TAHA SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Tâ-Hâ Sûresi Hakkında
Tâhâ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 135 âyettir. İsmini birinci âyetinde yer alan “Tâ. Hâ” mukataa harflerinden almıştır. Bazı kaynaklarda surenin “Mûsâ sûresi” ve “Kelîm sûresi” diye isimlendirildiği de görülür. Mushaf tertîbine göre 20, iniş sırasına göre 45. sûredir.
Hz. Ömer’in bu sûre vesilesiyle müslüman olduğu rivayet edilir. Hâdise özetle şöyle vuku bulmuştur:
Başlangıçta İslâm’ın yaman düşmanlarından biri olan Ömer b. Hattab, Resûlullah (s.a.s.)’i öldürmeye kastetmişti. Ömer bu niyetle yola çıktığında bir adama rastlar. Adam ona: “Sen önce kız kardeşinin ve eniştenin müslüman olduğunu bilmelisin” der. Bunu duyan Ömer doğruca kız kardeşinin evine gider. Orada kardeşi Fatma ve eniştesi Said b. Zeyd’in, Habbab b. Eret’in yanında yazılı bir kağıt parçasından bir şeyler öğrendiklerini görür. Fatma ağabeyinin geldiğini görünce kağıt parçasını hemen bir yere saklamaya çalışırsa da, okunanları duyan Ömer onlara sorular sormaya başlar. Daha sonra eniştesini döver ve kocasını korumaya çalışan kız kardeşini yaralar. Sonunda her ikisi de “Evet müslüman olduk, ne yaparsan yap!” derler. Ömer, kız kardeşinin başından akan kandan müteessir ve müteellim olarak: “Okuduğunuz şeyi bana gösterin” der. Kız kardeşi kağıdı yırtmayacağına dair ondan yemin alır ve “Temizlenmeden ona dokunamazsın” der. Bunun üzerine Ömer (r.a.) yıkanır ve Tâhâ sûresinin yazılı olduğu kağıdı okumaya başladığında: “Ne mükemmel bir şey!” diye nâra atmaktan kendini alamaz. Bunu duyan Habbâb, gizlendiği yerden çıkarak: “Allah’a yemin olsun ki, O sana Peygamberi’nin davetini tebliğe hizmet ettirecektir. Çünkü dün Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in: «Rabbim, ya Hakem b. Hişâm[1] ya da Ömer b. Hattap’la İslâm’ı teyîd eyle!» diye dua ettiğini duydum. Ey Ömer Allah’a dön, Allah’a dön!” telkininde bulunur. Bu sözler o kadar ikna edici olur ki Hz. Ömer Habbab’la birlikte, İslâm’ı kabul etmek üzere Resûlullah (s.a.s.)’in yanına gider ve kelime-i şehâdet getirerek İslâm’la şereflenir. (İbn Hişam, es-Sîre, I, 271 vd.)
[1] Hakem b. Hişâm, Ebû Cehil diye meşhur olan müşriğin ismidir.
Tâ-Hâ Sûresi Konusu
Sûre, Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş gâyesini belirterek, Resûlullah (s.a.s.)’i tesellî ederek ve her şeyin sahibi olan Allah Teâlâ’yı tanıtarak söze başlar. İçinde alınacak çok mühim dersler ve ibretler olan Hz. Mûsâ’nın kıssasını; hususiyle peygamber olduktan sonra hem Firavun hem de kendi kavmiyle olan mücâdelesini uzun uzadıya beyân eder. Arada kıyâmetin dehşetli sahnelerinden manzaralar arzederek münkirleri bekleyen hazin âkıbet ve korkunç azabı hatırlatır. Sonunda kısaca Âdem-İblîs kıssasına temas ederek, Allah’ı zikretmek, O’nu hiç unutmamak, dünyaya gönül bağlamamak, ibâdetlere, bunlar içinde de özellikle namaza fert, aile ve toplum olarak devam etmek, dinin tebliğinde sabır ve sebat göstermek gibi İslâm’ın cihanşumûl kaidelerini telkinle sözü nihâyete erdirir.
