TÜRKOĞLU
Aktif Üyemiz
Eski insanların çoğu kainatta cereyan eden olayları sihirle, büyüyle, Tanrı’yı da insan şeklindeki ilahlar ile açıklamaya çalışmıştır.
Grek Mitolojisindeki ilahlar yerler, içerler, evlenirler, kavga ederler, hatta insanlardan çocukları olur ki, bu sonuncu anlayış, bugünkü Hıristiyanlıkta bile varlığını sürdürmektedir.
Orta Asya insanı farklıdır… Kainatı ve Yaradılışı, Tek Tanrı kavramı ile birleştirir ve hepsini Güneş Kültü, Ateş Kültü, sonradan bu ikisinden doğan Boğa-Yılan Kültü ile açıklamaya çalışır ki, bu da biz Türklerin ve Türkler ile akraba milletlerin (Japon, eski Aztek, Maya) inançlarında yaşar.
Bu kültlerde Tanrıdan Olma, Tanrıdan Gelme ve sonunda Tanrıya Varma safhalarını ihtiva eden “Maren” yaşanır… Bu açıdan İslamiyet’teki “Tanrı, Adem’e Kendi Ruhu’ndan üfledi” ve “O’ndan geldiniz, O’na döneceksiniz” anlayışına uygun düşer.
Her bakımdan Türkçe olan ve hala kullandığımız Tanrı kelimesi Yaratan demektir…
ED = Yaratma kavramından doğmuştur… “ Bir Gizli Hazine idim, Bilinmek, Sevilmek istedim, Kainat’ı o yüzden yarattım” kutsi hadisi, bu Yaratan, Yaratma ve Yaratılan ilişkisini dile getirir, gerçekte budur. EDİN-ER, EDİN-İR, DİNGİR, TENGİR, TENGRİ, TENRİ ve TANRI değişiminden geçmiştir… EDİN-ER, Sümercede Tanrı demekti. Sonraki bin yıllarda DİNGİR de aynı anlamda kullanılmıştır.
Var olma, Tanrı Beldesinde başlar. Bu, manevi alem olarak ta, Kozmoz olarak ta alınabilir. ON-OĞ’dur bu yaratılan… İster meleklerin secde ettiği Adem olsun, isterse Kazım Mirşan’ın tabiri ile KOZMOS KİŞİSİ!..
ON-OĞ, Tanrı Beldesinde UYU-USUK haldedir. Buna “yüce uyku hali” veya “uyuyan ruh” denilebilir. UYU-USUK kelimesi bugünkü dilimizde UYUŞUK haliyle varlığını sürdürmektedir.
Bu varlık, YU-USUK halinde şekilsiz, maddesiz ve hareketsizdir. Sonra Tanrının Kendine duyduğu aşk ile tutuşup, OZ ’laşıp, yani maddeye bürünüp OT (od-ateş) ile, alev olarak, IŞIK olarak, NUR olarak DÖNE DÖNE yeryüzüne iner!.. Orada yine OZ ’laşıp, yani şekil değiştirerek can sahibi olur. Bedenlenir. OK adını alır. Artık YERYÜZÜ KİŞİSİ’dir.
Süresini tamamlayınca, OK insanı yine Ateş’e vurulur, imtihanlardan geçer… Yine OZ’laşarak, değişerek, alev haline gelerek, duman gibi döne döne uçar ve Tanrı Beldesine ulaşır… Yine ON-OĞ olur, Tanrıya kavuşur… Bu da Kuranda “Biz insanı yarattık, sonra onu Esfel-i Safilin’e (aşağıların en aşağısı) indirdik… Dönüşü gene bizedir,” mealindeki ayetlerde anlatılan gerçeğe işarettir.
Proto-Türkler, kendilerini OT ile OZ olduklarından, yani ilahi ateşin, sevginin, enerjinin etkisi ile şekle büründüklerinden, kendilerine OT-OZ derler.
Enerji, Tanrı Kudretinin Kainata bizim ölçeğimizde Dünyaya yansımasıdır ki, Ateş Kültü ile Güneş Kültü doğmasına sebep olmuştur. Aralarındaki ilişki de yine Enerjidir.
