Hz. Muhammed (sav ) Sorumluluktan kaçış

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
SORUMLULUKTAN KAÇIŞ

Hz.Muhammed (sav)
Hz.Muhammed (sav)
O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğerek ‘Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönderde, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık’ diyecekleri zamanı bir görsen! [235] Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün, O’na teslim olun, yoksa size yardım edilmez. Farkında olmadan, başınıza ansızın azap gelmeden Önce, Rabbinizden sîze indirilenin en güzeline (Kur’an’a) tâbi olun. [236]

Ahiret İnancı ve Dünya Hayatının Önemi

Yaşanan ve yaşanacak boyutuyla tüm hayatı iki kısma ayırıp, halihazırda dünyada yaşananı hayatın sadece bir kısmı kabul etmek İslâm’da imanın şartlarından birisini oluşturur. îmanın bu olmazsa-olmaz şartına göre ölüm son değildir; iki hayatı birbirinden ayıran bir aşamadır, sınırdır. Ölüm, dünya hayatının sonunu ve Kur’an’ın ‘Çıkış günü’1 (Yevmü’l huruç) [237] Diriliş günü’ (Yevmü’l ba’as) [238] Toplanma günü’ (Yevmü’l cem) (Şûra, 42:7), ‘Sonsuza kadar sürecek gün’ (Yevmü’l huld) [239] ‘Kesin harar günü’ (Yevmü’l fasl) [240] ‘Pişmanlık günü’ (Yevmü’l hasre) [241] ‘Bilinen gün’ (Yevmü’l ma’lûm) [242] ‘Gerçek olan [243] ‘Yaklaşan gün’ (Yevmü’l azife) [244] gibi farklı isimlerle andığı ahiret hayatının başlangıcını oluşturur. Dünya hayatı son derece kısa, ahiret ise sonsuzdur. Süreleri dikkate alındığında ahiret hayatı daha önemli görünmektedir. Çünkü sonsuz ahiret hayatı insan için sonsuz cehennem veya sonsuz cennettir. Fakat buna rağ-nıen kısa ve sonlu olan dünya hayatı çok önemlidir; hatta amacı/işlevi açısından sonsuza uzanan ahiret hayatından da önemlidir.

İslâm’ın hayatı iki ayrı bölümde değerlendirmesi, sadece mekân ve süre açısından gerçekleşen bir ayrıma dayanmaz. Hayatın ‘dünya hayatı’ ve ‘ahiret hayatı’ biçiminde ikiye ayrılmasının asıl önemi, ahiretin dünyada kazanılmasından; ahiretin niteliğinin dünyada belirlenmesinden kaynaklanır. İnsanların ebedî hayatlarının niteliğini belirleme açısından ahirette yapacakları bir şey yoktur; her şey dünyada olup bitmekledir. Dünyada sahip olunan ilkeler ve sürdürülen hayat tarzına göre bir ahiret hayatı oluşmaktadır. Dünya hayatının veya daha doğru ifadeyle dünyada sahip olunan ilkelerin ve sürdürülen hayat tarzının önemi de buradan kaynaklanmaktadır. [245]Eğer dünyada doğru bilgiye sahip olunur ve inanılır, doğru şeyler ilke edinilir ve tüm bunlara göre güzel bir hayat tarzına sahip olunursa, öbür taraf sonsuz mutluluktur, huzurdur, sevinçtir, esenliktir, cennettir. Ama dünya hayatında yanlış şeylere inanılır ve ilke edinilir, bunların etkisini taşıyan yanlış, kötü bir hayat tarzına sahip olunursa, öbür taraf ıstıraptır, sıkıntıdır, azaptır, cehennemdir.

Esasen, dünya hayatı çabucak biten ‘oyun ve ‘eğlenceden başka bir şey değildir.[246] Fakat buna rağmen dünya hayatı önemlidir. Belirtildiği üzere dünya hayatının önemi ise ahiretin dünyada inşa edilmesinden kaynaklanmaktadır; yoksa dünya hayatının kendine ait özel bir değeri yoktur. Sahip olunan ilkelerin ve hayat tarzının veya daha teknik isimlendirmeyle ‘din’in ne ve nasıl olduğu ise konunun özüdür, esasıdır. Kur’an’ın yöneldiği ve inşasını hedeflediği şey de budur. Bu, risâletin ilk günlerinden itibaren, üzerinde ısrarla durulan bir konu olmuş ve insanlar için çözümü bilinemez, bulunamaz bir problem olmaktan çıkarılmıştır. Zira insanlık tarihinin ve özellikle de felsefenin şahitliğiyle biliniyor ki, insanın mevcut bilgi kaynaklan ve imkânları doğru dinin belirlenmesinde; hayatı dosdoğru kılacak ilke ve ölçülerin belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır. Risâletin ilk günlerinden itibaren bildirildi ki, dünya hayatını yaratılış amacına uygun bir hayat kılmanın araçlarının, imkânlarının ve ilkelerinin kaynağı vahiydir; Allah’ın elçisi ile bildirdiği ilâhî hakikatlerdir. Bu ilâhî hakikatlere uymak hem dünya hayatım her türlü kötülükten, ahlâksızlıktan, yanlışlıktan uzak tutacaktır; hem de sonsuz ahiret hayatım cennet kılacaktır. Fakat insan, yaratanı olan, varlığını en uygun şartlarda sürdürmesinin İç ve dış imkânlarını sonsuz lütfuyla sunan, dosdoğru bir hayat tarzının ilkeleri konusunda yardımını esirgemeyen yegâne rabbine karsı lakayt olursa, nankör davranırsa; yanlışlarla, kötülüklerle, ahlâksızlıklarla, ıkıntılarla dolu bir dünya hayatını kendi elleriyle inşa etmiş olur. Ve bu hayatın sonu da kendisi gibi sıkıntı ve azaptır; ancak çok daha şiddetli ve elbette ki sonsuz bir şekilde.

