ŞİRKİN HEZİMETİ
Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbini hamd ederek teşbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. [70] Onlar İslâm’a girdikleri için seni minnet altına bırakmak istiyorlar. De ki: ‘Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur. Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizliliklerini bilir, Allah yaptıklarınızı görendir.[71]
Mekke hem müşrikler ve hem de Müslümanlar için çok önemliydi. Müşrikler için Önemliydi; çünkü hemen hepsinin inançlarının ve hayat tarzlarının dayanağı konumunda olan putlarının önemli bir kısmı Mekke’deydi. Ayrıca, en önemli kutsalları olan Kabe de Mekke’deydi. Mekke dini merkezleriydi. Buna ek olarak, en çok katılımlı, en büyük panayırlar Mekke ve civarında düzenlenirdi. Bu açıdan Mekke, müşriklerin sadece dinî değil, aynı zamanda ekonomik, siyasî, kültürel faaliyetlerinin de merkeziydi. Şirk Mekke’siz ayakta duramazdı. Mekke şirkin otnurgasıydı ve müşrikler için Mekke’nin kaybı her şeyin kaybı sayılırdı.
Mekke, Müslümanlar için de önemliydi; Müslümanlar için ayrıcalıklı bir öneme ve değere sahipti. Zira orası tevhidin merkezi, islâm davetinin doğduğu yer, örnek Kur’an neslinin önemli bir kısmının memleketi, İslâm’ın kıblesi idi. Ayrıca şirkin kıblesi ve merkezi olması nedeniyle Mekke’nin fethedilmesi şirkin belinin kırılması anlamına geliyordu ki, bu da Müslümanlar için Mekke’nin önemini daha da artıran bir durumdu. Tüm bu ve ayrıntıda kalan diğer bazı nedenlerden dolayı Mekke, hem müşrikler ve hem de Müslümanlar için başka bir yerleşim merkeziyle kıyaslanamayacak derecede büyük bir öneme sahipti.
Müşrikler için Mekke’nin kaybı dinî, siyasî, ekonomik, kültürel bir hezimetti. Bu nedenledir ki, Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethedilip bütün putların imha edilmesi ve Kabe’nin tevhidin sembolü haline getirilmesiyle, müşrikler dinleriyle ilgili önemli bir güven kaybına uğradılar; artık putları yoktu; inançlarının, hayat tarzlarının referansları imha edilmişti. Üstelik, putların bekçisi olmaları nedeniyle Mekke halkını teşkil eden ve Arapların en saygın topluluğu, bir anlamda dinî lider konumunda olan Kureyş toptan Müslüman olmuştu. Artık bölgenin tüm müşrik toplulukları hem dinî ve hem de siyasî, ekonomik, kültürel açıdan başsız kalmışlar; tüm dayanaklarını kaybetmişlerdi. Ama şu da var ki, bundan böyle şirkin inançlarının içten ve siyasî, ekonomik, kültürel ilişkilerin dıştan kuşatan baskılarını üzerlerinde hissetmeden neye inanacaklarını ve neye göre yaşayacaklarını daha özgürce düşünebilir, daha özgürce kararlar alabilirlerdi.
Esasen, Arap topluluklarının bir çoğu, son birkaç yıldır Müslümanlarla müşrik Kureyş arasındaki çekişme ve savaşların nasıl sonuçlanacağını büyük bir merakla bekliyorlardı. Birçok topluluğun gönlü bu süre içerisinde Müslümanlardan yana kaymıştı. İslâm nedeniyle, tarihte hiç benzeri görülmemiş bir şekilde, yarımadada bir iradenin egemen olmaya başladığını ve bunun da yarımadayı güvenlikli bir yer kıldığını görüyorlardı. Artık zorbalar cezasız, mazlumlar çaresiz kalmıyordu. Bu ise İslâm’ın görünüşteki birçok muhalifinin gönlünde, İslâm’la ilgili daha farklı duygu ve düşüncelerin oluşmasına, daha derinliklere uzanan sevgi ve saygıların yeşermesine imkân sağlamıştı. Ancak Müslümanlarla Kureyş arasındaki savaşlar sonuçlanmadan, bir taraf diğer tarafa itaat eder konuma gelmeden, saflarını açıkça belirlemekten kaçmıyorlardı. Özellikle de Müslümanlardan yana bir tercihte bulunmaktan kaçınıyorlardı.
Dini beraberlikleri ve geleneksel bağlan nedeniyle istemeseler de Kureyş’ten yana gibi görünmek zorundaydılar. Zira, binlerce yıllık inançlarını, kültürlerini, siyasî, ekonomik, askeri ilişkilerini beş on yıllık bir hareket için terk etmeleri son derece zordu. Heran her şey eskisi gibi olabilir, şirkin egemen olduğu, Kureyş’in lider olduğu döneme dönülebilirdi. Bu durumda Müslümanların yanında veya tarafında yer alanlar zor durumda kalırlardı. Yapabilecekleri en radikal tercih, tarafsızlık politikasıydı. Daha fazlasını yapmaları mümkün değildi. Bu nedenle kendi aralarında ‘Muhammed’i Kureyş ile baş başa bırakalım. Taraf olmayalım. Eğer Muhammed galip gelirse O’nu tasdik eder, O’nun tarafında yer alırız- Yok eğer Kureyş galip gelirse durumumuzu riske etmemiş oluruz’ diyorlardı.
Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethedilmesi bir dönüm noktası oldu. Artık galip taraf belli olmuştu. Gönlü Müslümanlardan yana olanların, tercihlerini kolaylıkla yapabilecekleri ve bu tercihlerine göre davranacakları yeni bir aşamaya geçilmişti. Daha da önemlisi Kureyş de taraf değiştirmiş, sadece savaşın mağlubu olmakla kalmayıp, galibin safına geçmişti. Üstelik Kureyş dışında yarımadanın önemli ve güçlü topluluklarından Hevazin ve Sakif de yenilmiş, dağılmış ve hatta bir kısmı Müslüman olmuştu. İşte tüm bunlar diğer Arap toplulukları için son birkaç yıldır büyük bir merakla bekledikleri sürecin sonuydu.
Resulüllah’ın liderliğindeki Müslümanların Mekke’nin fethini takiben Medine’ye dönüşleri ile yeni sürecin özelliğine uygun olarak daha önceleri son derece istisna niteliğinde olan bir durum olanca yoğunluğuyla yaşanmaya başladı. Medine’ye dönüşün ilk haftası içinde “heyetler yılı” olarak tanımlanacak ve hicri 9. yıla damgasını vuracak bir süreç yaşandı. Bu süreci farklı kabilelere ait temsilcilerin peş peşe Medine’ye gelerek Müslüman olduklarım bildirmeleri oluşturdu. Bu şekilde altmışı aşkın temsilci grubu geldi. Bazıları bir kişiden oluşurken, bazıları 80-100 kişiden oluşan kalabalık heyetlerdi. Temsilcilerini Medine’ye gönderen ve Müslüman olduklarını bildiren toplulukların arasında Bâhile, Sa’lebe, Kahtanî, Suda, Sâkif, Temim, Esed, Uzre, Belî, Behrâ, Kilâb, Tuceyb, Bekkâ gibi yarımadanın büyük kabile veya boylarının temsilcileri vardı. Bu heyetler, Mekke’nin el değiştirmesini takiben yarımadadaki iradenin kime geçtiğini göstermesi açısından önemlidir. Artık irade Müslümanlardaydı ve bu iradeye karşı koyacak kimse kalmamıştı. Müşrikler arasındaki çok farklı gerekçelere dayanan her türlü dayanışma ve yardımlaşmalar kopmuş, dağılmış ve her topluluk kendi tercihiyle baş başa kalmıştı. Tüm bunlar ise, görünüşte Müslümanların aleyhine olan ve başta Hz. Ömer olmak üzere birçok Mûslümamn tepkisine yol açan Hudeybiye anlaşmasının esasen yeni bir dönemin başlangıcını teşkil ettiğini, artık Müslümanların galip olacaklarını, islâm’ın çekim merkez haline geleceğini, insanların topluluklar halinde Müslüman olacaklarını müjdeleyen ayetin tanımlamasına birebir uyuyordu. Hudeybiye anlaşmasının hemen sonrasında vahyolunan ve Müslümanları zaferle müjdeleyen ayet şöyleydi: ‘Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbini hamdederek teşbih et ve .O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.[72]
Müslüman olmak veya Müslüman olduklarını bildirmek için Medine’ye gelen kişiler veya heyetler esasen İslâm’ı bilen kimseler değillerdi. Yaşanan süreç tamamen iktidarın çekim merkezi oluşunun gereğine göre şekilleniyordu. Artık güç Müslümanlardaydı ve güce eğilimli insanlar bu yeni güce itaat etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Ancak ne var ki mensubu olduklarını bildirmek için Medine’ye temsilciler göndermelerine.neden olan dini ayrıntılı bir şekilde bilmiyor, İslâm’ın birçok gereğinden habersiz bulunuyorlardı. Bu da gösteriyor ki tercihlerin temel nedeni irade değişimiydi. İrade değişimi siyasî, ekonomik kültürel değişimi gerektirmiş ve topluluklar buna göre davranıyorlardı. Yoksa gerçekten İslâm’ı tek doğru din, esenliğin tek yolu olduğu için kabul etmiyor veya kabul ettiklerini bildirme ihtiyacı hissetmiyorlardı. Elbette ki bunu insanlar içinde en iyi bilen Resu-lüllah’dı. Bu nedenle Medine’ye gelen her heyetin bir süre Medine’de kalmasını istiyordu. Belirli evlere, mescidin gölgeliğine veya mescit yakınma kurulan çadıra yerleştirilen topluluk temsilcileri, Medine’de kaldıkları beş-on gün içerisinde Resulüllah’ın ahlâkını müşahede ediyorlar, Müslümanların hâl ve hareketlerini gözlüyorlar, okunan Kur’an’ları dinliyorlar, kılman namazları seyrediyorlar, zihinlerine takılan sorularını sorup cevaplarını alıyorlardı. Medine’de misafir edildikleri süre içinde islâm’ı biraz olsun öğrenen ve Müslümanlara karşı sevgi ve saygı ile dolu hale gelen temsilcilerin yanlarına kendilerine İslâm’ı öğretecek Müslümanlardan birisi verilerek memleketlerine gönderiliyorlardı. Ayrıca kalplerini kazanmak, sırf siyasî, ekonomik nedenlerle olan tercihlerinin kalplerinde de karşılık bulmasını sağlamak için kendilerine değerli hediyeler takdim ediliyor, bahşişler veriliyordu.
Müslüman olduklarını bildirmek için gelen topluluk temsilcileri, hem islâm’ın ahlâkından ve terbiyesinden habersiz oldukları ve hem de büyük çoğunluğu kaba-saba, görgü ve edepten uzak bedevi insanlar oldukları için, kolaylıkla yanlış ve kaba davranışlar sergileyebiliyorlardı. Gördükleri hoşgörü ortamında kendilerini kontrol edemeyip, yanlış sözler sarf edebiliyorlardı. Ancak onların bu durumları islâm’ı doğru öğrenmeleri açısından bir fırsatın doğmasına neden oluyor ve yanlış hâl ve hareketleri, kaba söz ve davranışları nedeniyle islâm’ın referansını, İslâm davetinin rehberini daha yakından tanıma imkânı elde ediyorlardı. Çünkü söz konusu yanlışlıklar karşısında islâm davetinin kaynağı ve rehberi olan Kur’an duruma müdahale ediyor, yaşanan yanlışlıkların örnekliğinde en güzel ahlâkın evrensel ölçülerini bildiriyordu. Kur’an, islâm’ı bilmeden Müslüman olmaya karar vermiş o insanları her hâl ve hareketleriyle eğitiyor, öğretiyor ve her türlü yanlışlıktan, hoş olmayan davranışlardan, kaba-saba tutum ve tavırlardan uzak durmalarını sağlıyordu. Bu konuda yaşanan bazı örnekler şunlardır:
Mekke’nin fethini takip eden ilk günlerin birisinde, kalabalık bir topluluk olan Temimler adına yaklaşık 90 kişiden oluşan bir temsilci grubu Medine’ye geldi. Heyetin başkanı Utarid b. Hâcib, kalabalık bir topluluğun temsilcisi ve kalabalık bir heyetin başkanı olmanın gururu içindeydi. Kalbinde ve davranışlarında güzel ahlâkın izini bulmak zordu. Medine’ye geldiğinde doğruca mescide gidip Resulül-lah’m nerede olduğunu sordu. Mescitteki Müslümanlar, Resulüllah’ın odasında olduğunu, namaz vakti mescide geleceğini söylediler. Utarid b. Hâcib, az bir süre de olsa bekletilmeyi gururuna yediremedi. Bağırarak sesini Resulüllah’a duyurmaya çalıştı. Çok kaba bir tavırla ‘Muhammedi Dışarı çık! Hadi gel! Seninle görüşüp konuşmaya geldim!’ diye bağırmaya başladı. Utarid b. Hâcib’in davranışı çirkin, hitabı kabaydı. Seslendiği kişinin herhangi birisi değil, Allah’ın elçisi, hidayet rehberi olduğunu düşünmüyordu. Resulüllah’a karşı, herhangi bir kimseye karşı bile sahip olunması gereken saygıya sahip değildi. Bu konuda arkadaşları da kendisine eşlik ediyorlardı. Hz. Bilâl mescitte bağıran bu kaba insanlara müdahale ederek sakin olmalarını istedi. Ama bir zencinin kendilerine müdahale etmesini hiç kabullenemediler ve daha da kabaiaştılar. Bu şekilde bir süre geçti. Namaz vakti geldi. Resulüllah odasından çıktı ve bu kaba davranışlı, saygı nedir bilmeyen bedevi topluluğun temsilcileriyle görüştü. Herhangi bir eleştiride bulunmadı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi onların sorularını cevapladı, istek ve arzularını dinledi. Ancak bu arada vahyolunan bir ayet sürece müdahale etti ve Temim heyetini, davranışlarmdaki kabalık nedeni) le kınayıp, bu tutum ve davranışı terk etmeleri gerektiğini bildirdi. Ayet şöyleydi: ‘(Resulüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.[73]
Temim topluluğu en iyi hatiplerini, şairlerini Medine’ye gönderdikleri heyete dahil etmişlerdi. Çünkü, İslâm davetini bir şahsın liderliğinde doğan siyasî bir hareket olarak düşünüyorlardı, islâm’ın ilâhî boyutunu anlamamışlardı. Ayrıca, islâm’ın referansı olan Kur’an’ı edebî bir kitap olarak düşünüyor ve bu konuda kendilerinin de yetenekli olduklarını ispatlama arzusu taşıyorlardı. Heyet Medine’ye gelince kendi yeteneklerini, üstünlüklerini gösterme gayretiyle bir teklifte bulundular. Kendi hatip ve şairlerinin Resulüllah ile yarışmaya hazır olduklarını bildirdiler. Görüşleri yanlış, teklifleri garipti. Ancak islâm’ı bilmedikleri için bu yanlışlığı yapan, garip teklifte bulunan heyete Resulüllah müdahale etmedi. Israrlı teklifleri karşısında Müslümanlardan Hassan b. Sabit ile şiir konusunda yarışabileceklerini söyledi. Yarışma başladı ve Hassan b. Sabit islâm’ı konu edinen güzel şiirleriyle Temim heyetini etkiledi. Temimler, Hassan’m üstünlüğünü kabul ettiler ve bir daha yarışma teklifinde bulunmadılar.
