Sizin dininiz size, benim dinim bana
De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime İbadet etmezsiniz. Ben sizin ibadet ettiğinize asla İbadet etmeyeceğim. Siz de benim İbadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.[280]
Müşrikler, alay ve aşağılama biçiminde başlayan, hakaret ve tehditlerle devam eden ve en sonunda ağır işkenceler aşamasına ulaşan tepkileriyle islâm davetini durduramayınca, tekliflerde bulunmaya başladılar. Resulüllah’a, Mekke yönetimini ve zenginliklerini paylaşabileceklerini söylediler. Hatta, geleneklerine aykırı olmakla birlikte, kendisini kral olarak tanımaya hazır olduklarını da bildirdiler. İstedikleri tek bir şey vardı; tevhid gerçeğinin insanın bireysel ve toplumsal hayatında karşılığı olan sorumlulukları gözden geçirip, yeniden düzenlemek ve mevcut hayat tarzını meşru kabul etmek. Özellikle de bazı siyasî, ekonomik hassasiyetlerine dokunulmasını istemiyorlardı. Bu bazı hassasiyetlerinin meşruiyet dayanağı olan ilkeler kabul edilmeli veya açıkça tepkide bulunulmamalıydı.
Eğer bu gerçekleşirse, İslâm ile aralarındaki her türlü ayrılığı, husumeti, kini, şiddeti sona erdirmeye razıydılar. Hatta İslâm’ı birçok açıdan kabul etmeye, menfaatlerinin devamı için bazı sorumluluklar üstlenmeye razıydılar. Ama yeter ki Resulüllah tebliğ ettiği dinde bazı değişikliklere razı olsun. Fakat, her seferinde, her türlü teklifleri geri çevrildi; karşılarında ilkelerinden ve gidişatından hiçbir şekilde taviz vermeyen bir dava ve dava lideri vardı.Müşriklerin anlamadıkları veya anlamak istemedikleri şey, İslâm’ı, birçok örneğine rastladıkları veya hakkında bilgileri bulunan herhangi bir siyasî/dinî hareket olarak; Resulüllah’ı ise ilke ve gidişatını şartlara göre kendisi belirleyen bir toplumsal hareketin lideri olarak düşünmeleriydi, islâm davetinin ilkelerini de, insanlara sunuluş yöntemini de Allah’ın belirlediğini, ilke ve yönteme uyma konusunda Resulüllah’ın da diğer insanlardan farksız olduğunu, herhangi bir ayrıcalığa, imtiyaza sahip olmadığını anlamıyor, anlayamıyor, anlamak istemiyorlardı.
Onlar, İslâm’ı Mekke dinine eklemlemenin çarelerini ararken ve bu amaçla kendilerince son derece cazip bazı tekliflerle Resulüllah’a gittikleri zaman, durumu başta Resulüllah olmak üzere müminler açısından ilke ve şartlara bağlayan ayetleri bilmiyor veya işitmişlerse de bunların Resulüllah tarafından değiştirilebilecek şeyler olduğunu zannediyorlardı. Risâlet sürecinde tüm rehberlik ve kontrol vahiydeydi. Bu nedenle risâlet sürecinde önemli kırılmalara, sapmalara neden olmaya aday müşrik tekliflerinin reddedilmesinde de kararı vahiy verdi. Allah vahyi ile her adımda Resulünü kontrol etti ve yönetti. Örneğin, ilk tekliflerle ilgili olarak vahyolunan ayet grubunun birisinde Resulüllah’a ‘boş sözlerden, işlerden, tekliflerden yüz çevirmesi gerektiği1 bildirildi. Müminlerin işleriyle müşriklerin işlerinin; müminlerin durumlarıyla müşriklerin durumlarının farklı olduğu açıklandı.[281] Bu İslâm ile şirk, müminlerle müşrikler arasında ortak bir nokta tesis etmek amacında olan tekliflerin kabul edilmemesi gerektiğini bildiren ilâhî bir uyarıydı. Diğer bir ayet grubunda da özellikle ‘farklılığa’ değinildi; Müminlerle müşriklerin farklı yolların yolcuları oldukları ifade edildi. Yollardan birisi hakti, huzurdu, esenlikti; diğeri bâtıldı, cefaydı, azaptı. Ve her kim, hangi yolu seçerse sadece kendisi için seçiyordu. Herkes seçiminin sonuna razı olmak zorundaydı.[282]
Müminlerle müşriklerin inançları ve hayat tarzları farklıydı; bu hem bilinen ve görünen boyutuyla böyleydi ve hem de ayetler bu farklılığı sürekli dile getiriyordu. Ancak buna rağmen, ortak bazı şeyler, en azından sorumluluk açısından geçerli olan ortak bir alan olamaz mıydı? Kur’an bu yöndeki düşünceye ve bu düşüncenin neden olduğu teklife kısaca ve en açık ifadeyle ‘Hayıf dedi: ‘De ki: Bizim yaptıklarımızdan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu değiliz. Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hah ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, her şeyi hakkıyla bilendir.