Tarih boyunca bulundukları dönemde ve coğrafyada ün salan, düşmanlarını tir tir titreten savaşçı toplulukları olmuştur. Bu topluluktaki savaşçılar A'dan Z'ye özel eğitim almışlar ve kritik anlarda sorunu kökten çözmeye odaklanmışlardır.
Öyle ki bu savaşçılarla karşı karşıya gelip de sağ kurtulan normal bir askere pek rastlanmamıştır.
Bazıları imparatorluklarının büyümesinde etkin rol oynamış bazıları ise efendilerini korumak için görevlendirilmişlerdir.
İşte tarihteki en iyi , en acımasız savaşçılar:
Yeniçeriler, 600 yıllık Osmanlı tarihinin yaklaşık 450 yıllık dönemine damgasını vurmuş ve birçok zaferde büyük rol oynamıştır. Kapıkulu Ocakları’nın piyade kısmını oluşturan Yeniçeriler, Osmanlı ordusunun çoğunluğunu oluşturmamasına rağmen sürekli adından söz ettirmiştir. XVI. yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başlayan Yeniçeri Ocağı, fonksiyonunu kaybederek devlete yük olmaya başlamıştır. İşte zaferlerden isyanlara yeniçeriler:
Yeniçeri Ocağı Nasıl Kuruldu?
Osmanlı Beyliği, devletleşme sürecinde gaziler ordusunu kullanıyordu. Eli silah tutan herkes sefere birlikte çıkıyordu. Sınırların genişlemesiyle birlikte bu ordu yetersiz kalmaya başladı. Ayrıca savaşa çıkıldığında yerleşim bölgeleri korumasız halde kalıyordu. Çandarlı Kara Halil Paşa’nın teşebbüsleriyle Yaya ve Müsellem Ordusu kuruldu. Ancak bu ordu devletin büyümesiyle askeri ihtiyaçlara cevap veremedi. I. Murad, Edirne’nin fethinin ardından Kara Halil’in de çabaları ile “Yeni-çeri” (yeni-asker) adıyla bir ocak kurdurdu. İlk olarak Pençik Sistemi ile savaşta ele geçirilen esirlerden seçilenlerin yetiştirilmesiyle asker alımı başlatılmıştır.
Ardından Devşirme Sistemi ile özellikle Rumeli’deki Hristiyan ailelerden alınan çocuklar yetiştirilerek çağa damgasını vuran Yeniçeri Ocağı’nın mekanizması oluşturuldu. Sonrasında Enderun Mektebi’nin kurulmasıyla bu sistem oturtulmuştur. Fatih Sultan Mehmet zamanında ise geliştirmeler yapılmıştır.
Devşirmelerin Yetiştirilmesi
Devşirilen çocuklar 100-200 kişilik kafileler halinde İstanbul’a gönderilir, sünnet edilir ve Müslüman olurdu. Yeniçeri ağasının teftişi sonrası, belli bir süre, Anadolu ve Rumeli çiftlik sahiplerinin hizmetlerine verilir, Türkçeyi ve Türk Müslüman geleneklerini öğrenmeleri sağlanırdı. 3-8 sene sonrasında yeniden İstanbul ve Gelibolu’ndaki Acemi Ocaklarına sevk edilirlerdi. Burada Acemi oğlan adıyla kabiliyetlerine göre yetiştirilirlerdi. Askeri kabiliyeti en üst düzeyde olanlar Yeniçeri, diğerleri ise Cebeci, topçu, lağımcı ve tersane hizmetlisi gibi Kapıkulu Ordusu’nun birimlerini oluştururdu. Zeki olanlar ise saraya giderdi.
Yeniçeri Ocağı’nın Kuralları ve Özellikleri
Yeniçerilerin savaş zamanları dışında kışladan çıkması yasaktı. Talimle zaman geçiriyorlardı. Emekli olana kadar evlenemezlerdi. Yeniçeri ağası hariç diğerlerinin sakal bırakması yasaktı. Şartsız itaat etmek zorundaydılar. İslamiyet’in emirlerini eksiksiz yerine getirmeleri gerekiyordu. Öldüklerinde tüm mal varlıkları Yeniçeri Ocağı’na kalırdı. Kendilerinin tek ailesi babaları olan padişahtı. Osmanlı padişahları geleneksel olarak ocağa kaydedilir ve rütbe olarak padişah veya sultan değil “baba” yazılırdı. Ayrıca her 3 ayda bir dağıtılan maaşlarda padişahlar yeniçeri kıyafetlerini giyerek maaşını alırdı.
Yeniçeri Ocağı, XVI. yüzyılın sonlarına kadar disiplin ve donanımıyla rakipsizdi. Eğitimlerinde askeri talimlerine ve terbiyelerine çok dikkat edilirdi. Çok iyi kılıç kullanırlar ve hiç durmadan 300 ila 400 ok atabilirlerdi. Yağlı mermerleri tokatlayarak ellerinin sertleşmesini sağlarlar ve çok güçlü darbeler indirebilirlerdi. Ateşli silahların keşfedilmesinden sonra tüfek talimleri de yapmaya başladılar.