Temimler bedevi insanlardı; kalpleri katı, davranışları kabaydı. Kalplerinde sevginin, sözlerinde nezaketin, davranışlarında kibarlığın izlerini bulmak zordu. Medine’de misafir olarak kaldıkları günlerin birisinde kendilerince çok garip bir durumla karşılaştılar. Resulüllah’ı torunu Hasan’ı sevip okşarken gördüler. Şaşırdılar. Anlayışlarmca yaşlı bir kimsenin çocuklarla ilgilenmesi, özellikle de bir liderin bir çocuğa ilgi gösterip onu sevmesi kabul edilebilecek bir davranış .değildi. Bunu, yaşlılığın gerektirdiği saygı ile, liderliğin gerektirdiği özel ve ayrıcalıklı birisi olmakla çelişen bir durum olarak değerlendirdiler. Temim heyetinde yer alan Akra, Resulüllah’a yakıştıramadığı bu duruma tepki göstererek ‘Ne şaşılacak bir durum! Sen çocukları okşayıp, seviyorsun! Halbuki benim on çocuğum var. Şimdiye kadar hiçbirisini ne okşadım ve ne de öptüm’ dedi. İşte değiştirilmesi gereken, islâm’ın yok etmek istediği tutumlardan birisi de bu idi. Resulüllah, Akra’ya bakıp, onun anlayabileceği bir dille ‘Merhamet etmeyene, merhamet edilmez [74] dedi. Mesaj açıktı. Daha sonra görüşmelere geçildi. Resulüllah, Temim heyetini islâm konusunda eğitmeye, ne yapmaları ve nasıl davranmaları gerektiği konusunda bilgiler vermeye başladı. Bir ara konu hacca geldi. Resulüllah haccm farz olduğunu bildirip gereklerini açıkladı. Temim heyetinde yer alan Akra söze karışıp ısrarlı bir şekilde ‘Her sene mi haccedeceğiz?’ diye sormaya başladı. Resulüllah onun bu ısrarlı sorusuna cevap vermedi. Fakat Akra ısrarı terk edecek gibi değildi. Bunun üzerine vahiy devreye girdi ve insanlara bir evrensel ölçüyü daha bildirildi: ‘Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur’an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. (Açıklanmadığına göre) Allah onları affetmiştir. (Siz sorup da başınıza iş çıkarmayın). Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir.[75]
Resulüllah, diğer heyetlerde olduğu gibi, bir süre Medine’de misafir edilen Temim topluluğunun temsilcilerine hediyeler verdi ve memleketlerine gidebileceklerini bildirdi. Yine diğer temsilcilerin memleketlerine giderken yaptığı gibi, İslâm’ı iyi bilen bir Müslümanı heyetle birlikte Temimlere göndermeyi düşündü. Düşüncesini iki yakın dostu, Müslümanların iki seçkini olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ile birlikteyken dile getirdi. Ebû Bekir, kendisine hiçbir şey sorulmamış olmasına rağmen ‘Bunların başına Ka’ka b. Zurâre’yi görevlendir’ dedi. Ömer, Ebû Bekir’in teklifinden hoşlanmadı. Akra b. Hâbis’in daha doğru tercih olacağını dile getirdi. Ömer’in teklifi de Ebû Bekir’in hoşuna gitmedi ve aralarında çekişip, tartışmaya başladılar. Resulüllah, hoşlanmadığı bu çekişme ve tartışmaya müdahale etmedi, istiyordu ki, iki seçkin arkadaşı herhangi bir uyarıyla karşılaşmadan hatalarının farkına varsınlar. Fakat Ebû Bekir ve Ömer bir kez tartışmaya kendilerini kaptırmışlardı. Sesleri gittikçe yükseldi. Hatta, Resulüllah’ın sesini de bastıracak şekilde birbirleriyle tartışıyorlar, Resulüllah’m yanında olduklarının, Resulüllah’m huzurunda ve onun izni olmadan dile getirdikleri bir görüş çerçevesinde tartıştıklarının farkında değillerdi. Onların bu bireysel hataları, ilâhî bir uyarının vesilesi oldu. Vahyolunan bir grup ayet, o bireysel durumdan hareketle evrensel bir ölçüyü dile getirdi. Ayetler şöyleydi: ‘Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.[76]
Hz. Ebubekir ve Ömer’in yanlış tutum ve davranışlarını örnek alarak evrensel bir ölçüyü dile getiren ayetlerin mesajı açıktı. Ayetler öncelikle yaşanan olay bağlamında, o iki Müslümanm şahsında, Resulüllah’m bir insan olmasına karşılık herhangi bir insan olmadığını, O’nun huzurunda herhangi birisinin huzurunda gibi davranmamaları gerektiğini, daha itinalı ve dikkatli olmaları gerektiğini dile getiriyor ve bunu ise konuşmalarındaki ses tonunun yüksekliğine vurguda bulunarak açıklıyordu. Müslümanlar unutmamalıydılar ki, Resulüllah’a karşı yapılacak bir saygısızlık, O’na karşı yapılacak bir hata, herhangi birisine karşı yapılmış saygısızlık veya hata gibi değildi. O’na saygı göstermek, O’nu sevmek, O’na itaat etmek imanın gereğiydi. Başkalarına yönelik saygısız davranışlar ahlâki açıdan .yanlış olmasına karşılık, Resulüllah’a karşı saygısızlık aynı zamanda imana zarar verecek bir durumdu.
Çünkü O’na karşı saygısızca davranışta bulunmak, O’nun Allah’ın bir elçisi olarak bildirdiklerine karşı da lakayt olmaya, saygısız davranmaya neden olabilirdi. Resulüllah bir insandı, arkadaştı, akrabaydı, babaydı, kocaydı, dedeydi, yoksul hayatını tercih eden birisiydi; şatafattan, kralların tercih ettiği şatafattan hoşlanmayan, kalplere korku salmaktan uzak durmaya özel gösteren birisiydi. Ama o bütün bunlara rağmen bir elçiydi; Allah’ın elçisiydi. O halde O’na karşı gerekli saygı ve sevgi olması gereken biçimiyle gösterilmeli, O’nun iyi niyeti farkına varılsın veya varılmasın suiistimal edilmemeliydi. Kendi hatalı davranışlarından dolayı tüm Müslümanlara yönelik evrensel bir ölçünün açıklanmasına vesile olan Ebû Bekir ve Ömer mesajı çok iyi anladılar. Bir daha Resulüllah’m huzurunda hiçbir zaman tartışmadılar, seslerini yükseltmediler. Mümkün olduğunca Resulüllah’m sesinden daha kısık bir sesle ve en içten gelen bir saygı ile konuştular.
Elbette ki sesin yüksekliği ile ilgili uyarı daha çok sembolik bir anlamda kullanılmıştı. Müslümanlardan, seslerini Resulüllah’ın sesine baskın olacak şekilde ifade etmemeleri bildirilirken, çok daha başka boyutta, imanın gereği olan bir ölçü bildirilmişti. Deniliyordu ki, Allah’ı yegâne ilâh, Resulüüah’ı ise yüce Allah’ın elçisi olarak kabul edip, inanç ve hayatım Resulüllah ile bildirilen bilgilere ve ölçülere göre inşa eden bir kişinin Müslümanlığının devamı, Allah’ın bildirdiklerine, Resulüllah’ın istediklerine itaatle mümkündür. Hiçbir Müslüman bu konuda ‘Allah ve Resulü ne dedi, ne bildirdi’ demeden kendince görüş bildirmeye, bildirdiği görüşte ısrar etmeye hakkı yoktur. Hiç kimse görüş bildirmede, ilke belirlemede, inanç ve hayat tarzı konusunda ölçü oluşturmada Allah ve Resulünü dikkate almama hakkına ve serbestliğine sahip değildir. Bu açıdan Ebû Bekir ile Ömer’in yanlışları nedeniyle vahyolunan ayetler daha önce vahyolunmuş bir başka ayetin bir başka açıdan tekrarı ve açıklaması niteliğindeydi. O ayet şöyleydi: ‘Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.[77] O iki seçkin Müslümanm yanlışlarından dolayı bildirilen evrensel ölçü daha çok ve hatta tamamen bununla ilgiliydi. Fiziksel anlamda sesin Resulüllah’m sesine baskın olmaması sadece Resulüllah’m zamanındaki Müslümanlar için verilmiş doğrudan bir emirdi. Ama evrensel ölçü, hiçbir şeyin Resulüllah’m önüne geçirilemeyeceği, hiç kimsenin görüşünün, düşüncesinin Resulüllah ile bildirilen ilâhî ilke ve ölçülere rağmen doğru kabul edilemeyeceği ile ilgiydi. Böyle olduğu içindir ki, ayetlerin asıl mesajını çok iyi anlayan Müslümanlar, takip eden zamanda, titizliklerini çok ileri götürdüler, en iyi bildikleri konuda bile Resulüllah’tan önce görüş bildirmekten Özenle kaçındılar. Veda haccı sırasında yaşanan bir durum bunun ilginç örneğini oluşturdu. Resulüllah, Veda haccı sırasındaki konuşmalarından birisinde içinde bulunulan ayın hangi ay olduğunu sorduğu zaman, oradaki Müslümanların hepsi Zilhicce ayında olduklarını biliyorlardı. Ama yanlış yapmamak için ‘Hangi aydayız?’ sorusuna ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir’ dediler. Resulüllah ‘Bu belde neresidir?’ diye sorduğunda da aslında Mekke’de olmalarına ve bunu da bilmelerine rağmen ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir’ dediler. O sırada Resulüllah’ın yanındaki Müslümanlardan birisi bu tavırlarının nedenini daha sonraları şöyle açıklamıştır: ‘Biz Resulüllah’ın farklı bir şey söyleyeceğini düşünüyor ve O’na muhalefet etmekten çekmiyorduk. [78]
Müslüman olduklarını bildirmek için Medine’ye gelen heyetlerden birisi de, Hicaz bölgesinin kalabalık ve güçlü bir kabilesi olan Esedlere aitti. Esed kabilesinin Ganm boyuna mensup bazı kişiler hicretin ilk yılında Müslüman olmuşlardı. Bu birkaç kişi hariç kabilenin tamamı H. 9. yılını teşkil eden ‘heyetler yıh’na kadar müşrik olarak kalmışlar, ancak o zamana kadar da içlerindeki o birkaç Müslümandan, islâm’la ilgili bir şeyler öğrenmişlerdi. Esed kabilesini temsil eden heyet Medine’ye geldiği zaman, diğer topluluk temsilcilerinin hepsinin de siyasî, ekonomik, askerî nedenlerle Müslüman olmayı kabul ettiklerini biliyorlardı. Halbuki kendilerinin durumu öyle değildi. Kendileri Müslümanların askerî, siyasî, ekonomik güçlerinden korktukları veya güçlüden yana olmak gibi bir tutuma sahip oldukları için değil, gerçekten Müslüman olmak istedikleri için Medine’ye gelmişlerdi, islâm ile hem dünya ve hem de ahiret hayatlarını esenlik kılacaklarına inandıkları için Müslüman olmuşlardı. Üstelik diğer toplulukların hemen hepsi daha önce Müslümanlarla savaşmışlardı. Halbuki kendileri böyle değillerdi. Hem Müslümanlarla hiç savaşmamışlar ve hem de içlerinden bazıları Müslümanların en zayıf oldukları dönemde Müslüman olmuşlardı. Esedler, bu farklılıklarını bir ayrıcalık nedeni kabul ediyorlardı. Bu nedenle de gururlanıyorlardı. Ancak bu gururları çok önemli bir yanlışa neden olmakta gecikmedi. Heyet Medine’ye geldiği zaman kendilerinin çok güçlü bir topluluk olduklarını, çok sayıda adamları olduğunu, isteseler Müslüman olmayabileceklerini, çünkü Müslümanlardan korkmadıklarını söylemeye başladılar. İşi daha da ileri götürüp, bazı konularda kendilerinin diğer topluluklara göre bazı ayrıcalıklara sahip olmaları gerektiğini dile getirdiler. Fal bakma ve kehanette bulunma imtiyazlarının olmasını, şirkle ilgili bu iki uygulamanın kendilerine yasaklanmamasını arzuladılar. Bu yanlış ve dolayısıyla yadırganacak bir durumdu. Müslüman olan ancak kendisi için Müslüman olurdu, islâm’ın birilerine değil, insanların İslâm’a ihtiyacı vardır. Bu nedenle hiç kimse, İslâm’ı veya Müslümanları mihnet altında bırakmaya, Müslümanlığı nedeniyle ayrıcalıklı olma isteğinde bulunmaya hakkı yoktur. Esed topluluğunun yanlışı vahyolunan bir ayetle gecikmeden düzeltildi ve onlar vesilesiyle bir evrensel ölçü daha bildirildi: ‘Onlar İslâm’a girdikleri için seni minnet altına bırakmak istiyorlar. De ki: ‘Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur. Şüphesiz Allah, göklerin veyerin gizliliklerini bilir. Allah yaptıklarınızı görendir[79]
Esed kabilesini temsil eden heyetin yanlış inanç ve tavırlarına karşılık, heyette yer alan Dırâr b.Ezver çok daha başka düşünceler ve arzular içerisindeydi. O kabile-sindeki Müslümanlardan İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenmiş ve samimi bir şekilde Müslüman olmuştu. Resulüllah’ın yanma geldiği zaman bir şiir okumayı arzuladı ve bu konuda izin istedi. İzin verilince şiirini okumaya başladı. Dırâr b. Ezver şiirinde içki, kumar gibi ‘pisliklerden uzak durduğunu; hayatı bir oyun ve eğlence gibi görmediğini, sorumluluğunun farkında olduğunu; İslâm’ın egemenliği için her türlü yanlışa karşı savaşmak arzusunda olduğunu, savaşıp şehit olmayı arzuladığını dile getiriyordu. Bunu ise bir alış-verişe benzetiyordu. Ticaretinin gereği olarak vazgeçtiklerinin karşılığı olmak üzere Allah’ın rızasını talep ediyordu. Resulüllah Dırâr b. Ezver’in şiirinden hoşlandı, kararını onayladı ve bu kararı ile ‘kârlı bir alış-veriş yaptığını [80] bildirdi. Dırâr sevindi. İyi bir Müslüman olarak hayatını sürdürdü.
Medine’ye gelen heyetlerden birisi de Resulüllah’ın çocukluk yıllarını aralarında geçirdiği Sâ’d b. Bekr topluluğunun temsilcileriydi. Heyetin başkanı olan Dımam b. Salebe sözünü saklamayıp doğrudan söyleyen, yanlışları eleştirmekten çekinmeyen, nezaket kurallarını ise pek dikkate almayan birisiydi. Bazı Müslümanlarla sohbet eden Resulüllah’ın yanma varınca Âbdulmüttalib’in torunu hanginiz?’ diye seslendi. Resulüllah Âbdulmüttalib’in torunu benim’ dedi. Dımam ‘Sen şu kendisinden bahsedilen Muhammed misin?’ dedi. Resulüllah ‘Evet, ben o kimseyim, dedi. Sonra aralarında şu konuşma geçti:
Muhammed beni iyi dinle, sana bazı şeyler soracağım. Fakat ben sözünü esirgemeyen, düşüncesini olduğu gibi ifade eden birisiyim. Umarım bu özelliğim nedeniyle kırılmaz ve kızmazsın.
Sen sorunu sor, kırılmam ve kızmam.
Allah için doğru söyle! Sen gerçekten bir peygamber misin? Gerçekten Allah seni seçip insanlara gönderdi mi?
Evet ben bir peygamberim. Allah beni seçti ve insanlara gönderdi.
Allah için doğru söyle! Kendisine ibadet etmemizi, hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamamızı, atalarımızın tapındığı putları terk etmemizi Allah mı emretti?
Evet, bu dediklerinin hepsini Allah emretti. Dımam, islâm’la ilgili merak ettiği her şeyi sert bir üslûpla teker teker sordu. Onun sert ve kızdıran üslûbuna karşılık Resulüllah sakindi ve Dımam’ın bütün sorularına cevap verdi.