Tâ-Hâ Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada yirminci, iniş sırasına göre kırk beşinci sûredir. Meryem sûresinden sonra, Vâkıa sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 130 ve 131. âyetlerin Medine’de nâzil olduğuna dair bir rivayet de vardır. Hz. Ömer’in İslâmiyet’i kabul edişiyle ilgili meşhur rivayette Ömer’in, kız kardeşi ve eniştesinin evine baskın yaptığında işittiği ve çok etkilendiği âyetlerin Tâhâ sûresinin âyetleri olduğu ve bu olayın peygamberliğin beşinci yılında cereyan ettiği dikkate alınarak, genellikle Mekke döneminin ortalarına doğru indiği kabul edilir. Kaynaklarda nüzûlü için belirli bir sebepten söz edilmez. Geldiği dönemin şartları ve sûrenin içeriği, Hz. Peygamber’e ve müminlere teselli verip onların moralini yükseltmeyi amaçladığını göstermektedir.
Tâ-Hâ Sûresi Fazileti
Resûlullah (s.a.s.) buyurur:
“Tâhâ ve Yâsîn sûrelerini işiten melekler şöyle derler: «Bunların kendilerine gönderildiği ümmete ne mutlu, bunları taşıyan gönüllere ne mutlu, bunları okuyan dillere ne mutlu!»” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’an 20)
TAHA SURESİ TEFSİRİ
1. Tâ. Hâ.
“Tâ. Hâ.”, mukataa harflerinden olup, bu haliyle sadece bu sûrenin başında geçer. Bu harfler Allah Teâlâ ile Habib’i arasında bir şifre olmakla birlikte, bunlar hakkında yapılan bir kısım tefsirler de olmuştur:
Bu, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir.
Bu, Ahmed, Muhammed ve Yâsîn gibi Resûlullah (s.a.s.)’in isimlerinden biridir. Cenâb-ı Hak bu isimle Efendimiz (s.a.s.)’e hitap ederek söze başlar.
Peygamberimiz kastedilerek: “Ey Adam!” demektir.
“Tâ”, Peygamberimiz (s.a.s.)’in “Tâhir ve Tayyib” isimlerinin, “Hâ” da onun “Hâdî” isminin başlangıcıdır.
“Tâ. Hâ.”, “Sen yeryüzüne bas”, demektir. Çünkü Habîb-i Ekrem (s.a.s.) ayakları şişinceye kadar namazın sıkıntılarına tahammül ediyor ve ayaklarını sırayla dinlendirmek lüzûmunu hissediyordu. O bakımdan kendisine “Yere bas”, yani “Sen bu şekilde dinlenme ihtiyacı görecek kadar kendini yorma!” buyruldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 170-172; Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 166)
“Tâ. Hâ.”, “Ey nübüvvet yaygısının kendisiyle dürüldüğü, ey kendisiyle mükevvenâtın hüviyetimize büründüğü kimse” demektir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 431)
Yapılan izahlardan anlaşıldığı kadarıyla Res3ulullah (s.a.s.)’in çeşitli yönlerini dikkate alarak yapılan hitaptan sonra Kur’an’ın niçin indirildiğini açıklamak üzere buyruluyor ki:
2. Biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekip bedbaht olasın diye indirmedik.
3. Onu ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.
4. O Kur’an, yeri ve yüce gökleri Yaratan tarafından parça parça indirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, Allah’tan korkan; âhiret hesâbından ve azâbından sakınanlara ilâhî hakikatleri hatırlatan, gönülleri uyandırıp akıllara istikâmet veren tesirli bir öğüttür. Yoksa Yüce Rabbimiz onu, Peygamberimiz’e ve ümmetine meşakkat çektirmek, onları zahmete koşup netice itibariyle bedbaht kılmak için indirmemiştir. Aksine onlara, maddi ve mânevî güçlerine, sahip oldukları istidat ve kabiliyetlerine uygun olarak belli sorumluluklar yükleyip neticede onları ebedî saadete eriştirmek için büyük bir rahmet tecellisi olarak lutfetmiştir. Okunması, ezberlenmesi, anlaşılması ve yaşanması ümmet-i Muhammed’e kolay gelsin diye de onu tedrîcî olarak, yavaş yavaş, peyderpey indirmiştir. Eğer Kur’ân-ı Kerîm yekpâre bir bütün halinde inseydi, onu lâfız, mâna ve muhtevâsıyla yüklenip taşımaya değil bir insanın, dağların bile takati yetmezdi.