Ahiret inancı çok önemlidir. Onun önemi, insanların zihinlerine yerleştirilecek bir inanç ilkesi olmasından kaynaklanmamaktadır. Önemini, ‘eserlik yurdu’nun kaynağı olan dünya hayatının düzenlenmesinden ve yönlendirmesinden almaktadır. Buna göre, dünya hayatı önemlidir, ahiret hayatının niteliğini belirlediği için; ahiret hayatı önemlidir, dünya hayatını etkileyip şekillendirdiği için. Ahiret inancı ise daha da önemlidir, dünya hayatım düzenlediği ve bunun sonucunda ahireti ‘esenlik yurdu’ kıldığı için. Ahiret inancının dünya hayatını etkileyip, şekillendiren özelliğini somut şekilde görmek için ‘din’ dikkate alınmalıdır. Din, bir boyutuyla, dünya hayatını yönlendiren bazı yol işaretlerinin ortak ismidir. Yolcular işaretlere uymayıp, istedikleri gibi davranırlarsa, söz konusu işaretlerin yapabileceği bir şey yoktur. O halde yolculara sorumluluk duygusunu, yol işaretlerine uyma bilincini kazandırmak gerekmektedir. Bunu sağlayan ise ahiret inancıdır. Ahiret inancı yok sayılsa, hayatı düzenlemek, insanlığı esenliğe ulaştırmak adına bildirilen tüm ilkeler, tüm bilgiler, tüm açıklamalar, verilen tüm emirler ve getirilen tüm yasaklar temelsiz kalır. Bu nedenle ahiret inancının imanın şartları arasında bulunma amacının, dünya hayatını sorumlulukla yaşanan bir hayat kılmaktan ibaret olduğunu dile getiren .birçok ayet vahyolunmuştur. Şu ayet bunlardan sadece birisidir: ‘Mutlak hükümranlık sahibi olan Allah yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter. O hanginizin daha güzd iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O güçlüdür, O’nun gücüne hiçbir güç erişemez ve tek bağışlayan da O’dur.[247]

Ahiret inancı, sorumluluk temelinde şekillenen bir hayat tarzını inşa etmeyi sağladığı için, risâlet sürecinde üzerinde en çok durulan üç konudan birisini oluşturmuştur. Önemi nedeniyle, Resulüllah’m kitlesel davete geçişinin başlangıcım teşkil eden Mekkelilere Safa tepesinden seslenişinde üzerinde bilhassa durduğu Konu ahiret inancı olmuştur. Risâlet sürecinde diğer iki temel konuyla birlikte, ahiret inancının ve gereklerinin üzerinde hemen her zaman durulmaya da devam edilmiştir. Diğer önemli iki konuyu ise, ebedî hakikatin temel konusu ve kaynağı olan tevhid’ ile, insanları ebedî hakikat konusunda bilgilendirmenin ve uyarmanın kurumlaşmış ismi olan ‘ristdeV oluşturmuştur. Ahiret, bu ikisine inanmanın ve gereklerine uymanın bireysel karşılığını, bireydeki sorumluluk duygusunun aynağinı teşkil etmektedir. Bu nedenle hemen her birkaç ayetten birisinde, ya ogrudan ya da dolaylı olarak ahirete muhakkak değinilmiş; ona ilişkin gerekli bilgiler verilmiş, önemine ilişkin açıklamalar yapılmıştır. İslâm davetindeki merkezi konumu nedeniyle, kendilerine ebedî hakikat sunulan insanların en çok dikkatlerini çeken ve daveti kabul etmeyenlerin en çok üzerinde durdukları, en sen tepkiler verdikleri, tartışma ve alaylarına malzeme kıldıkları konu da ahiret inancı olmuştur.