Dımam, konuşmanın seyri sürecinde bir yandan aldığı cevapları düşünüp anlamaya çalışırken, bir yandan da karşısındaki kişiyi tanımaya, tutum ve tavırlarını değerlendirmeye çalışıyordu. Uzun süren konuşma boyunca karşısındaki kişinin kendi adına ikbal hesaplan yapmayan, krallığa özenmeyen, insanların iyiliklerini düşünen, yoksul bir insanın hayatını kendisi için tercih eden bir şahsiyet olduğunu gördü. Bu durum Dımam’ı etkiledi. Soracak sorusu kalmayınca ve Resulüllah hakkında kuşkusuz bir kanaate ulaşınca ‘Ey Muhammed! Ben şahitlik ederim ki sen gerçekten bir peygambersin. Bunda kuşku yok. Sana inanıyor ve güveniyorum. Allah’tan başka ilâh olmadığını, senin de Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu kabul ediyorum. Ben Allah’ın emirlerini yerine getireceğim. Yasak ettiklerinden kaçınacağım. Yapacağım budur; ne daha az ne de daha fazlasını yaparım’ dedi ve sonra oradan uzaklaştı. O giderken Resulüllah’ın ‘Dediğini yaparsa cenneti hak eder [81] dediği duyuldu.
Zekât imanı bir sorumluluk olduğu kadar, diğer ibadetlerde olduğu üzere, aynı zamanda bireysel ve toplumsal hayata yönelen, insanın dünya hayatını düzene koyan, ahlâkî, siyasî, ekonomik yönleri bulunan bir ibadettir. Bu nedenle Resulüllah, topluluk temsilcilerinin İslâm davetini kabul ettiklerini bildirmek için Medine’ye akın ettikleri günlerde söz konusu topluluklara Müslüman oluşlarının kendilerine yüklediği bir sorumluluk olmak üzere zekatı bildirdi. Zamanı gelince bazı Müslümanları zekât mallarını toplamakla görevlendirerek bu topluluklara gönderdi.
Zekât imanî sorumluluğun yanı sıra, o toplulukların gerçekten Müslüman olduklarını anlamak için önemli bir ölçüydü. Aynı zamanda Müslüman olmalarının getirdiği toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın gereğiydi. Büreyde b. Husayb ve Kâ’b b. Mâlik, Eşlem ve Gıfâr topluluklarına; Abbâb b. Bişr, Süleym ve Müzeyne topluluklarına; Râfi b. Mekıs, Cüheyne topluluğuna; Amr b. Âs, Fezâre topluluğuna; Dahhâk b. Süfyân, Kilâb topluluğuna; Busr b. Süfyân, Kâ’b topluluğuna;
Ibn el-Lütbeyyete, Zübyân topluluğuna gönderildiler. Görevleri, yeni Müslüman olmuş bu toplulukların zekâtlarını toplamak ve verilmesi gereken kimselere vermek veya Medine’ye getirmekti.
Zekât memurlarından Velid b. Ukbe’nin bir yanlış anlaması nedeniyle yaşanan olay, vahyin sürece müdahale etmesine ve Müslümanlar için evrensel bir ölçünün daha bildirilmesine vesile oldu. Olay şu şekilde gelişti: Huzâa kabilesinin Mustalık boyuna mensup olan Haris b. Dırar, Resulüllah’ın yanma gelerek kendisiyle görüşüp, konuşmuş ve Müslüman olmuştu. Müslümanlığında samimiydi. Resu-lüllah’tan kendisine izin verilmesini, kavmine gidip bütün tanıdıklarına İslâm’ı anlatmak istediğini, Müslüman olanların zekâtlarını toplayıp Medine’ye göndereceğini bildirdi. Resulüllah da ona istediği izni verdi. Haris b. Dırar dediği gibi yaptı. Kavminden herkese İslâm’ı anlattı, Bir çoğunun Müslüman olmasına vesile oldu. Aradan bir süre geçince zekât vermesi gerekenlerden zekât mallarını topladı. Daha önce Resulüllah ile görüşmesi sırasında kendisine bildirildiği üzere Resulüllah’ın görevlendirdiği birisi Medine’den gelecek ve zekât mallarını teslim alacaktı. Ancak, Mustalıklar zekât mallarını toplamış, teslim alması için zekât memurunu beklerlerken, hiç haberdar olmadıkları bir başta süreç yaşandı.
Resulüllah, Mustalıkların zekâtlarını teslim alması için Velid b. Ukbe’yi görevlendirdi. Velid b. Ukbe görevinin gereğini yerine getirmek için yola çıktı. Ancak yolda karşılaştığı bazı kötü niyetli kimselerden, Mustalıkların Müslümanlıklarında samimi olmadıklarını, Haris b. Dırar’ın yalancı olduğunu, zekât mallarını istemek için gittiği zaman kendisini öldürmeyi planladıklarını işitti. Bu sırada Mustalık boyundan bazı kimseler de zekât memurunu karşılamak için yola çıkmışlardı. Velid b. Ukbe kendisini karşılamak için yola çıkmış Mustahklan görünce işittiklerinin doğru olduğuna inandı. Gelenleri kendisini öldürmek isteyen kimseler olarak düşündü ve hemen Medine’ye dönerek duyduklarını kesin bir bilgi gibi Resulüllah’a aktardı. Kendisini öldürmek isteyenlerden bahsetti. Bütün bunların sorumlusunun ise Haris b. Dırar olduğunu söyledi. Resulüllah işittikleri karşısında Halid b. Velid’i bir birliğin başında Mustalıklara gönderdi. Durumu yerinde araştırmasını istedi.
Resulüllah, Velid b. Ukbe’nin araştırmadan inandığı yalan haber nedeniyle Ha-iid b. Velid’i Mustalıkların durumunu anlaması için görevlendirdiği sırada, zekât memurunun gelmemesi nedeniyle Mustalıkları bir merak sardı. Haris b. Dırar zekât memurunun gelmemesinin bir problemden kaynaklandığını düşündü. Normal şartlarda Resulüllah’m zekât memurunu zamanında göndereceğinden emindi. Bilmediği bir sebepten dolayı Resulüllah’ın kendilerine kızmasından ve küsmesinden korktu. Yanma aldığı bazı arkadaşlarıyla birlikte Medine’ye gitmek üzere yola çıktı.
Halid b. Velid’in komutasındaki Müslümanlar gizlice Mustalıkların bölgesine girdiler. Yine aynı gizlilikle Mustalıkların yerleşim merkezine girdiler. Mustalık-ların namaz kıldıklarım gördüler. Hemen Medine’ye döndüler ve durumu Resulüllah’a bildirdiler. Bu sırada Haris b. Dırar ve arkadaşları da Medine’ye geldiler. Yanlışlıkların nedeninin zekât memuru Velid b. Ukbe’nin güvenilir olmayan kimselerden duyduğu yalan haber olduğu anlaşıldı. Ortada bir kişinin ihmalkârlığı vardı ve bu büyük problemlere neden olacak kadar önemli bir ihmalkârlıktı. Bu yalan haber az kalsın Müslümanlar arasında bir kavga ve hatta savaş çıkmasına neden olacak kadar önemliydi. Vahyolunan bir ayet duruma müdahale ederek Müslümanlar için evrensel bir ölçüyü bildirdi. Ayet şöyleydi: ‘Ey iman edenler} Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.[82]
Müslümanların Arap yarımadasında tartışılmaz bir güç, bir irade haline gelmelerini, Müslüman olduklarını bildirmek için Medine’ye akın eden topluluk temsilcilerinin yanı sıra, daha önce Fars veya Bizans egemenliğini kabul etmiş bazı yöneticilerin Müslüman olmalarından veya İslâm egemenliğini tanımlarından da anlamak mümkündür. Bu konuda ilk ve önemli örneklerden ikisini Umman ve Bahreyn bölgesi yöneticilerinin İslâm davetini kabul etmeleri oluşturmuştur. Resulüllah Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye dönüşünün ilk günlerinde Amr b. As’ı islâm’a davet mektubu ile Basra Körfezindeki Uman bölgesini Bizans devleti adına yöneten Ceyfer ve Abd b. Cülendâ kardeşlere gönderdi. Resulüllah, mektubunda ‘Ben insanlara önlerindeki tehlikeleri bildirmek ve kafirlerin azaba sürükleneceklerini bildirmek için gönderilmiş bir elçiyim’ dedikten sonra, eğer İslâm egemenliğini tanırlarsa iktidarlarına dokunulmayacağını, ancak İslâm’a karşı gelirlerse iktidarlarının yok edileceğini, ‘nübüvvetin saltanata galip geleceğini’ yazıyordu. Ceyfer ve Abd, belki bir yü önce olsa en azından kibar bir üslupla reddedecekleri teklifi kabul etmekte zorlanmadılar ve yeni sürecin kaçınılmaz gereği olduğunu görerek islâm davetini kabul ettiler. Onların Müslüman olması yönetimlerindeki insanlarında Müslüman olmasını kolaylaştırdı ve hızlandırdı. Resulüllah, yine aynı günlerde, islâm’a davet mektubunu Alâ b. Hadramî ile Kisra adına Bahreyn yöneticiliği yapan Münzir b. Sava’ya gönderdi. Mektubunda ‘Seni İslâm’a davet ediyorum. Müslüman olursan selâmet bulursun’ diyor ve Müslüman olması durumunda yönetici olarak kalmasına müsaade edileceğini yazıyordu, islâm’ın egemenliğinin hiçbir şekilde engellenemeyeceği, islâm’ın insanların yaşadıkları her yere ulaşacağını da bildiriyordu. [83] Münzir b. Sava mektubu okuduktan ve Alâ b. Hadramî’den islâm’la ilgili bir şeyler öğrendikten sonra ‘Elimdeki ve önümdeki saltanata baktım ve onu dünya hayatım için işe yararlı buldum. Sizin dininize baktım, onu hem dünya ve hem de ahiret hayatı için işe yararlı buldum. Yaşayan ve tekrar öleceğine inanan birisi için bu dini kabul etmemek ahmaklıktır [84] diyerek Müslüman olduğunu bildirdi. Münzir b. Sava’nın Müslüman olması üzerine yönetimi altındaki insanlar Resulüllah’ın elçisine Müslüman olduklarını bildirdiler. Alâ b. Hadramî de Resulüllah’tan aldığı talimat üzere bir süre bölgede kalarak yeni Müslüman olmuş bu insanlara islâm’ı öğretti.
Resulüllah, Ebü Musa el-Eş’arî’yi Yemen’in Zebîd, Aden ve Me’rib bölgelerinde yaşayan topluluklara; Muaz b. Cebel’i de yine Yemen’in Cened bölgesindeki insanlara gönderdi. Her iki elçisinden de gönderildikleri bölgelerde yaşayan insanlara islâm’ı anlatmalarını, İslâm davetini gerçekleştirmelerini istedi. Her iki elçisine de ‘Kolaylık gösterin. İşleri zorlaştirmayın. Müjdeleyin, korkutmayın [85] talimatını verdi. Gönderildiği bölgenin şartları nedeniyle Muaz b. Cebel’e daha özel ve ayrıntılı bazı talimatlar da verdi. Resulüllah’m Muaz b. Cebel’e verdiği ve Müslümanlar için her zaman ölçü olabilecek talimat şöyleydi: ‘Sen Kitap ehli olan bir topluluğa gidiyorsun. O insanların yanma vardığın zaman kendilerine Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğunu bildir ve bunu kabul etmelerini iste. Eğer onlar bu konuda itaat ederlerse, beş vakit namaz sorumluluğunu bildir. Eğer bunu da kabul eder ve uygularlarsa bu defa zekâtı bildir. Müslümanların zenginlerinden alınıp yoksullara verilen zekât sorumluluğunu yerine getirmelerini iste. Onlar zekât vermeye yanaşırlarsa, mallarının en iyilerini almaktan sakın. Bir de mazlumun ahını almaktan sakın Çünkü mazlumlar ile Allah arasında duanın kabulüne engel hiçbir şey yoktur. [86] Daha sonra, aynı zamanda bir yönetici olarak görevlendirdiği Muaz b. Cebel’in işlerini yürütürken neye göre davranacağını ne oranda bilip bilmediği anlamak istedi ve kendisine bir dava getirildiğinde o problemi neye göre çözeceğini sordu. Muaz b. Cebel, problemi çözerken referansının Kur’an olacağını söyledi Resulüllah, o problemin çözümünü Kur’an’da bulamazsa ne yapacağını sordu. Muaz, bu durumda referansının Resulüllah’ın sünneti olacağını söyledi. Resulüllah, o problemin çözümünü Kur’an’da ve kendi sünnetinde de bulamazsa ne yapacağını sordu. Muaz, bunun üzerine, çözümünü Kur’an’da ve Sünnete bulamadığı problemi çözerken kendi bilgi ve tecrübelerini referans edineceğini söyledi. Resulüllah aldığı cevaptan memnun oldu. ‘Hamd olsun Allah’a ki elçisinin elçisini, elçisini memnun kalacağı şeye sahip kıldı’ dedi.
Yakın zamana kadar islâm’a karşı gelmekten, Müslümanlara düşmanlıktan geri kalmayan Sakif kabilesinden bir heyet Medine’ye geldi. Amaçları Müslüman olmak değildi. Bazı sıkıntıları vardı ve onu gidermek arzusundaydılar. Sıkıntılarının nedeni bazı Müslümanlardı. Bölgelerindeki kabileler Müslüman olmuş ve kendilerine rahat vermiyorlardı. Sakifler için yaşama şartlan gittikçe zorlaşmıştı. Adeta evlerinden, kalelerinden çıkamaz hale gelmişlerdi. Bu durumu Resulüllah ile görüşmek ve işlerini kolaylaştıracak bir imkân elde etmek arzusuna sahiptiler. On kişilik bir heyet halinde Medine’ye geldiler. Mescide girdikleri zaman bazı Müslümanlar rahatsız oldular ve Resulüllah’a ‘Ey Allah’ın Resulü.’ Onlar Müşrik. Mescide girdiler dediklerinde Resulüllah ‘Bırakın girsinler, Müşrikler nedeniyle toprak kirlenmez [87] dedi. Resulüllah, Sakif heyetiyle kısa bir görüşme yaptı ve sonra Muğire b. Şube’den, Sakillerin Kur’an dinleyebilecekleri bir yere yerleştirilmesini söyledi. Mescidin bir kenarına üç çadır kuruldu. Sakif heyeti namaz kılan Müslümanları görerek, Kur’an okuyanları dinleyerek bu çadırlarda kalmaya başladılar. Ayrıca, her gün yatsı namazından sonra Resulüllah yanlarına geliyor ve sohbet ediyordu. Günler bu şekilde geçmeye başladı.