[283] Kur’an açıkça diyordu ki, İslâm ile şirk hiçbir zaman ortak paydaları olmayan iki ayrı inanç sistemi, iki ayrı hayat tarzıdır. Bu nedenle, müminler bu farklılığa göre davranmalı, müşriklerle olan ilişkilerini buna göre ayarlamalıdırlar. Fakat bunun, hiçbir zaman, her ne kadar o anda şirk cephesinde yer alıyor olsalar da, bütün müşriklerin aynı oldukları anlamına gelmeyeceği de bildirildi. Müminlerin, bazı müşriklerin hakikate karşı tamamen kör ve sağır olmadıklarını bilmeleri ve onlara islâm davetini ulaştırmaları gerekliydi. Yalnız onlara daveti sunarken kalplerini kazanmak için gerçeği eğip bükmenin anlamı yoktu; gerçek olduğu gibi bildirilmeliydi: ‘Resulüm.’ Onlar seni yalanlarlarsa de ki: ‘Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz henim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım’. Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat sağırlara üstelik akılları da ermiyorsa- sen mi duyuracaksın?.[284] Şayet sana karşı gelirlerse de ki: ‘Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım’. Sen O mutlak galip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan.[285]
Bütün bunlara rağmen, kendi cephelerinden baktıkları zaman hâlâ İslâm’ı kendi inanç ve hayat tarzlarına, Resulülîah’ı da kendi topluluklarına dahil edebileceklerini umanlar vardı. Eşraftan bazıları, çok cazip teklifler götürdükleri zaman Resulüllah’ın istedikleri çizgiye çekebileceklerini düşünüyorlardı. Zaten Utbe b. Rabia’nm ve Velid b. Muğire’nin bazı teklifleri bildirmek için Resulüllah’la görüşmelerinin veya Resulülîah’ı meclislerine çağırıp bazı tekliflerini tehditler eşliğinde sunarak kabulünü kolaylaştırmaya çalışmalarının nedenleri, ResulüUah’m taviz verebileceğine dair kanaatleriydi. İçlerinden birileri bu işi biraz daha ileri götürerek, Resulüllah’a bazı putları kabul etme veya kabul etmiyorsa bile açık tepki vermeme teklifinde bulundular. Bu İslâm daveti açısından son derece garip bir teklifti. Bir ayet bu teklifi en ufak şüpheye yer vermeyecek şekilde anında reddetti: ‘De ki: ‘Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, bilin ki ben Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam. Ben ancak sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim. Ben müminlerden olmakla emrolundum.[286]
Ayet açıktı, karar kesindi; ama yumuşak sayılabilecek bir üslûp vardı. Eşraftan birileri bundan cesaret almış olmalı ki, bir sonraki zamanda tekliflerini bir adım daha ileri götürerek tekrar sundular. Resulülîah’ı kendi ilke ve inançlarına göre davranmaya, bunun gereği olarak da putlarına saygı göstermeye davet ettiler. Bu sefer vahyin üslûbu sertleşti: öyle bir teklifin kesinlikle kabul edilemeyeceği sert ve her zaman olduğu gibi kesin bir ifadeyle bildirildi. Bu arada Resulüllah’a da bir uyarı da bulunularak, son derece kararlı olmaya davet edildi. Fakat esasında bu Resulüllah’tan çok müşriklere bir mesajdı; Resulüllah’ın durumunu açıklayan ve tekliflerinin hiçbir şekilde kabul edilmeyeceğini gösteren bir dolaylı bildirimdi. Ayet şöyleydi: ‘De ki: ‘Ey cahiller.’ Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Resulüm.’ Şüphesiz sana da senden öncekilere de ‘Allah’a ortak koşarsan, Andolsun işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda halanlardan olursun?’ diye vahyolundu.[287]
Günler bu şekilde geçmeye başladı. Müşrikler her ne yaparlarsa yapsınlar islâm davetini durduramamış veya risâlet süresinde bir sapmaya neden olamamışlardı. Ne tehditleri, ne baskı ve işkenceleri ve ne de teklifleri işe yaramıştı. Daha başka ne yapacaklarım düşünüyorlar, ama bir türlü yeni bir şey bulamıyorlardı. Sıkıntılıydılar. Problemleri gün geçtikçe büyüyordu. Bir şeyler yapmalı ve İslâm davetini engellemeli; Resulüllah’ı saflarına çekmeliydiler. Yoğun düşünceler içerisinde yeni bir taktik bulmanın çabasını yürütürlerken, Resulüllah için hayatın ne kadar sıkıntılı olduğunu, kendisini her açıdan yığınla sıkıntıya sahip kıldıklarım düşündüler. Artık ticaretle uğraşamıyordu. Eskiden de zengin değildi, ama şimdi iyice yoksullaşmıştı. Eskiden, Abdülmuttalib’in torunu olması nedeniyle insanların sevdikleri, takdirle andıkları birisiydi; ama şimdi insanlar ya onunla konuşmuyor ya da konuşmaktan korkuyorlardı. Konuşmuyorlardı çünkü inançları ve hayat tarzları farklılaşmıştı. Konuşmaktan korkuyorlardı, çünkü müminlerin başlarına gelenlerin kendilerinin de başlarına gelmesinden çekmiyorlardı. Müşrik liderler, kendi aralarında, Resulüllah’ın ikbalini kendi elleriyle söndürdüğünü konuştular.