Risâlet sürecinde, islâm davetinin muhalifleri daha ilk andan itibaren kolaylıkla fark ettiler ki, kendilerine sunulan ve kabul edip gereklerini uygulamaya davet edildikleri ebedî ilkelerin temelini, hedefini, birleştirici unsurunu ahiret inancı oluşturuyordu. Bu nedenle diğer ilkeler ve konularla ilgili tepkilerini de ahiret inancına yönlendirmekten geri kalmadılar. Ahiret inancını veya bir başka söyleyişle ölümün son olmadığım kabul etmediler. Kesin bir dille kendilerine bildirilen hakikati reddettiler. Örneğin şunları söylediler: ‘Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir; biz, bir daha diriltilecek değiliz.[248] Allah, ölen bir kimseyi diriltmez.[249] Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak eder.[250]

Müşrikler, ahiret inancını ve onun dahilinde anlam ve önem ifade eden ‘dirilme günü’nü ‘kıyame (yevmu’l-kıyâme), ‘hesap günü’nü (yevmu’l-hesâb), ‘ceza ve mükafat günü’nü (yevmu’d-din), ‘kavuşma günü’nü (yevmut-telâk), ‘ebedilik günü’nü (yevmu’d-hulûd), ‘pişmanlık günü’nü (yevmu’l-hasre), ‘cenneti, ‘cehennem’i şiddetle reddettiler. Böylesi bir inancın doğru olabileceğini düşünmediler; düşünmek istemediler. Hatta, aşağıda açıklanacak sebeplerden dolayı, yeniden dirilmenin ve ahiret hayatının gerçek olmamasını temenni ettiler. Ahiret inancım ve bu inancın dahilinde yer alan kıyamet, hesap, cennet, cehennem gibi Şeyleri ‘eskilerin masalları [251] ‘karmakarışık rüyalar [252] şeklinde niteleyerek reddettiler ve eğer olur ki bunların varlığına şahit olunacak olsa, bunun ‘büyü’den; ‘algı yanılması’ndan [253] başka bir şey olmayacağını savundular. Onların bu inkârları da, burada verilecek bazı örneklerde olduğu üzere, birçok olaya ve duruma kaynaklık yaptı.

Müşrik Araplarda Ahiret Bilgisi ve İnancı

Ahiret inancına sahip olmayan ve ahireti inkâr eden risâlet çağı Arapları ve özellikle de Mekkeliler esasen ahiret bilgisinden haberdar kimselerdi. Onlar, içlerinden bazı istisna kişiler hariç, ahiret inancına sahip değillerdi; ama ahiret inancını biliyorlardı. Ticarî faaliyetleri nedeniyle sürekli görüştükleri; alışveriş yaptıkları; evlerine, köylerine, şehirlerine misafir oldukları Hiristiyanlardan ve Yahudilerden ahiret İnancını duydukları ve hatta bir şeyler sorup öğrendiklerinde kuşku yoktur. Bunun yanı sıra, bazı tarihi bilgiler de İslâm davetine karşı çıkan müşrik liderlerin ahiret bilgisine sahip olduklarını belgeler niteliktedir. Bu konuda Cahiliye dönemi şiiri önemli bir referanstır. Sakifli şair Umeyye b. Ebû’s Sait’in şiirlerinin ve Küs b. Saide’nin şiir ve söylevlerinin ağırlıklı konusu ahirettir. Onların bu bilgilerinin ve hatta inançlarının kaynağının ne olduğu önemli değildir; ister Hıristiyanlar ve Yahudiler olsun, isterse Hz. İbrahim geleneğinin son kalıntıları olsun. Önemli olan, ahiret inancına sahip kimselerin müşrik Araplar arasında yaşamış olmaları, müşriklerin de ahiret inancından haberdar olmalarıdır. Üstelik müşrik Arapların inanç ve kültürlerinde silikleşip, etkisizleşmiş bir ahiret inancı da vardı. Bu konuda Cahiliye devri şiiri önemli bir tanıktır.

Cahiliye devri şiirinde ‘dünya hayatı’ ifadesine sıklıkla rastlanmaktadır. Elbette ki ‘dünya hayatı’ ifadesinin anlam kazanması için ‘dünya dışı’ hayatın bulunması gerekir. Ancak söz konusu şiirlerde ‘dünya hayatı’ ifadesine sıklıkla rastlanmasına rağmen, ahiret terimine pek rastlanmaz. Bu da gösteriyor ki, dünya hayatı inancı, ahiret hayatı inancından koparak risâlet dönemine kadar gelmişti. Ahiret terimi dilden adeta silinip gitmişti. Buna karşılık Cahiliye şiirinde özellikle cennet terimiyle karşılaşmak çok kolaydır. Örneğin; Ünlü şair Antere, sevgilisi Able’ye karşı duygularını anlattığı bir şiirinde, sevgilisine kavuşmanın mutluluğunu cennet mutluluğuna benzetmiştir. Yine aynı şiirinde, sevgilisinden uzakta olmayı ise ‘her şeyi yakan, geride bir şey bırakmayan ateşe’ benzetmiştir. Bu nitelemenin cehennemi hatırlatması önemlidir. Eğer cennetten bahsedilmemiş olsa, ‘her şeyi yakan, geride bir şey bırakmayan ateş’ ifadesi gönül sıkıntısıyla veya salt ateşle açıklanabilirdi, ancak görülüyor ki Antere’nin bu ifadesinde acı ve ıstıraplarını benzettiği şey cehennemin acı ve ıstıraplarıdır. Antere bir başka şiirinde ise ‘cehennem’ terimini açıkça kullanmıştır. O, söz konusu şiirinde ‘Zilletle (içilecek) hayat suyu (ab-ı hayat) cehennem gibidir. Şeref ile (oturulacak) cehennem ise en güzel evdir’ demiştir. Cahiliye çağının ünlü şairlerinden Züheyr ibn Ebî Sulmâ’nın bir şiirinde ise ahiret inancının yanı sıra, hesap gününden, dünya hayatında sahip olunması gereken sorumluluğundan bahsedilmektedir. Züheyr bir şiirinde şöyle demiştir: ‘Göğüslerinizde olanı Allah’tan gizlemeye çalışmayın, ne kadar gizleseniz de Allah onu bilir.