Bu zaman içinde İslâm hakkında bilgilenen ve Müslümanları izleyip, durumlarını yakından gören heyettekilerin kalbi değişmeye, Müslümanlara imrenmeye başladılar. Müslüman olabileceklerini düşündüler ve bu düşüncelerini Resulüllah’a bildirdiler. Ancak bir şartları vardı; kendilerinin bazı ayrıcalıkları olmalıydı. Kendilerine bazı özel haklar tanınırsa Müslüman olacaklarını ve böylelikle İslâm toplumuna katılabileceklerini bildirdiler. Resulüllah, istedikleri ayrıcalıkların neler olduğunu sordu. Sakif heyeti, putperestliğin halkın kalbine iyice sindiğini, bu nedenle kendilerinde bulunan Lât putunun imhasının bir süre ertelenmesini istedi. Resulüllah, onların bu teklifini kabul etmedi. Lât’ı, kendileri yerine, göndereceği iki sahabesi aracılığıyla imha ettirebileceğini bildirdi. [88] Sakif temsilcileri, kabul edilmeyen bu isteklerinin arkasından, zekât vermemek, Müşriklere, zorbalara karşı gerçekleştirilecek savaşlara katılmamak ve namaz kılmamak gibi isteklerini bildirdiler. Resulüllah, onların zekât ve savaşa katılmamak konusundaki isteklerini kabul etti. Fakat namaz konusuna gelince, ilk isteklerinde olduğu gibi, bu isteklerini de reddetti ve ‘Tamam, savaşa çağrılmazsınız, zekât vermezsiniz, üzerinize sizden olmayan birisi de tayin edilmez Ancak namazsız dinde hayır yoktur [89] dedi. Sakif heyeti namaz kılmama isteklerinin kesinlikle kabul edilmeyeceğini anlayınca; ‘Bizim için bir eksiklik olsa bile namaz kılacak ve oruç tutacağız; tamam anlaştık [90] dediler. Sonra da Medine’den ayrıldılar. Sakif heyetinin zekât ve savaşa katılmama konusundaki isteklerini kabul eden Resulüllah, bunun nedenini o sırada yanındaki Müslümanlara şöyle açıkladı: ‘Müslüman olurlarsa zekâtı da verirler, savaşa da katılırlar. [91] Resulüllah, Sakif heyetinin Medine’den ayrılmasından birkaç gün sonra Muğire b. Şube ile Kureyş’in eski lideri, Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olduğunu bildirmiş olan Ebû Süfyan b. Harb’i Lât putunu imhaya gönderdi.
İslâm’a davet mektuplarından birisi de Necrân bölgesi Hıristiyanlarma gönderilmişti. Resulüllah, Necrân Hıristiyanlarını Müslüman olmaya davet etmiş, eğer Müslüman olmak istemezlerse Müslümanların siyasî egemenliğini tanıyarak, İslâm devletinin tebaası olmalarını teklif etmişti. Eğer bunu da kabul etmezlerse, kendileriyle savaşılacaktı. Resulüllah’ın mektubu kendilerine ulaşınca Necrân ileri gelenleri aralarında durumu görüştüler. Ne yapacaklarını kararlaştırmaya çalıştılar. Müslüman olmak istemiyorlar, ama tebaa da olmak zorlarına gidiyordu. Savaşmak ise hiç istemedikleri bir şeydi; çünkü Müslümanların karşısında direnemeyeceklerini biliyorlardı. Görüşmeleri takiben bir heyet halinde Medine’ye giderek, Resulüllah ile görüşmeye ve bu görüşmeler sonunda ne yapacaklarını düşünmenin uygun olacağını kararlaştırdılar. Altmış kişiden oluşan kalabalık bir heyet halinde Medine’ye gittiler. Heyeti teşkil edenlerden on dördü Necrân’ın ileri gelenleri ve din adamlarıydı. Heyetin önemli bir kısmını din adamlarından oluşturmalarının nedeni ise Resulüllah ile tartışıp, O’nu yenmek arzusuna sahip olmalarıydı. Kanaatlerince Resulüllah’ın peygamber olmadığını ispatlayabileceklerdi.
Necrân heyeti bir gün ikindi vaktinde Medine’ye geldi ve doğruca mescide gittiler. Heyetteki herkes en pahalı ve süslü elbiselerini giyinmişti. Her hallerinden Müslümanları aşağı gördüklerini belli ediyorlardı. Gurur içerisindeydiler. Bu halleriyle de Medine’ye gelen diğer heyetlerin hiçbirine benzemiyorlardı. Mescide girip biraz dinlendikten sonra ibadet etmek istediklerini söylediler. Onların bu istekleri bazı Müslümanların tepkisine neden oldu. Fakat Resulüllah Necrân heyetinin bu isteğine karşı çıkmadı ve Müslümanları da onlara engel olmaktan alıkoydu. Müslümanların gözü önünde, mescitte ibadetlerini yapan Necrânlılar, ibadetlerini bitirince Resulüllah ile görüşmek istediklerini bildirdiler. Resulüllah odasından çıkarak yanlarına geldi ve oturdu. Konuşmaya başladılar. Resulüllah, yumuşak bir üslûpla ve ikna edici bir yaklaşımla İslâm’ı, İslâm’ın hak din olduğunu anlatmaya başladı. Fakat Necrân heyetinin tavrı olumsuzdu. İslâm hakkında bir şeyler öğrenmek için soru sormuyor, sorgulamak ister gibi bir tavır içerisinde sorularını yöneltiyorlardı. Resulüllah’m anlattıklarını ciddiye alır bir tavra sahip değillerdi. Israrla Hz. İsa’nın doğuşu ve Allah’la ilişkisi/yakınlığı hakkında soru soruyor, verilen cevaplara rağmen şirklerinin dayanağı olan görüşlerde ısrar ediyorlardı. Hatta, kendilerine okunan ayetleri, görüşlerine destek olacak şekilde çarpıtıyor ve İslâm’ı yanlışlamaya çalışıyorlardı. Resulüllah’m anlatmaları ve Necrân heyetinin ukala ve demagoji taraftarı tavrı bir süre bu şekilde devam etti. Bunun üzerine Resulüllah yeni vahyolunan ve sürece müdahale eden ayetleri okumaya başladı. Okuduğu ayetler Al-i İmran sûresinin yaklaşık ilk yarısıydı.[92] Bu ayetlerde Necrânların bütün soruları cevaplanıyor, çelişkileri ve yanlışları gözler önüne seriliyor ve en sonunda da şöyle deniliyordu:
Allah geçmiş toplumlardan peygamberleri vasıtasıyla şöyle söz almıştı: ‘Eğer hitabı ve hikmeti size verdikten sonra, sahip olduğunuz gerçeklen doğrulayan bir elçi size gelirse O’na inanmalı ve yardım etmelisiniz. Bu şarta dayalı olarak sönümü kabul ediyor musunuz?’ Onlar da ‘Kabul ederiz’ dediler. Allah: ‘Öyleyse buna şahit olun, Ben de sizin şahidiniz olacağım’ dedi. Artık bundan sonra, her kim verdiği bu sözden dönerse işte onlar Allah’ın yolundan çıkan kimselerdir. Şimdi onlar Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde olan her şey, isteyerek ve zorunlu olarak O’na boyun eğmiş ve teslim olmuş durumdadır. Çünkü, her şey sonunda O’na döndürülecektir. De ki: ‘Biz Allah’a, bize indirilene, ibrahim’e, İsmail’e., Ishak’a, Yakub’a ve onun neslinden gelenlere indirilene; Rableri tarafından Musa’ya, ha’ya ve bütün peygamberlere Rablerinden verilenlere de inandık, onlar arasında hiçbir ayırım yapmayız ve biz O’na teslim olanlarız’ Kim İslâm’dan başka bir din (hayat tarzı ve yaşama biçimi) ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de kaybedenlerden olacaktır. İman edip bu elçinin hak olduğuna şahit olduktan ve hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra, Allah’tan gelen gerçekleri örtbas eden bir toplumu, Allah nasıl doğru yoluna ulaştırır? Allah varlık sebebine aykırı davrananları doğru yola iletmez. Onların cezası Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lanetine uğramak olacaktır. Bu lanete ebediyen gömülüp gideceklerdir. Onların ne azapları hafifletilecek, ne de yüzlerine bakılacaktır. Ama daha sonra tövbe edip kendilerini düzeltenler, bu cezadan hariç tutulacaklardır. Zira Allah çok bağışlayan ve çok acıyandır. îmandan sonra Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlere ve bu işte inatla ısrar edenlere gelince, onların tövbeleri asla kabul edilmeyecektir, gerçek sapıklar da onlardır. Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edip bu vaziyette ölenlere gelince, yeryüzü dolusu altını, bağışlanmaları için bedel olarak vermiş olsalar dahi, hiçbirinden asla kabul edilmeyecektir, işte onlar için acıklı bir azap vardır ve hiçbir yardımcı da bulamayacaklardı.[93]
Necrânlılar, sorularının cevabını almakla kalmayıp, bu son ayetlerle Resulüllah’a iman etmeleri gerektiğini bildiren ayetleri de dinleyince ne diyeceklerini bilemediler. Bir süre şaşkın bir şekilde kalakaldılar. Dinledikleri şeyler çok önemliydi. Her şey apaçıktı. Fakat inatlarını, inatlarının dayanağı olan dinlerini terk etmek istemiyorlardı. Ancak dinledikleri ayetlerin birisinde kendilerine sunulan teklif işlerini daha da içinde çıkılmaz hale getiriyordu. Ayette, kendilerinin haklı olduğu konusunda eğer samimi iseler karşılıklı lanetleşmeye davet ediliyorlardı. Ayet şöyleydi: ‘(Ey Muhammedi) Sana gelen bu gerçek bilgiden sonra, kim seninle bu gerçekler hakkında tartışırsa de ki: ‘Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım, sonra hepimiz birden gönülden yalvaralım ve Allah’ın lanetinin, O’nun rahmetinden uzak olmanın, aramızdan yalan söyleyenlerin üzerine olmasını dileyelim.[94] Ayette teklif edilen şey, hakikat konusunda konuşmaların bir yere varmadığı, iddiaların amaca ulaşmadığı, muhatabın inadı nedeniyle düşünülüp-konuşulan konuda sonuca ulaşılamadığı durumlarda kendilerinin yaptıkları bir şeydi. Ayet mübâhale yapmaya, yanlış tarafta olanın lanete uğraması için topluca duada bulunmaya davet ediyordu. Necrânhlar, Resulüllah’ı yanlış buluyorlar ama mübâhale yapmak da istemiyorlardı. Ne diyeceklerini bilemez bir halde bir süre bekledikten sonra, aralarında konuşup bir karara varmak için izin istediler. Resulüllah da onları baş başa bırakıp ayrıldı.
Necrân heyeti ne yapacağını bilemez haldeydi; mübâhale yapmak istemiyorlardı. Çünkü Resulüllah’tan işittikleri şeyler karşısında öz güvenlerini kaybetmişler, yanlış tarafta olduklarını görmüşlerdi. Mübâhale yaparlarsa lanete uğramaktan korkuyorlardı. Fakat din de değiştirmek istemiyorlardı. O geceyi aralarında tartışarak geçirdiler. Ertesi günü Resulüllah’ı, yanma kızı Fâtıma, torunları Hasan ve Hüseyin’i almış bir şekilde yanlarına gelirken gördüler. Korktular. Resulüllah’ın mübâhale için geldiği belliydi. Resulüllah yanlarına yaklaşınca mübâhale yapmak istemediklerini, Müslümanların siyasî egemenliğini tanımaya ve tebaa olmaya razı olduklarını bildirdiler. Bunun üzerine, tebaa olduklarını bildiren, hak ve sorumluluklarını açıklayan bir belge yazılarak kendilerine verildi. Buna göre dinlerinde kalacaklar ama İslâm devletine cizye vergisi vereceklerdi.
Necrân heyeti memleketlerine giderken Resulüllah’a ilginç bir teklifte bulundular. Aralarındaki ihtilafları çözmekte yardımcı olması için yanlarına bir Müslüman’ın verilmesini istediler. Bu da İslâm’a, Müslümanlara dair kanaatlerinin esasen olumlu olduğunu göstermesi açısından önemliydi. İslâm’ın adaletine güveniyorlardı. Resulüllah, Necrân heyetiyle birlikte Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı gönderdi.
Resulüllah, İslâm’ı kabul ettiğini bildirmek için Medine’ye gelen heyetlerin birisiyle görüşüyordu. Heyette yer alan adamlardan birisi daha önce ne kadar büyük yanlışlıklar yaptıklarını, akıllarının işlemez hale gelmesi nedeniyle bu yanlışlıklarını fark edemediklerini, ancak Müslüman olunca gerçeği fark ettiklerini söyleyip bir hatırasını anlatmaya başladı: ‘Ey Allah’ın Resulü.’ Biz putlara tapan, kız çocuklarını öldüren, cahiliye mensubu kişilerdik. Benim bir kızım vardı. Onu çok severdim, o da beni severdi. Kendisine seslendiğim zaman sevinçle yanıma koşup gelir, boynuma sarılırdı. Bir gün onu çağırdım. Yine büyük bir sevinçle yanıma geldi. Elinden tutup, yakınlarımın birisinin bahçesinde bulunan bir kuyunun yanma götürdüm. O ne yapacağımı, niyetimin ne olduğunu bilmiyordu. Onu tutup kuyunun içine attım. Kuyuya atarken ‘Babacığım! Babacığım” diye bağırıyor, kendisini atmamam için yalvanyordu.’ Adam bunları söyleyince Resulüllah üzüldü ve ağlamaya başladı. Göz yaşları yanaklarından aşağıya süzülüyordu. Adamdan işittikleri nedeniyle Resulüllah’ın çok üzüldüğünü gören Müslümanlardan birisi, adama müdahale ederek “Bırak anlatma! Sen Allah’ın Resulünü çok üzdün’ dedi. Fakat Resulüllah bu müdahaleyi onaylamadı: ‘Bırak özenerek yaptığı işi anlatsın’ diyerek adama engel olunmamasını istedi. Sonra da adama dönüp, ‘Anlatmana devam et dedi. Adam yaptıklarını, kızını öldürüşünü olduğu gibi anlattı. Herkes çok üzüldü. En çok üzülen Resulüllah’dı. Göz yaşlan durmaksızın akıyor, sakalını ıslatıyordu. Adam anlatacaklarını bitirince, Resulüllah adama şunları söyledi: ‘Allah, iman etmeniz nedeniyle cahiliye zamanında yaptıklarınızın hesabından vazgeçti. Öyleyse bundan sonra işlerini düzelt ve yanlış yapma.[95] [70] Nasr sûresi, 110:1-3
[71] Hucurat sûresi, 49:17,18
[72] Nasr, 110:1-3
[73] Hucurat, 49:4,5
[74] Buharı, Edeb 26; Vakıdî, Meğazi, 111/979; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 11/161, VII/37.
[75] Maide, 5:101
[76] Hu-curat, 49:1,2
[77] Ahzap, 33:36
[78] Kutub, Fi Zilâli’l Kur’ân, X/567.
[79] Hucurat, 49:17,18
[80] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/331.
[81] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/299; Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1V/219-221; 1bnü’l Esir, Üsdü’l Göbe, IH/57!
[82] Hucurat, 49:6
[83] Hamidullatı, el-Vesaîku’s-Siyasiyye li’l Ahdi’n Nebevi ve’l-Hüâfeti’r-Râşide, 128.
[84] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’1-K.übra, 1/ 263.
[85] Müslim, Cihad 8.
[86] Buharı, Meğazî 62, 345, Zekât 108, Mezalim 9; Müslim, îman 30-31; Nesaî, Zekât 46; Ahmed, Müsned 1/233.
[87] Vakıdî, Meğa^i, III/964.
[88] Vakıdî, Megazi, IH/967, 968; Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, IV/185.
[89] Ahmed, Müsned, IV/218; Ibn Hişam, es-SiretüVNebevryye, İV/185; Vakıdî, Meğazi,IH/968.
[90] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, İV/185; Vakıdî, Meğazi, IH/968.
[91] Zehebi, Tarihü’l islam, 111/966; Rudanî, Cem’ul-Fevdid, İVİL
[92] Kaynaklarda, kesin bir sayı verilmeden, Resulüllah’m Necrân heyetine okuduğu ayetlerin Al-i Imran sûresinin ilk sekseni aşkın ayeti olduğu bildirilir.
