MURATS44
Özel Üye
Sultanahmet Cami
7. Yüzyılın önemli eserinden biri olan Sultanahmet Camii, Mimar Sinan’ın yapı anlayışı içinde inşâ edilmiş bir şaheserdir. Sinan’dan sonra Türk mimarlığının meşalesini ele alan Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’nın ellerinde yükselmiştir.
Bilindiği gibi caminin banisi (kurucusu) Sultan 1.Ahmet, genç yaşta, daha 14 yaşındayken Osmanlı tahtına 14. hükümdar olarak oturmuş ve 14 yıl saltanat sürdükten sonra 1617’de 28 yaşında yaşamını yitirmiştir.
Sultan 1.Ahmet’in dindar bir pâdişâh olduğu bütün kaynaklarda ittifakla belirtilmiştir. 15. yüzyılın başlarına gelindiğinde İstanbul’un belli başlı tepeleri, her biri bir pâdişâh ismi taşıyan cami ve külliye binalarıyla tutulmuştu. Bununla birlikte Sultan Ahmet, büyük istimlâk paraları ödemek ve birçok ünlü vezir ve paşa sarayı yıkmak pahasına Rabb'ine bir teşekkür belgesi olmak üzere, taht şehrinde o zamana kadar görülmemiş güzellikte bir mabet yükseltmeyi aklına koyar. Baş motifi ve tutkusu, kulluğunu kanıtlayabilmek üzere o zamana kadar yapılmış olan camilerin en büyüğünü ve güzelini yaptırır.
Mimar Mehmet Ağa 1569 -1570 de sarayın sedefkârlık ve mimarlık bölümüne dâhil olduktan sonra baş mimarlığa geçer.
At meydanının kıble yönünde bulunan Ayşe Sultan Sarayı, denize bakıyordu. Alanı çok geniş ve Topkapı Sarayı'na yakındı. Çevresi de fazla yerleşim yeri değildi. Padişah tarafından bu yer, uygun görüldü. Adı geçen Ayşe Sultan'a 30.000 halis ayarlı altın gönderdi. O da gönül hoşluğuyla mülkünü tapuda hemen hünkâra devretti.
1018 yılı Recep ayının 9. perşembe günü. Temeline ilk kazmayı bizzat Sultan Ahmet Han vurdu. Temel kazmaya başlanınca ilk önce Sultan Ahmet Han eteğiyle toprak taşıyarak "Ya Rab, Ahmet kulunun hizmetidir..."diye dua etmişti. Caminin tamamlanmasıysa 1026 hicri yılı Cuma Del-ahiresi ayının 4. günü etmektedir. Böylece inşaat 7 yıl 5 ay 6 gün sürmüştür.
Cami, Medrese, Daru-l Kurra, Muvakkithane, Sıbyan Mektebi, Arasta, Hamam, İmaret, Darü’ş-şifa ve Türbe’den oluşan külliyenin merkez yapısı olup bir dış avluyla çevrelenmiştir. Camii duvarlarıyla sınırlanan ibadet alanı biçim olarak kareye yakın bir dikdörtgendir. 53.50x49.47 (2.646 metre²) metre²dir. Sultanahmet caminin içi 4 yapraklı yonca planına sahiptir. Dört fil ayağı çok etkilidir.
Ana kubbe 43 metre yüksekliğinde ve 23,5 metre çapındadır. Bu ölçüler Mehmet ağanın bir mühendis olarak yeteneğini gösterir. Caminin içi çok mahirane yerleştirilen 260 pencere sayesinde ferah bir havaya bürünmüştür. Pencerelerin yerleştiriliş şeklinden dolayı büyük kubbe sanki havada asılı gibi durmaktadır.
