti. Nimet mutluluktu, sevinçti, huzurdu, rahatlıktı, ödüldü, zenginlikti özgürlüktü, iyilikti, ahlâktı, güzellikti…. Nimete sahip olanların kimler olduğu ise, daha sonraları vahyolunan bir başka ayette şöyle açıklandı: ‘Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, iste onlar Allah’ın nimete eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve saiihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu, Allah’ın büyük lütfudur.[121]
Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil. [122] Sûre, örnek alınmaması veya kendileri gibi olunmaması gereken kişi veya kişiler konusunda bir uyarı ile bitiyordu. Fatiha’nın son ayetinde dosdoğru yoldan ayrılanların durumu hatırlatılıyor ve onlar gibi olunmaması gerektiği bildiriliyordu. Bu olumsuz durumun mensuplarının iki önemli özelliği vardı: Onlar; ‘azaba uğramış’ ve ‘sapmış1 kimselerdi. Bu kategorilere yanlış yolda olan herkes dahildi. Çünkü sırat-ı müstakimin dışı azaptı, sapmaktı. Bildirildi ki, sırat-ı müstakimin dışında doğruluk, iyilik, ahlâklılık, güzellik… olmazdı, olamazdı.
‘Azaba uğramış’ ve ‘sapmışların’ kimler olduğu Fatiha’da somut bir örnekle açıklanmadı. ‘Azaba uğramış’ ve ‘sapmışların’ kimler olduğu ancak daha sonraları isimleriyle örneklendirildi. Onların örneği-geçmiş ümmetlerin yanlış yolu tercih edenleriydi; Nuh’un, Hûd’un, Salih’in, Şuayb’ın, Lût’un, İbrahim’in… kavimleriydi. Yakın zamanda ise Musa’nın ve İsa’nın kavimleriydi. Resulüllah ise örneklerle ilgili olmak üzere şunlart söyledi: ‘Yahudiler, kendilerine gazap edilmiş, Hıristiyanlar ise sapmış olanlardır.[123]
Allah, müminleri, ismi bildirilen veya bildirilmeyen tüm ‘azaba uğramış’ ve ‘sapmış’ olanların herhangi birisi gibi olmaktan sakındırıyordu. Bunu ise risâletin daha ilk günlerinde vahyettiği Fatiha sûresi ile yaptı. Bu, konunun önemine bina-endi. Ayrıca, Fatiha sûresinin risâletin ilk günlerinde vahyolunduğu dikkate alınacak olursa, Resulüllah’m ve diğer müminlerin ‘Kitap Ehli’ ile karşılaşmadıkları, onlarla, olan ilişkilerinde problemler açığa çıkmadığı bir zamanda, Allah, müminleri onlar gibi olmaktan sakındırmak suretiyle, onlarla olan irtibat dönemine hazırlamış da oluyordu.[124]
Daha sonra vahyolunan şu bir kaç ayet ise, bu sakındırmanın açıkça emredildiği diğer bazı ayetlerdir: Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın, işte bunlar için büyük bir azap vardır. [125] Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra kim peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir. [126] Ey iman edenler! Yahudiler ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez. [127] Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir. [128]
Fatiha sûresinin ne gibi anlamlar ifade ettiğini, insanlara neler bildirdiğini ve ne talimatlar verdiğini kendi dillerinde inmiş olan bu ayetleri Mekke’de yaşayan müminler ve müşrikler; işiten herkes, gayet açık bir tarzda ve doğru bir şekilde anladılar. Daha da önemlisi, müşrikler onu anlamakta hiç zorlanmadılar. Onlar, bu kısa sûreyi daha ilk duyduklarında, sahip olduğu ilâhî mesajları anında kavradılar ve kendilerinin temsil ettiği inanç ve hayat tarzlarmdaki yanlışlıklarının gözler önüne serildiğini, reddedildiğini görerek, büyük bir öfkeyle tepkide bulundular. ‘Allah ağzını kırsın [129] diyerek Resulûllah’ı protesto ettiler.
İnsanların Durumu
Resulüllah’ın İslâm davetine başladığı ve davetin konusu olan esasların, olumlu veya olumsuz yankılar bulduğu, fakat olumsuz tepkilerin henüz fiilî tepkilere dönüşmedigi bir zamanda, Fatiha sûresinin vahyolunuşundan sonra, Asr sûresi vah-yolundu. Asr, metin olarak son derece kısa, fakat oldukça geniş ve derin anlamlı bir sûredir.[130] Bu özeliği nedeniyle sahabeler, birbirleriyle karşılaştıkları zaman, ebedî hakikatleri hatırlatmak ve yanlışlıklar nedeniyle uyarıda bulunmak için birbirlerine bu sûreyi okurlardı. Sûre şöyledir: ‘Asra yemin ederim insan hüsran içindedir. Ancak iman edip, salih işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler istisna.[131] Şimdi bu sûre ile bildirilen ilke ve ölçüleri, verilen bilgileri tespit etmeye çalışalım.
Asra yemin ederim ki! însan hüsran içindedir. [132] Sûre yeminle başlıyordu. Yemin eden, herhangi birisi değil, alemlerin yaratanı ve rabbı olan Allah’tı. Bu dikkat çeken bir durumdu. Allah niçin yemin etmişti?