(Yaptığınız şeylerin karşılığı) ertelenir, bir kitaba kaydedilir, ya hesap gününe kadar saklanır veya (hesabı) çabuk görülür; hemen intikamı alınır.

Bu bireysel örneklerin yanı sıra, ölümle ilgili yaygın bir inancın gerektirdiği uygulamada da ahiret inancının etkisinden bahsetmek mümkün olabilmektedir. Müşrik Arapların ‘beliyye’ ismini verdikleri inançları ve bu inançlarının gerektirdiği uygulamaları şöyleydi: Özellikle ünlü bir adam ölünce onun devesinin gözlerini çıkarıp, mezarın yakınma bağlarlardı. Aç bırakılan deve bir süre sonra ölürdü, inançlarına göre, ölen kişi zamanı gelince dirilecekti; dirildiğinde yaya kalmaması için deveyi ona sunuyorlardı.

Tüm bunların yanı sıra, ahiret bilgisinin cahiliye dönemi Araplarmın gelenek-ennde yer aldığına bizzat Kur’an şahitlik yapmaktadır. Kur’an’m müşriklerin inançlarıyla ilgili konularda yaptığı şahitlik ise, salt tarihsel açıdan bile her türlü kuşkudan uzaktır. Çünkü, daha önce başka vesilelerle de ifade ettiğimiz gibi, Kur’an’ın şahitlik yaptığı konulardaki açıklamalardan bizzat müşrikler haberdardılar ve onun bu şahitliklerini yalanlayamamışlardır: “Dediler ki: ‘Sahi biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz öyle mi? îşin doğrusu, gerek bize, gerekse daha Önce de atalarımıza böyle bir (ahiret) tehdidinde bulunuldu; (fakat) bu geçmişteküerin masallarından başka bir şey değildir!.[254] Ayette dikkat çeken şey, müşriklerin bizzat kendi kültürlerinde, toplumsal hafızalarında ahiretle ilgili bir bilginin bulunduğunun ifade edilmiş olmasıdır. Üstelik bu, müşriklerin bizzat kendi ifadeleri olarak nakledilmiştir. Ancak ne var ki onlar bu bilgiyi bir inanca dönüştürüp kabul etmekte zorlandılar. Bu, daha önce ayrıntılı olarak ele alınıp incelendiği üzere, onların Allah’ı reddetmeleriyle büyük oranda benzerlik taşıyan bir durumdu. Biliyoruz ki onlar esasen Allah’ın varlığını ve hatta varlık olarak birliğini biliyorlardı, ama işlerine Allah’ı karıştırmak istemiyorlardı. Teorik olarak Allah’ı kabul ediyorlar ama fiilen ‘Allahsız’ yaşıyorlardı. Bu açıdan, müşriklerin ahiret inancına verdikleri sert tepki asıl niyetlerini ortaya koyar niteliktedir. Onlar ahireti biliyor ama ahiret inancının hayatlarında belirleyici unsur olmasını istemiyorlardı. Bir başka söyleyişle, yaşadıkları hayatın hesabını vermek işlerine gelmiyordu. Ahiret inancının gereğine göre hareket etmek istemiyorlardı. Sahip oldukları ahiret bilgisi, onlar için son derece işlevsiz, adeta silinip yok olma aşamasına gelmiş bir bilgiden başka bir şey değildi.

Sorumluluktan Kaçış

Müşrikler ahiret inancını şiddetle reddettiler. Hayatlarını etkileyecek böylesi bir inanca sahip olmak istemediler. Sorumsuz hayatlarını sürdürme ve hesabını vermeme isteği ahiret inancını reddetmelerinin asıl nedeniydi. Ancak bunu açıkça söyleyemedikleri için, ahiretin olamayacağının delillerini bulmaya çalıştılar. Kör bir inatla, ölenin dirilmesinin, ölüp çürüyen bedenin tekrar bir araya gelmesinin mümkün olamayacağını savundular. Bu konuda nakledilen bir rivayet şöyledir: Mekke eşrafından ve davetin katı düşmanlarından Ubeyy b. Halef bir gün eline aldığı büyük oranda çürümüş bir kemikle Resulüllah’m yanına geldi. Amacı öldükten sonra dirilmenin ‘imkânsızlığını’ ispatlayarak, İslâm’ın ‘saçmalığını’ gözler önüne sermekti. O şunun farkındaydı; eğer bir konuda İslâm’ın yanlış’, ‘saçma’ olduğu ispatlanabilirse; diğer ilkeleri ve esasları konusunda da ciddi bir kuşku oluşturmak ve böylelikle Resulüllah’ın yürüttüğü daveti sonra erdirmek ya da en azından Mekke için tehlikeli bir hareket olmaktan çıkarmak mümkün olacaktı. Öldükten sonra tekrar dirilme inancını ise amacına en uygun konu olarak gördü. Bu düşüncelerle Resulüllah’m yanına gelince, elindeki kemiği parmaklarının arasında ufalayıp, tozlarını Resulüllah’m yüzüne üfleyerek ‘Sen bu çürümüş kemiklerin tekrar diriltileceğini söylüyorsun, öyle mi?’ dedi. Aslında bu bir soru değil, soru tonunda ifade edilen karşıt görüştü; ahireti reddeden bir yaklaşımın soru biçiminde dile getirilişiydi. Resulüllah tereddüt etmeden ‘Evet’ dedi; ‘Allah tüm ölmüşleri diriltecek ve seni de günahlarından dolayı o gün cehennemine koyacak”.

