harekat
Özel Üye
Sessiz Yaşadım Kim Beni Nerden Bilecek?
Edirnekapı Şehitliği‘nde medfun İstiklal Marşı Şairimiz M. Akif Ersoy, ‘Üçbuçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder‘ dediği hayatında öldükten sonrası için tek arzusu vardı:
Yetmiş bir yıl önce, 1936‘nın 27 Aralık’ında sona eren dünya yaşamını böyle niteliyordu: ‘Birkaç mısrada yitip gitmiş, heder olmuş bir ömür‘ Oysa, her anı bir mücahede ve murakabe ile geçmiş, mustarip ama daima umutlu, huzurlu, ahlakî bir hayattı onunkisi. Cemal’e yürüdükten sonra, aziz bedeninin yattığı toprağa dikilecek olan taşa şu dörtlük kazınsın istemişti:
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler şu heyulayı da er geç silecektir
Rahmetle anılmak ebediyet budur amma
Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?
Akif, İmparatorluğun inkırazını ruhunda hissetmekle kalmadı, yeni dönemde uğradığı büyük hayal kırıklığının da yükünü taşıdı. Ziya Paşa O’nun hakkında şöyle diyor:
İizzet ü ikbal ile hükumetten çekilmişti, Akif, hiçbir zaman muktedirlerin safına katılmadı, hep sivil, yoksul ve onurlu kaldı. Kırılan fakat eğilmeye gelmeyen bir boynun üzerinde taşıdığı başına, ümmet’in ve insanlığın dertlerinden başka bir dert girmedi. Yeni hayat’ın getirdiği sorulara Kuran’dan cevaplar üretmekle geçirdi ömrünü. Onun heder olmuş dediği ömre neler sığmadı ki?
Prof. Dr. Mehmet Kaplan‘ın isabetli belirlemesiyle, Safahat, o dönem İstanbul’unun, dolayısıyla İmparatorluk coğrafyasının gerçekçi ve manzum romanıdır. Akif’e şair değildir diyenler, ondaki o muazzam hüznü ve lirizmi, düşünceyle eylem arasındaki bütünlüğü, samimiyeti ve sadeliğin değerini hakkıyla göremeyenlerdir. Onun şairliğine tek başına o yakıcı Muharrem ağıdı yeter:
Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed
Aylar bize hep Muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi
Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!
Alem bugün üç yüz elli milyon
Mazlûma yaman bir âlem oldu:
Çiğnendi harîm-i pâki şer’in
Nâmûsa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minâre ebkem oldu
Allah için, ey Nebiyy-i ma’sum
İslam’ı bırakma böyle bîkes
Ümmeti bırakma böyle mazlum
Bu yetmezse, yine lirizmin ve samimiyetin doruğa çıktığı ‘Leyla‘sı cevaplar soruyu:
Hayır! Şark’ın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın
Bütün dünyâda bir Leylâ’sı var: Âtîsi İslâm’ın.
Nasıldır mâsivâ, bilmez; onun fânîsidir ancak
Bugün, yâdıyle müstağrak yarın, yâdında müstağrak!
Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma
Senin derdinle canlardan geçen Mecnun’la uğraşma!
Kays‘ın, yetkinleşme hikâyesinin asıl kişisinin dolayımından geçtiği Leyla’sını yeni bir canla diriltir Akif. Leyla, Yahya Kemal‘in ‘Mehlika’sı gibi ütopik ve gaipte bir amaç değildir, bugün anarak sırrında kaybolduğumuz, yarın bizi anarak onun kaybolacağı insanlık idealidir. İnsanlığın dirliğini çağıran bu dizeler, ancak, yüreğine İslam-İnsanlık coğrafyası gibi geniş bir alan sığan büyük ruhça söylenebilir. Akif, bu yönüyle daha çok Bülbül ve Leyla’dadır, özellikle de, son şiirlerinde, Gölgeler‘dedir.
Her ne kadar, ‘dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım‘ dese de, bize, binlerce mısradan oluşan manzum bir roman bırakır. Birkaç dönemin sadık tanığı olan bu şiirleriyle Akif, bir erdem ve hakikat insanı olduğunu yeterince kanıtlamıştır. İstiklalin şiirini yazma ödevi de ona düşer. Toplumun temel taşlarını bu şiirde buluruz. Özgürlük, iman ve adalet üzerine kurulu bir toplum tahayyülüdür bu.