Bilindiği gibi, Batılılar bu camiye “Blue Mosque” (Mavi Cami) demektedirler. Bu cami, benzerlerinin hiçbirinde olmadığı kadar aydınlık ve ferahtır. 3 sıra halinde duvarlarda, yarım, merkezi ve köşe kubbelerin kasnaklarında açılmış sayısız pencereden ışık alan caminin, duvarlarını kaplayan çini ve kalem işi süslemelerindeki hakim renk olan mavi, camiye bu ismin verilmesinde neden olmuştur.
Sultanahmet Camii'nde İznik ve Kütahya atölyelerinin 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başı ürünleri olarak her biri 16-18 akçeye satın alınmak üzere 21043 adet çini kullanılmıştır. Beyaz zemin üzerine çeşitli renklerle meydana getirilen panolardaki selviler, laleler, sümbüller, narçiçekleri, Rumiler, üzüm salkımları, Sultanahmet Camii’ndeki güzelliği sağlayan ve ancak Türk çiniciliğine mazhar olan varlıktır. Sultanahmet Camii'nde 50'den fazla çeşitli desende çini bulunmaktadır.
Sultanahmet Caminin mihrabı, minberi, hünkâr mahfeli de ayrı birer sanat yapıtıdır. İçi çiçek dolu motifli çinilerle kaplı olan mihrabı mermerden yapılmış üstünde servi motifleri bulunan sütuncuklarla bezenmiştir. Geometrik geçmeli ve kabartmalı olan minber altın yaldızlıdır. Altın yaldızlı çinilerin sedef kakmalı kapısı ve ince duvar işlemesiyle hünkâr mahfeli bir başyapıttır.
İlki bu camide yapılan hünkâr kasrı, daha önce cami dâhilinde, pâdişâhın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfiline ilk defa bu camide, namaz öncesi ve sonrasında pâdişâhın istirahat etmesi amacıyla bir köşk eklenmiştir. Sonraları benimsenerek birçok sultan camisinde uygulanan bu köşk, cami içindeki hünkâr mahfiline kolayca geçilebilecek köşelerde ya da caminin ön cephesinde inşâ edilmiştir.
Caminin mermer döşemeli iç avlusu 26 sütunun üzerine oturtulmuş 30 kubbeyle örtülü revakla çevrilidir. Avlunun ortasında altı sütunlu şadırvan vardır.
Altı minaresi olan biricik camidir. Minarelerin dördü üçer ikisi’ de ikişer şerefelidir. Bu caminin inşâsından önce altı minareli cami yalnız Mekke Camii olduğu için şerefini korumak üzere Mekke camiine 7. olarak bir minare eklenmiştir.
Sultanahmet Camii, büyüklükte yücelişin, zarafetle görkemin, imanla samimiyetin bütünleşip kaynaştığı yüce bir mabettir. Onun alçak gönüllü ve dindar banisi caminin tamamlanmasından kısa bir süre sonra, külliye binaları tamamlanmadan vefât ederek caminin dış avlusunun kuzeydoğu köşesinde yaptırılan türbede yatmaktadır.,
Cami bitip de kapılarını dünyaya açtığı zaman mimarın bir yakını olarak temel taşından beri yapımı adım adım izlemiş olan, dönemin yazarı ve şairi Cafer Çelebinin ağzından dökülen ilk sorular ve sözler, bunlar olmuş.
'Nedir bu parlak ışık? Ve bu güzel tarz nedir?
Kendisinden sonra, yüzyıllar boyu, Beyazıt’tan gelirken de, şehre denizden varışlarda da bu binanın İstanbul siluetine ektiği, ince ve son derece rafine çizgiye hayran kalan herkesin, yani ibadet için koşan inanmışlarla ziyaret için gelmiş dünyanın 4 köşesinden ve her dininden bütün insanların geniş avluyu geçip kapıların birinden ana mekâna adım atar atmaz içine düştükleri ve kendilerini kaptırdıkları duygular, bu defa hayranlığı aşarda şaşkınlıklara dönüşür. İnsanlar çevrelerine ilk bakışlarını gezdirirken gözleri dev sütunlardan her biri birer bahar bahçesi gibi süslü o cesim duvarlara oradan birbiri üstüne istif edilmiş kemerler ve yarım kubbelere ve hepsinin de üstünde pek fazla görkemli olmayan bir kubbeye doğru derece derece yükselirken akıllarından aynı düşünceler geçer ve içleri de aynı aydınlık duygularla ve ferah mı ferah renkli mi renkli bambaşka bir bütün dünyayla dolar. Bu eski İstanbul’un ortasındaki daha doğrusu tarihi yarım adanın denize bakan bir kenarında yükselen Sultanahmet’in bir camisidir. Yabancıların verdiği yerinde bir isimle mavi cami.