Ubeyy b. Halef görünüşte istediği cevabı almıştı; Resulüllah tekrar dirilmenin gerçekleşeceğini söylüyordu. Ama aldığı cevap Ubeyy b. Halefin işine yaramadı. Hatta oyununu bozdu. Zira, Peygamber sadece o çürümüş kemiğin tekrar diriltileceğini söylememiş Ubeyy’in cehenneme gideceğini de söyleyerek, çevredeki insanların ilgi ve dikkatini Ubeyy’in cehenneme gidişine neden olan günahlarına, kötülüklerine, zorbalıklarına çekmişti. Ubeyy b. Halef öfkelendi, suçlanıp utandırılmış birisi olarak oradan uzaklaştı. Bu olayı takiben ahiret inancını tekrar ele alan ve bu konuda ilâhî hükmü bildiren şu ayetler vahyolundu: ‘insan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.[255]

Mekke’nin müşrik eşrafı, bir defasında, kendilerince son derece tutarlı bir görüşle, ölenlerin tekrar dinlemeyeceğini, tekrar dirilme olmayınca hesap gününün, mahşerin, cennetin, cehennemin ‘hayal ürünü şeyler’ olduğunun ispatlanabileceği-ni düşündüler. Görüştükleri bazı müminlere de bu konuyu açtılar. Amaçlan ahiret inancının ‘saçmalığını’ ispatlayarak, görüştükleri o müminleri İslâm’dan uzaklaştırmak ve böylelikle islâm davetinde bir çözülmeyi başlatmaktı. Görüşme sırasında Resulüllah’m hakkında ileri-geri konuştular; O’nun akla uymayacak saçma sapan şeyler dile getirdiğini, gidişatının iyi olmadığını, muhtemelen aklını yitirdiğini iddia ettiler. Bu iddialarını ise tekrar dirilme inancını delil göstererek ispatlamaya çalıştılar. ‘Vücudumuz tamamıyla çürüdükten, toprağa karışıp yok olduktan sonra nasıl olur da tekrar diriliriz! O eriyip kaybolmuş parçalan, değil diriltmek, bir araya getirmek bile mümkün değildir’ dediler. Sonra da amaçlarının gerektirdiği asıl düşüncelerini dile getirip; ‘Aklınızı başınıza toplayın. Durumunuzu tekrar gözden geçirin. Peşinden gittiğiniz, düşüncelerini kabul ettiğiniz adam aklım yitirmiş zavallıdan başka birisi değil’ dediler. Onların bu itirazları ve oyunları kısa süre sonra bir ayette karşılığını buldu ve hiç ummadıkları bir cevapla karşılaştılar: ‘Biz, onların seni ne maksatla dinlediklerini, kendi aralarında fısıldaşırlarken de o salimlerin (bazı müminlere): ‘Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz’.’ dediklerini biliyorum. Baksana, onlar senin için ne kötü benzetmeler yaptılar! Bu yüzden, (öyle bir) saptılar ki, artık doğru yolu bulamazlar. Dediler ki: ‘Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yeniden diriltileceğiz, öyle mi; (Bu olacak şey mi)!’ De ki: ‘ister taş olun, ister demir. İsterse aklınıza yeniden dirilmesi imkânsız gibi gorûnen herhangi bir şey! Bunların hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, Allah’ın sizi yeniden diriltmesini güçleştirmez. Bu durumda diyecekler ki: ‘Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?’De ki: ‘Sizi ilk kezyaratan (kim ise hayata da tekrar o döndürecek). Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve ‘Ne zamanmış o?’ diyecekler. De ki: ‘Yakın olsa gerek! (Şunu bilin ki) Allah’ın sizi (tekrar dirilmeniz için) çağıracağı gün, kendisine hama ederek çağrısına uyarsınız ve (ölüm halinde) çok az kaldığınızı sanırsınız.[256]