[93] Al-i Im-ran, 3: 81-91
[94] Al-i îmran, 3: 61
[95] Darimî, Mukaddime 3,4
Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbini hamd ederek teşbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. [70] Onlar İslâm’a girdikleri için seni minnet altına bırakmak istiyorlar. De ki: ‘Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur. Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizliliklerini bilir, Allah yaptıklarınızı görendir.[71]
Mekke hem müşrikler ve hem de Müslümanlar için çok önemliydi. Müşrikler için Önemliydi; çünkü hemen hepsinin inançlarının ve hayat tarzlarının dayanağı konumunda olan putlarının önemli bir kısmı Mekke’deydi. Ayrıca, en önemli kutsalları olan Kabe de Mekke’deydi. Mekke dini merkezleriydi. Buna ek olarak, en çok katılımlı, en büyük panayırlar Mekke ve civarında düzenlenirdi. Bu açıdan Mekke, müşriklerin sadece dinî değil, aynı zamanda ekonomik, siyasî, kültürel faaliyetlerinin de merkeziydi. Şirk Mekke’siz ayakta duramazdı. Mekke şirkin otnurgasıydı ve müşrikler için Mekke’nin kaybı her şeyin kaybı sayılırdı.
Mekke, Müslümanlar için de önemliydi; Müslümanlar için ayrıcalıklı bir öneme ve değere sahipti. Zira orası tevhidin merkezi, islâm davetinin doğduğu yer, örnek Kur’an neslinin önemli bir kısmının memleketi, İslâm’ın kıblesi idi. Ayrıca şirkin kıblesi ve merkezi olması nedeniyle Mekke’nin fethedilmesi şirkin belinin kırılması anlamına geliyordu ki, bu da Müslümanlar için Mekke’nin önemini daha da artıran bir durumdu. Tüm bu ve ayrıntıda kalan diğer bazı nedenlerden dolayı Mekke, hem müşrikler ve hem de Müslümanlar için başka bir yerleşim merkeziyle kıyaslanamayacak derecede büyük bir öneme sahipti.
Müşrikler için Mekke’nin kaybı dinî, siyasî, ekonomik, kültürel bir hezimetti. Bu nedenledir ki, Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethedilip bütün putların imha edilmesi ve Kabe’nin tevhidin sembolü haline getirilmesiyle, müşrikler dinleriyle ilgili önemli bir güven kaybına uğradılar; artık putları yoktu; inançlarının, hayat tarzlarının referansları imha edilmişti. Üstelik, putların bekçisi olmaları nedeniyle Mekke halkını teşkil eden ve Arapların en saygın topluluğu, bir anlamda dinî lider konumunda olan Kureyş toptan Müslüman olmuştu. Artık bölgenin tüm müşrik toplulukları hem dinî ve hem de siyasî, ekonomik, kültürel açıdan başsız kalmışlar; tüm dayanaklarını kaybetmişlerdi. Ama şu da var ki, bundan böyle şirkin inançlarının içten ve siyasî, ekonomik, kültürel ilişkilerin dıştan kuşatan baskılarını üzerlerinde hissetmeden neye inanacaklarını ve neye göre yaşayacaklarını daha özgürce düşünebilir, daha özgürce kararlar alabilirlerdi.
Esasen, Arap topluluklarının bir çoğu, son birkaç yıldır Müslümanlarla müşrik Kureyş arasındaki çekişme ve savaşların nasıl sonuçlanacağını büyük bir merakla bekliyorlardı. Birçok topluluğun gönlü bu süre içerisinde Müslümanlardan yana kaymıştı. İslâm nedeniyle, tarihte hiç benzeri görülmemiş bir şekilde, yarımadada bir iradenin egemen olmaya başladığını ve bunun da yarımadayı güvenlikli bir yer kıldığını görüyorlardı. Artık zorbalar cezasız, mazlumlar çaresiz kalmıyordu. Bu ise İslâm’ın görünüşteki birçok muhalifinin gönlünde, İslâm’la ilgili daha farklı duygu ve düşüncelerin oluşmasına, daha derinliklere uzanan sevgi ve saygıların yeşermesine imkân sağlamıştı. Ancak Müslümanlarla Kureyş arasındaki savaşlar sonuçlanmadan, bir taraf diğer tarafa itaat eder konuma gelmeden, saflarını açıkça belirlemekten kaçmıyorlardı. Özellikle de Müslümanlardan yana bir tercihte bulunmaktan kaçınıyorlardı.
Dini beraberlikleri ve geleneksel bağlan nedeniyle istemeseler de Kureyş’ten yana gibi görünmek zorundaydılar. Zira, binlerce yıllık inançlarını, kültürlerini, siyasî, ekonomik, askeri ilişkilerini beş on yıllık bir hareket için terk etmeleri son derece zordu. Heran her şey eskisi gibi olabilir, şirkin egemen olduğu, Kureyş’in lider olduğu döneme dönülebilirdi. Bu durumda Müslümanların yanında veya tarafında yer alanlar zor durumda kalırlardı. Yapabilecekleri en radikal tercih, tarafsızlık politikasıydı. Daha fazlasını yapmaları mümkün değildi. Bu nedenle kendi aralarında ‘Muhammed’i Kureyş ile baş başa bırakalım. Taraf olmayalım. Eğer Muhammed galip gelirse O’nu tasdik eder, O’nun tarafında yer alırız- Yok eğer Kureyş galip gelirse durumumuzu riske etmemiş oluruz’ diyorlardı.
Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethedilmesi bir dönüm noktası oldu. Artık galip taraf belli olmuştu. Gönlü Müslümanlardan yana olanların, tercihlerini kolaylıkla yapabilecekleri ve bu tercihlerine göre davranacakları yeni bir aşamaya geçilmişti. Daha da önemlisi Kureyş de taraf değiştirmiş, sadece savaşın mağlubu olmakla kalmayıp, galibin safına geçmişti. Üstelik Kureyş dışında yarımadanın önemli ve güçlü topluluklarından Hevazin ve Sakif de yenilmiş, dağılmış ve hatta bir kısmı Müslüman olmuştu. İşte tüm bunlar diğer Arap toplulukları için son birkaç yıldır büyük bir merakla bekledikleri sürecin sonuydu.
Resulüllah’ın liderliğindeki Müslümanların Mekke’nin fethini takiben Medine’ye dönüşleri ile yeni sürecin özelliğine uygun olarak daha önceleri son derece istisna niteliğinde olan bir durum olanca yoğunluğuyla yaşanmaya başladı. Medine’ye dönüşün ilk haftası içinde “heyetler yılı” olarak tanımlanacak ve hicri 9. yıla damgasını vuracak bir süreç yaşandı. Bu süreci farklı kabilelere ait temsilcilerin peş peşe Medine’ye gelerek Müslüman olduklarım bildirmeleri oluşturdu. Bu şekilde altmışı aşkın temsilci grubu geldi. Bazıları bir kişiden oluşurken, bazıları 80-100 kişiden oluşan kalabalık heyetlerdi. Temsilcilerini Medine’ye gönderen ve Müslüman olduklarını bildiren toplulukların arasında Bâhile, Sa’lebe, Kahtanî, Suda, Sâkif, Temim, Esed, Uzre, Belî, Behrâ, Kilâb, Tuceyb, Bekkâ gibi yarımadanın büyük kabile veya boylarının temsilcileri vardı. Bu heyetler, Mekke’nin el değiştirmesini takiben yarımadadaki iradenin kime geçtiğini göstermesi açısından önemlidir. Artık irade Müslümanlardaydı ve bu iradeye karşı koyacak kimse kalmamıştı. Müşrikler arasındaki çok farklı gerekçelere dayanan her türlü dayanışma ve yardımlaşmalar kopmuş, dağılmış ve her topluluk kendi tercihiyle baş başa kalmıştı. Tüm bunlar ise, görünüşte Müslümanların aleyhine olan ve başta Hz. Ömer olmak üzere birçok Mûslümamn tepkisine yol açan Hudeybiye anlaşmasının esasen yeni bir dönemin başlangıcını teşkil ettiğini, artık Müslümanların galip olacaklarını, islâm’ın çekim merkez haline geleceğini, insanların topluluklar halinde Müslüman olacaklarını müjdeleyen ayetin tanımlamasına birebir uyuyordu. Hudeybiye anlaşmasının hemen sonrasında vahyolunan ve Müslümanları zaferle müjdeleyen ayet şöyleydi: ‘Allah’ın yardımı ve zaferi geldiği ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbini hamdederek teşbih et ve .O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.[72]
Müslüman olmak veya Müslüman olduklarını bildirmek için Medine’ye gelen kişiler veya heyetler esasen İslâm’ı bilen kimseler değillerdi. Yaşanan süreç tamamen iktidarın çekim merkezi oluşunun gereğine göre şekilleniyordu. Artık güç Müslümanlardaydı ve güce eğilimli insanlar bu yeni güce itaat etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Ancak ne var ki mensubu olduklarını bildirmek için Medine’ye temsilciler göndermelerine.neden olan dini ayrıntılı bir şekilde bilmiyor, İslâm’ın birçok gereğinden habersiz bulunuyorlardı. Bu da gösteriyor ki tercihlerin temel nedeni irade değişimiydi. İrade değişimi siyasî, ekonomik kültürel değişimi gerektirmiş ve topluluklar buna göre davranıyorlardı. Yoksa gerçekten İslâm’ı tek doğru din, esenliğin tek yolu olduğu için kabul etmiyor veya kabul ettiklerini bildirme ihtiyacı hissetmiyorlardı. Elbette ki bunu insanlar içinde en iyi bilen Resu-lüllah’dı. Bu nedenle Medine’ye gelen her heyetin bir süre Medine’de kalmasını istiyordu. Belirli evlere, mescidin gölgeliğine veya mescit yakınma kurulan çadıra yerleştirilen topluluk temsilcileri, Medine’de kaldıkları beş-on gün içerisinde Resulüllah’ın ahlâkını müşahede ediyorlar, Müslümanların hâl ve hareketlerini gözlüyorlar, okunan Kur’an’ları dinliyorlar, kılman namazları seyrediyorlar, zihinlerine takılan sorularını sorup cevaplarını alıyorlardı. Medine’de misafir edildikleri süre içinde islâm’ı biraz olsun öğrenen ve Müslümanlara karşı sevgi ve saygı ile dolu hale gelen temsilcilerin yanlarına kendilerine İslâm’ı öğretecek Müslümanlardan birisi verilerek memleketlerine gönderiliyorlardı. Ayrıca kalplerini kazanmak, sırf siyasî, ekonomik nedenlerle olan tercihlerinin kalplerinde de karşılık bulmasını sağlamak için kendilerine değerli hediyeler takdim ediliyor, bahşişler veriliyordu.
Müslüman olduklarını bildirmek için gelen topluluk temsilcileri, hem islâm’ın ahlâkından ve terbiyesinden habersiz oldukları ve hem de büyük çoğunluğu kaba-saba, görgü ve edepten uzak bedevi insanlar oldukları için, kolaylıkla yanlış ve kaba davranışlar sergileyebiliyorlardı. Gördükleri hoşgörü ortamında kendilerini kontrol edemeyip, yanlış sözler sarf edebiliyorlardı. Ancak onların bu durumları islâm’ı doğru öğrenmeleri açısından bir fırsatın doğmasına neden oluyor ve yanlış hâl ve hareketleri, kaba söz ve davranışları nedeniyle islâm’ın referansını, İslâm davetinin rehberini daha yakından tanıma imkânı elde ediyorlardı. Çünkü söz konusu yanlışlıklar karşısında islâm davetinin kaynağı ve rehberi olan Kur’an duruma müdahale ediyor, yaşanan yanlışlıkların örnekliğinde en güzel ahlâkın evrensel ölçülerini bildiriyordu. Kur’an, islâm’ı bilmeden Müslüman olmaya karar vermiş o insanları her hâl ve hareketleriyle eğitiyor, öğretiyor ve her türlü yanlışlıktan, hoş olmayan davranışlardan, kaba-saba tutum ve tavırlardan uzak durmalarını sağlıyordu. Bu konuda yaşanan bazı örnekler şunlardır:
Mekke’nin fethini takip eden ilk günlerin birisinde, kalabalık bir topluluk olan Temimler adına yaklaşık 90 kişiden oluşan bir temsilci grubu Medine’ye geldi. Heyetin başkanı Utarid b. Hâcib, kalabalık bir topluluğun temsilcisi ve kalabalık bir heyetin başkanı olmanın gururu içindeydi. Kalbinde ve davranışlarında güzel ahlâkın izini bulmak zordu. Medine’ye geldiğinde doğruca mescide gidip Resulül-lah’m nerede olduğunu sordu. Mescitteki Müslümanlar, Resulüllah’ın odasında olduğunu, namaz vakti mescide geleceğini söylediler. Utarid b. Hâcib, az bir süre de olsa bekletilmeyi gururuna yediremedi. Bağırarak sesini Resulüllah’a duyurmaya çalıştı. Çok kaba bir tavırla ‘Muhammedi Dışarı çık! Hadi gel! Seninle görüşüp konuşmaya geldim!’ diye bağırmaya başladı. Utarid b. Hâcib’in davranışı çirkin, hitabı kabaydı. Seslendiği kişinin herhangi birisi değil, Allah’ın elçisi, hidayet rehberi olduğunu düşünmüyordu. Resulüllah’a karşı, herhangi bir kimseye karşı bile sahip olunması gereken saygıya sahip değildi. Bu konuda arkadaşları da kendisine eşlik ediyorlardı. Hz. Bilâl mescitte bağıran bu kaba insanlara müdahale ederek sakin olmalarını istedi. Ama bir zencinin kendilerine müdahale etmesini hiç kabullenemediler ve daha da kabaiaştılar. Bu şekilde bir süre geçti. Namaz vakti geldi. Resulüllah odasından çıktı ve bu kaba davranışlı, saygı nedir bilmeyen bedevi topluluğun temsilcileriyle görüştü. Herhangi bir eleştiride bulunmadı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi onların sorularını cevapladı, istek ve arzularını dinledi. Ancak bu arada vahyolunan bir ayet sürece müdahale etti ve Temim heyetini, davranışlarmdaki kabalık nedeni) le kınayıp, bu tutum ve davranışı terk etmeleri gerektiğini bildirdi. Ayet şöyleydi: ‘(Resulüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.[73]
Temim topluluğu en iyi hatiplerini, şairlerini Medine’ye gönderdikleri heyete dahil etmişlerdi. Çünkü, İslâm davetini bir şahsın liderliğinde doğan siyasî bir hareket olarak düşünüyorlardı, islâm’ın ilâhî boyutunu anlamamışlardı. Ayrıca, islâm’ın referansı olan Kur’an’ı edebî bir kitap olarak düşünüyor ve bu konuda kendilerinin de yetenekli olduklarını ispatlama arzusu taşıyorlardı. Heyet Medine’ye gelince kendi yeteneklerini, üstünlüklerini gösterme gayretiyle bir teklifte bulundular. Kendi hatip ve şairlerinin Resulüllah ile yarışmaya hazır olduklarını bildirdiler. Görüşleri yanlış, teklifleri garipti. Ancak islâm’ı bilmedikleri için bu yanlışlığı yapan, garip teklifte bulunan heyete Resulüllah müdahale etmedi. Israrlı teklifleri karşısında Müslümanlardan Hassan b. Sabit ile şiir konusunda yarışabileceklerini söyledi. Yarışma başladı ve Hassan b. Sabit islâm’ı konu edinen güzel şiirleriyle Temim heyetini etkiledi. Temimler, Hassan’m üstünlüğünü kabul ettiler ve bir daha yarışma teklifinde bulunmadılar.