İnce zevki ve İstanbul sanatına elleriyle aktardığı yepyeni bir cami anlayışı. Türk-İslam mimarisinde kanatlarını ardına kadar açtığı bir dönem ve bir üslup. kendisinden tam bir yüzyıl sonra esecek olan lale döneminin de önceden habercisi, hem görkemli hem sevimli, tam bir mabet, kişinin içini ürperten fakat engin bir de bahçe, göz okşayan iç ısıtan, bir doğu sarayı kadar süslü, yerde halı gökte çini. hele zengin bir tarihinde altın zincirleriyle som zümrüt kandiller asılı, iki dünya el ele vermiş bu camide buluşmuşlar bir arada, karar veremeyeceğimiz bir rafine boyanın bütün tonlarının serpildiği bir desenler dünyasıyla bezelidir.
Düz duvarlar fayans ile örtülmüş onlarında üstü dönen ve kıvrılan satıhlarsa kalem ile nakışlanmıştır. Sonunda ışıl ışıl bir mekân çıkmıştır ortaya. Garip bir duygu sarar ziyaretçiyi, bir yandan başta tepedeki kubbe olmak üzere görkemli sütunlar, her şey bir tapınağın bütün soyluluğunu sonsuz bir tanrı fikri ve gerçeğini acunu yaratan güç ile yapa yalnız baş başa kalışın olanca ölümsüzlüğünü anlatır adama. Günlük yaşam dışarıda kalır, hele modern hayatta ve günümüz şehrinde insanoğlunun yaradılışına ters düşen bütün kemirici olaylar, trafiği gürültüleriyle avlunun ötesinde kendileriyle yoğrulurken burada sükûnetin çınladığı bambaşka bir ortam.
Kişiyi neredeyse çırılçıplak soyulmuşta bir ahretin kapısına varmış gibi ürpertici bir yalnızlıkla karşı karşıya bırakır. Çünkü her şey öylesine görkemlidir, öylesine insandan büyüktür, öylesine hem sessizdir; fakat hem de düşündürücüdür ve öylesine aklı ve idraki fiziğin ötesine davet edicidir. Aileniz işiniz eviniz sorunlarınız hevesleriniz sevdikleriniz sevmedikleriniz paranız ve malınız artık sizden öyle uzak öyle uzaktır ki camiyi gezen kalabalıklar bile silinir birer birer kaybolur bu mekânda; fakat biraz vakit geçinde ürpertiler içinde dolan ilk dakikalar işledikçe, içinizde bu masmavi boşluklara, uzaklıklara yavaş yavaş ve ucun ucun ısınmaya başlar. Hele namaz kılmak için yere oturup ta bitiş duasıyla beraber çevreyi daha da bir dolgun ve dolmuş duygularla seyre başlarsanız bu tapınağa bilerek verilmiş olan o bütün tatlılığın keyfine de kemaline erersini, içiniz bu defa bir insan yaşamının bütün neşesiyle tekrar fani hayatın güzellik ölçüleri ve değer yargılarıyla dolup taşmaya başlar.