Savaş alanına ayak bastıklarında sefer duası yaparlardı. Savaşlarda topları ve tüfekleri ile padişahın önünde yer alırlardı. Ordunun geri kalan bölümlerine göre daha küçük bir mevcuda sahiptiler. Osmanlı ordusunun asıl gücünü hafif süvariler ve sipahiler oluşturmaktaydı. Süvarilerin ve sipahilerin vur kaç taktiği ile yorduğu düşmana yeniçeriler ve topçular son darbeyi indirirdi. Asıl amaçları padişahı korumaktı. Ayrıca yeniçerilerin baskın olarak etki ettiği birçok savaş vardı. Kale kuşatmalarında ise çok başarılıydılar. Yeniçeriler Osmanlı Devleti’nin düşmanlarına korku salan piyadeleriydiler.
Yeniçeriler kıyafetlerinden de çokça söz ettirmiştir. Başlarına giydikleri keçeden yapılma külaha “börk” denilirdi. Börkün arkasında enseyi ve omuzları darbelerden ve iklim şartlarından koruyan “yatırma” denen bir parça yer alırdı. Elbiseleri topuklarına kadar inerdi. Genellikle savaş alanlarında çizme giyerlerdi.
Yeniçeriler Bektaşi tarikatına mensuptular. Hacı Bektaş-ı Veli, Osman Bey veya onun neslinden herhangi biriyle karşılaşacak kadar uzun yaşamamış olsa da onun yetiştirdiği âlimlerin yeniçerileri etkilediği düşünülmektedir.
Osmanlı Mehteranı da Yeniçeri Ocağı’nın bir parçasıydı. Düşmanın moralini bozmak, emirlerin bildirilmesi ve askerlerimizin moralini arttırmakta kullanılıyordu. Yaptıkları bestelerle Avrupa’ya ilham kaynağı olmuşlardır. Birçok Avrupalı bestekâr bu bestelerden esinlenmiştir. Ne yazık ki, Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) sırasında birçok beste kaybolmuştur.
Yeniçeri Ocağı’nın Bozulması
Yeniçeriler gücü ve başarılarıyla ünlü olduğu kadar çıkardığı isyanlar ve devleti soktuğu zor durumlarla da ünlüdür. Bazen yöneticilerle bazen de ilmiye sınıfıyla anlaşarak padişahlar tahttan indirilmiş, nice vezirlerin canı alınmış, seferlere gitmek istememiş veya firar etmiş, yasağa rağmen evlenip ticarete atılmış, padişah sözü dinlemez olmuş ve devlet içinde devlet haline gelmişlerdir. İşte Yeniçeri Ocağı’nın bozulması ve kaldırılmasını tetikleyen olaylar:
Devşirme Sistemi’nin temel kurallarından bir tanesi Türk-Müslüman halkın bu müesseseye alınmasının yasak olmasıydı. Kanuni Sultan Süleyman ve öncesindeki padişahların güçlü otoriteleri ve ordunun başında sefere çıkmaları Yeniçeri Ocağı’nın düzenini korumuştu. Bu dönemlerde ocağa Türk ve Müslüman halkın veya eğitimsiz kişilerin girmesi mümkün değildi. II. Selim’den itibaren Osmanlı padişahları seferlere katılmamaya başladılar. Bu durum yeniçerilerin disiplinini etkilemeye başladı.
III. Murad devrine kadar Yeniçeri Ocağı’nın bu kuralı devam etmiştir. III. Murad, şehzadesi Mehmed’in sünnet düğününde bazı küçük hizmetleri olan ve çeşitli hünerler gösteren kişileri, mükâfat olarak ocağa aldırmasıyla bu kapı aralanmış ve bir daha kapatılamamıştır. Yine aynı zamanda İran ve Avusturya Savaşları dolayısıyla yeniçeri sayısını arttırmak için ocağa dışarıdan alımlar yapılmıştır. Kurulduğu dönemde sayısı 4 bin civarında olan Yeniçeriler, XVII. yüzyıl ortasında 100 bini bulmuştur.
Osmanlı akçesinin değerinin düşmesi ve maaşların ödenmesinin gecikmesiyle maddi durumları bozulan Yeniçeriler ek işlere girişmişlerdir. Yeniçerilerin ocakta talim yapması gerekirken ticarete atılmış ve esnaflığa girişmişlerdir. Bu durum askerliğin ikinci planda kalmasına ve ocağın bozulmasına neden olmuştur.
XVI. yüzyılın sonlarından itibaren bazı devlet adamları mevkilerini kuvvetlendirmek için ocakları tahrik etmişleridir. Örneğin III. Mehmed döneminde sadrazamlık yapmış olan Yemişçi Hasan Paşa azlettirilmek istenmiş ancak Yeniçeri Ocağı’nın yardımıyla yerinde kalabilmiştir.
Yeniçeriler bazen yönetici kesimle bazen de ilmiye sınıfıyla anlaşarak padişahları tahttan indirmişlerdir. Sultan İbrahim, III. Ahmed ve II. Mustafa bu duruma örnektir.