Müşriklerin İslâm’a muhalefet ederken en çok üzerinde durdukları ve imkânsız olduğunu düşündükleri konu yeniden dirilmekti. Kur’an, ahirete geçişin şartı olan yeniden dirilmenin Allah için bir zorluk olmadığının örneklerini verdi. Örneğin ilk yaratılışa dikkat çekti. Müşrikler bunu kabul ediyorlardı.[257] Kur’an bunu esas alarak, ölümden sonra dirilişin de Allah için hiç zor olmadığını belirtti. Şu iki ayet bunun örneklerini teşkil etti: ‘Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?.[258] ‘ilk yaratmada acizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler.[259] Müşrikler, tabiattaki oluşumların, çekirdekten bitkinin çıkmasının, ölü toprağın canlanmasının Allah’ın ilmi ve iradesi ile olduğunu biliyorlardı.[260] Kur’an bu bilgiye bağlı olarak, yeniden dirilmenin Allah için zor olmadığını açıkladı, insanın yeniden dirilişi, çürüyüp bir şeylere karışmış olsa bile, bir tohumdan bitkinin yetişmesi gibiydi: ‘Ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona yağmurla hayat verdik ve ondan done çıkardık.[261] Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, Ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecekür. O, her şeye kadirdir.[262] ‘Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti Şüphesiz ki bunda dinleyen toplum için bir ibret vardır.[263] Uyku da, yeniden diriliş için verilen örneklerden bir diğeriydi. Çünkü herkes uykunun ne olduğunu bilirdi ve uyku büyük oranda ölüme benziyordu. Uyuyan kişi uyanmasa bu ölüm olurdu ve uyanma insanın iradesinde olan bir şey değildi: ‘Allah, bazılarının canlarını ölümleri anında, diğer bazüarınınkini ise uykulanndayken alır. Sonra uykudakilerin canını iade eder. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir toplum için ibretler vardır.[264]

Ancak inkarcıların ahiretin mümkünlüğünü ispatlayan bu delillere ilgi ve iltifatları olmadı. Zaten ahireti biliyorlardı. Ama inkârlarının asıl nedenini söyleyemezlerdi. Çeşitli gerekçelerle inkârlarını sürdürmeye devam ettiler. Fakat ne var ki vahyolunan her ayet durumlarını biraz daha gözler önüne serdi. Her ayet öfkelerini biraz daha artırdı. Çünkü bu ayetlerde hem ahireti inkârlarının gerekçesi olan sorumsuz hayat tarzlarının ve kişiliklerinin olumsuz, kötü, ahlâksız, aşağı özellikleri deşifre ediliyor ve hem de gidecekleri yerin özellikleri, oradaki durumları gözler önüne seriliyordu. Şu bazı ayetler bu durumu dile getirmekteydi:

Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik!’ derler.[265]

O gün, zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke (bâtıl gidişatın mensubu olan) falancayı dost edinmedeydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o kişi beni ondan saptırdı. Zaten şeytan insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yüzüstü bırakıp rezil rüsvay eder.[266]

Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkâr olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür ne de yaşar! [267]

İnkâr edenlere cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki ölsünler, cehennem azabı onlara biraz olsun hafifletilmez. İşte biz, küfürde ileri giden her nankörü böyle cezalandırırız. [268]

Şüphesiz, cehennem pusuda beklemektedir. Orası azgınların barınacağı yerdir. Onlar orada nice çağlar boyu kalacaklar. [269] O ateşe ancak kötü olan girer. Öyle kötü ki, (hakikati) yalanlayıp yüz çevirmiştir. (Sorumluluğunun bilincinde olup, kötü ve yanlış şeylerden) korunan ise ondan (ateşten) uzak tutulur. [270]

Sorumsuzluğu Erdem Kabul Edenler

Sorumsuzluk, Cahiliye dönemi Arab’ının en temel özelliğiydi. Bu nedenle İbn Haldun, cahiliye dönemi Araplarını ‘çöllerde dolaşan, vahşi hayvanların tabiatında kaba kılıklı, gururlu, himmetleri büyük, başkanlık veya baş olmak için birbirleriyle yanşan ve çekişen bir kavim [271] biçiminde tanımlamıştır. Onlar, mensup oldukları coğrafyanın sık değişen özellikleri ve sınırsızlığı nedeniyle hoyratça, sorumsuz ve başıboş bir hayat tarzını kendilerine ilke edinmişlerdi. Çöl şartlarında tabiata karşı her an verilen mücadele, müsamahayı tanımayan, boyun eğmeyi aşağılanma kabul eden bir kişiliğin oluşumuna ve bunun gelenekselleşerek süreklilik kazanmasına neden olmuştu. Söz konusu geleneğe göre bireysel ve sosyal ‘şeref in anlamını oluşturan boyun eğmemek, kendim serbest hissetmek, sınır ve ölçü tanımamak yaşantının olması gereken özelliklerini teşkil etmeliydi. Böyle de olmuştu. Çöl ortamının zorluklarıyla baş edebilmenin etkisiyle gurur, büyük zorlukların üstesinden gelebilmenin değişmez şartı olarak hoşgörüsüzlük, her türlü şarta ve zorlamaya karşı itaatsizlik gibi bir dizi özellik Arap kişiliğinin temel özellikleri olmuştu. Onlar, tabiat ile kişilik arasında doğrudan etkileşimin en tipik örneklerini teşkil ediyorlardı. Cahiliye Arapları için özellikle itaatsizlik ve boyun eğmeme önemli bir özellik, bir erdem olarak anlam kazanıyordu. Sadece kendilerinin belirlediği şartlarla (esaslarla/ilkelerle) yaşamayı normal, başkasına itaati en büyük ‘****lik kabul eden bir anlayış Arap kişiliğinin en karakteristik Özelliği haline gelmişti. Bütün bunların sonucu olarak da, başkasına karşı sorumluluk hissine sahip olunmayan bir yaşantı tarzını sürdürüyorlardı. Herkes için önemli olan Öncelikle kendisiydi; kendisini takiben de ailesiydi, soyuydu, kabilesiydi. Başkalarını dikkate almak, başkasına acımak, Arap karakterinin tanımadığı, bilmediği bir duyguydu, temel bir özellikti. Bu nedenledir ki, Kur’an birçok ayetinde İslâm davetine muhatap olan risâlet çağının insanlarının bu sorumsuzluk duygusuna doğrudan veya dolaylı bir şekilde değinmiştir.[272] Cahiliye Araplarındaki sorumsuzluk duygusu, sonunda hesabı verilmeyecek bir hayat anlayışına sahip olmaya yol açmıştı. Dünya hayatının boş olduğu, insanın bu anlamsız dünyada anlamlı bir şeyler yapmasının, ancak sorumsuzluğa dayalı bir yaşantı ile mümkün olabileceği inancı Cahiliye düşünce ve yaşantı tarzında önemli bir bakış açısı haline gelmişti. ‘Bu hayatın sonu vardır ve o sonun sonrası yoktur’ anlayışı yaşantının bütün alanlarında hakim özellik olmuş ve diğer olumsuzlukları doğurmuştu.