Âyet-i kerîmelerin iniş sebebiyle ilgili olarak rivayet edilen şu ibretli hâdiseler, bu hakîkatin daha iyi anlaşılmasını sağlar:
› Kur’ân-ı Kerîm’in inmeye başlamasıyla birlikte Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ashâbıyla birlikte kalkıp gece namazı kılmaya başladılar. Efendimiz’in uzun uzun ibâdet ettiğini, ibâdet ederken adeta kendini yorduğunu gören Kureyş müşrikleri: “Bak, atalarının ve bizim dinimizi terk etmekle nasıl sıkıntıya düşüyorsun, ne kadar bedbaht oluyorsun!” dediler. Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Hayır, aksine ben, âlemlere rahmet olarak gönderildim” buyurdu. Onların: “Hayır tam tersine sen elbette bedbahtsın” demeleri üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 312; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXII, 4)
› Resûlullah (s.a.s.)’e: “Ey örtünüp bürünen Rasûlüm! Geceleyin kalk, az bir kısmı dışında geceyi ibâdetle geçir!” (Müzzemmil 73/1-2) âyet-i kerîmeleri nâzil olunca geceleri kalkıp namaz kılmaya başladı. O kadar çok kıyamda duruyordu ki ayakları şiştiğinden bir sağ ayağı üzerinde durup sol ayağını, bir sol ayağı üzerinde durup sağ ayağını dinlendirmek zorunda kalıyordu. İşte bunun üzerine “Tâ.Hâ. Biz bu Kur’an’ı sana güçlük çekip bedbaht olasın diye indirmedik....” âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XVI,148)
Habîb-i Ekrem (s.a.s.)’in âşıklarından İmam Bûsirî diyor ki:
“Ben, ayakları şişinceye kadar namaz kılarak, gecelerini ibâdetle ihyâ eden Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetine tâbî olamadım, kendime zulmettim.”
› Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbı geceyi ihyâ ederken uzun süre namaz kıldıklarından ötürü göğüslerine ip bağlıyorlardı. Daha sonra bu ve “Artık Kur’an’dan kolayınıza gelen miktarı okuyun” (Müzzemmil 73/20) gibi âyet-i kerîmeler nâzil olarak bu ibâdet onlara tahfif edildi. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 172)
Kur’ân-ı Kerîm’in en önemli hedefi ise zat, isim ve sıfatlaryla Yüce Allah’ı tanıtmak ve mü’minlerde yüksek bir mârifetullah bilgi ve şuurunu oluşturmaktır:
5. Rahmân arşa istivâ etmiştir.
Gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyle birlikte bütün kâinatı yaratan, tanzîm eden ve onu idâre eden Allah Teâlâ’dır. Kâinat insanın hizmetine âmâde kılınmış olup, bu, yaratanın kullarına en büyük rahmet tecellisidir. Bu sebeple “Rahmân” ismini kullanmayı tercih etmiştir. Allah Teâlâ, her türlü benzetmeden temiz ve uzak olmakla birlikte, bir padişahın tahta çıkıp ülkesini idâre etmesi gibi, arşa istivâ buyurup kâinatı her an idâre ve kontrol etmektedir. Bu ona asla güç gelmemekte, herhangi bir yorgunlukta vermemektedir. Bu sebeple, Tevrat’ta ifade edildiği üzere Allah’ın kâinatı altı günde yaratıp yedinci günde istirahat ettiği düşüncesi İslâm’a göre tamâmen yanlıştır. Allah Teâlâ, yorgunluk ve yorulmak gibi noksan sıfatlardan çok yücedir.
6. âyette özellikle “nemli toprağın altında” bulunanlara dikkat çekilir. Toprağın altı, özellikle nemli toprağın altı, yerin üstünden geri kalmayacak bir zenginlikle hayatın kaynağı olan mükemmel bir ortamdır. Bebekler için anne rahmi ne ise, bitkiler ve çeşitli canlılar için toprak altı da odur. Hatta kışın çetin şartları altında, yer üzerinde herhangi bir hayat belirtisi görülmezken, kar tabakası altında donmaktan korunmuş ve nemli kalması temin edilmiş olan toprakta, gözle görünen ve görülmeyen çeşitli canlı türleri ile hayat yine devam eder. Bu hummalı faaliyetler sayesindedir ki, bahar geldiğinde yeryüzü dirilir ve tekrar eski canlılığına kavuşur. (bk. Kandemir ve diğerleri, s. 1091)
Böyle bir kâinatı yoktan var eden Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz bir kudreti ve sınırsız bir ilmi olması gerekir. Bu sebeple burada O’nun ilmine dikkat çekilir. Allah, gizli ve açık, yüksek ve alçak, görülen ve görülmeyen her şeyi aynı seviyede bildiği gibi, “gizlinin daha gizlisini” de bilir. Bu bakımdan din yolunda düşmanlarınızdan çektiğiniz sıkıntılar karşısında sızlanıp Allah’a sesli olarak şikayette bulunmanıza gerek yoktur. Çünkü O, kalplerinizden geçenler dâhil bütün halinizden haberdardır.