Kanaatlerince, Muhammed bütün nasiplerini yok etmişti. Nimetler içerisinde yüzebilecek birisi olmasına rağmen, yoksulluk, sıkıntı içerisinde bir hayat sürdürür olmuştu. Bunlar kendilerinin hiçbir şekilde kabul edemeyecekleri zor şartlardı, zor durumlardı. Bu nedenle, kendilerince son derece makul bir görüş olarak, Resulüllah’la görüşüp durumunu gözden geçirmesini istediler. İyi niyetli olduklarım, tamamıyla kendisini düşündüklerini bildirip, olup-biteni bir kez daha düşünmesini söylediler. Kendisi İslâm daveti nedeniyle sıkıntı ve yoksulluk içerisindeyken, eski arkadaşları olan kendilerinin hâlâ zevk ve sefa içerisinde oluşlarını; zengin, güçlü oluşlarını düşünmeliydi. Kendileri nimetler içerisindeydiler; para, kadın, şan, ün, makam, itibar yarışında hâlâ öndeydiler. Muhammed iyice düşünmeli ve hatalarını fark etmeliydi. Eğer durumunu gözden geçirmez ve gidişatını değiştirmezse eşraftan birisi olması durumunda elde edeceği nimetlere, nasiplere kavuşması bir daha mümkün değildi; tüm bunları kesip atmış olacaktı. Müşrik liderler, başta Resulüllah olmak üzere müminlerin nimetlerden mahrum, sıkıntılı bir hayat yaşadıklarını, ikballerini kararttıklarını, nasiplerini kesip attıklarını konuşup, ‘Bibimle birlikte olursanız, davanızdan vazgeçip bizim safımıza geçerseniz nimetler içerisinde yüzersiniz’ mesajlarını dillendirdikleri sırada vahyolunan ayet gurubu durumu açıklığa kavuşturdu. Müşriklerin kanaatlerinin yanlışlığını oraya koydu ve başta Resulüllah olmak üzere müminlere bir müjde verdi. Vahyolunan ayet grubu, Kevser sûresinin ayetleriydi. Bu kısa sûrede nimetlerin asıl sahiplerinin müminler olduğu bildirildi. Müminlerin ölçülemez ve sayılamaz miktarda nimete ebediyen sahip olacakları müjdelendi. Nasipleri kesik olanların, ikballerini karartanların müşrikler olduğu açıklandı. Resulüllah’ın ve diğer müminlerin hiçbir şekilde müşriklerin aldatıcı durumlarına kanmamaları ve verdiği, vereceği nimetler nedeniyle Allah’a karşı sorumluluklarının gereklerini yerine getirmeleri gerektiği bildirildi:
‘(Resulüm/) Hiç kuşkun olmasın ki sana bol nimet (kevser) verdik. O halde sen yalnızca Rabbine kulluk et ve(şührü-nün ifadesi olarak) O’nun için kurban kes. Şu bir gerçek ki, asıl sonu kesik olan, sana kin besleyendir.[288] Tüm bunlar İslâm davetinin lehine bir gidişatı inşa eden, her seferinde müşrikleri mahcup ve perişan eden şeylerdi. Her seferinde başlarını eğip, aşağılanmış bir halde durumlarıyla baş başa bırakılanlar müşriklerdi. Her saman olduğu gibi, yeni bir şey bulmanın, İslâm davetini istedikleri gibi durduracak veya değiştirecek bir şeyler bulmanın çabası içerisinde yine kendi içlerine kapandılar. Müşrik liderler, her zaman olduğu üzere, yine Kabe’nin yanında, Dâru’n Nedve’nin gölgeliğinde oturmuş sohbet ediyorlardı. Sohbetlerinin konusu, yıllardır devam ettiği üzere, yine islâm daveti ve Resulüllah idi. Daha başka ne yapabileceklerini, daveti nasıl durduracaklarım, ‘eski problemsiz günlerine” tekrar nasıl kavuşacaklarını düşünüyor, konuşuyor ve tartışıyorlardı. Tekliflerini değiştirmeliydiler; bütün mal ve makam teklifleri reddedilmişti. Aynı türden tekliflerin bir işe yaramayacağı anlaşılmıştı. Acaba başka ne yapabilirlerdi. O zamana kadar Resulüllah’a götürdükleri tekliflerinde hep Resulüllah’tan bîr şey istediklerini fark ettiler. Bir şeyler teklif ediyorlar ama değişikliği hep Resulüllah’tan istiyorlardı.