Üstelik sûrenin daha ilk cümlesi yemindi. Neden? Allah’ın yemin etmesi her açıdan önemlidir. Fakat risâlet zamanının Arapları için daha da önemliydi. Onlar için yeminle başlanan bir sözün önemi büyüktü. Yemin, yeminden sonra söylenecek şeyin çok önemli ve doğru olduğunun ifadesiydi. Böylesi bir sözü işiten kişi anlardı ki, kendisine çok Önemli bir şey söylenecek. Bunun için sonraki ifadeler dikkatle dinlenmeli ve anlaşılmalıdır. Allah, Asr sûresinde, asıl bildireceği şeylerden önce yemin ederek dikkatleri yemin sonrasında bildireceklerine çekiyordu. Yeminin hemen arkasmdan da bir gerçeği bildiriyordu: ‘insanlar hüsrandadır’. Bu kısa, fakat bir o kadar çarpıcı ifade, yaşayan veya gelecekte yaşayacak herkesin hüsran içinde olduğunu ve olacağını ilan ediyordu. Ayet genel anlama sahipti. Ayette açıkça bildiriliyordu ki, tüm insanlar ziyandadır, zarardadır, kaybetmektedir, kaybedeceklerdir. Bir ömür yaşamakla bir şey elde edemediler, edemeyecekler. Ne bilgi imkânları, ne de güçleri mutlak kurtuluşu elde etmelerine yetti; yetmeyecek de. Felsefeleri, siyasetleri, ekonomileri, bilimleri, sanatları, inançları. kurtuluşu sağlamadı; sağlamayacak da. Peki bu hiç mi değişmeyecek? İnsanlık hep hüsran için de mi kalacak? Hüsrandan kurtuluşun yolu ve yöntemi hiç olmayacak mı?
Ancak iman… edenler istisna. [133]
Asr sûresinde tüm insanlığın hüsranda olduğunu açıklayan ve insanı korkutup, çaresiz bırakan ihtar ve bilgilendirmenin hemen arkasından bir istisna getirildi: ‘Ancak’ deniyordu. Buna göre bazıları, hüsrana uğrama konusunda istisnaydı. Yalnız şurası çok önemliydi ki, istisna olanlar belirli cins, ırk, soy gibi bazı özelliklere sahip kişi veya kişiler değildi. Halbuki insanlığın genel eğilimi, istisnaları hep böyle belirli cins, ırk, soy gibi ölçülere göre gerçekleştirmek biçimindedir. Dolayısıyla, insanlığın hüsranda olduğunu yemin ederek bildiren Allah, istisnaları belirtirken insanlığın bireysel ve toplumsal hayatında yaygın olan ölçüleri dikkate değer bulmadığını da bildirmiş oldu. Evet bazıları hüsrana uğramayacaktı, ancak bunlar belirli cinsin, ırkın, statünün adamları değil; bazı özellikleri kendisinde bulunduran herkesti. Bu özellikler, hiç kimsenin tekelinde değildi. Kim bu özelliklere sahip olursa, hüsran içindeki kimselerden ayrılacak ve hüsran içinde olmayanların safına geçecekti. Kimdi bunlar? Bunların birinci ve temel vasfı ‘îman eden’ olmalarıdır. Hüsrana uğrayanlardan olmamak için öncelikle ve muhakkak ‘iman eden’ olmak gerekmektedir.
Mensuplarını hüsrana uğramaktan kurtaracak ‘iman’ neye ve nasıl bir imandı? Asr sûresinden önce vahyolunmuş ayetlerden anlaşıldığı üzere, Kur’an açısından salt iman etmek bir değer ifade etmiyordu. Çünkü herkes muhakkak bir şeylere iman etmektedir. Herkes iman ettiği şeyin etkisi ve kontrolü altındadır. Kimileri paranın, makamın, şanın, şöhretin, kimileri kadının veya erkeğin, kimileri yeme-nin-içmenin, kimileri kılığın-kıyafetin, kimileri ise Allah’ın kudretine iman etmiş ve iman ettiğinin etki ve kontrolünde hayatını tanzim etmektedir, işte böylesi oldukça farklı boyutta iman unsurlarının olduğu bir ortamda, vahiy ile bildirildi ki, insanların imanlarının esasını sadece Allah bildirir. Diğerleri, yani para, makam, şan, şöhret, kadm-erkek, yeme-içme, kılık-kıyafet… birer metadır, araçtır. Onlar hiçbir zaman gaye haline dönüşmemeli ve eğer gaye haline dönüşürse anında reddedilip araç haline getirilmelidir. Resulüllah bir konuşmasında bunu şöyle açıkladı:
‘Paraya-pula tapan yok olsun. Giyim-kuşam hastası olan yok olsun. Çünkü varsa ne ala, ne hoş; yoksa kızar, köpürür. Böylesinin burnu sürtülsün, başı devrilsin. Ayağına diken batarsa çıkmasın.[134]
Yanlış imanın bu unsurları terk edilmeli ve iman olması gereken mecrasına döndürülmelidir. Yoksa reddedilmedikleri takdirde, in: sanlar için en korkulan şey açığa çıkar: Küfür, şirk. imanın önemli olması ve doğru olan imanın da mutlak hakikâtlere, Allah’ın bildirdiği bilgi ve esaslara dayanması nedeniyledir ki, vahiy iman üzerinde, doğru imanın özellikleri üzerinde ısrarla durdu. İnsanları mutlak hakikâtlere uygun bir imana sahip olmaya çağırdı. Bu iman ise, tevhid hakikâtine dayanan ve bu esasm çevresinde şekillenip gelişen imandı. İşte bu iman, yani Allah’ın bildirdiği, Resulünün açıkladığı tarzda ve anlamdaki iman, insanların hüsrana uğramamaları için yegâne teminattı.