7. âyette yer alan “gizlinin daha gizlisi”nden maksat şunlar olabilir:
“Gizli olan”, insanın kimsenin görmediği bir yerde gizlice başkasına söylediği sözlerdir. “Daha gizli olan” ise insanın kendisinden başka hiç kimseye sözünü etmediği, içinde sakladığı şeylerdir.
“Gizli olan” kişinin içinden geçirdikleridir. “Ondan da gizli olan” ise, henüz olmamış fakat ileride olacak ve hatırından geçecek olan şeylerdir. İnsan bugün içinden ne geçirdiğini belki bilebilir ancak yarın içinden ne geçireceğini bilemez. Yüce Allah ise hem bugün içimizden geçirip sakladığımızı, hem de yarın içimizden geçirip saklayacağımızı bilir. Yine O bizim –tasavvufî bakış açısıyla- kalbimizde, rûhumuzda, sırrımızda, hafîmizde ve ahfâmızda olup biten her türlü hissiyât ve düşünceleri de bilir. “Allah sînelerde saklanan en gizli duyguları dahi bilir” (Âl-i İmran 3/154) âyeti de buna delâlet eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 174-176)
Nefis, kalpte olup biteni bilemez. Kalp, rûhun esrârına vâkıf olamaz. Rûh da sırrın hakikatlerini bilmek için bir yol bulamaz. Sırdan daha gizli olan ahfâya gelince ona sadece Hak Teâlâ muttali olur. Sırdan daha gizli olanı şeytan ifsat edemez, onu hafaza melekleri de yazamaz. Onu bilmek sadece Cebbâr olan Allah’a aittir. Allah’ın dışındakilerin ondan haberi yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 254)
En güzel isimler yalnız O’na aittir. Yani O, en mükemmel isim, sıfat ve hususiyetlere sahiptir, hiçbir noksanı yoktur.
İşte bütün peygamberler, kendilerine vahyedilen ilâhî mesajlar ışığında bu gerçekleri dile getirmiş, bu temel prensiplere dayalı bir inanç sistemi ortaya koymaya çalışmış ve bunu yaparken de işin tabiatı gereği bir takım zorluklara katlanmışlardır. Bunlar içinde dikkat çekici örneklerden biri şüphesiz Hz. Mûsâ’nın ibret, hikmet ve öğütlerle dolu kıssasıdır:
En güzel isimlerin Allah’a ait olmasıyla ilgili yeterli miktarda izah için A‘râf 7/180. âyetin tefsirine bakılabilir. Burada, sâlih bir zâtın hüsn-i hâtimesiyle alakalı bir Hocaefendi’den işittiğim ibretli bir hâdiseyi hatırlatmakta fayda var: Aynı zamanda Kur’an hafızı olan o zat, ihlasla Rabbinin kulluğuna devam ediyor, fırsat buldukça gece gündüz Allah Kelâmı’nı okuyor. En son Tâhâ sûresinin 8. âyeti olan اَللّٰهُ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى “Allah ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’na aittir” sözleri dilinden dökülerek rûhunu Rabbine teslim ediyor.
6. Bütün göklerdekiler, yerdekiler, göklerle yer arasında bulunanlar ve nemli toprağın altında olanlar yalnızca O’na aittir.
7. Sen sözü açıktan söylemiş olsan da gizli söylemiş olsan da Allah için birdir; çünkü O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.
8. Allah ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’na aittir.
Gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyle birlikte bütün kâinatı yaratan, tanzîm eden ve onu idâre eden Allah Teâlâ’dır. Kâinat insanın hizmetine âmâde kılınmış olup, bu, yaratanın kullarına en büyük rahmet tecellisidir. Bu sebeple “Rahmân” ismini kullanmayı tercih etmiştir. Allah Teâlâ, her türlü benzetmeden temiz ve uzak olmakla birlikte, bir padişahın tahta çıkıp ülkesini idâre etmesi gibi, arşa istivâ buyurup kâinatı her an idâre ve kontrol etmektedir. Bu ona asla güç gelmemekte, herhangi bir yorgunlukta vermemektedir. Bu sebeple, Tevrat’ta ifade edildiği üzere Allah’ın kâinatı altı günde yaratıp yedinci günde istirahat ettiği düşüncesi İslâm’a göre tamâmen yanlıştır. Allah Teâlâ, yorgunluk ve yorulmak gibi noksan sıfatlardan çok yücedir.