Kendileri inançlarından ve gidişatlarından taviz vermeye hiç yanaşmamışlardı. Belki de bu durum Resulüllah’m tepkisini çekiyordu. Eğer kendileri de bazı tavizler verirlerse, tekliflerinin kabul görme ihtimali olabileceğini düşündüler. Görüş makul görünüyordu. Madem ki Resulüllah Allah’a iman etmeye ve bu imanın gereğine göre yaşamaya davet ediyordu; Allah’a inandıklarını söyleseler ne olurdu? Zaten kendileri Allah’a bazı sıfatlarıyla inanan kimselerdi. Allah’a inandıklarını söylerlerse, Muhammed’i yumuşatabilir ve saflarına çekebilirlerdi. Bu düşünceler içerisindeyken Resulüllah’m Kabe’ye yaklaştığını ve tavafa başladığını gördüler. Düşündükleri şeyi uygulamaya koymak için Velid b. Muğire, Âs b. Vâ-il, Esved b. Muttalib, Umeyye b. Halef hemen yerlerinden kalkıp Resulüllah’a yaklaştılar. Velib b. Muğire ‘Muhammed bizi dinle’ dedi; ‘Şimdiye kadar ne teklif ettiysek hepsini reddettin. Seni kralımız olarak tanımaya, en zenginimiz kılmaya, en güzel kızlarla evlendirmeye ra£t olduğumuzu bildirdik; hiçbirisine iltifat etmedin. Ama durumunu da görüyoruz. Sıkıntılısın, yoksullaştın. Sen bu kötü şartlara layık birisi değilsin. Senin aramızda her zaman değerli bir yerin oldu. Gel bir anlaşma yapalım. Umuyoruz ki bu senin de bizim de iyiliğimize olacak. Aramızdaki anlamsız kin ve düşmanlığı sona erdireceğiz. Teklifimiz şu, biz senin Allah’ına inanalım ve O’na tapam; sen de bizim putlarımızı kabul et; onlar hakkında ileri geri konuşmaktan vazgeç Böylelikle hem senin inancın, hem de bizim inancımız geçerli olur. Bir süre böyle devam edelim. Eğer senin Allah’ına tapmamız hakkımızda daha fazla imkânlara neden olacaksa, bizler bu nimetlerden mahrum kalmamış oluruz. Sen de bizim ilâhlarımı^ kabul ettiğin için, ilâhlarımızın lütuflarından mahrum kalmamış olursun. Böylelikle sen de biz de mutlu olurum; istediğimize kavuşmuş oluruz. Ne dersin, kabul ediyor musun? Kabul et de şu aramızdaki husumeti burada bitirelim.[289] Resulüllah duydukları karşısında şaşırdı.
Müşrikler hâlâ kendi ilkelerini, inançlarını koruyan bazı tekliflerle karşısına çıkıyorlardı. Halbuki daha önce bu tür tekliflerine cevaplar bizzat vahiyle verilmişti. Artık bu tür tekliflerle karşılaşmayacağını düşünüyordu. Ama bazı küçük değişikliklerle yine benzer teklifi önüne koymuşlardı. Bir şey demeden oradan uzaklaştı. Evine gitti. Kendisi açısından üzerinde düşünülecek, değerlendirmeye gerek duyulacak bir durum yoktu. Bu nedenle söz konusu teklifi dikkate bile almadı. Ancak o gece vahyolunan bir sûre artık bu tür tekliflerin sonunu getirme kararlılığının gereğini ifade eden bir üslûba sahipti. Allah, Resulüne ‘De ki..’ emriyle bu sûre ile bildirileni müşrik eşrafa açıkça söylemesini istiyordu. Resulüllah sabah erkenden Kabe’ye gitti. Eşraf yine toplanmış sohbet ediyordu. Muhtemelen önceki gün dile getirdikleri tekliflerini konuşuyorlardı. Resulüllah’m sessizce yanlarından uzaklaşmış olması nedeniyle, tekliflerinin kabul edilme ihtimali olabileceğinin umudu ile düşüncelerini dile getiriyorlardı. Resulüllah’ı görünce tekliflerinin kabul edildiğini, kabul edilmese bile en azından konuşacakları bazı ortak noktaların dile getirileceğini düşünerek sevindiler. Fakat sevinçleri kısa sürdü. Müşrik eşrafa yaklaşan Resulüllah vahyolunan son ayetleri okumaya başladı: ‘De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz. Ben sizin ibadet ettiğinize asla ibadet etmeyeceğim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz- Sizin dininiz size, benim dinim de bana.[290] Sonra, Resulüllah dönüp evine gitti. Müşrik eşraf donup kalmıştı. Şaşkındılar. Şaşkınlıkları kısa sürede öfkeye dönüştü. Teklifleri reddedilmekle kalmamış, bir de ‘Ey hakikati örtenler, nankörler (kafirler)’ diye ağır bir ifadeyle aşağılanmalardı. Bir kez daha kaybeden, mahcup olan kendileri olmuştu.
[280] Kafirûn sûresi 109:1-6
[281] Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz, buna (Kur’an’a) da iman ederler. Onlara (Kur’an) okunduğu zaman: ‘Ona iman ettik. Çünkü o Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de Müslüman idik’ derler, işte onlara, sabretmelerinden ötürü, mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz nzıktan da Allah rızası için harcarlar. Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.’ (Kasas, 28:52-55)
[282] Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?1 diye sorsan, elbette ‘Allah’ derler. De ki: ‘Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini önlenebilirler mi? Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanırlar. Ey kavmim} Elinizden geleni yapın; doğrusu ben de yapacağım. Artık yakında bileceksiniz, kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini, ve sürekli bir azabın kimin üzerine konacağını’ (Resulüm!) Şüphesiz biz bu Kitab’ı sana, insanlar için hak olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin.1 (Zü-mer, 39:38-41)
[283] Sebe, 34:25,26 [284] Yunus, 10:41-42 [285] Şuara, 26:216,217 [286] Yunus, 10:104 [287] Zümer, 39: 64,65 [288] Kevser, 108:1-3 [289] İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/388; Fahreddin Razı, Tefsîr-i Kebîr, 23/498; Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, XXX/331; Kurtubî, el-CamVu li Ahkâmi’l Kur’an, XX/225; Zemahşerî, el-Keşşâf, IV/292. [290] Kafirün, 109:1-6
De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime İbadet etmezsiniz. Ben sizin ibadet ettiğinize asla İbadet etmeyeceğim. Siz de benim İbadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.[280]
Müşrikler, alay ve aşağılama biçiminde başlayan, hakaret ve tehditlerle devam eden ve en sonunda ağır işkenceler aşamasına ulaşan tepkileriyle islâm davetini durduramayınca, tekliflerde bulunmaya başladılar. Resulüllah’a, Mekke yönetimini ve zenginliklerini paylaşabileceklerini söylediler. Hatta, geleneklerine aykırı olmakla birlikte, kendisini kral olarak tanımaya hazır olduklarını da bildirdiler. İstedikleri tek bir şey vardı; tevhid gerçeğinin insanın bireysel ve toplumsal hayatında karşılığı olan sorumlulukları gözden geçirip, yeniden düzenlemek ve mevcut hayat tarzını meşru kabul etmek. Özellikle de bazı siyasî, ekonomik hassasiyetlerine dokunulmasını istemiyorlardı. Bu bazı hassasiyetlerinin meşruiyet dayanağı olan ilkeler kabul edilmeli veya açıkça tepkide bulunulmamalıydı.