Akif’in Sultan Abdulhamid‘e gönderdiği eleştiri oklarını da içeren bir özür beyanını yine Bediüzzaman‘da buluruz: ‘İstikbalde gelecek şedid istibdadı yanlış hissederek o sultan-ı mazluma atılan bu oklar’ ve yer yer isyan sınırını taşan dizeler, onun şairliğine verilmelidir ve bu taşkınlık, ‘İlahî adalet’e gönül vermiş olmanın, ondan asla kuşku duymamanın da belirtisidir. Nitekim, onca itiraz, serzeniş ve sitemden sonra, ‘İslam’ın geleceği’nin Mecnun’undan söz ederek, bizi tekrar umuda çağırır. Leyla bu denli içten çağrıya lakayt kalmayacak ve mutlaka gelecektir. Bu ‘kahraman ve gürbüz evlat’ yeterince acı çekmiştir, bu sancılı süreçten sonra bir huzur, geceden sonra şafak, kıştan sonra bahar gelecektir. ‘Bizler acele ettik kışta geldik, sizler cennet gibi bir baharda geleceksiniz‘ diyen de aynı sırrı söylemektedir. Çünkü bu Mecnun’un gözü Leyla’dan, o temiz amaçtan başka bir şey görmemektedir. ‘Bugün yadıyla müstağrak, yarın yadında müstağrak‘tır. Şu dizeleri de ancak bu sancıyı bütün varlığıyla hisseden bir ruh söyleyebilir:
Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı
Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?
Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi
Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?
Kimin uğrundadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar
Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar, tek sen ey Leylâ
Görün bir kerrecik, ye’s etmeden Mecnûn’u istîlâ
Zaman onu doğrular ve Mecnun’u umutsuzluk kuşatamaz, Leyla, ışıl ışıl belirmeye başlar ufukta. Akif, zemheri soğuğunda, Halkalı’daki Baytar mektebine yürüyerek giderken rastladığı bir yoksula sırtındaki paltoyu armağan eder, soğuktan tir tir titreyerek döner ve kimseye minnet etmeksizin, onurlu, erdemli bir yaşamın içinden geçerek bu şiire ulaşır.
Onun sözleri daima etkilidir, çünkü her kelimenin bedeli ödenmiştir ve tümüyle yaşamından süzülmüştür. Bediüzzaman’ın, Lemaat’ın girişindeki, ‘üstadım Kuran’dır, kitabım hayattır‘ belirlemesi en çok ona yakışır. Aşırı biçimde gerçekçidir, ‘sözüm hakikat olsun da odun olsun tek‘ diyen bir kişilikten gelmektedir. Böylesi mustarip, adanmış, idealist ruhlara artık edebî yaşamımızda rastlanmıyor. Çünkü edebiyat, hayli zamandır, Guenon’un haber verdiği samimiyetsizliğe düçar oldu, kendi derdini, kendi hikâyesini söylemeyen ağızlar çoğaldı, ‘divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun‘ diyen Necip Fazıl‘ın açtığı çığırdan yürüyen Sezai Karakoç ve onun beslediği birkaç samimi yazar kaldı.
Akif’in Taceddin Dergahı‘nda her yıl toplanan bir avuç insan, onun hatırasını yadetmeye çalışıyor. Her ne kadar Akif, gönüllerde ışıl ışıl geziniyorsa da, bu hatıraların özenle korunması da ödevimiz olmalı. ‘Kıyametler koparan bülbül‘ün derdine aşina yeni kuşaklar, umutlarımızı diri tutmalı. Dünya bir köprüdür, oraya yerleşilmez, hepimiz, herkes gelip geçiciyiz. Aslolan, insanın hakikatle arasındaki perdelerin saydamlaşması ve kendine, ötekine acı vermeden yaşayabilmesidir. Merhum Akif, bunun için, yani insanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşayabilmesi için toplumsal ahlakî idealleri olması gerektiğini bize en çok hatırlatan kişiliklerdendi.