6. âyette özellikle “nemli toprağın altında” bulunanlara dikkat çekilir. Toprağın altı, özellikle nemli toprağın altı, yerin üstünden geri kalmayacak bir zenginlikle hayatın kaynağı olan mükemmel bir ortamdır. Bebekler için anne rahmi ne ise, bitkiler ve çeşitli canlılar için toprak altı da odur. Hatta kışın çetin şartları altında, yer üzerinde herhangi bir hayat belirtisi görülmezken, kar tabakası altında donmaktan korunmuş ve nemli kalması temin edilmiş olan toprakta, gözle görünen ve görülmeyen çeşitli canlı türleri ile hayat yine devam eder. Bu hummalı faaliyetler sayesindedir ki, bahar geldiğinde yeryüzü dirilir ve tekrar eski canlılığına kavuşur. (bk. Kandemir ve diğerleri, s. 1091)
Böyle bir kâinatı yoktan var eden Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz bir kudreti ve sınırsız bir ilmi olması gerekir. Bu sebeple burada O’nun ilmine dikkat çekilir. Allah, gizli ve açık, yüksek ve alçak, görülen ve görülmeyen her şeyi aynı seviyede bildiği gibi, “gizlinin daha gizlisini” de bilir. Bu bakımdan din yolunda düşmanlarınızdan çektiğiniz sıkıntılar karşısında sızlanıp Allah’a sesli olarak şikayette bulunmanıza gerek yoktur. Çünkü O, kalplerinizden geçenler dâhil bütün halinizden haberdardır.
7. âyette yer alan “gizlinin daha gizlisi”nden maksat şunlar olabilir:
“Gizli olan”, insanın kimsenin görmediği bir yerde gizlice başkasına söylediği sözlerdir. “Daha gizli olan” ise insanın kendisinden başka hiç kimseye sözünü etmediği, içinde sakladığı şeylerdir.
“Gizli olan” kişinin içinden geçirdikleridir. “Ondan da gizli olan” ise, henüz olmamış fakat ileride olacak ve hatırından geçecek olan şeylerdir. İnsan bugün içinden ne geçirdiğini belki bilebilir ancak yarın içinden ne geçireceğini bilemez. Yüce Allah ise hem bugün içimizden geçirip sakladığımızı, hem de yarın içimizden geçirip saklayacağımızı bilir. Yine O bizim –tasavvufî bakış açısıyla- kalbimizde, rûhumuzda, sırrımızda, hafîmizde ve ahfâmızda olup biten her türlü hissiyât ve düşünceleri de bilir. “Allah sînelerde saklanan en gizli duyguları dahi bilir” (Âl-i İmran 3/154) âyeti de buna delâlet eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 174-176)
Nefis, kalpte olup biteni bilemez. Kalp, rûhun esrârına vâkıf olamaz. Rûh da sırrın hakikatlerini bilmek için bir yol bulamaz. Sırdan daha gizli olan ahfâya gelince ona sadece Hak Teâlâ muttali olur. Sırdan daha gizli olanı şeytan ifsat edemez, onu hafaza melekleri de yazamaz. Onu bilmek sadece Cebbâr olan Allah’a aittir. Allah’ın dışındakilerin ondan haberi yoktur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 254)
En güzel isimler yalnız O’na aittir. Yani O, en mükemmel isim, sıfat ve hususiyetlere sahiptir, hiçbir noksanı yoktur.
İşte bütün peygamberler, kendilerine vahyedilen ilâhî mesajlar ışığında bu gerçekleri dile getirmiş, bu temel prensiplere dayalı bir inanç sistemi ortaya koymaya çalışmış ve bunu yaparken de işin tabiatı gereği bir takım zorluklara katlanmışlardır. Bunlar içinde dikkat çekici örneklerden biri şüphesiz Hz. Mûsâ’nın ibret, hikmet ve öğütlerle dolu kıssasıdır:
En güzel isimlerin Allah’a ait olmasıyla ilgili yeterli miktarda izah için A‘râf 7/180. âyetin tefsirine bakılabilir. Burada, sâlih bir zâtın hüsn-i hâtimesiyle alakalı bir Hocaefendi’den işittiğim ibretli bir hâdiseyi hatırlatmakta fayda var: Aynı zamanda Kur’an hafızı olan o zat, ihlasla Rabbinin kulluğuna devam ediyor, fırsat buldukça gece gündüz Allah Kelâmı’nı okuyor. En son Tâhâ sûresinin 8. âyeti olan اَللّٰهُ لَاۤ اِلٰهَ اِلَّا هُوَ لَهُ الْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى “Allah ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’na aittir” sözleri dilinden dökülerek rûhunu Rabbine teslim ediyor.
