Şeytanın Çocukları
Emzikli çocuklarını yeni doğurmuştu gelinler, sokaklar yarı aç yarı tok çocukların anlamadıkları bir korkuyla koşup oynayamadıkları çıplak ayaklarıyla doluydu.
İhtiyarlar… Ellerinde nane çayı, bekliyorlardı. Bekliyorlardı; sahip oldukları siyah suda gözü olan yağmacıların ne vakit geleceklerini.
Öldürmek için her şey hazırdı.
Akdeniz’in serin sularından ateş yağmaya başladı fanilerin üzerlerine.
Cansız bedenler savrulmuştu kızgın kumların üzerine. Güneşin yakan ateşiyle ölüm tütüyordu, kesif barut kokusuyla karışık.
Biraz önce, gökyüzünden üzerlerine yağmamış olsa şu medeniyet ve çekilmese demokrasinin tetiği, fakir de olsa sürecekti bu topraklarda hayat. Oysa “barış için savaş gerek” demişti haramzadeler. “Kavga eden iki adam gördüğünde ikisini de vurmalısın” diye öğretmişlerdi haramzade kızları erkek çocuklarına. Gölgesinden korkan teknolojinin sahte kahramanlarıydı onlar. Duyguları alınmış, insafsız, kibirli, kendi kendilerini tanrılaştıran, genleriyle oynanmış adamlardı her biri.
Uçaklar kaldırıldı gemilerden. İçlerinde oturan şeytanın oğulları; bir kırmızı düğmeye bastılar yalnızca, sonunu hiç düşünmeden. Kendilerinden olmayanların kıymeti yoktu hiç biri için. Ölüm yağdırdılar göklerden.
Çölün kızgın kumları sus pus oldu. Önce aklı durdu dünyanın, sonra adımlar vazgeçti yürümekten. Kumların üzerini örten bedenler verdiler son nefeslerini. Bir mermi çekirdeğiyle gözleri yumulan insanlara, göz yummuştu uzaktan seyir edenler.
İlkin çocukların ruhları doğrulup çıktı, parçalanmış kanlı bedenlerinden. Önce onlar kanatlandı göklere. Süzüldüler ölümün ağdığı uçakların pilot kabinlerine. İnsana benzeyen birilerini aradılar.
“ Şeytanın çocuklarıymış” diyerek kaçıştılar çığlık çığlığa.
Bir melek indi yanlarına gökyüzünden. Tuttu çocuk ruhların ellerinden.
“ Kimsin” dedi biri.
Gülümsedi melek. Tanımadınız mı diye baktı yüzlerine nurlu gözleriyle.
“ İlk defa görüyoruz” dedi kız olanı, “hiç görmedik ki seni daha önce.”
“ Doğru” dedi ellerinden tuttuğu çocuk ruhlara dönerek.
“Her ölümlü beni bir kere görür ömründe”.
En küçük olanı uçağın kabininde oturan şeytanın çocuğuna baktı önce, sonra…” Annem seni anlattığında korkunç olduğunu düşünmüştüm ama ben.” diyebildi. Bir diğeri “Sen annemizden bile güzelsin”dedi.
“Nereye gidiyoruz” dedi büyük olan çocuk ruh.
“ Peygamberimizin yanına” dedi nur. “Annem”diyerek geri dönmek istedi küçük olanı, kurtulmak istedi ellerinden.”Korkma” dedi küçüğe, “Tüm sevdiklerin orada, gittiğimiz yerde bekliyor sizi sevdikleriniz”.
“Adaletin terazisi kuruldu çoktan”.
“Başınıza ateş yağdıranlara da gelecek sıra. Üzülmeyin. Onlar için vakit geldiğinde, sizin kadar güzel ve merhametli bulamayacaklar beni karşılarında”.
Emzikli çocuklarını yeni doğurmuştu gelinler, sokaklar yarı aç yarı tok çocukların anlamadıkları bir korkuyla koşup oynayamadıkları çıplak ayaklarıyla doluydu.
İhtiyarlar… Ellerinde nane çayı, bekliyorlardı. Bekliyorlardı; sahip oldukları siyah suda gözü olan yağmacıların ne vakit geleceklerini.
Öldürmek için her şey hazırdı.
Akdeniz’in serin sularından ateş yağmaya başladı fanilerin üzerlerine.
Cansız bedenler savrulmuştu kızgın kumların üzerine. Güneşin yakan ateşiyle ölüm tütüyordu, kesif barut kokusuyla karışık.
Biraz önce, gökyüzünden üzerlerine yağmamış olsa şu medeniyet ve çekilmese demokrasinin tetiği, fakir de olsa sürecekti bu topraklarda hayat. Oysa “barış için savaş gerek” demişti haramzadeler. “Kavga eden iki adam gördüğünde ikisini de vurmalısın” diye öğretmişlerdi haramzade kızları erkek çocuklarına. Gölgesinden korkan teknolojinin sahte kahramanlarıydı onlar. Duyguları alınmış, insafsız, kibirli, kendi kendilerini tanrılaştıran, genleriyle oynanmış adamlardı her biri.
Uçaklar kaldırıldı gemilerden. İçlerinde oturan şeytanın oğulları; bir kırmızı düğmeye bastılar yalnızca, sonunu hiç düşünmeden. Kendilerinden olmayanların kıymeti yoktu hiç biri için. Ölüm yağdırdılar göklerden.
Çölün kızgın kumları sus pus oldu. Önce aklı durdu dünyanın, sonra adımlar vazgeçti yürümekten. Kumların üzerini örten bedenler verdiler son nefeslerini. Bir mermi çekirdeğiyle gözleri yumulan insanlara, göz yummuştu uzaktan seyir edenler.
İlkin çocukların ruhları doğrulup çıktı, parçalanmış kanlı bedenlerinden. Önce onlar kanatlandı göklere. Süzüldüler ölümün ağdığı uçakların pilot kabinlerine. İnsana benzeyen birilerini aradılar.
“ Şeytanın çocuklarıymış” diyerek kaçıştılar çığlık çığlığa.
Bir melek indi yanlarına gökyüzünden. Tuttu çocuk ruhların ellerinden.
“ Kimsin” dedi biri.
Gülümsedi melek. Tanımadınız mı diye baktı yüzlerine nurlu gözleriyle.
“ İlk defa görüyoruz” dedi kız olanı, “hiç görmedik ki seni daha önce.”
“ Doğru” dedi ellerinden tuttuğu çocuk ruhlara dönerek.
“Her ölümlü beni bir kere görür ömründe”.
En küçük olanı uçağın kabininde oturan şeytanın çocuğuna baktı önce, sonra…” Annem seni anlattığında korkunç olduğunu düşünmüştüm ama ben.” diyebildi. Bir diğeri “Sen annemizden bile güzelsin”dedi.
“Nereye gidiyoruz” dedi büyük olan çocuk ruh.
“ Peygamberimizin yanına” dedi nur. “Annem”diyerek geri dönmek istedi küçük olanı, kurtulmak istedi ellerinden.”Korkma” dedi küçüğe, “Tüm sevdiklerin orada, gittiğimiz yerde bekliyor sizi sevdikleriniz”.
“Adaletin terazisi kuruldu çoktan”.
“Başınıza ateş yağdıranlara da gelecek sıra. Üzülmeyin. Onlar için vakit geldiğinde, sizin kadar güzel ve merhametli bulamayacaklar beni karşılarında”.