Tevhidi anlamda Allah’a iman etmek, bu imana bağlı olarak da adette bildirilen diğer şeylerin hak olduğuna iman etmek önemli ve iman eden için güzel, iyi sonuca götürücüdür. Ama bu iman kişinin bütün inanç ve hayatını kuşatıp, sarmalıdır; sadece sözde kalmamalıdır. Tabiî ki hüsrana uğrayanlardan olmak istenmiyor ve ebedî saadete ulaşmak kararma sahip bulunuluyorsa. Kur’an’m üzerinde durduğu ve açıkladığı, temel konulardan birisi, hep budur. Resulüllah da açıkladı ki, doğru bir imanın özellikleri üç aşamada açığa çıkar: ‘Kim Kabb olarak Allah’ı, din olarak İslam’ı ve Resul olarak ta Muhammed’i kabul ediyorsa imanın tadına varmış demektir. [135] Bir başka seferinde de bu esasları şöyle açıkladı: ‘Üç özellik vardır ki, bunlar kimde bulunursa o imanın tadına varmıştır; Allah ve Resulü kendisine başkasından daha sevgili olan kimse, bir kulu yalnız Allah için seven kimse, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmak kadar kötü, kaçınılması gereken şey olarak gören kimse. [136]
Asr sûresinde, hüsrana uğrayanlardan olmamanın birinci ve temel şartı olarak iman ifade edilerek, imanın önemine dikkat çekilmişti. îmanın cennete, imanın karşıtını ifade eden küfrün ise cehenneme götürücü olduğu açıklanmıştı. Mümin sahip olduğu sorumluluk bilinciyle hareket ederken yanlış yapmaktan, sapmaktan, iyi işkr yaparken tökezlemekten korkarken; kafirin geçici zevklerin peşinde, sorumluluğunu göz ardı etmiş bir halde hayatını sürdürdüğü açıklanmıştı. Bu durum daha sonraları vahyolunan bir ayette daha da açıklığa kavuşturuldu: İman edip iyi işler yapanlara gelince, onlar, cennette nimetlere ve sevince mazhar olacaklardır. înkâr edenler, âyetlerimizi ve ahir et buluşmasını yalan sayanlar ise, işte onlar azapla yüzyüze bırakılacaklardır.[137]
Asr sûresinden sonra vahyolunan bir başka ayet ise imanın önemini, onun niteliğini ortaya koyarak açıkladı. Onun sadece bir söylem, salt ‘inanmışhk’ hali olmadığını bildirdi: ‘insanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘îman ettik’ demeleriyle bir akılıv ereceklerini mi sandılar?.[138] Salt söylem imanın gerçekliğine tanık olmak açısından yeterli olmadığı için Kur’an her ‘iman ettim’ diyeni mümin kabul etmedi: ‘Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, ama ‘Boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez- Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.[139] Zira ‘iman ettim’ sözü gerçeği yansıtabileceği gibi, aslı olmayan bir durumu da ifade edebilirdi. Bu nedenle salt söylem önemli olmadığının açıklanmasının yanı sıra, ‘iman ettim’ söyleminin hakikati ifade edip etmeyeceğinin ölçütü de açıklandı. İman söyleminin hakikati ifade edip etmeyeceğini ortaya çıkaracak ölçü imtihandı; ama kapsamlı bir imtihan; tüm hayatı kuşatan bir imtihan: ‘O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.[140]
Ancak iman edip, salih işler yapanlar… istisna. [141] iman, esenliğe ulaşmak için olmazsa olmaz bir şarttı; kurtuluş yolunun başlangıcıydı. Ancak onun, tutum ve davranışlarda; hâl ve gidişattaki etkileriyle kendisini göstermesi gerekiyordu. Bu ise amelle ilgili bir durumdu. Asr sûresi bu gerçeği risâlet sürecinin daha ilk anlarında açıkladı.
Allah, Asr süresiyle, hüsrana uğrayan insanlar arasından bazılarını istisna ederken, bu istisna ettiklerinin özelliklerini ayrı ayrı değil, birbirine bağlı olarak ifade etti. Yani, ‘iman edenler veya salih amel işleyenler’ demedi. ‘îman edenler ve salih amel işleyenler’ dedi. ‘Kurtuluşun’ gereklerini birbirine bağlı olarak ifade etti ve hepsine birden sahip olanların hüsrana uğramayacaklarını bildirdi. Bu durumda, hüsrana uğrayanlardan olmamak için temel özellik olan ‘iman’a bağlı olmak üzere ikinci özellik olan ‘amelin bulunması gerekiyordu. Davranış, iş, eylem, çaba, emek, çalışma, aksiyon anlamlarına gelen ‘amel bilinçli ve maksatlı olarak bir davranışta bulunmayı ifade etmektedir. Bilinçsiz ve maksatsız yapılan davranışlar amel kategorisinde yer almaz. Fakat bir amel sadece olumlu değil, olumsuz da olabilir. Bu nedenle emredilen ve sahibini kurtaracak ‘amel’, herhangi bir şekilde olmamalı, sadece ve sadece ‘salih amel olmalıdır. Kurtuluşa ermek için şart olarak belirlenen ‘amel’ değil, ‘salih amel’âir. Önemi nedeniyle, Kur’an, amelin salih olması ve salih bir amelin imanla ilişkisi üzerinde o kadar çok ve ısrarla durmuştur ki, bu ikiliyi birbirinden ayırmanın mümkün olmayacağını göstermiştir:
İman eden ve salih amel yapanlar, insanların en hayırlılarıdırlar. Onların Rabb-leri katındaki mükafatları, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan (gördükleri mükafatlar nedeniyle) razı olmuşlardır. Bu Rabb’ine saygı gösterene mahsustur. [142] Yalnız iman edip salih ame-ller yapanlar hariç. Onlar için ardı arkası kesilmez bir mükâfat vardır. [143] iman eden ve salih amel yapan kimseler için de altlarından ırmaklar akan cennetler vardır, işte büyük kurtuluş budur.