Eğer bu gerçekleşirse, İslâm ile aralarındaki her türlü ayrılığı, husumeti, kini, şiddeti sona erdirmeye razıydılar. Hatta İslâm’ı birçok açıdan kabul etmeye, menfaatlerinin devamı için bazı sorumluluklar üstlenmeye razıydılar. Ama yeter ki Resulüllah tebliğ ettiği dinde bazı değişikliklere razı olsun. Fakat, her seferinde, her türlü teklifleri geri çevrildi; karşılarında ilkelerinden ve gidişatından hiçbir şekilde taviz vermeyen bir dava ve dava lideri vardı.Müşriklerin anlamadıkları veya anlamak istemedikleri şey, İslâm’ı, birçok örneğine rastladıkları veya hakkında bilgileri bulunan herhangi bir siyasî/dinî hareket olarak; Resulüllah’ı ise ilke ve gidişatını şartlara göre kendisi belirleyen bir toplumsal hareketin lideri olarak düşünmeleriydi, islâm davetinin ilkelerini de, insanlara sunuluş yöntemini de Allah’ın belirlediğini, ilke ve yönteme uyma konusunda Resulüllah’ın da diğer insanlardan farksız olduğunu, herhangi bir ayrıcalığa, imtiyaza sahip olmadığını anlamıyor, anlayamıyor, anlamak istemiyorlardı.
Onlar, İslâm’ı Mekke dinine eklemlemenin çarelerini ararken ve bu amaçla kendilerince son derece cazip bazı tekliflerle Resulüllah’a gittikleri zaman, durumu başta Resulüllah olmak üzere müminler açısından ilke ve şartlara bağlayan ayetleri bilmiyor veya işitmişlerse de bunların Resulüllah tarafından değiştirilebilecek şeyler olduğunu zannediyorlardı. Risâlet sürecinde tüm rehberlik ve kontrol vahiydeydi. Bu nedenle risâlet sürecinde önemli kırılmalara, sapmalara neden olmaya aday müşrik tekliflerinin reddedilmesinde de kararı vahiy verdi. Allah vahyi ile her adımda Resulünü kontrol etti ve yönetti. Örneğin, ilk tekliflerle ilgili olarak vahyolunan ayet grubunun birisinde Resulüllah’a ‘boş sözlerden, işlerden, tekliflerden yüz çevirmesi gerektiği1 bildirildi. Müminlerin işleriyle müşriklerin işlerinin; müminlerin durumlarıyla müşriklerin durumlarının farklı olduğu açıklandı.[281] Bu İslâm ile şirk, müminlerle müşrikler arasında ortak bir nokta tesis etmek amacında olan tekliflerin kabul edilmemesi gerektiğini bildiren ilâhî bir uyarıydı. Diğer bir ayet grubunda da özellikle ‘farklılığa’ değinildi; Müminlerle müşriklerin farklı yolların yolcuları oldukları ifade edildi. Yollardan birisi hakti, huzurdu, esenlikti; diğeri bâtıldı, cefaydı, azaptı. Ve her kim, hangi yolu seçerse sadece kendisi için seçiyordu. Herkes seçiminin sonuna razı olmak zorundaydı.[282]
Müminlerle müşriklerin inançları ve hayat tarzları farklıydı; bu hem bilinen ve görünen boyutuyla böyleydi ve hem de ayetler bu farklılığı sürekli dile getiriyordu. Ancak buna rağmen, ortak bazı şeyler, en azından sorumluluk açısından geçerli olan ortak bir alan olamaz mıydı? Kur’an bu yöndeki düşünceye ve bu düşüncenin neden olduğu teklife kısaca ve en açık ifadeyle ‘Hayıf dedi: ‘De ki: Bizim yaptıklarımızdan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin yaptıklarınızdan sorumlu değiliz. Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hah ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, her şeyi hakkıyla bilendir.[283] Kur’an açıkça diyordu ki, İslâm ile şirk hiçbir zaman ortak paydaları olmayan iki ayrı inanç sistemi, iki ayrı hayat tarzıdır. Bu nedenle, müminler bu farklılığa göre davranmalı, müşriklerle olan ilişkilerini buna göre ayarlamalıdırlar. Fakat bunun, hiçbir zaman, her ne kadar o anda şirk cephesinde yer alıyor olsalar da, bütün müşriklerin aynı oldukları anlamına gelmeyeceği de bildirildi. Müminlerin, bazı müşriklerin hakikate karşı tamamen kör ve sağır olmadıklarını bilmeleri ve onlara islâm davetini ulaştırmaları gerekliydi. Yalnız onlara daveti sunarken kalplerini kazanmak için gerçeği eğip bükmenin anlamı yoktu; gerçek olduğu gibi bildirilmeliydi: ‘Resulüm.’ Onlar seni yalanlarlarsa de ki: ‘Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz henim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım’. Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat sağırlara üstelik akılları da ermiyorsa- sen mi duyuracaksın?.[284] Şayet sana karşı gelirlerse de ki: ‘Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım’. Sen O mutlak galip ve engin merhamet sahibine güvenip dayan.[285]