Temimler bedevi insanlardı; kalpleri katı, davranışları kabaydı. Kalplerinde sevginin, sözlerinde nezaketin, davranışlarında kibarlığın izlerini bulmak zordu. Medine’de misafir olarak kaldıkları günlerin birisinde kendilerince çok garip bir durumla karşılaştılar. Resulüllah’ı torunu Hasan’ı sevip okşarken gördüler. Şaşırdılar. Anlayışlarmca yaşlı bir kimsenin çocuklarla ilgilenmesi, özellikle de bir liderin bir çocuğa ilgi gösterip onu sevmesi kabul edilebilecek bir davranış .değildi. Bunu, yaşlılığın gerektirdiği saygı ile, liderliğin gerektirdiği özel ve ayrıcalıklı birisi olmakla çelişen bir durum olarak değerlendirdiler. Temim heyetinde yer alan Akra, Resulüllah’a yakıştıramadığı bu duruma tepki göstererek ‘Ne şaşılacak bir durum! Sen çocukları okşayıp, seviyorsun! Halbuki benim on çocuğum var. Şimdiye kadar hiçbirisini ne okşadım ve ne de öptüm’ dedi. İşte değiştirilmesi gereken, islâm’ın yok etmek istediği tutumlardan birisi de bu idi. Resulüllah, Akra’ya bakıp, onun anlayabileceği bir dille ‘Merhamet etmeyene, merhamet edilmez [74] dedi. Mesaj açıktı. Daha sonra görüşmelere geçildi. Resulüllah, Temim heyetini islâm konusunda eğitmeye, ne yapmaları ve nasıl davranmaları gerektiği konusunda bilgiler vermeye başladı. Bir ara konu hacca geldi. Resulüllah haccm farz olduğunu bildirip gereklerini açıkladı. Temim heyetinde yer alan Akra söze karışıp ısrarlı bir şekilde ‘Her sene mi haccedeceğiz?’ diye sormaya başladı. Resulüllah onun bu ısrarlı sorusuna cevap vermedi. Fakat Akra ısrarı terk edecek gibi değildi. Bunun üzerine vahiy devreye girdi ve insanlara bir evrensel ölçüyü daha bildirildi: ‘Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur’an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. (Açıklanmadığına göre) Allah onları affetmiştir. (Siz sorup da başınıza iş çıkarmayın). Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir.[75]
Resulüllah, diğer heyetlerde olduğu gibi, bir süre Medine’de misafir edilen Temim topluluğunun temsilcilerine hediyeler verdi ve memleketlerine gidebileceklerini bildirdi. Yine diğer temsilcilerin memleketlerine giderken yaptığı gibi, İslâm’ı iyi bilen bir Müslümanı heyetle birlikte Temimlere göndermeyi düşündü. Düşüncesini iki yakın dostu, Müslümanların iki seçkini olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer ile birlikteyken dile getirdi. Ebû Bekir, kendisine hiçbir şey sorulmamış olmasına rağmen ‘Bunların başına Ka’ka b. Zurâre’yi görevlendir’ dedi. Ömer, Ebû Bekir’in teklifinden hoşlanmadı. Akra b. Hâbis’in daha doğru tercih olacağını dile getirdi. Ömer’in teklifi de Ebû Bekir’in hoşuna gitmedi ve aralarında çekişip, tartışmaya başladılar. Resulüllah, hoşlanmadığı bu çekişme ve tartışmaya müdahale etmedi, istiyordu ki, iki seçkin arkadaşı herhangi bir uyarıyla karşılaşmadan hatalarının farkına varsınlar. Fakat Ebû Bekir ve Ömer bir kez tartışmaya kendilerini kaptırmışlardı. Sesleri gittikçe yükseldi. Hatta, Resulüllah’ın sesini de bastıracak şekilde birbirleriyle tartışıyorlar, Resulüllah’m yanında olduklarının, Resulüllah’m huzurunda ve onun izni olmadan dile getirdikleri bir görüş çerçevesinde tartıştıklarının farkında değillerdi. Onların bu bireysel hataları, ilâhî bir uyarının vesilesi oldu. Vahyolunan bir grup ayet, o bireysel durumdan hareketle evrensel bir ölçüyü dile getirdi. Ayetler şöyleydi: ‘Ey iman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.[76]
Hz. Ebubekir ve Ömer’in yanlış tutum ve davranışlarını örnek alarak evrensel bir ölçüyü dile getiren ayetlerin mesajı açıktı. Ayetler öncelikle yaşanan olay bağlamında, o iki Müslümanm şahsında, Resulüllah’m bir insan olmasına karşılık herhangi bir insan olmadığını, O’nun huzurunda herhangi birisinin huzurunda gibi davranmamaları gerektiğini, daha itinalı ve dikkatli olmaları gerektiğini dile getiriyor ve bunu ise konuşmalarındaki ses tonunun yüksekliğine vurguda bulunarak açıklıyordu. Müslümanlar unutmamalıydılar ki, Resulüllah’a karşı yapılacak bir saygısızlık, O’na karşı yapılacak bir hata, herhangi birisine karşı yapılmış saygısızlık veya hata gibi değildi. O’na saygı göstermek, O’nu sevmek, O’na itaat etmek imanın gereğiydi. Başkalarına yönelik saygısız davranışlar ahlâki açıdan .yanlış olmasına karşılık, Resulüllah’a karşı saygısızlık aynı zamanda imana zarar verecek bir durumdu.
Çünkü O’na karşı saygısızca davranışta bulunmak, O’nun Allah’ın bir elçisi olarak bildirdiklerine karşı da lakayt olmaya, saygısız davranmaya neden olabilirdi. Resulüllah bir insandı, arkadaştı, akrabaydı, babaydı, kocaydı, dedeydi, yoksul hayatını tercih eden birisiydi; şatafattan, kralların tercih ettiği şatafattan hoşlanmayan, kalplere korku salmaktan uzak durmaya özel gösteren birisiydi. Ama o bütün bunlara rağmen bir elçiydi; Allah’ın elçisiydi. O halde O’na karşı gerekli saygı ve sevgi olması gereken biçimiyle gösterilmeli, O’nun iyi niyeti farkına varılsın veya varılmasın suiistimal edilmemeliydi. Kendi hatalı davranışlarından dolayı tüm Müslümanlara yönelik evrensel bir ölçünün açıklanmasına vesile olan Ebû Bekir ve Ömer mesajı çok iyi anladılar. Bir daha Resulüllah’m huzurunda hiçbir zaman tartışmadılar, seslerini yükseltmediler. Mümkün olduğunca Resulüllah’m sesinden daha kısık bir sesle ve en içten gelen bir saygı ile konuştular.
Elbette ki sesin yüksekliği ile ilgili uyarı daha çok sembolik bir anlamda kullanılmıştı. Müslümanlardan, seslerini Resulüllah’ın sesine baskın olacak şekilde ifade etmemeleri bildirilirken, çok daha başka boyutta, imanın gereği olan bir ölçü bildirilmişti. Deniliyordu ki, Allah’ı yegâne ilâh, Resulüüah’ı ise yüce Allah’ın elçisi olarak kabul edip, inanç ve hayatım Resulüllah ile bildirilen bilgilere ve ölçülere göre inşa eden bir kişinin Müslümanlığının devamı, Allah’ın bildirdiklerine, Resulüllah’ın istediklerine itaatle mümkündür. Hiçbir Müslüman bu konuda ‘Allah ve Resulü ne dedi, ne bildirdi’ demeden kendince görüş bildirmeye, bildirdiği görüşte ısrar etmeye hakkı yoktur. Hiç kimse görüş bildirmede, ilke belirlemede, inanç ve hayat tarzı konusunda ölçü oluşturmada Allah ve Resulünü dikkate almama hakkına ve serbestliğine sahip değildir. Bu açıdan Ebû Bekir ile Ömer’in yanlışları nedeniyle vahyolunan ayetler daha önce vahyolunmuş bir başka ayetin bir başka açıdan tekrarı ve açıklaması niteliğindeydi. O ayet şöyleydi: ‘Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.[77] O iki seçkin Müslümanm yanlışlarından dolayı bildirilen evrensel ölçü daha çok ve hatta tamamen bununla ilgiliydi. Fiziksel anlamda sesin Resulüllah’m sesine baskın olmaması sadece Resulüllah’m zamanındaki Müslümanlar için verilmiş doğrudan bir emirdi. Ama evrensel ölçü, hiçbir şeyin Resulüllah’m önüne geçirilemeyeceği, hiç kimsenin görüşünün, düşüncesinin Resulüllah ile bildirilen ilâhî ilke ve ölçülere rağmen doğru kabul edilemeyeceği ile ilgiydi. Böyle olduğu içindir ki, ayetlerin asıl mesajını çok iyi anlayan Müslümanlar, takip eden zamanda, titizliklerini çok ileri götürdüler, en iyi bildikleri konuda bile Resulüllah’tan önce görüş bildirmekten Özenle kaçındılar. Veda haccı sırasında yaşanan bir durum bunun ilginç örneğini oluşturdu. Resulüllah, Veda haccı sırasındaki konuşmalarından birisinde içinde bulunulan ayın hangi ay olduğunu sorduğu zaman, oradaki Müslümanların hepsi Zilhicce ayında olduklarını biliyorlardı. Ama yanlış yapmamak için ‘Hangi aydayız?’ sorusuna ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir’ dediler. Resulüllah ‘Bu belde neresidir?’ diye sorduğunda da aslında Mekke’de olmalarına ve bunu da bilmelerine rağmen ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir’ dediler. O sırada Resulüllah’ın yanındaki Müslümanlardan birisi bu tavırlarının nedenini daha sonraları şöyle açıklamıştır: ‘Biz Resulüllah’ın farklı bir şey söyleyeceğini düşünüyor ve O’na muhalefet etmekten çekmiyorduk. [78]
Müslüman olduklarını bildirmek için Medine’ye gelen heyetlerden birisi de, Hicaz bölgesinin kalabalık ve güçlü bir kabilesi olan Esedlere aitti. Esed kabilesinin Ganm boyuna mensup bazı kişiler hicretin ilk yılında Müslüman olmuşlardı. Bu birkaç kişi hariç kabilenin tamamı H. 9. yılını teşkil eden ‘heyetler yıh’na kadar müşrik olarak kalmışlar, ancak o zamana kadar da içlerindeki o birkaç Müslümandan, islâm’la ilgili bir şeyler öğrenmişlerdi. Esed kabilesini temsil eden heyet Medine’ye geldiği zaman, diğer topluluk temsilcilerinin hepsinin de siyasî, ekonomik, askerî nedenlerle Müslüman olmayı kabul ettiklerini biliyorlardı. Halbuki kendilerinin durumu öyle değildi. Kendileri Müslümanların askerî, siyasî, ekonomik güçlerinden korktukları veya güçlüden yana olmak gibi bir tutuma sahip oldukları için değil, gerçekten Müslüman olmak istedikleri için Medine’ye gelmişlerdi, islâm ile hem dünya ve hem de ahiret hayatlarını esenlik kılacaklarına inandıkları için Müslüman olmuşlardı. Üstelik diğer toplulukların hemen hepsi daha önce Müslümanlarla savaşmışlardı. Halbuki kendileri böyle değillerdi. Hem Müslümanlarla hiç savaşmamışlar ve hem de içlerinden bazıları Müslümanların en zayıf oldukları dönemde Müslüman olmuşlardı. Esedler, bu farklılıklarını bir ayrıcalık nedeni kabul ediyorlardı. Bu nedenle de gururlanıyorlardı. Ancak bu gururları çok önemli bir yanlışa neden olmakta gecikmedi. Heyet Medine’ye geldiği zaman kendilerinin çok güçlü bir topluluk olduklarını, çok sayıda adamları olduğunu, isteseler Müslüman olmayabileceklerini, çünkü Müslümanlardan korkmadıklarını söylemeye başladılar. İşi daha da ileri götürüp, bazı konularda kendilerinin diğer topluluklara göre bazı ayrıcalıklara sahip olmaları gerektiğini dile getirdiler. Fal bakma ve kehanette bulunma imtiyazlarının olmasını, şirkle ilgili bu iki uygulamanın kendilerine yasaklanmamasını arzuladılar. Bu yanlış ve dolayısıyla yadırganacak bir durumdu. Müslüman olan ancak kendisi için Müslüman olurdu, islâm’ın birilerine değil, insanların İslâm’a ihtiyacı vardır. Bu nedenle hiç kimse, İslâm’ı veya Müslümanları mihnet altında bırakmaya, Müslümanlığı nedeniyle ayrıcalıklı olma isteğinde bulunmaya hakkı yoktur. Esed topluluğunun yanlışı vahyolunan bir ayetle gecikmeden düzeltildi ve onlar vesilesiyle bir evrensel ölçü daha bildirildi: ‘Onlar İslâm’a girdikleri için seni minnet altına bırakmak istiyorlar. De ki: ‘Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur. Şüphesiz Allah, göklerin veyerin gizliliklerini bilir. Allah yaptıklarınızı görendir[79]
Esed kabilesini temsil eden heyetin yanlış inanç ve tavırlarına karşılık, heyette yer alan Dırâr b.Ezver çok daha başka düşünceler ve arzular içerisindeydi. O kabile-sindeki Müslümanlardan İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenmiş ve samimi bir şekilde Müslüman olmuştu. Resulüllah’ın yanma geldiği zaman bir şiir okumayı arzuladı ve bu konuda izin istedi. İzin verilince şiirini okumaya başladı. Dırâr b. Ezver şiirinde içki, kumar gibi ‘pisliklerden uzak durduğunu; hayatı bir oyun ve eğlence gibi görmediğini, sorumluluğunun farkında olduğunu; İslâm’ın egemenliği için her türlü yanlışa karşı savaşmak arzusunda olduğunu, savaşıp şehit olmayı arzuladığını dile getiriyordu. Bunu ise bir alış-verişe benzetiyordu. Ticaretinin gereği olarak vazgeçtiklerinin karşılığı olmak üzere Allah’ın rızasını talep ediyordu. Resulüllah Dırâr b. Ezver’in şiirinden hoşlandı, kararını onayladı ve bu kararı ile ‘kârlı bir alış-veriş yaptığını [80] bildirdi. Dırâr sevindi. İyi bir Müslüman olarak hayatını sürdürdü.
Medine’ye gelen heyetlerden birisi de Resulüllah’ın çocukluk yıllarını aralarında geçirdiği Sâ’d b. Bekr topluluğunun temsilcileriydi. Heyetin başkanı olan Dımam b. Salebe sözünü saklamayıp doğrudan söyleyen, yanlışları eleştirmekten çekinmeyen, nezaket kurallarını ise pek dikkate almayan birisiydi. Bazı Müslümanlarla sohbet eden Resulüllah’ın yanma varınca Âbdulmüttalib’in torunu hanginiz?’ diye seslendi. Resulüllah Âbdulmüttalib’in torunu benim’ dedi. Dımam ‘Sen şu kendisinden bahsedilen Muhammed misin?’ dedi. Resulüllah ‘Evet, ben o kimseyim, dedi. Sonra aralarında şu konuşma geçti:
Muhammed beni iyi dinle, sana bazı şeyler soracağım. Fakat ben sözünü esirgemeyen, düşüncesini olduğu gibi ifade eden birisiyim. Umarım bu özelliğim nedeniyle kırılmaz ve kızmazsın.
Sen sorunu sor, kırılmam ve kızmam.
Allah için doğru söyle! Sen gerçekten bir peygamber misin? Gerçekten Allah seni seçip insanlara gönderdi mi?
Evet ben bir peygamberim. Allah beni seçti ve insanlara gönderdi.
Allah için doğru söyle! Kendisine ibadet etmemizi, hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamamızı, atalarımızın tapındığı putları terk etmemizi Allah mı emretti?
Evet, bu dediklerinin hepsini Allah emretti. Dımam, islâm’la ilgili merak ettiği her şeyi sert bir üslûpla teker teker sordu. Onun sert ve kızdıran üslûbuna karşılık Resulüllah sakindi ve Dımam’ın bütün sorularına cevap verdi.