Ancak iman edip salih amel yapan kimseler için ardı, arkası kesilmez bir mükâfat vardır. [144]
‘Salih amel’ neydi, nasıldı? Bu da diğer bazı ayetlerle açıklandı. Bu konuda örnek olarak, inanıp ‘salih amel’ yapanların cennetle mükafatlandırılacağım bildiren ayeti takiben, ‘salih amel’in neler) olduğunu açıklayan ayet önemli bir örnektir: ‘İyilik, yüzlerinizi doğu veya batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki: Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, ihtiyaç sahiplerine ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekat verir; antlaşma yaptığı zaman sökünü yerine getirir; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler ancak onlardır.[145] Fakat bu, risâletin sonraki yıllarında vahyolunmuş bir ayettir. Acaba, Asr sûresi vahyolunduğu zaman Resulüllah ve diğer müminler ‘salih amel’den ne anladılar? Bunu tespit etmek için, Asr sûresinden önce vahyolunan Kalem sûresinin bazı ayetleri dikkate alınabilir. Zira, Kalem sûresinde, hem iman etmenin nasıl olması gerektiği ve hem de salih amelin ne olduğu bir örnek üzerinde açıklamıştı.
Kalem sûresinde, bir grup insanın başından geçen bir olay anlatılmıştı. Sahip oldukları bahçelerinde yetişmiş bulunan ürünleri toplamak arzusunda olan bu kişilerin bir problemi vardı; ürünleri toplamaya giderken yoksulların kendilerini görmesinden ve böylelikle o yoksullara da topladıkları üründen bir şey (pay) vermek zorunda kalmaktan çekiniyorlardı. Halbuki mallarından hiç kimseye bir şey vermek istemiyorlardı. Sahip oldukları şeylerden, yoksullara bir şeyler vermek zorlarına gidiyordu. Bu nedenle aralarında görüşüp, sabahın oldukça erken bir saatinde, hiç kimsenin görmeyeceği bir vakitte bahçelerine gitmeye karar verirler. Kararlaştırdıkları gibi de yaparlar ve bol ürün toplama umuduyla bahçelerine vardıkları zaman, bahçelerinin yanıp, harap hale geldiğini görürler. Şaşırıp, perişan olurlar; bütün zenginliklerini kaybederler.
Sûrede, söz konusu topluluğun hikayesi, hangi topluma mensup oldukları veya nerede ve ne zaman yaşadıkları konusunda herhangi bir bilgi verilmeden, başlarından geçen olay sadece genel hatlarıyla anlatılmıştı. Çünkü Kur’an açısından önemli olan olayın ayrıntıları değil, bu olayın gösterdiği amaçtı. Kıssada dikkat çeken birçok özellik vardı. Bunlardan birisi ve belki de en önemlisi, söz konusu zenginlerin inançlarına/imanlarına hiç değinilmemiş olmasıydı. Onların mümin mi yoksa müşrik mi oldukları dolaylı bir şekilde dahi belirtilmemişti. Ayete konu olacak kadar önemli bir yanlışlığa sahip olduklarına ve ürünlerini kaybetmekle cezalandırıldıklarına göre mümin olmadıkları düşünülebilirdi. Buna karşılık, bela başlarına geldiği zaman içlerinden birisinin ‘Ben size, ‘Rabbinizi teşbih etmeniz gerekir’ dememiş miydim?[146] demesinden ve diğerlerinin de hatalarını fark edip; ‘Rabbimizi teşbih ederiz; doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz… Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz. Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz (artık) Rabbimizi (O’nun rızasını) arzuluyoruz, (Onun istediği gibi olacağız) [147] demelerinden de, bu kişilerin mümin olduğunu çıkarmak mümkündür. Fakat, aslında onların mümin olup olmadıkları konusundaki çaba ve araştırmalar, onların hikayesini nakleden ayetlerin amacını anlamamanın en önemli göstergesidir. Bu ayetlerde, kişiler bir inanç sistemine sahip olmaya veya inançlarmdaki bazı yanlışlıkları terk etmeye çağırıl-mıyorlardı.
Verilmek istenen mesaj çok daha farklıydı; toplumun iki kesiminin ilişkilerinden hareketle ‘salih amelin niteliği açıklanıyordu. Verilen örnekte, zenginlerin sahip oldukları şeylerden yoksullara bir pay vermesi gerekirken buna ya-naşmayıp, bencil davranmalarına dikkat çekiliyordu. Allah’ın zenginlere yüklediği yoksullara yardım sorumluluğunun gereklerini yerine getirmeyen ve bu sorumluluğu bilinçli bir şekilde terk eden bir topluluktan ve onların bu yaptıklarının büyük bir yanlışlık olduğundan bahsediliyordu. Kur’an açısından bunu yapanların ismen mümin veya müşrik olması ise hiç önemli değildi. Söylem olarak Allah’a, Allah’ın varlık olarak birliğine ve diğer sıfatlarına inanmaları veya inanmamaları önem ifade etmiyordu. Çünkü bunlar sadece birer söylemdi. Uygulamada açığa çıkan ise yanlış olandı ve Allah onları, o tamamına sahip olmayı planladıkları bütün ürünlerini mahvederek cezalandırmıştı. Halbuki onlar eğer gerçekten Allah’a iman ediyor olsalardı, ekonomik durumlarına bağlı olarak imanlarının gerektirdiği sorumluluklarına uygun davranırlardı; iyi bir iş yapar ve yoksulların hakkım verirlerdi. Demek ki salih amel, imanın gerektirdiği doğru işlerdi ve bu işler kişilerin durumlarına göre değişiyordu; her iman edenin yapacağı salih iş muhakkak vardı.