9. Rasûlüm! Mûsâ’nın haberi sana geldi mi?
Hz. Mûsâ Medyen’den çıkıp ailesiyle birlikte annesinin ve kardeşi Hârûn’un bulunduğu Mısır’a gidiyordu. Mevsim kıştı. Tûr dağının yanında bulunan Tuvâ vâdisine varınca soğuk ve karanlık bir gecede oğlu dünyaya geldi. Geceleyin yolunu şaşırmış ve davarları dağılmıştı. Hz. Mûsâ’nın çok gayyûr[1] bir insan olduğu, bu sebeple hanımını kimse görmesin diye geceleyin insanlarla birlikte, gündüzün yalnız seyahat ettiği ve bu yüzden yolunu şaşırdığı söylenir. Mûsâ (a.s.) yeni doğmuş bebeğini ve hasta olan hanımını ısıtabilmek için ateş yakmak istedi. Çakmağını çaktı, fakat ateş çıkmadı. Bir taraftan ateş yakmaya, bir taraftan da yolunu bulmaya çalışırken Tur dağı tarafında bir ateş gözüne ilişti ve bunu çobanların ateşi zannetti. Ailesine bekleyip peşinden gelmemelerini söyledi. Ateş yakmak için bir kor getirmek veya Mısır’a giden yolu tarif edecek birini bulmak maksadıyla o tarafa gitti.
Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ (a.s.)’a vahyini bildirmek için önce ona ateş sûretinde bir tecellîde bulunmasının hikmeti, o an Hz. Mûsâ’nın en çok muhtaç olduğu nesnenin ateş olması ve onu bulabilmek için büyük bir arayışa girmesidir. Dolayısıyla mecazi olarak ateş suretinde tecelli etmekle Mûsâ’nın oraya bütün himmetiyle yönelmesini sağlamıştır. Eğer başka bir sûrette tecelli etseydi, o zaman Mûsâ’nın dikkati esas istediği şeyin üzerinde toplandığı için ona gereken ilgiyi göstermeyebilir ve istenen netice hâsıl olmayabilirdi. Bu sebeple kul, bütün himmetini Hakk’a kulluk ve O’na yönelme istikâmetinde teksif etmeli, Rabbinden de o istikâmette tecellilerde bulunmasını talep etmelidir.
Aradığını bulma arzu ve iştiyakıyla ateşin yanına koşan Mûsâ (a.s.) bakalım orada hangi süprizlerle karşılaştı:
Gayyûr: İffet ve namusuna son derece düşkün, eşini kem gözlerden son derece kıskanan.
10. Hani o, gece çölde yol alırken uzaktan bir ateş görmüştü de âilesine: “Siz burada bekleyin. Gözüme bir ateş ilişti; belki size oradan bir kor parçası getiririm, yahut ateşin yanında bize yol gösterecek birini bulurum” demişti.
Hz. Mûsâ Medyen’den çıkıp ailesiyle birlikte annesinin ve kardeşi Hârûn’un bulunduğu Mısır’a gidiyordu. Mevsim kıştı. Tûr dağının yanında bulunan Tuvâ vâdisine varınca soğuk ve karanlık bir gecede oğlu dünyaya geldi. Geceleyin yolunu şaşırmış ve davarları dağılmıştı. Hz. Mûsâ’nın çok gayyûr[1] bir insan olduğu, bu sebeple hanımını kimse görmesin diye geceleyin insanlarla birlikte, gündüzün yalnız seyahat ettiği ve bu yüzden yolunu şaşırdığı söylenir. Mûsâ (a.s.) yeni doğmuş bebeğini ve hasta olan hanımını ısıtabilmek için ateş yakmak istedi. Çakmağını çaktı, fakat ateş çıkmadı. Bir taraftan ateş yakmaya, bir taraftan da yolunu bulmaya çalışırken Tur dağı tarafında bir ateş gözüne ilişti ve bunu çobanların ateşi zannetti. Ailesine bekleyip peşinden gelmemelerini söyledi. Ateş yakmak için bir kor getirmek veya Mısır’a giden yolu tarif edecek birini bulmak maksadıyla o tarafa gitti.