Dımam, konuşmanın seyri sürecinde bir yandan aldığı cevapları düşünüp anlamaya çalışırken, bir yandan da karşısındaki kişiyi tanımaya, tutum ve tavırlarını değerlendirmeye çalışıyordu. Uzun süren konuşma boyunca karşısındaki kişinin kendi adına ikbal hesaplan yapmayan, krallığa özenmeyen, insanların iyiliklerini düşünen, yoksul bir insanın hayatını kendisi için tercih eden bir şahsiyet olduğunu gördü. Bu durum Dımam’ı etkiledi. Soracak sorusu kalmayınca ve Resulüllah hakkında kuşkusuz bir kanaate ulaşınca ‘Ey Muhammed! Ben şahitlik ederim ki sen gerçekten bir peygambersin. Bunda kuşku yok. Sana inanıyor ve güveniyorum. Allah’tan başka ilâh olmadığını, senin de Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu kabul ediyorum. Ben Allah’ın emirlerini yerine getireceğim. Yasak ettiklerinden kaçınacağım. Yapacağım budur; ne daha az ne de daha fazlasını yaparım’ dedi ve sonra oradan uzaklaştı. O giderken Resulüllah’ın ‘Dediğini yaparsa cenneti hak eder [81] dediği duyuldu.
Zekât imanı bir sorumluluk olduğu kadar, diğer ibadetlerde olduğu üzere, aynı zamanda bireysel ve toplumsal hayata yönelen, insanın dünya hayatını düzene koyan, ahlâkî, siyasî, ekonomik yönleri bulunan bir ibadettir. Bu nedenle Resulüllah, topluluk temsilcilerinin İslâm davetini kabul ettiklerini bildirmek için Medine’ye akın ettikleri günlerde söz konusu topluluklara Müslüman oluşlarının kendilerine yüklediği bir sorumluluk olmak üzere zekatı bildirdi. Zamanı gelince bazı Müslümanları zekât mallarını toplamakla görevlendirerek bu topluluklara gönderdi.
Zekât imanî sorumluluğun yanı sıra, o toplulukların gerçekten Müslüman olduklarını anlamak için önemli bir ölçüydü. Aynı zamanda Müslüman olmalarının getirdiği toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın gereğiydi. Büreyde b. Husayb ve Kâ’b b. Mâlik, Eşlem ve Gıfâr topluluklarına; Abbâb b. Bişr, Süleym ve Müzeyne topluluklarına; Râfi b. Mekıs, Cüheyne topluluğuna; Amr b. Âs, Fezâre topluluğuna; Dahhâk b. Süfyân, Kilâb topluluğuna; Busr b. Süfyân, Kâ’b topluluğuna;
Ibn el-Lütbeyyete, Zübyân topluluğuna gönderildiler. Görevleri, yeni Müslüman olmuş bu toplulukların zekâtlarını toplamak ve verilmesi gereken kimselere vermek veya Medine’ye getirmekti.
Zekât memurlarından Velid b. Ukbe’nin bir yanlış anlaması nedeniyle yaşanan olay, vahyin sürece müdahale etmesine ve Müslümanlar için evrensel bir ölçünün daha bildirilmesine vesile oldu. Olay şu şekilde gelişti: Huzâa kabilesinin Mustalık boyuna mensup olan Haris b. Dırar, Resulüllah’ın yanma gelerek kendisiyle görüşüp, konuşmuş ve Müslüman olmuştu. Müslümanlığında samimiydi. Resu-lüllah’tan kendisine izin verilmesini, kavmine gidip bütün tanıdıklarına İslâm’ı anlatmak istediğini, Müslüman olanların zekâtlarını toplayıp Medine’ye göndereceğini bildirdi. Resulüllah da ona istediği izni verdi. Haris b. Dırar dediği gibi yaptı. Kavminden herkese İslâm’ı anlattı, Bir çoğunun Müslüman olmasına vesile oldu. Aradan bir süre geçince zekât vermesi gerekenlerden zekât mallarını topladı. Daha önce Resulüllah ile görüşmesi sırasında kendisine bildirildiği üzere Resulüllah’ın görevlendirdiği birisi Medine’den gelecek ve zekât mallarını teslim alacaktı. Ancak, Mustalıklar zekât mallarını toplamış, teslim alması için zekât memurunu beklerlerken, hiç haberdar olmadıkları bir başta süreç yaşandı.
Resulüllah, Mustalıkların zekâtlarını teslim alması için Velid b. Ukbe’yi görevlendirdi. Velid b. Ukbe görevinin gereğini yerine getirmek için yola çıktı. Ancak yolda karşılaştığı bazı kötü niyetli kimselerden, Mustalıkların Müslümanlıklarında samimi olmadıklarını, Haris b. Dırar’ın yalancı olduğunu, zekât mallarını istemek için gittiği zaman kendisini öldürmeyi planladıklarını işitti. Bu sırada Mustalık boyundan bazı kimseler de zekât memurunu karşılamak için yola çıkmışlardı. Velid b. Ukbe kendisini karşılamak için yola çıkmış Mustahklan görünce işittiklerinin doğru olduğuna inandı. Gelenleri kendisini öldürmek isteyen kimseler olarak düşündü ve hemen Medine’ye dönerek duyduklarını kesin bir bilgi gibi Resulüllah’a aktardı. Kendisini öldürmek isteyenlerden bahsetti. Bütün bunların sorumlusunun ise Haris b. Dırar olduğunu söyledi. Resulüllah işittikleri karşısında Halid b. Velid’i bir birliğin başında Mustalıklara gönderdi. Durumu yerinde araştırmasını istedi.
Resulüllah, Velid b. Ukbe’nin araştırmadan inandığı yalan haber nedeniyle Ha-iid b. Velid’i Mustalıkların durumunu anlaması için görevlendirdiği sırada, zekât memurunun gelmemesi nedeniyle Mustalıkları bir merak sardı. Haris b. Dırar zekât memurunun gelmemesinin bir problemden kaynaklandığını düşündü. Normal şartlarda Resulüllah’m zekât memurunu zamanında göndereceğinden emindi. Bilmediği bir sebepten dolayı Resulüllah’ın kendilerine kızmasından ve küsmesinden korktu. Yanma aldığı bazı arkadaşlarıyla birlikte Medine’ye gitmek üzere yola çıktı.
Halid b. Velid’in komutasındaki Müslümanlar gizlice Mustalıkların bölgesine girdiler. Yine aynı gizlilikle Mustalıkların yerleşim merkezine girdiler. Mustalık-ların namaz kıldıklarım gördüler. Hemen Medine’ye döndüler ve durumu Resulüllah’a bildirdiler. Bu sırada Haris b. Dırar ve arkadaşları da Medine’ye geldiler. Yanlışlıkların nedeninin zekât memuru Velid b. Ukbe’nin güvenilir olmayan kimselerden duyduğu yalan haber olduğu anlaşıldı. Ortada bir kişinin ihmalkârlığı vardı ve bu büyük problemlere neden olacak kadar önemli bir ihmalkârlıktı. Bu yalan haber az kalsın Müslümanlar arasında bir kavga ve hatta savaş çıkmasına neden olacak kadar önemliydi. Vahyolunan bir ayet duruma müdahale ederek Müslümanlar için evrensel bir ölçüyü bildirdi. Ayet şöyleydi: ‘Ey iman edenler} Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.[82]
Müslümanların Arap yarımadasında tartışılmaz bir güç, bir irade haline gelmelerini, Müslüman olduklarını bildirmek için Medine’ye akın eden topluluk temsilcilerinin yanı sıra, daha önce Fars veya Bizans egemenliğini kabul etmiş bazı yöneticilerin Müslüman olmalarından veya İslâm egemenliğini tanımlarından da anlamak mümkündür. Bu konuda ilk ve önemli örneklerden ikisini Umman ve Bahreyn bölgesi yöneticilerinin İslâm davetini kabul etmeleri oluşturmuştur. Resulüllah Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye dönüşünün ilk günlerinde Amr b. As’ı islâm’a davet mektubu ile Basra Körfezindeki Uman bölgesini Bizans devleti adına yöneten Ceyfer ve Abd b. Cülendâ kardeşlere gönderdi. Resulüllah, mektubunda ‘Ben insanlara önlerindeki tehlikeleri bildirmek ve kafirlerin azaba sürükleneceklerini bildirmek için gönderilmiş bir elçiyim’ dedikten sonra, eğer İslâm egemenliğini tanırlarsa iktidarlarına dokunulmayacağını, ancak İslâm’a karşı gelirlerse iktidarlarının yok edileceğini, ‘nübüvvetin saltanata galip geleceğini’ yazıyordu. Ceyfer ve Abd, belki bir yü önce olsa en azından kibar bir üslupla reddedecekleri teklifi kabul etmekte zorlanmadılar ve yeni sürecin kaçınılmaz gereği olduğunu görerek islâm davetini kabul ettiler. Onların Müslüman olması yönetimlerindeki insanlarında Müslüman olmasını kolaylaştırdı ve hızlandırdı. Resulüllah, yine aynı günlerde, islâm’a davet mektubunu Alâ b. Hadramî ile Kisra adına Bahreyn yöneticiliği yapan Münzir b. Sava’ya gönderdi. Mektubunda ‘Seni İslâm’a davet ediyorum. Müslüman olursan selâmet bulursun’ diyor ve Müslüman olması durumunda yönetici olarak kalmasına müsaade edileceğini yazıyordu, islâm’ın egemenliğinin hiçbir şekilde engellenemeyeceği, islâm’ın insanların yaşadıkları her yere ulaşacağını da bildiriyordu. [83] Münzir b. Sava mektubu okuduktan ve Alâ b. Hadramî’den islâm’la ilgili bir şeyler öğrendikten sonra ‘Elimdeki ve önümdeki saltanata baktım ve onu dünya hayatım için işe yararlı buldum. Sizin dininize baktım, onu hem dünya ve hem de ahiret hayatı için işe yararlı buldum. Yaşayan ve tekrar öleceğine inanan birisi için bu dini kabul etmemek ahmaklıktır [84] diyerek Müslüman olduğunu bildirdi. Münzir b. Sava’nın Müslüman olması üzerine yönetimi altındaki insanlar Resulüllah’ın elçisine Müslüman olduklarını bildirdiler. Alâ b. Hadramî de Resulüllah’tan aldığı talimat üzere bir süre bölgede kalarak yeni Müslüman olmuş bu insanlara islâm’ı öğretti.
Resulüllah, Ebü Musa el-Eş’arî’yi Yemen’in Zebîd, Aden ve Me’rib bölgelerinde yaşayan topluluklara; Muaz b. Cebel’i de yine Yemen’in Cened bölgesindeki insanlara gönderdi. Her iki elçisinden de gönderildikleri bölgelerde yaşayan insanlara islâm’ı anlatmalarını, İslâm davetini gerçekleştirmelerini istedi. Her iki elçisine de ‘Kolaylık gösterin. İşleri zorlaştirmayın. Müjdeleyin, korkutmayın [85] talimatını verdi. Gönderildiği bölgenin şartları nedeniyle Muaz b. Cebel’e daha özel ve ayrıntılı bazı talimatlar da verdi. Resulüllah’m Muaz b. Cebel’e verdiği ve Müslümanlar için her zaman ölçü olabilecek talimat şöyleydi: ‘Sen Kitap ehli olan bir topluluğa gidiyorsun. O insanların yanma vardığın zaman kendilerine Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğunu bildir ve bunu kabul etmelerini iste. Eğer onlar bu konuda itaat ederlerse, beş vakit namaz sorumluluğunu bildir. Eğer bunu da kabul eder ve uygularlarsa bu defa zekâtı bildir. Müslümanların zenginlerinden alınıp yoksullara verilen zekât sorumluluğunu yerine getirmelerini iste. Onlar zekât vermeye yanaşırlarsa, mallarının en iyilerini almaktan sakın. Bir de mazlumun ahını almaktan sakın Çünkü mazlumlar ile Allah arasında duanın kabulüne engel hiçbir şey yoktur. [86] Daha sonra, aynı zamanda bir yönetici olarak görevlendirdiği Muaz b. Cebel’in işlerini yürütürken neye göre davranacağını ne oranda bilip bilmediği anlamak istedi ve kendisine bir dava getirildiğinde o problemi neye göre çözeceğini sordu. Muaz b. Cebel, problemi çözerken referansının Kur’an olacağını söyledi Resulüllah, o problemin çözümünü Kur’an’da bulamazsa ne yapacağını sordu. Muaz, bu durumda referansının Resulüllah’ın sünneti olacağını söyledi. Resulüllah, o problemin çözümünü Kur’an’da ve kendi sünnetinde de bulamazsa ne yapacağını sordu. Muaz, bunun üzerine, çözümünü Kur’an’da ve Sünnete bulamadığı problemi çözerken kendi bilgi ve tecrübelerini referans edineceğini söyledi. Resulüllah aldığı cevaptan memnun oldu. ‘Hamd olsun Allah’a ki elçisinin elçisini, elçisini memnun kalacağı şeye sahip kıldı’ dedi.
Yakın zamana kadar islâm’a karşı gelmekten, Müslümanlara düşmanlıktan geri kalmayan Sakif kabilesinden bir heyet Medine’ye geldi. Amaçları Müslüman olmak değildi. Bazı sıkıntıları vardı ve onu gidermek arzusundaydılar. Sıkıntılarının nedeni bazı Müslümanlardı. Bölgelerindeki kabileler Müslüman olmuş ve kendilerine rahat vermiyorlardı. Sakifler için yaşama şartlan gittikçe zorlaşmıştı. Adeta evlerinden, kalelerinden çıkamaz hale gelmişlerdi. Bu durumu Resulüllah ile görüşmek ve işlerini kolaylaştıracak bir imkân elde etmek arzusuna sahiptiler. On kişilik bir heyet halinde Medine’ye geldiler. Mescide girdikleri zaman bazı Müslümanlar rahatsız oldular ve Resulüllah’a ‘Ey Allah’ın Resulü.’ Onlar Müşrik. Mescide girdiler dediklerinde Resulüllah ‘Bırakın girsinler, Müşrikler nedeniyle toprak kirlenmez [87] dedi. Resulüllah, Sakif heyetiyle kısa bir görüşme yaptı ve sonra Muğire b. Şube’den, Sakillerin Kur’an dinleyebilecekleri bir yere yerleştirilmesini söyledi. Mescidin bir kenarına üç çadır kuruldu. Sakif heyeti namaz kılan Müslümanları görerek, Kur’an okuyanları dinleyerek bu çadırlarda kalmaya başladılar. Ayrıca, her gün yatsı namazından sonra Resulüllah yanlarına geliyor ve sohbet ediyordu. Günler bu şekilde geçmeye başladı.