Daha sonraları vahyolunan diğer bazı ayetlerde [148] Allah’a kulluk etmek, namaz kılmak, zekat vermek özellikle emredilen ameller arasında yer almıştır. Fakat bu arada bir ayette önemli bir hususa dikkat çekilmiştir. Nasıl ki sadece iman etmiş olmak, daha doğrusu hiçbir amel olmaksızın iman etmiş olmak iddiası bir anlam ifade etmiyorsa, yine aynı şekilde doğru bir imana sahip olmadan ayetlerde belirtilen ana-babaya iyilik, fakirlere yardım, yetime yardun vs iyi işler de bir önem ifade etmeyeceği açıklanmıştır.[149] Çünkü doğru iman ip salih amel bir arada bulunduğu zaman bir anlam ifade etmektedirler. Bunun pdeni ise ayette çarpıcı bir örnekle şöyle açıklanmıştır: (Allah) gökten su indirdi dereler kendi ölçüşünce (o su ile) çağlayıp aktı. Sel(ise), üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü. (Biliyorsunuz süs yahut eşya yapmak için ateşte yak(ıp erit)üen madenlerde de bunun gibi bir köpük vardır. Allah, hâk ile bâtılı böyle bir benzetme ile anlatır. Kovuk yok olup gider, insanlara yararlı olan ise yeryüzünde kalır. îşte Allah, (her şey daha iyi anlaşılsın diye) böyle örnekler verir.[150]
Ancak iman edip, salih işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler… istisna.[151]
Doğru imana sahip olmak ve salih amel işlemek, hüsrana uğramamak için olmazsa olmaz şartları oluşturmaktaydı. Ancak, bu aşamada bir problem açığa çıkıyordu. Kişi bu temel özelliklere sahip ise, fakat toplumdan uzakta, tamamıyla denecek kadar kendi bireyselliği içerisine hayatını sürdürüyorsa ne olacak? Böylesi bir durum mu daha doğru ve hatta takdire değerdi; yoksa söz konusu temel özelliğe toplumun içerisinde yaşayarak sahip olmaya çalışmak mı? Kur’an bu sorunun da cevabını verdi. Asr sûresinde açıklandığı üzere, iman ve salih amel hüsrandan kurtulmanın teminatı olmaya yeterli değildi. Üçüncü bir özellik daha gerekmekteydi. O da, doğru iman ve salih amel özelliğine sahip kişilerin, sahip oldukları bu doğruları (ilahî hakikati) başkalarına tavsiye etme sorumluluğuydu. Elbette ki bir şeyin haklılığının veya bâtılhgmın yegâne ölçüsü; Resulün insanlara ilettiği vahiy bilgisidir; yani Kur’an’dır. Dolayısıyla bu bilginin bildirdiklerine iman eden ve kişisel olarak gereklerini yerine getiren bir kişinin, aynı zamanda topluma da yönelmesi ve insanları, Kur’an’m bildirdiği doğrulardan haberdar etmesi gerekmektedir. Her mümin, sözleriyle, yaşantısıyla, tutum ve tavırlarıyla, insanlarla olan ilişkilerinde hakkı temsil etmekte olabildiğince aktif olmalıdır.[152] Hakikatten habersiz olan veya yeteri kadar haberi olmayanlara hakikati bildirmeli ve tavsiye etmelidir. Onları hakka uymaları için zorlamamalı, öncelikle ve çoğu zaman sadece tavsiye etmelidir. Tavsiye ise anlatmakla, yaşayıp göstermekle ve hatta daha çok da yaşamakla ilgilidir.
Ancak ima? edip, salık işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler istisna. Fakat şu önemlidir ki, insanlara hakkı tavsiye etmek her zaman kabul görmez Özellikle yanlış yollardan menfaat elde edenler ve menfaatlerinin devamı yanlışın devamına bağlı olanlar, hakikat karşısında tepkide bulunurlar; hakikati tavsiye edenleri susturmanın, durdurmanın yöntem ve çarelerini ararlar. Onların bu yöndeki yöntem ve çareleri de hemen her zaman sora başvurmak, zorbalıklarını göstermek biçimindedir, işte bu aşamada, hüsrana uğramamak gibi ayrıcalıklı bir özellik yan kişi yol ayrımındadır. Ya o ana kadar ki düşünce ve hareketlerinde iman ve hayat tarzındaki hakka uygunlukta ısrar edip direnecek; ya da bulunduğu hâl üzerinden gerisin geri dönüp hüsrana uğrayanların safına katılacak. Olması gereken birincisidir. Bu ise sabretmeyi, yani olumsuz etki ve tepkiler karşısında seb^t ve kararlılıkla direnmeyi gerektirmektedir. Bu hüsrana uğrayanlardan olmamanın yegâne çaresidir. Zaten sabır müminin olmazsa-olmaz özelliğidir.[153]
Sabır önemlidir, gereklidir, fakat Asr sûresinde sabırla ilgili bir özelliğe bilhassa dikkat çekiliyordu: Hakikate davet eden şahsiyetler birbirleriyle yardmılaşmalıdırlar. Kendi aralarında organik bir bütünlük sağlamalıdırlar. Bu organik bütünlük ise aynı veya yakın evlerde oturmakla, aynı yerlerde çalışmak ve toplanmakla değil; hakkı tetnsil etmek yönünde organize bir faaliyet yürütmek ve bu faaliyetin neden olacağı zorluklar karşısında kararlı direniş konusunda birbirlerine yardımcı olmakla mümkündür. Bu alandaki zorunlu olan kararlılık ise, ancak ve ancak sabrı sürekli ve karşılıklı olarak hatırlatıp, tavsiye etmekle mümkün olabilir. Fakat bu, iş olsun türünden bir tavsiye değil, gereken sorumlulukları yerine getirdikten, eldeki bütün imkânları kullandıktan sonra gelişmelerin sonucunu Allah’a bırakıp bu sonucu büyük bir kararlılıkla beklemek için yapılan bir sabırdır. Resulüllah’m ifadesiyle ‘Zafer’ ise ‘ sabırdadır.[154]
[91] Asr sûresi, 103:1-3
[92] Müddessir, 74: 42-47
[93] Leyi, 92:15-18
[94] Maun, 107:1-7
[95] Beled, 90:8-17
[96] A’lâ, 87:8-15
[97] Kalem, 68:10-15
[98] Duha, 93:9-11
[99] Neseî, îftitah 25; Tirmizî, Fedailu’l Kur’an 1.