Bütün bunlara rağmen, kendi cephelerinden baktıkları zaman hâlâ İslâm’ı kendi inanç ve hayat tarzlarına, Resulülîah’ı da kendi topluluklarına dahil edebileceklerini umanlar vardı. Eşraftan bazıları, çok cazip teklifler götürdükleri zaman Resulüllah’ın istedikleri çizgiye çekebileceklerini düşünüyorlardı. Zaten Utbe b. Rabia’nm ve Velid b. Muğire’nin bazı teklifleri bildirmek için Resulüllah’la görüşmelerinin veya Resulülîah’ı meclislerine çağırıp bazı tekliflerini tehditler eşliğinde sunarak kabulünü kolaylaştırmaya çalışmalarının nedenleri, ResulüUah’m taviz verebileceğine dair kanaatleriydi. İçlerinden birileri bu işi biraz daha ileri götürerek, Resulüllah’a bazı putları kabul etme veya kabul etmiyorsa bile açık tepki vermeme teklifinde bulundular. Bu İslâm daveti açısından son derece garip bir teklifti. Bir ayet bu teklifi en ufak şüpheye yer vermeyecek şekilde anında reddetti: ‘De ki: ‘Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, bilin ki ben Allah’ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam. Ben ancak sizi öldürecek olan Allah’a kulluk ederim. Ben müminlerden olmakla emrolundum.[286]
Ayet açıktı, karar kesindi; ama yumuşak sayılabilecek bir üslûp vardı. Eşraftan birileri bundan cesaret almış olmalı ki, bir sonraki zamanda tekliflerini bir adım daha ileri götürerek tekrar sundular. Resulülîah’ı kendi ilke ve inançlarına göre davranmaya, bunun gereği olarak da putlarına saygı göstermeye davet ettiler. Bu sefer vahyin üslûbu sertleşti: öyle bir teklifin kesinlikle kabul edilemeyeceği sert ve her zaman olduğu gibi kesin bir ifadeyle bildirildi. Bu arada Resulüllah’a da bir uyarı da bulunularak, son derece kararlı olmaya davet edildi. Fakat esasında bu Resulüllah’tan çok müşriklere bir mesajdı; Resulüllah’ın durumunu açıklayan ve tekliflerinin hiçbir şekilde kabul edilmeyeceğini gösteren bir dolaylı bildirimdi. Ayet şöyleydi: ‘De ki: ‘Ey cahiller.’ Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?’ Resulüm.’ Şüphesiz sana da senden öncekilere de ‘Allah’a ortak koşarsan, Andolsun işlerin mutlaka boşa gider ve hüsranda halanlardan olursun?’ diye vahyolundu.[287]
Günler bu şekilde geçmeye başladı. Müşrikler her ne yaparlarsa yapsınlar islâm davetini durduramamış veya risâlet süresinde bir sapmaya neden olamamışlardı. Ne tehditleri, ne baskı ve işkenceleri ve ne de teklifleri işe yaramıştı. Daha başka ne yapacaklarım düşünüyorlar, ama bir türlü yeni bir şey bulamıyorlardı. Sıkıntılıydılar. Problemleri gün geçtikçe büyüyordu. Bir şeyler yapmalı ve İslâm davetini engellemeli; Resulüllah’ı saflarına çekmeliydiler. Yoğun düşünceler içerisinde yeni bir taktik bulmanın çabasını yürütürlerken, Resulüllah için hayatın ne kadar sıkıntılı olduğunu, kendisini her açıdan yığınla sıkıntıya sahip kıldıklarım düşündüler. Artık ticaretle uğraşamıyordu. Eskiden de zengin değildi, ama şimdi iyice yoksullaşmıştı. Eskiden, Abdülmuttalib’in torunu olması nedeniyle insanların sevdikleri, takdirle andıkları birisiydi; ama şimdi insanlar ya onunla konuşmuyor ya da konuşmaktan korkuyorlardı. Konuşmuyorlardı çünkü inançları ve hayat tarzları farklılaşmıştı. Konuşmaktan korkuyorlardı, çünkü müminlerin başlarına gelenlerin kendilerinin de başlarına gelmesinden çekmiyorlardı. Müşrik liderler, kendi aralarında, Resulüllah’ın ikbalini kendi elleriyle söndürdüğünü konuştular.