Cenâb-ı Hakk’ın Mûsâ (a.s.)’a vahyini bildirmek için önce ona ateş sûretinde bir tecellîde bulunmasının hikmeti, o an Hz. Mûsâ’nın en çok muhtaç olduğu nesnenin ateş olması ve onu bulabilmek için büyük bir arayışa girmesidir. Dolayısıyla mecazi olarak ateş suretinde tecelli etmekle Mûsâ’nın oraya bütün himmetiyle yönelmesini sağlamıştır. Eğer başka bir sûrette tecelli etseydi, o zaman Mûsâ’nın dikkati esas istediği şeyin üzerinde toplandığı için ona gereken ilgiyi göstermeyebilir ve istenen netice hâsıl olmayabilirdi. Bu sebeple kul, bütün himmetini Hakk’a kulluk ve O’na yönelme istikâmetinde teksif etmeli, Rabbinden de o istikâmette tecellilerde bulunmasını talep etmelidir.
Aradığını bulma arzu ve iştiyakıyla ateşin yanına koşan Mûsâ (a.s.) bakalım orada hangi süprizlerle karşılaştı:
Gayyûr: İffet ve namusuna son derece düşkün, eşini kem gözlerden son derece kıskanan.
11. Ateşin yanına varınca kendisine: “Ey Mûsâ!” diye nidâ edildi:
Hz. Mûsâ’dan ayakkabılarını çıkarmasını istenmesinin hikmeti neydi? Bununla ilgili yapılan şu işârî izahlar meseleyi az da olsa kavramamıza yardımcı olmaktadır:
“İki ayakkabı, dünya ve âhireti temsîl etmektedir. O halde kalbini dünya ve âhiretle ilgili meşgûliyetlerden boşalt! Hak için her şeyden ayrılıp sıyrıl ve Allah’ın mârifet ve müşâhedesinde fânî olmaya bak!..” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 255)
İnsan idrâk ve anlayışının sınırları bellidir. Bu sınırlı anlama kapasitesiyle sonsuz olan ilâhî azamet ve esrârı lâyıkıyla kavrayabilmek mümkün değildir. Bunun için aklın nihâî vazîfesi teslîmiyettir. Mevlânâ (k.s.), aklın sınırını şu örnekle açıklar:
“Hasta olan bir kimse, akılla ancak doktora kadar gider. Doktorun kapısında aklın vazîfesi biter ve bundan sonra ona doktorun tavsiyelerine teslîmiyet düşer. Nitekim mârifetullâha nâil olabilmek de, teslîmiyetin büyüklüğü nisbetindedir.”
Diğer bir açıdan “iki ayakkabını çıkar” emri şu mânaya gelir:
“Sen çamurdan getirdiğin tabîat ve nefsten sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri düşünmeyi bırak; gel! Delîlin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşahededen yani yâni gözle ayan beyan gördükten sonra bunların faydası yoktur!”
Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ vâdîsinde “Ayakkabılarını çıkar!” diye emretti. Çünkü, orası Hak Teâlâ’nın huzûru, yaygısıydı ve oraya ayakkabıyla basılması uygun değildi. Ayrıca orada yalınayak yürümek, tevâzû ve edeb yönünden en münâsip olanıydı. Bu sebepledir ki, ümmet-i Muhammed’in seçkinlerinden Bişr-i Hafî ve benzeri kişiler, yalınayak yürümüşlerdir. Selef-i sâlihîn de, Kâbe’yi yalınayak tavâf ederlerdi.
Diğer taraftan mukaddes mekânda ayakkabıların çıkarılması emri, Mûsâ (a.s.)’ın ayaklarının, yerin bereketinden istifade edip, şerefyâb olması içindi. Ancak ne ibretlidir ki, Resûlullah (s.a.s.)’e Mîrâc gecesi: “Ey Habîbim! Sen arş yaygısı üzerinde ayakkabılarınla yürü ki, Arş senin ayakkabılarının tozuyla şereflensin ve arşın nûru sana kavuşma nimetine nâil olsun!” denildiği rivayet edilmektedir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 441)
Ayakkabıların çıkarılıp ilâhî huzura kabul gerçekleştikten sonra Hz. Mûsâ’ya tebliğ edeceği dinin temel esaslarını teşkil edecek emirler gelmeye başlıyor:
Selef-i sâlihîn: Sahâbe-i kiramdan sonra ahlâk ve yaşayışları itibariyle onların yolunu tutan, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde yaşamaya özen gösteren tabiîn ve tebe-i tabiîn gibi önceki salih şahsiyetler.