Sahi iç ufku çevreleyen bu pencerelerin vitrayları ne kadarda yakıcı renklerle birer birer örülmüş, duvarları örten çiniler nasılda bu dünyanın bir ilkbahar bahçesi gibi bezenmiş, bu kubbelere kadar tırmanan nakışlar uçan ipek halılar yada atlas kumaşlar misali adeta semaları örtme yarışı içinde nedenli bir coşkuyla böylesine boyanmış ve serpilmişlerdir. Bunun kadar duvarlarına bulut bulut rozet rozet Osmanlının pek sevdiği laleler sümbüller narçiçekleri ve küpeler resmedilmiş bir tapınak bulunamaz. Hem yaşam dolu bu mekânda, hem ahret, hem yücelik hem yakınlık, yan yana iç içe buda işte mavi caminin usta mimarının derin aklı.
Bu tapınağa önce karar veren sonra yerini bulan parasını veren ve başında durup yaptıran kişi kimdi. Gencecik bir delikanlı temelleri attırdığında bile daha on dokuz yaşında, Cami fikri aklına düştüğünde bundan da genç, 14-15 inde.
14 yaşında tahta çıkmış eskilere (ve nedense, önemli kişilere) kaderin çizmeyi adet edindiği bir grafiğe uygun olarak yaşamında bir rakamın da garip bir rolü ve tekrarı olmuş. 14 yaşında tahta çıkıyor pâdişâhların 14 üncüsü oluyor. 14 yıl saltanat sürüyor topu topu 28 yıl yaşamış fakat oda 2 kere 14 eder ya. Genç fakat epeyce de azimli. Babası 3. Mehmet ansızın ölünce, Sarayda derhal düzeni koruyup tahta o gece kendisi oturuyor ve Sadaret Kaymakamı ( Yani Başbakan Vekili) Kasım Paşaya bir Hatt-ı Hümayun gönderiyor;
" Sen ki Kasım Paşa'sın, Babam Allah emriyle vefât eyledi ve ben taht-ı saltanata cülus eyledim. Şehri muhkem zapteyleyesün. Bir fesad olursa senin başunu keserim!"
Fakat bunun yanında, iyice de Osmanlı: Yani şair. Şiirlerinde kullandığı mahlası (yani takma adı), Bahti. Bu da ebced hesabıyla tahta çıktığı yıl olan 1012'yi gösteriyor. Bir kısım şiirleri, hamasi, dönemine ve de mevkiine uygun olarak duygularını o kalıplara döküyor. Doğuya ve Batıya gönderdiği ordularının peşinden şöyle dualar ediyor:
İlahi! canibeyne salmuşum ben 2 serdarı
Kerem kıl, düşmanı kahreyle, mansur eyle anları
Biri, şol Çar-yarı sevmeyen zalimleri kırsın,
Biri varıp helak itsen, senin emrinle, küffara!
Bir kısım şiirleri lirik:
“Neruz erişse yad edüp ol eski demleri,
Her kimse asla, dadını, bu rüzgardan”
Lirizminin yanında da koyu bir dindar. Peygamberin ayağını temsil eden bir figürü mücevher olarak yaptırıp, sarığının sorgucu olarak taşıyor.
Mutlu bir askeri olay Zitvatorok barış anlaşması bölgeye ve Osmanlıya bir rahatlama dönemi açıp devletinin prestijini tekrar perçinleyince Allah’a bir teşekkür belgesi olmak üzere taht şehrinde o zamana kadar görülmemiş güzellikte bir mabet yükseltmeyi aklına koyuyor.
Baş motifi ve tutkusu, kulluğunu kanıtlayabilmek üzere o zamana kadar yapılmış olan camilerin en büyüğünü ve en güzelini yapmak ve özellikle de Ayasofya’yı geçmek Buna bir de nam-ü şanını kıyamete kadar yaşatacak bir eser bırakma hırsı hiç çekinmeden eklenebilir. Çünkü hemen bütün taç sahiplerinde hatta elinde imkan ve kudret olan pek çok insan oğlunun içinde böyle bir tutku vardır ve yaşamıştır. İyi ki de vardır. Çünkü olağan dışı pek çok eserde ancak o sayede meydana çıkabilmiştir.