Kanaatlerince, Muhammed bütün nasiplerini yok etmişti. Nimetler içerisinde yüzebilecek birisi olmasına rağmen, yoksulluk, sıkıntı içerisinde bir hayat sürdürür olmuştu. Bunlar kendilerinin hiçbir şekilde kabul edemeyecekleri zor şartlardı, zor durumlardı. Bu nedenle, kendilerince son derece makul bir görüş olarak, Resulüllah’la görüşüp durumunu gözden geçirmesini istediler. İyi niyetli olduklarım, tamamıyla kendisini düşündüklerini bildirip, olup-biteni bir kez daha düşünmesini söylediler. Kendisi İslâm daveti nedeniyle sıkıntı ve yoksulluk içerisindeyken, eski arkadaşları olan kendilerinin hâlâ zevk ve sefa içerisinde oluşlarını; zengin, güçlü oluşlarını düşünmeliydi. Kendileri nimetler içerisindeydiler; para, kadın, şan, ün, makam, itibar yarışında hâlâ öndeydiler. Muhammed iyice düşünmeli ve hatalarını fark etmeliydi. Eğer durumunu gözden geçirmez ve gidişatını değiştirmezse eşraftan birisi olması durumunda elde edeceği nimetlere, nasiplere kavuşması bir daha mümkün değildi; tüm bunları kesip atmış olacaktı. Müşrik liderler, başta Resulüllah olmak üzere müminlerin nimetlerden mahrum, sıkıntılı bir hayat yaşadıklarını, ikballerini kararttıklarını, nasiplerini kesip attıklarını konuşup, ‘Bibimle birlikte olursanız, davanızdan vazgeçip bizim safımıza geçerseniz nimetler içerisinde yüzersiniz’ mesajlarını dillendirdikleri sırada vahyolunan ayet gurubu durumu açıklığa kavuşturdu. Müşriklerin kanaatlerinin yanlışlığını oraya koydu ve başta Resulüllah olmak üzere müminlere bir müjde verdi. Vahyolunan ayet grubu, Kevser sûresinin ayetleriydi. Bu kısa sûrede nimetlerin asıl sahiplerinin müminler olduğu bildirildi. Müminlerin ölçülemez ve sayılamaz miktarda nimete ebediyen sahip olacakları müjdelendi. Nasipleri kesik olanların, ikballerini karartanların müşrikler olduğu açıklandı. Resulüllah’ın ve diğer müminlerin hiçbir şekilde müşriklerin aldatıcı durumlarına kanmamaları ve verdiği, vereceği nimetler nedeniyle Allah’a karşı sorumluluklarının gereklerini yerine getirmeleri gerektiği bildirildi:
‘(Resulüm/) Hiç kuşkun olmasın ki sana bol nimet (kevser) verdik. O halde sen yalnızca Rabbine kulluk et ve(şührü-nün ifadesi olarak) O’nun için kurban kes. Şu bir gerçek ki, asıl sonu kesik olan, sana kin besleyendir.[288] Tüm bunlar İslâm davetinin lehine bir gidişatı inşa eden, her seferinde müşrikleri mahcup ve perişan eden şeylerdi. Her seferinde başlarını eğip, aşağılanmış bir halde durumlarıyla baş başa bırakılanlar müşriklerdi. Her saman olduğu gibi, yeni bir şey bulmanın, İslâm davetini istedikleri gibi durduracak veya değiştirecek bir şeyler bulmanın çabası içerisinde yine kendi içlerine kapandılar. Müşrik liderler, her zaman olduğu üzere, yine Kabe’nin yanında, Dâru’n Nedve’nin gölgeliğinde oturmuş sohbet ediyorlardı. Sohbetlerinin konusu, yıllardır devam ettiği üzere, yine islâm daveti ve Resulüllah idi. Daha başka ne yapabileceklerini, daveti nasıl durduracaklarım, ‘eski problemsiz günlerine” tekrar nasıl kavuşacaklarını düşünüyor, konuşuyor ve tartışıyorlardı. Tekliflerini değiştirmeliydiler; bütün mal ve makam teklifleri reddedilmişti. Aynı türden tekliflerin bir işe yaramayacağı anlaşılmıştı. Acaba başka ne yapabilirlerdi. O zamana kadar Resulüllah’a götürdükleri tekliflerinde hep Resulüllah’tan bîr şey istediklerini fark ettiler. Bir şeyler teklif ediyorlar ama değişikliği hep Resulüllah’tan istiyorlardı.