12. “Şüphesiz ben senin Rabbinim. Haydi ayakkabılarını çıkar; çünkü sen mukaddes Tuvâ Vâdisi’nde bulunuyorsun!”
Hz. Mûsâ’dan ayakkabılarını çıkarmasını istenmesinin hikmeti neydi? Bununla ilgili yapılan şu işârî izahlar meseleyi az da olsa kavramamıza yardımcı olmaktadır:
“İki ayakkabı, dünya ve âhireti temsîl etmektedir. O halde kalbini dünya ve âhiretle ilgili meşgûliyetlerden boşalt! Hak için her şeyden ayrılıp sıyrıl ve Allah’ın mârifet ve müşâhedesinde fânî olmaya bak!..” (Kuşeyrî, Letâifü’l-İşârât, II, 255)
İnsan idrâk ve anlayışının sınırları bellidir. Bu sınırlı anlama kapasitesiyle sonsuz olan ilâhî azamet ve esrârı lâyıkıyla kavrayabilmek mümkün değildir. Bunun için aklın nihâî vazîfesi teslîmiyettir. Mevlânâ (k.s.), aklın sınırını şu örnekle açıklar:
“Hasta olan bir kimse, akılla ancak doktora kadar gider. Doktorun kapısında aklın vazîfesi biter ve bundan sonra ona doktorun tavsiyelerine teslîmiyet düşer. Nitekim mârifetullâha nâil olabilmek de, teslîmiyetin büyüklüğü nisbetindedir.”
Diğer bir açıdan “iki ayakkabını çıkar” emri şu mânaya gelir:
“Sen çamurdan getirdiğin tabîat ve nefsten sıyrıl! Nefsini ve ona bağlı şeyleri düşünmeyi bırak; gel! Delîlin tefekküründen vazgeç! Çünkü müşahededen yani yâni gözle ayan beyan gördükten sonra bunların faydası yoktur!”
Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya mukaddes Tuvâ vâdîsinde “Ayakkabılarını çıkar!” diye emretti. Çünkü, orası Hak Teâlâ’nın huzûru, yaygısıydı ve oraya ayakkabıyla basılması uygun değildi. Ayrıca orada yalınayak yürümek, tevâzû ve edeb yönünden en münâsip olanıydı. Bu sebepledir ki, ümmet-i Muhammed’in seçkinlerinden Bişr-i Hafî ve benzeri kişiler, yalınayak yürümüşlerdir. Selef-i sâlihîn de, Kâbe’yi yalınayak tavâf ederlerdi.
Diğer taraftan mukaddes mekânda ayakkabıların çıkarılması emri, Mûsâ (a.s.)’ın ayaklarının, yerin bereketinden istifade edip, şerefyâb olması içindi. Ancak ne ibretlidir ki, Resûlullah (s.a.s.)’e Mîrâc gecesi: “Ey Habîbim! Sen arş yaygısı üzerinde ayakkabılarınla yürü ki, Arş senin ayakkabılarının tozuyla şereflensin ve arşın nûru sana kavuşma nimetine nâil olsun!” denildiği rivayet edilmektedir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 441)
Ayakkabıların çıkarılıp ilâhî huzura kabul gerçekleştikten sonra Hz. Mûsâ’ya tebliğ edeceği dinin temel esaslarını teşkil edecek emirler gelmeye başlıyor:
Selef-i sâlihîn: Sahâbe-i kiramdan sonra ahlâk ve yaşayışları itibariyle onların yolunu tutan, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde yaşamaya özen gösteren tabiîn ve tebe-i tabiîn gibi önceki salih şahsiyetler.
13. “Ben seni peygamber seçtim. Şimdi sana vahyolunacakları dinle:”
14. “Şüphesiz ben Allahım. Benden başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız bana kulluk et, beni anmak için de namaz kıl!”
15. “Kıyâmet mutlaka kopacaktır. Ancak herkese dünyada yapıp ettiklerinin karşılığı en âdil biçimde verilmesi için onun vaktini gizli tutuyorum.”