[100] Fahreddin Ra2Î, Tefstr-i Kebîr, 1/253.
[101] Fatiha, 1:1-7
[102] Besmele ayet midir, değil midir? Dolayısıyla Kur’an’a dahil midir, değil midir? Bu, İslâm uleması tarafından çok tartışılmış bir konudur. Tartışmaların özeti kısaca şudur; Kur’an’da iki tür besmele vardır. Bunlardan birinci gruba dahil olanı Nemi sûresinin 30. ayetîndeki besmele olup, bu besmelenin bir ayet ve dolayısıyla Kur’an’a dahil olduğunda ihtilaf söz konusu değildir. İkinci gruptaki besmeleye gelince, bu besmele ler sûrelerin başlarında bulunmaktadır. Bir kısım ulema bu besmelelerin Kur’an’a dahil olmayıp, sûreleri birbirinden ayırmak amacıyla Kur’an’a yazıldığını iddia ederler ki İmam Malik bu görüştedir. Said b. Cübeyr, Zührî, Ata, Ibn Mübarek, imam Şafiî ve kuvvetli bir görüşe göre Ebû Hanife bu besmelelerin de ayet olduğu kanaatinde-dirler. Bu görüşlerini destekleyecek bazı hadisler de naklederler. Fakat bu tartışmalar, bir yana, besmele, yani bir işe, faaliyete, eyleme Allah’ın adıyla başlamak, gerek ayetlerle ve gerekse hadislerle açıkça ifade olunmuştur. Bir Müslüman ise, Allah ve Resulü tarafından emredilen şeyi yapmakla sorumludur. O halde besmelenin Kur’an olyp olmadığı teoride kalan bir tartışma olup, besmele pratikte Müslüman’ın hayatının ayrılmaz parçası ve gereğidir.
[103] Bakara, 2:186
[104] Andolsun biz, her kavme ‘Allah’a kulluk edin, Tağuttan kaçının’ diyen elçiler gönderdik. Onlardan kimine Allah hidayet etti. Onlardan kimine de sapıklık hak oldu. İşte yeryüzünde gezin de bakın, yalanlayanların sonu nasıl olmuş!’ (Nahl, 16:36) Tağuta kulluk etmekten kaçman ve Allah’a yönelenlere müjde var. Müjdele kullarımı: Onlar ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar, işte onlar Allah’ın, kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve onlar aklı selim sahipleridirler.’ (Zümer, 39:17,18)
[105] Fatiha, 1:1
[106] Yunus, 10:57
[107] Sizde olan her nimet Allah’tandır'(Nahl, 16:53), ‘Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz'(Nahl, 16:58) gibi ayetlerin de işaret ettiği gibi Allah, insana sayısız nimetler bahsetmiştir ve bu nimetlerden bir tanesini dahi alacak olsa, onları geri verecek herhangi bir kimse veya irade yoktur. Dolayısıyla, insanın da kendisinden alman nimeti geri almaya veya yaratmaya gücü yoktur. Allah insana sayısız nimetler vermiş ve bunu karşısında sadece bir şey istemiştir; şükür. Ancak bu özel bir şükürdür. Yani bütün hayatı kuşatacak, bütün bir hayatı etkileyip, yönetecek, kuşatacak bir şükür. Şükrün bu anlamıyla kullanımındaki işlevini anlamak açısından, şükrün karşıtı olan nankörlüğün, Kur’an’da sıklıkla küfr anlamında kullanıldığım bilmekte fayda vardır (Örneğin bkz: İbrahim, 14:29; Nahl, 16:112-114; Bakara, 2:152; Isra, 17:66,67; Şura, 42:48; Ankebût, 29:65,66). Kur’an’ın bildirdiği üzere, şükür mutlak anlamda sadece Allah’a yapılmalıdır. Kalpten gelerek, içten bir saygı ile şükretmek ise Kur’an’da özel bir durum olup ‘hamd’ olarak ifade olunmuştur. Açıklanmıştır ki, hamd sadece Allah’adır. Çünkü hamde layık olan sadece Allah’tır; ‘O, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. Başta ve sonda hamd O’nadır,…'(Kasas, 28:70).
[108] İnsanların bireysel ve toplumsal hayatlarında söz sahibi olan veya olmaya çalışan, bu özellikleriyle de Kur’anî bir ifade olarak rablik davasına kalkışmış olan kişi veya kişiler ancak yeryüzünün bir kısmında sözlerini geçirebilirler. Sultaları ancak yeryü-zündedir. Dolayısıyla onların rablik davasına kalkışmalarına neden olan güçleri ve imkânları sınırlıdır. Halbuki Allah böyle değildir. O sadece yeryüzünün bir kısmında veya tamamında veya güneş sisteminde veya Samanyolunda veya maddî varlıkların tamamı üzerinde değil, bütün bunların yanı sıra madde dışı varlıklar üzerinde de güç sahibidir. Çünkü hepsinin yaratıcısı ve sahibidir. Bu ve diğer başka nedenlerle tüm bunlar üzerindeki yegâne otorite O’dur. O bütün bu âlemlerin rabbidir. (bkz: Bakara, 2:131; Haşr, 59:16; Maide, 5:28; En’âm, 6:164…).