Kainatı yaratan Tanrı, Tektir! Ancak Kudretinin Kainata yansıması (zuhur, bilinir hale gelmesi) ikili olur. Hayat ve ölüm, kıtlık ve bereket, iyi ve kötü, güzel ve çirkin gibi… İşte bu kudret yansımasının sembolü, Güneştir… Gündüz ortalık yerde Güneş vardır, gece ise ay çıkar… Buna bir de Cer (yer, yeryüzü ) eklenince üçlü birlik ortaya çıkar… Üç sayısı zamanla kutsallaşır. Hatta Hıristiyanlık’ta Tanrının Baba-Oğul-Kutsal Ruh olarak kabul edilmesine yol açar… Alevilerde Proto-Türk inancı, Allah-Muhammed-Ali şeklinde varlığını sürdürür.
Ay, Güneşin ekidir (eşi, şerefi, ikincisi). Güneş hem hayat verir, hem yakar, kavurur. Yeryüzünde hem bereket ve bolluk vardır, hem de kıtlık ve ölüm!…
İşte İnek bu bolluk ve bereketin sembolüdür. Hem et verir, hem süt!.. İneğin iki boynuzu bunu simgeler… Boğa da ineklerin var olmasını sağladığı için aynı şekilde bereket ve bolluk sembolüdür. Onun da 2 boynuzu vardır. Göklere uzanır.
Öyleyse İki Boynuzlu Boğa (ve İnek) figürleri yeryüzündeki iyiliği göklerdeki Tanrıya ulaştırmakta, bu şekilde bir nevi şükretmektedir… Bu anlayış Mısırlılarda da vardı. Ancak Hindistan da doruğa ulaşır. Hintlilerin Kutsal İnek inanışı hala sürmektedir.
Tanrı da kendindeki iyiliği döne döne, Yılan gibi Yere indirir, yeryüzü bu şekilde varlığını sürdürür.
Bu iyilik ve bolluk kavramı Türklerin devlet anlayışına da yansımıştır. Şöyle ki:
Yeryüzünden insanların iyilik ve bolluk içinde yaşamaları için Tanrının yeryüzüne iyilik indirmesi, yeryüzünün de şükür etmesi yetmez!.. Buğ (Bey) ve Buvun (Budun-Millet) iyilik içinde olmalı ve onların iyilikleri Tanrıda ki Kün’e ulaşmalıdır!
Bunun için de Buğ’un tıpkı Güneş gibi bir eşi olmalıdır. (Han’ın yanında Hatun) …
İkincisi, Buğ, Buvun hayrı için Kul-Köle gibi çalışmalıdır!.. Ancak böyle davranan Buğ (Bey-Han) makbul addedilir, öldükten sonra ateşe vurulur, ışık, enerji olarak uçup ÖZ-İÇİŞ’e (Cennet) girer, Tanrıya ulaşma imtiyazını elde eder.
Böyle bir Diğerkam, yani “başkalarını düşünen, başkaları için çalışan” insan anlayışı en başta Türkler olmak üzere, Doğu toplumlarında vardır!.. Batı toplumları bütün inanç ve felsefelerini ferdiyetçilik ve nefsaniyet (bencillik) üzerine kurmuşlardır. Halbuki Kainat nizamı, HODKAM (kendini düşünen, egoist) değil, Diğerkam olma prensibi üzerinde döner. Şartlar varlıkları bencil davranmaya iter, ama VARLIKLAR, ancak başkaları için fedakârca gayret sarf ettiklerinde yükselebilirler!..
ÖZ’ün (kişinin manevi varlığının) İÇİŞ’i, Tanrıdan gelen ÖZ’ün dünyaya, aşağılara inerken bulaştığı bencil duyguların (Nefs-i Emmare) ateşte yok olarak, saflayarak tekrar Tanrıya varmasıdır!.. Binlerce yıl sonra bu anlayış “AŞKIN İLE YANAYIM / VARLIĞINDA YOK OLAYIM” tarzındaki tasavvufî şiirler olarak karşımıza çıkar.