Bu zaman içinde İslâm hakkında bilgilenen ve Müslümanları izleyip, durumlarını yakından gören heyettekilerin kalbi değişmeye, Müslümanlara imrenmeye başladılar. Müslüman olabileceklerini düşündüler ve bu düşüncelerini Resulüllah’a bildirdiler. Ancak bir şartları vardı; kendilerinin bazı ayrıcalıkları olmalıydı. Kendilerine bazı özel haklar tanınırsa Müslüman olacaklarını ve böylelikle İslâm toplumuna katılabileceklerini bildirdiler. Resulüllah, istedikleri ayrıcalıkların neler olduğunu sordu. Sakif heyeti, putperestliğin halkın kalbine iyice sindiğini, bu nedenle kendilerinde bulunan Lât putunun imhasının bir süre ertelenmesini istedi. Resulüllah, onların bu teklifini kabul etmedi. Lât’ı, kendileri yerine, göndereceği iki sahabesi aracılığıyla imha ettirebileceğini bildirdi. [88] Sakif temsilcileri, kabul edilmeyen bu isteklerinin arkasından, zekât vermemek, Müşriklere, zorbalara karşı gerçekleştirilecek savaşlara katılmamak ve namaz kılmamak gibi isteklerini bildirdiler. Resulüllah, onların zekât ve savaşa katılmamak konusundaki isteklerini kabul etti. Fakat namaz konusuna gelince, ilk isteklerinde olduğu gibi, bu isteklerini de reddetti ve ‘Tamam, savaşa çağrılmazsınız, zekât vermezsiniz, üzerinize sizden olmayan birisi de tayin edilmez Ancak namazsız dinde hayır yoktur [89] dedi. Sakif heyeti namaz kılmama isteklerinin kesinlikle kabul edilmeyeceğini anlayınca; ‘Bizim için bir eksiklik olsa bile namaz kılacak ve oruç tutacağız; tamam anlaştık [90] dediler. Sonra da Medine’den ayrıldılar. Sakif heyetinin zekât ve savaşa katılmama konusundaki isteklerini kabul eden Resulüllah, bunun nedenini o sırada yanındaki Müslümanlara şöyle açıkladı: ‘Müslüman olurlarsa zekâtı da verirler, savaşa da katılırlar. [91] Resulüllah, Sakif heyetinin Medine’den ayrılmasından birkaç gün sonra Muğire b. Şube ile Kureyş’in eski lideri, Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olduğunu bildirmiş olan Ebû Süfyan b. Harb’i Lât putunu imhaya gönderdi.
İslâm’a davet mektuplarından birisi de Necrân bölgesi Hıristiyanlarma gönderilmişti. Resulüllah, Necrân Hıristiyanlarını Müslüman olmaya davet etmiş, eğer Müslüman olmak istemezlerse Müslümanların siyasî egemenliğini tanıyarak, İslâm devletinin tebaası olmalarını teklif etmişti. Eğer bunu da kabul etmezlerse, kendileriyle savaşılacaktı. Resulüllah’ın mektubu kendilerine ulaşınca Necrân ileri gelenleri aralarında durumu görüştüler. Ne yapacaklarını kararlaştırmaya çalıştılar. Müslüman olmak istemiyorlar, ama tebaa da olmak zorlarına gidiyordu. Savaşmak ise hiç istemedikleri bir şeydi; çünkü Müslümanların karşısında direnemeyeceklerini biliyorlardı. Görüşmeleri takiben bir heyet halinde Medine’ye giderek, Resulüllah ile görüşmeye ve bu görüşmeler sonunda ne yapacaklarını düşünmenin uygun olacağını kararlaştırdılar. Altmış kişiden oluşan kalabalık bir heyet halinde Medine’ye gittiler. Heyeti teşkil edenlerden on dördü Necrân’ın ileri gelenleri ve din adamlarıydı. Heyetin önemli bir kısmını din adamlarından oluşturmalarının nedeni ise Resulüllah ile tartışıp, O’nu yenmek arzusuna sahip olmalarıydı. Kanaatlerince Resulüllah’ın peygamber olmadığını ispatlayabileceklerdi.
Necrân heyeti bir gün ikindi vaktinde Medine’ye geldi ve doğruca mescide gittiler. Heyetteki herkes en pahalı ve süslü elbiselerini giyinmişti. Her hallerinden Müslümanları aşağı gördüklerini belli ediyorlardı. Gurur içerisindeydiler. Bu halleriyle de Medine’ye gelen diğer heyetlerin hiçbirine benzemiyorlardı. Mescide girip biraz dinlendikten sonra ibadet etmek istediklerini söylediler. Onların bu istekleri bazı Müslümanların tepkisine neden oldu. Fakat Resulüllah Necrân heyetinin bu isteğine karşı çıkmadı ve Müslümanları da onlara engel olmaktan alıkoydu. Müslümanların gözü önünde, mescitte ibadetlerini yapan Necrânlılar, ibadetlerini bitirince Resulüllah ile görüşmek istediklerini bildirdiler. Resulüllah odasından çıkarak yanlarına geldi ve oturdu. Konuşmaya başladılar. Resulüllah, yumuşak bir üslûpla ve ikna edici bir yaklaşımla İslâm’ı, İslâm’ın hak din olduğunu anlatmaya başladı. Fakat Necrân heyetinin tavrı olumsuzdu. İslâm hakkında bir şeyler öğrenmek için soru sormuyor, sorgulamak ister gibi bir tavır içerisinde sorularını yöneltiyorlardı. Resulüllah’m anlattıklarını ciddiye alır bir tavra sahip değillerdi. Israrla Hz. İsa’nın doğuşu ve Allah’la ilişkisi/yakınlığı hakkında soru soruyor, verilen cevaplara rağmen şirklerinin dayanağı olan görüşlerde ısrar ediyorlardı. Hatta, kendilerine okunan ayetleri, görüşlerine destek olacak şekilde çarpıtıyor ve İslâm’ı yanlışlamaya çalışıyorlardı. Resulüllah’m anlatmaları ve Necrân heyetinin ukala ve demagoji taraftarı tavrı bir süre bu şekilde devam etti. Bunun üzerine Resulüllah yeni vahyolunan ve sürece müdahale eden ayetleri okumaya başladı. Okuduğu ayetler Al-i İmran sûresinin yaklaşık ilk yarısıydı.[92] Bu ayetlerde Necrânların bütün soruları cevaplanıyor, çelişkileri ve yanlışları gözler önüne seriliyor ve en sonunda da şöyle deniliyordu:
Allah geçmiş toplumlardan peygamberleri vasıtasıyla şöyle söz almıştı: ‘Eğer hitabı ve hikmeti size verdikten sonra, sahip olduğunuz gerçeklen doğrulayan bir elçi size gelirse O’na inanmalı ve yardım etmelisiniz. Bu şarta dayalı olarak sönümü kabul ediyor musunuz?’ Onlar da ‘Kabul ederiz’ dediler. Allah: ‘Öyleyse buna şahit olun, Ben de sizin şahidiniz olacağım’ dedi. Artık bundan sonra, her kim verdiği bu sözden dönerse işte onlar Allah’ın yolundan çıkan kimselerdir. Şimdi onlar Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde olan her şey, isteyerek ve zorunlu olarak O’na boyun eğmiş ve teslim olmuş durumdadır. Çünkü, her şey sonunda O’na döndürülecektir. De ki: ‘Biz Allah’a, bize indirilene, ibrahim’e, İsmail’e., Ishak’a, Yakub’a ve onun neslinden gelenlere indirilene; Rableri tarafından Musa’ya, ha’ya ve bütün peygamberlere Rablerinden verilenlere de inandık, onlar arasında hiçbir ayırım yapmayız ve biz O’na teslim olanlarız’ Kim İslâm’dan başka bir din (hayat tarzı ve yaşama biçimi) ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de kaybedenlerden olacaktır. İman edip bu elçinin hak olduğuna şahit olduktan ve hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra, Allah’tan gelen gerçekleri örtbas eden bir toplumu, Allah nasıl doğru yoluna ulaştırır? Allah varlık sebebine aykırı davrananları doğru yola iletmez. Onların cezası Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lanetine uğramak olacaktır. Bu lanete ebediyen gömülüp gideceklerdir. Onların ne azapları hafifletilecek, ne de yüzlerine bakılacaktır. Ama daha sonra tövbe edip kendilerini düzeltenler, bu cezadan hariç tutulacaklardır. Zira Allah çok bağışlayan ve çok acıyandır. îmandan sonra Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlere ve bu işte inatla ısrar edenlere gelince, onların tövbeleri asla kabul edilmeyecektir, gerçek sapıklar da onlardır. Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edip bu vaziyette ölenlere gelince, yeryüzü dolusu altını, bağışlanmaları için bedel olarak vermiş olsalar dahi, hiçbirinden asla kabul edilmeyecektir, işte onlar için acıklı bir azap vardır ve hiçbir yardımcı da bulamayacaklardı.[93]
Necrânlılar, sorularının cevabını almakla kalmayıp, bu son ayetlerle Resulüllah’a iman etmeleri gerektiğini bildiren ayetleri de dinleyince ne diyeceklerini bilemediler. Bir süre şaşkın bir şekilde kalakaldılar. Dinledikleri şeyler çok önemliydi. Her şey apaçıktı. Fakat inatlarını, inatlarının dayanağı olan dinlerini terk etmek istemiyorlardı. Ancak dinledikleri ayetlerin birisinde kendilerine sunulan teklif işlerini daha da içinde çıkılmaz hale getiriyordu. Ayette, kendilerinin haklı olduğu konusunda eğer samimi iseler karşılıklı lanetleşmeye davet ediliyorlardı. Ayet şöyleydi: ‘(Ey Muhammedi) Sana gelen bu gerçek bilgiden sonra, kim seninle bu gerçekler hakkında tartışırsa de ki: ‘Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım, sonra hepimiz birden gönülden yalvaralım ve Allah’ın lanetinin, O’nun rahmetinden uzak olmanın, aramızdan yalan söyleyenlerin üzerine olmasını dileyelim.[94] Ayette teklif edilen şey, hakikat konusunda konuşmaların bir yere varmadığı, iddiaların amaca ulaşmadığı, muhatabın inadı nedeniyle düşünülüp-konuşulan konuda sonuca ulaşılamadığı durumlarda kendilerinin yaptıkları bir şeydi. Ayet mübâhale yapmaya, yanlış tarafta olanın lanete uğraması için topluca duada bulunmaya davet ediyordu. Necrânhlar, Resulüllah’ı yanlış buluyorlar ama mübâhale yapmak da istemiyorlardı. Ne diyeceklerini bilemez bir halde bir süre bekledikten sonra, aralarında konuşup bir karara varmak için izin istediler. Resulüllah da onları baş başa bırakıp ayrıldı.
Necrân heyeti ne yapacağını bilemez haldeydi; mübâhale yapmak istemiyorlardı. Çünkü Resulüllah’tan işittikleri şeyler karşısında öz güvenlerini kaybetmişler, yanlış tarafta olduklarını görmüşlerdi. Mübâhale yaparlarsa lanete uğramaktan korkuyorlardı. Fakat din de değiştirmek istemiyorlardı. O geceyi aralarında tartışarak geçirdiler. Ertesi günü Resulüllah’ı, yanma kızı Fâtıma, torunları Hasan ve Hüseyin’i almış bir şekilde yanlarına gelirken gördüler. Korktular. Resulüllah’ın mübâhale için geldiği belliydi. Resulüllah yanlarına yaklaşınca mübâhale yapmak istemediklerini, Müslümanların siyasî egemenliğini tanımaya ve tebaa olmaya razı olduklarını bildirdiler. Bunun üzerine, tebaa olduklarını bildiren, hak ve sorumluluklarını açıklayan bir belge yazılarak kendilerine verildi. Buna göre dinlerinde kalacaklar ama İslâm devletine cizye vergisi vereceklerdi.
Necrân heyeti memleketlerine giderken Resulüllah’a ilginç bir teklifte bulundular. Aralarındaki ihtilafları çözmekte yardımcı olması için yanlarına bir Müslüman’ın verilmesini istediler. Bu da İslâm’a, Müslümanlara dair kanaatlerinin esasen olumlu olduğunu göstermesi açısından önemliydi. İslâm’ın adaletine güveniyorlardı. Resulüllah, Necrân heyetiyle birlikte Ebû Ubeyde b. Cerrah’ı gönderdi.
Resulüllah, İslâm’ı kabul ettiğini bildirmek için Medine’ye gelen heyetlerin birisiyle görüşüyordu. Heyette yer alan adamlardan birisi daha önce ne kadar büyük yanlışlıklar yaptıklarını, akıllarının işlemez hale gelmesi nedeniyle bu yanlışlıklarını fark edemediklerini, ancak Müslüman olunca gerçeği fark ettiklerini söyleyip bir hatırasını anlatmaya başladı: ‘Ey Allah’ın Resulü.’ Biz putlara tapan, kız çocuklarını öldüren, cahiliye mensubu kişilerdik. Benim bir kızım vardı. Onu çok severdim, o da beni severdi. Kendisine seslendiğim zaman sevinçle yanıma koşup gelir, boynuma sarılırdı. Bir gün onu çağırdım. Yine büyük bir sevinçle yanıma geldi. Elinden tutup, yakınlarımın birisinin bahçesinde bulunan bir kuyunun yanma götürdüm. O ne yapacağımı, niyetimin ne olduğunu bilmiyordu. Onu tutup kuyunun içine attım. Kuyuya atarken ‘Babacığım! Babacığım” diye bağırıyor, kendisini atmamam için yalvanyordu.’ Adam bunları söyleyince Resulüllah üzüldü ve ağlamaya başladı. Göz yaşları yanaklarından aşağıya süzülüyordu. Adamdan işittikleri nedeniyle Resulüllah’ın çok üzüldüğünü gören Müslümanlardan birisi, adama müdahale ederek “Bırak anlatma! Sen Allah’ın Resulünü çok üzdün’ dedi. Fakat Resulüllah bu müdahaleyi onaylamadı: ‘Bırak özenerek yaptığı işi anlatsın’ diyerek adama engel olunmamasını istedi. Sonra da adama dönüp, ‘Anlatmana devam et dedi. Adam yaptıklarını, kızını öldürüşünü olduğu gibi anlattı. Herkes çok üzüldü. En çok üzülen Resulüllah’dı. Göz yaşlan durmaksızın akıyor, sakalını ıslatıyordu. Adam anlatacaklarını bitirince, Resulüllah adama şunları söyledi: ‘Allah, iman etmeniz nedeniyle cahiliye zamanında yaptıklarınızın hesabından vazgeçti. Öyleyse bundan sonra işlerini düzelt ve yanlış yapma.[95] [70] Nasr sûresi, 110:1-3
[71] Hucurat sûresi, 49:17,18
[72] Nasr, 110:1-3
[73] Hucurat, 49:4,5
[74] Buharı, Edeb 26; Vakıdî, Meğazi, 111/979; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 11/161, VII/37.
[75] Maide, 5:101
[76] Hu-curat, 49:1,2
[77] Ahzap, 33:36
[78] Kutub, Fi Zilâli’l Kur’ân, X/567.
[79] Hucurat, 49:17,18
[80] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/331.
[81] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/299; Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1V/219-221; 1bnü’l Esir, Üsdü’l Göbe, IH/57!
[82] Hucurat, 49:6
[83] Hamidullatı, el-Vesaîku’s-Siyasiyye li’l Ahdi’n Nebevi ve’l-Hüâfeti’r-Râşide, 128.
[84] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’1-K.übra, 1/ 263.
[85] Müslim, Cihad 8.
[86] Buharı, Meğazî 62, 345, Zekât 108, Mezalim 9; Müslim, îman 30-31; Nesaî, Zekât 46; Ahmed, Müsned 1/233.
[87] Vakıdî, Meğa^i, III/964.
[88] Vakıdî, Megazi, IH/967, 968; Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, IV/185.
[89] Ahmed, Müsned, IV/218; Ibn Hişam, es-SiretüVNebevryye, İV/185; Vakıdî, Meğazi,IH/968.
[90] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, İV/185; Vakıdî, Meğazi, IH/968.
[91] Zehebi, Tarihü’l islam, 111/966; Rudanî, Cem’ul-Fevdid, İVİL
[92] Kaynaklarda, kesin bir sayı verilmeden, Resulüllah’m Necrân heyetine okuduğu ayetlerin Al-i Imran sûresinin ilk sekseni aşkın ayeti olduğu bildirilir.
[93] Al-i Im-ran, 3: 81-91
[94] Al-i îmran, 3: 61
[95] Darimî, Mukaddime 3,4