Kendileri inançlarından ve gidişatlarından taviz vermeye hiç yanaşmamışlardı. Belki de bu durum Resulüllah’m tepkisini çekiyordu. Eğer kendileri de bazı tavizler verirlerse, tekliflerinin kabul görme ihtimali olabileceğini düşündüler. Görüş makul görünüyordu. Madem ki Resulüllah Allah’a iman etmeye ve bu imanın gereğine göre yaşamaya davet ediyordu; Allah’a inandıklarını söyleseler ne olurdu? Zaten kendileri Allah’a bazı sıfatlarıyla inanan kimselerdi. Allah’a inandıklarını söylerlerse, Muhammed’i yumuşatabilir ve saflarına çekebilirlerdi. Bu düşünceler içerisindeyken Resulüllah’m Kabe’ye yaklaştığını ve tavafa başladığını gördüler. Düşündükleri şeyi uygulamaya koymak için Velid b. Muğire, Âs b. Vâ-il, Esved b. Muttalib, Umeyye b. Halef hemen yerlerinden kalkıp Resulüllah’a yaklaştılar. Velib b. Muğire ‘Muhammed bizi dinle’ dedi; ‘Şimdiye kadar ne teklif ettiysek hepsini reddettin. Seni kralımız olarak tanımaya, en zenginimiz kılmaya, en güzel kızlarla evlendirmeye ra£t olduğumuzu bildirdik; hiçbirisine iltifat etmedin. Ama durumunu da görüyoruz. Sıkıntılısın, yoksullaştın. Sen bu kötü şartlara layık birisi değilsin. Senin aramızda her zaman değerli bir yerin oldu. Gel bir anlaşma yapalım. Umuyoruz ki bu senin de bizim de iyiliğimize olacak. Aramızdaki anlamsız kin ve düşmanlığı sona erdireceğiz. Teklifimiz şu, biz senin Allah’ına inanalım ve O’na tapam; sen de bizim putlarımızı kabul et; onlar hakkında ileri geri konuşmaktan vazgeç Böylelikle hem senin inancın, hem de bizim inancımız geçerli olur. Bir süre böyle devam edelim. Eğer senin Allah’ına tapmamız hakkımızda daha fazla imkânlara neden olacaksa, bizler bu nimetlerden mahrum kalmamış oluruz. Sen de bizim ilâhlarımı^ kabul ettiğin için, ilâhlarımızın lütuflarından mahrum kalmamış olursun. Böylelikle sen de biz de mutlu olurum; istediğimize kavuşmuş oluruz. Ne dersin, kabul ediyor musun? Kabul et de şu aramızdaki husumeti burada bitirelim.[289] Resulüllah duydukları karşısında şaşırdı.
Müşrikler hâlâ kendi ilkelerini, inançlarını koruyan bazı tekliflerle karşısına çıkıyorlardı. Halbuki daha önce bu tür tekliflerine cevaplar bizzat vahiyle verilmişti. Artık bu tür tekliflerle karşılaşmayacağını düşünüyordu. Ama bazı küçük değişikliklerle yine benzer teklifi önüne koymuşlardı. Bir şey demeden oradan uzaklaştı. Evine gitti. Kendisi açısından üzerinde düşünülecek, değerlendirmeye gerek duyulacak bir durum yoktu. Bu nedenle söz konusu teklifi dikkate bile almadı. Ancak o gece vahyolunan bir sûre artık bu tür tekliflerin sonunu getirme kararlılığının gereğini ifade eden bir üslûba sahipti. Allah, Resulüne ‘De ki..’ emriyle bu sûre ile bildirileni müşrik eşrafa açıkça söylemesini istiyordu. Resulüllah sabah erkenden Kabe’ye gitti. Eşraf yine toplanmış sohbet ediyordu. Muhtemelen önceki gün dile getirdikleri tekliflerini konuşuyorlardı. Resulüllah’m sessizce yanlarından uzaklaşmış olması nedeniyle, tekliflerinin kabul edilme ihtimali olabileceğinin umudu ile düşüncelerini dile getiriyorlardı. Resulüllah’ı görünce tekliflerinin kabul edildiğini, kabul edilmese bile en azından konuşacakları bazı ortak noktaların dile getirileceğini düşünerek sevindiler. Fakat sevinçleri kısa sürdü. Müşrik eşrafa yaklaşan Resulüllah vahyolunan son ayetleri okumaya başladı: ‘De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz. Ben sizin ibadet ettiğinize asla ibadet etmeyeceğim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz- Sizin dininiz size, benim dinim de bana.[290] Sonra, Resulüllah dönüp evine gitti. Müşrik eşraf donup kalmıştı. Şaşkındılar. Şaşkınlıkları kısa sürede öfkeye dönüştü. Teklifleri reddedilmekle kalmamış, bir de ‘Ey hakikati örtenler, nankörler (kafirler)’ diye ağır bir ifadeyle aşağılanmalardı. Bir kez daha kaybeden, mahcup olan kendileri olmuştu.
[280] Kafirûn sûresi 109:1-6
[281] Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz, buna (Kur’an’a) da iman ederler. Onlara (Kur’an) okunduğu zaman: ‘Ona iman ettik. Çünkü o Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de Müslüman idik’ derler, işte onlara, sabretmelerinden ötürü, mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz nzıktan da Allah rızası için harcarlar. Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selâm olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz’ derler.’ (Kasas, 28:52-55)
[282] Andolsun ki onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?1 diye sorsan, elbette ‘Allah’ derler. De ki: ‘Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini önlenebilirler mi? Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanırlar. Ey kavmim} Elinizden geleni yapın; doğrusu ben de yapacağım. Artık yakında bileceksiniz, kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini, ve sürekli bir azabın kimin üzerine konacağını’ (Resulüm!) Şüphesiz biz bu Kitab’ı sana, insanlar için hak olarak indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir; kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin.1 (Zü-mer, 39:38-41)
[283] Sebe, 34:25,26 [284] Yunus, 10:41-42 [285] Şuara, 26:216,217 [286] Yunus, 10:104 [287] Zümer, 39: 64,65 [288] Kevser, 108:1-3 [289] İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/388; Fahreddin Razı, Tefsîr-i Kebîr, 23/498; Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, XXX/331; Kurtubî, el-CamVu li Ahkâmi’l Kur’an, XX/225; Zemahşerî, el-Keşşâf, IV/292. [290] Kafirün, 109:1-6