Bununla ilgili olarak Cahiliye devri şairi el-Muhab-bel’in karısı, müsrifliği nedeniyle kocasına sitem ederek ‘Şüphesiz zenginlik ebedî hayattır ve yoksulluk insanın günlerini kısaltır’ demesi, Cahiliye insanının hayata bakış tarzını ve sahip olduğu sorumsuzluğun kaynağını göstermesi açısından önemli bir örnektir. Gerçi, birbirlerine oranla çok farklı şeylere inanan, farklı inanç mensuplarının bir arada yaşadığı Arap toplumunda ve özellikle de Mekke’de bazı kimselerin ölümden sonra dirilmekten bahsetmeleri, müşriklerin tepkilerine neden olmayabilir ve hatta zevk ve safalarını sınırlı dünya hayatının ötesine de taşıma arzusuyla ilgi bile gösterebilirlerdi. Fakat böyle olmadı. Çünkü İslâm, ahiret inancım salt bir inanç unsuru olarak sunmuyordu. Diğer inanç unsurlarında da olduğu gibi bu inancı da hayatın merkezine koyuyor, hayatın her şeyini etkileyecek bir konuma yerleştiriyordu. Ahiret inancı demek, sorumluluk demekti; ahiret inancı demek, hesaba çekilmek demekti. Kur’an için ahiret hayatı her ne kadar süre ve mekân olarak ölüm sonrasında tekrar dirilmeyle/kıyametle başlıyorsa da esasen nitelik olarak şimdiden başlıyordu. Şu ayet bunu ifade eden ayetlerden birisiydi: ‘Eksik ölçüp noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun! Onlar insanlardan alırken ölçüp tarttıklarında tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında ise eksik ölçer ve tartarlar. Onlar düşünmezler mi ki, tekrar diriltilecekler! Büyük bir günde. Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır. Doğrusu günahkârların yazısı, muhakkak Sicân’de olmaktır. Siccîn nedir, bilir misin? (O) Amellerin sayılıp yazıldığı bir küaptır.O gün vay haline yalancıların! Ki onlar, ceza gününü yalan sayarlar. Onu ancak hükümleri çiğneyen ve günaha dalan kimseler yalanlar.[273] Bu ve benzeri ayetlerde açıkça ifade ediliyordu ki, yaşanan şu an ve takip eden zamanlar ahireti inşa etmektedir.