[109] Fatiha, 1:3
[110] Yunus, 10:18
[111] Zümer, 39:3
[112] înfitâh, 82: 18,19 Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden sakının.1 (Bakara, 2:48) ‘(O gün) ne alışverişin, ne dostluğun, ne de şefaatin olmadığı gün(dür).’ (Bakara, 2:254) ‘(O gün) kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir yalnızca Allah’a aittir.’ (Mü’min, 40:16) ‘De ki ‘Bütün şefaat Allah’ındır.’ (Zümer, 39:44)
[113] Müfessİr Reşid Rıza konuyla ilgili önemli bir noktaya dikkati çekerek, Özetle şu açıklamayı yapmaktadır: ‘Sahip oldukları bazı imkânlar nedeniyle insanları peşlerinden sürükleyen, baskı ve zulümieriyle insanları sindirenler geçici bir süre için otorite sahibi olabilirler. Otoriteleriyle insanları iyice korkutup sindirebilirler. Bu durumu içinde yaşadığımız toplumda veya diğer toplumlarda sürekli görüyoruz. Ancak Allah bu ayetle bildirir ki geçici olan bu otoriteleri bırakın, onların gerçekte bir güçleri yoktur. Asıl otorite sadece Allah’a ait olup, o mahşerdeki hesapla da ebedî gelecek belirlenecektir’ (Reşid Rıza, Tefsir el Menâr, 1/54,55).
[114] Te-kasür, 102:8
[115] Fatiha, 1:4
[116] İbn Kesir, ulemadan bazı şahsiyetlerin ‘Fatiha Kur’an’ın simdir. Fatiha’nm sırrı da ‘Sadece sana İbadet eder, sadece senden yardım dileriz’ ayetidir’ dediklerini nakleder.’ lbn Kayyım ise ‘Yalnızca sana ibadet eder, yalnızca senden yardım isteriz’ ayetinin altı özelliği kapsadığını belirtir: 1- Yalnızca Allah’a kulluk etmek, 2- O’nun emrine ve insanlar için tayin ettiği yaşama tarzına uymak, 3- Heva ve hevese kul olmamak, 4-Beşerî görüşlere, fikirlere, onların hükümlerine ve izlerine tabi olmamak, 5- Allah’a kulluk hususunda yalnız O’ndan yardım istemek, 6- Bu hususta ne kendisinin, ne de başkasının güç ve kuvvetinden yardım istememek’ (lbn Kayyım, Medaric, 1/54).
[117] Fatiha, 1:5,6
[118] Gerçek yOl gösterme ancak Allah’ın yol göstermesidir.’ (En’am, 6:71) ‘Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur.’ (Bakara, 2:120) ‘Yolu doğrultmak Allah’a aittir.’ (Nahl, 16:9) ‘Semud’a gelince; Biz onlara doğru yolu gösterdik, Fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.’ (Fussilat, 41:17) ‘Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?’ (Beled, 90:10) ‘Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.’ (Enbiya, 21:73)
[119] En’am, 6:71
[120] Isra, 17:9
[121] Nisa, 4:69,70 [122] Fatiha, 1:7
[123] Tirmizî, Tefsiru.1 Kur’an, 1,2.
[124] Daha sonra vahyolunan ayetlerde Yahudi ve Hıristiyanların ‘azmış’ ve ‘sapmış’ olma nedenleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Buna göre her iki topluluğun yanlışlıkları şunlardır: Yahudiler: Allah’a karşı nankör oldular. Kendilerini yaratan, varlıklarını devam ettiren, azıklarını veren, durumlarını gözeten ve kendilerine nimetler bahşeden, sıkıntılarını sona erdiren, Firavun’un zulmünden kurtaran… Allah olmasına rağmen; Allah’a değii, başkalarına müteşekkir oldular; Allah’ın belirlediği ilkelere rağmen, başkalarının belirlediği hayat tarzlarına göre yaşamayı tercih ettiler; Allah’ın hükümlerini dikkate almadılar: Bakara, 2:61; A’raf, 7:160-162. Allah’a verdikleri söze sadık kalmadılar. Allah’ın hükümlerine göre yaşayıp, sadece Allah’a kul olma ve böylelikle sadece Allah’a ibadet etme sözlerini yerine getirmediler: Duha, 93:246; Maide, 5:12,13; A’raf, 7:165. Allah’a kul olmanın gereklerinden olan ‘İyiliği emretme, kötülüğe engel olma” sorumluluğunun gereğini yerine getirmediler: Maide, 5:79. Allah’a itaat konusunda hainlik yaptılar; Allah’a itaati terk ettiler: Maide, 5:13,32 Dost olunması yasaklanan kafirlerle dostluk kurdular; onları kendilerine yoldaş ve sırdaş edindiler: Maide, 5:80,81. İmandan yüz çevirdiler: Bakara, 2:63,64,74; A’raf, 7:148; Casiye, 45:16,17. Peygambere asi oldular; başka rehberler edindiler: Maide, 5:20,26; A’raf, 7:138-140. Puta taptılar: Bakara, 2:51,52,92,93; A’raf, 7:148-152,155-156; Taha, 20:83-97. Peygamberleri yalanladılar veya öldürdüler: Maide, 5:70,71; Isra, 17:4. Allah’ın emirlerine karşı lakayt kalıp, üâhî emirlere uymamak için kaytarmanın yollarını aradılar: Bakara, 2:67-73. Faiz yediler: Nisa, 4:161. Fitne ve fesat çıkardılar: Maide, 5:64. Allah’ın kendilerine verdiği nimetler üzerinde hak sahibi olanların haklarını vermeyerek cimrilik yaptılar; yoksulu, düşkünü, öksüzü, yetimi, güçsüzü, sakatı… gözetmediler, korumadılar: Nisa, 4:53. Sadece dünya hayatını dikkate alıp, ahireti dikkate almadılar. Böylelikle sadece maddeyi ölçü kabul ettiler ve ahireti hesaba katmadıkları için sorumsuzca yaşadıkları bir hayat tarzına sahip oldular: Bakara, 2:96; Nisa, 4:53. Haksız şekilde insanların mallarını gasp ettiler, sahtekârlıklarla, hilelerle insanları sömûrdüler:
Al-i îmran, 3:75; Nisa, 4:161; Tevbe, 9:34. Dinlerine karşı lakayt davrandılar; kendilerini esenliğe götürecek olan dini ciddiye almadılar: Nisa, 4:137. Allah hakkında yanlış ve kötü zanlarda bulundular: Al-i İmran, 3:181; Maide, 5:64. Bütün olumsuz özelliklerine rağmen kendilerini Allah’ın seçkin kullan olarak nitelediler; bütün sapkınlıklarına, yanlışlıklarına rağmen cennetlik olduklarını iddia ettiler: Bakara, 2:94,111,112; Nisa, 4:49,50; Maide, 5:18; Cuma, 62:6-8. Peygamberden inanmayacakları ve yapmayacakları şeyleri istediler: Nisa, 4:153 Bazı meleklere düşman oldular: Bakara, 2:97. Din adamlarını kendisine itaat edilmesi zorunlu kişiler (Rabb) edindiler: Tevbe, 9:31. Allah’a olan ahitlerine veya insanlarla olan antlaşmalarına uymadılar: Enfal, 8:56,57. Allah’ın seçkin kullarından birisi olan Hz. Meryem’e iftira attılar: Nisa, 4:156,157; Meryem, 19:27-34. Kendilerine sıran müstakimi gösteren kitaplarım tahrif ettiler; kelimelerin anlamlarını değiştirdiler. Böylelikle yanlış gidişlerini meşru gösterecek şeyler yaptılar: Bakara, 2:75,79,95,174; Al-i îmran, 3:78,93; Nisa, 4:46; Maide, 5:13,41-43. Hıristiyanlar: Hz. İsa’yı bir kul olarak değil, yüce bir varlık olarak niteleyerek şirke girdiler: Al-i Îmran, 3:79,80; Maide, 5:17,75,116,117; Meryem, 19:37-39. Teslis inancını oluşturarak, Allah’ın birden fazla olduğunu iddia ettiler ve buna inandılar: Nisa, 4:171; Maide, 5:7374,116,117. Allah’ı bir yaratık, bir insan gibi düşünerek, ona çocuk isnat ettiler: Bakara, 2:116; Al-i Îmran, 3:171; Maide, 5:18; Tevbe, 9:30; Nahl, 16:71. Allah’ın kendilerine bildirdiği ve üzerlerindeki yükleri atıp hayatlarını kolaylaştıran dinle yetinmeyip, dini kendileri için zorlaştırdılar; ruhbanlığı oluşturdular: Hadid, 57:27. Allah’a olan sözlerine sadık kalmadılar: Maide, 5:14. Çeşitli usûllerle insanların mallarını gasp ettiler: Tevbe, 9:34. Din adamlarım kendisine itaat edilmesi zorunlu kişiler (Rabb) edindiler: Tevbe, 9:31. Allah tarafından kendilerine lütfedilmiş sırat-ı müstakimin rehberi olan kitaplarını tahrif ederek, yanlış olan gidişatlarını tahrif ettikleri kitapla meşru gösterdiler: Aİ-i Îmran, 3:78; Maide, 5:13.
[125] Al-i Îmran, 3:105
[126] Nisa, 4:115
[127] Maide, 5:51
[128] En’am, 6:159
[129] Fahreddin Razî, Tefsîr-i Kebîr, 1/252.
[130] imam Şafiî, anlayabilenler için, bu sûreyi; ‘Sadece bu sûre vahyolunsa ve başka hiç bir sûre vahyolunmasaydı dahi, idrak edebildikten sonra insanların hakkı ve batüı ayırt etmeleri için yeterdi’ biçiminde tanımlamıştır (Sabunî, Safvetü’t Tejasir, VII/417; Mev-dudî, Tejhimu’l Kur’an, VII/223).
[131] Asr: 103:1-3
[132] Asr: 103:1,2
[133] Asr: 103:3
[134] Buharı, Cihad 70, Rihak 10; îbn Mâce, Zühd 8.
[135] Ahmed, Müsned 111/470,471; Darimî, Sünen, 1/441.
[136] Buharı, îman 14; Müslim, îman 10; Neseî, îman 2.
[137] Rûm, 30:15,16
[138] Ankebut, 29:2
[139] Hucurât, 49:14
[140] Mülk, 67:2
[141] Asr: 103:3
[142] Beyyine, 98:7,8
[143] Tin, 95:6
[144] Inşikak, 84:25
[145] Bakara, 2:177
[146] Kalem, 68:28
[147] Kalem, 68:29,31,32
[148] Kehf, 18:110; Bakara, 2:277
[149] Amelsin iman kabul edilmez; imansın amel de kabul edilmez’ (Heysemî, Mecma’ü’z Ze-vâid, 1/3). Bu hadisi destekleyen ve daha ayrıntılı, somut örnekler veren diğer hadisler için bkz: Buharı, Cezau’s-Sayd 10, Mezalim 30, Eşribe 1, Hudûd 1; Müslim, îman 100-103.
[150] Rad, 13:17
[151] Asr. 103:3
[152] Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun.’ (Maide, 5:8) ‘(insanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslüman!ardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?’ (Fussilat, 41:33) ‘İçinizden hayra çağıran, marufu emredip, münkerden men eden bir topluluk olsun, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.’ (Al-i İmran, 3:104)
[153] Asra yemin ederim ki! İnsan hüsran içindedir. Ancak, iman edip, iyi İşler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler istisna.’ (Asr, 103:1-3)
[154] Ahmed, Mûsrıed, 1/307.