Yaşanan şu an ve yaşanacakların niteliği ahiretin niteliğini belirlemektedir. Müşriklerin ve elbette ki Özellikle zengin, şımarık eşrafın alışageldikleri sorumsuz, başıbozuk hayat tarzlarını değiştirmek gibi bir niyetleri yoktu. Onlar bu hayat tarzının kendileri için olumsuz bir karşılığa neden olacağını bilmek veya duymak istemiyorlardı. Bu yönde bir bilince sahip olmak işlerine gelmiyordu; zira gidişatlarından memnundular; her şeyiyle ölçülerini kendileri tarafından belirlendiği bir hayatı yaşıyorlardı; ezilenler, sömürülenler, aç kalanlar, mağdur edilenler, güçsüzler, yoksullar, çaresizler… ise başkalarıydı. Tüm bunlar dikkate alındığında özellikle Mekke eşrafı islâm’ı kabul edemezdi. Çünkü İslâm Allah’ın vahyettiği ilâhi bilgiye göre inanıp, Allah’ın hükümlerine göre yaşanması gerektiğim ilan ediyordu, insanı sorumluluk sahibi olmaya çağırıyordu. Birçok ayetin konusu insanın sorumluluğuyla ilgiliydi. Şu ayetler ise bunun örneklerinden sadece bazılarıydı: ‘insan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor! [274] ‘Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? [275] ‘Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir.[276] Gerçekten de insan, ancak çalıştığım elde eder. [277] Ayrıca yine birçok ayette ‘taat’ (itaat), ‘kunut’ (tevazu içerisinde itaat), ‘huşu’ (tevazu içerisinde teslimiyet), ‘tadarru’ (kendini Allah karşısında küçültme) içinde olmak emrediliyordu. Bu ise, bilhassa Mekke eşrafı için, sürdürdükleri sorumsuz hayat tarzlarını terk edip, Allah’ın tayin ettiği sorumluluklara göre yaşamaları gerektiğini ilandan başkası değildi. Onlar, elbette ki Allah’ın varlığına inanıyor, evrendeki otoritesini kabul ediyorlardı. Ancak Allah bile olsa, yaşantılarına hiç kimsenin müdahale etmesini istemiyorlardı. Hayatlarının hesabını vermek istemiyorlardı. ‘Ben özgürüm ve özgürlüğüme kimseyi dokundurmam’ diyorlardı. Zira, o bazılarının ‘özgürlüğü’ sorumsuzluklarının meşruluğunu sağlıyordu. Bu sayede insanlar üzerinde sultalarını istedikleri gibi kurabiliyorlardı.

[235] Secde sûresi, 32:12
[236] Zümer sûresi, 39:54,55
[237] Kâf, 50:42
[238] Rûm, 30:56
[239] Kâf, 50:34
[240] Mürselat, 77:13,14
[241] Meryem, 19:39
[242] Burûc, 85:2
[243] el-Hakka Hakka, 69:1-3
[244] Necm, 53:57

[245] İlk Kur’an neslinin en önemli temsilcilerinden birisi olan Hz- Ali şöyle der: ‘Dünya arkasını dönmüş gidiyor. Ahiret yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has çocukları var. Siz ahiret çocuklarından olun; dünya çocuklarından olmayın! Bugün çalışma günüdür, hesap günü değil. Yarın hesap günüdür, çalışma günü değil’ (Buhari, Rikak, 4)

[246] Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?1 (En’am, 6:32). Cahiliye dönemi şairlerinden tyâs ibn El-Eret bir şiirinde tamamen hedonist bir dünya görüşünün etkisiyle eğlence ve oyunla dertlerden kurtulmaktan bahseder. Ona göre hayat oyun ve eğlence kılınmalıdır; sorumsuzca günü yaşamalı ve başka bir şey düşünmemelidir. Ancak şu ilginç ve son derece anlamlıdır; lyâs’m şiirinde kullandığı oyun (le’ib) ve eğlence (lehv) kelimeleri burada zikrettiğimiz ayette aynen tekrarlanmaktadır. Ancak bir farkla, Kur’an’m bu kelimelerle anlattığı şeyle, şairin anlattığı ve savunduğu şeyin hedefleri birbirine tamamen farklıdır.

[247] Müîfe, 67:1,2
[248] En’am, 6:29
[249] Nahl, 16:38
[250] Casiye, 45:24
[251] Mutaffifin, 83:13
[252] Enbiya, 21:5
[253] Hûd, 11:7
[254] Mu’minun, 23:82,83
[255] Yasin, 36:77-79
[256] îsra, 17:47-52
[257] Zuhruf, 43:87
[258] Vakıa, 56:62
[259] Kaf, 50:15
[260] Ankebut, 29:63
[261] Yasin, 36:33
[262] Rum, 30:50
[263] Nahl, 16:65
[264] Zümer, 39:42
[265] Ahzâb, 33:66
[266] Furkan, 25:27-29
[267] Tâhâ, 20:74
[268] Fâtır, 35:36
[269] Nebe, 78:21-23
[270] Leyi, 92:15-17
[271] İbn Haldun, Mukaddime, 1/384, 386.

[272] Ahirete inanmayanlar hâlâ: ‘Bu dünyadaki hayatımızdan başka bir şey yoktur, yaşarız, ölürüz. Bizi ancak zaman yok eder” derler. Fakat onların bu hususta gerçek bir bilgileri yoktur, onlar sadece zanna kapılmışlardır.’ (Casiye, 45:24) inançsızlardan bir kısmı dediier ki; ‘Bu dünyadaki hayatın ötesinde başka bîr şey yoktur, öldükten sonra da dirümeyeceğiz’ (En’am, 6:29) içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaştılar. O Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenler: ‘Bu ne tuhaf şey!’ dediler. ‘Ölüp bir yığın toprak olduktan sonra mı tekrar dirileceğiz? Bu gerçekleşmesi mümkün ve muhtemel olmayan bir dönüştür.’ (Kâf, 50:2,3)

[273] Mutaffifin, 83:1-12
[274] Kıyamet, 75:36
[275] Mu’minun, 23:115
[276] Müddesir, 74:38
[277] Necm, 53:39
 
Üst Alt