Yeniçeriler bu dönemlerde halka çok zulüm yapmışlardır. Çıkardıkları isyanlarda çarşı ve pazarlarda yağma yapmışlardır. Esnaftan ve İstanbul’a gelen gemilerden haraç almışlardır. Bu durumlar büyük huzursuzluklara neden olmuş ve dükkânların uzun süre kapalı kaldığı zamanlar olmuştur.
Yenilik Hareketleri
II. Osman (Genç), 1621’de Lehistan Seferine çıktı. Yeniçerilerin disiplinsizlikleri bu savaşın sonuçlanamamasına yol açtı. II. Osman bu seferdeki başarısızlığın sebebini anlamıştı. Yeniçeri ve sipahi ocaklarını kaldırarak yeni bir ordu kurmayı planladı. Ancak yeniçeriler bu durumu haber alınca kendisini tahttan indirerek öldürdüler. Bu durum yeniçerilerin artık tamamen bozulduğunun kanıtıydı. II. Osman’ın planladığı birçok yenilik gerçekleştirilememiş oldu. Yeniçeriler ilk defa padişah kanı döktü. Sonraki padişahlar yeniçeri ocağına dokunmayarak yeniliklerine devam ettiler. Askeri tehlikeden dolayı Edirne’de hüküm süren padişahlar oldu.
III. Selim, Nizam-ı Cedid adıyla yeni ve modern bir ordu kurdu. Bu yeni ordu Napolyon’un Suriye’ye saldıran ordusunu mağlup etti. Yeniçeriler akıbeti görerek ayaklandılar. Arkasında Rus tahriki de bulunan bu isyan sonrasında padişah tahttan indirilmiştir.
II. Mahmud, amcası III. Selim’in yolundan ilerledi. Nizam-ı Cedid ordusunu yeniden düzenleyerek Sekban-ı Cedid adını verdi. Bu ordunun güçlenmesi ve maaşlarının iyi olması sebebiyle yeniçeriler isyan etti. Alemdar Vakası denilen bu olayda Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa öldürüldü. Yenilik hareketleri durmuş oldu. Ayrıca Sekban-ı Cedid ordusu kaldırıldı.
Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay)
II. Mahmud bu olayların ardından bu ocağı kaldırmaya tamamen kararlıydı. Eşkinci Ocağı adlı bir ordu kurdurttu. Ayrıca yeniçerilerin içinden bazı subaylarla anlaştı. Ardından yeniçeriler ayaklandı. Bu durumun ardından yeniçerilerin kaldırılması kararına varıldı.
Sancak-ı Şerif çıkarılarak halk silahlandırıldı. Padişah ve devlet adamları da kılıçlarını kuşandı. Padişaha sadık topçu birlikleri kışlaları topa tuttu. Şiddetli çarpışmalardan sonra Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılmış oldu. Şehirlerdeki birçok yeniçeri de idam edilmiş ve sürgüne gönderilmiştir. Firar edenler de yakalanmış ve aynı akıbeti görmüştür.
Bu olay tarihe Vaka-i Hayriye olarak geçmiştir. 6 bin ila 10 bin civarında yeniçerinin öldüğü düşünülmektedir. Sağ kalanlar ise idam edilmiştir. Anadolu vilayetlerine ocağın kaldırıldığına dair fermanlar gönderilmiş Taşradaki Yeniçeri birlikleri bu fermana boyun eğmişlerdir. İsyana katılmayan sadık birliklerden “Asâkir-i Mansure-i Muhammediyye” adlı yeni bir ordu kurulmuştur. Ayrıca Bektaşi tarikatı da kapatılmıştır.
Yeniçerilerin Kaldırılmasından Sonra
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının ardından arkasında büyük bir askeri boşluk bırakmıştır. Henüz düşmana karşı koyabilecek güçte bir kuvvetin bulunmamasından Ruslar istifade edecektir. Rusya’nın askersiz kalmış Osmanlı topraklarına saldırarak kısa zamanda büyük toprak parçalarını kolayca ele geçirmesi bu askeri boşluğa bağlanmaktadır. Diğer yandan birçok yeniliğe engel olan ve devlete yük haline gelmiş olan bu ocak kaldırılmış oldu.
Yeniçeri ocağı kaldırılmış ancak askeri gücün, siyasete müdahale etme geleneği bitmemiş; Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamid, askerî komplolarla tahttan indirilmiştir.
Sonuç Olarak…
Yeniçeri Ocağı, Osmanlı Devleti’nin askeri gücü olarak birçok zaferde ve toprakların genişlemesinde rol oynamıştır. Yapılan bazı hatalar sebebiyle zamanla fonksiyonunu kaybetmiş ve görevini yerine getirememiştir. Yeniliklere ve düzenlemelere sürekli karşı çıkmışlardır. Devlet malını yağmalamış, devlet adamlarını ve padişahları katletmişlerdir. Halka zulmetmişlerdir. Ve sonunda ortadan kaldırılmıştır.
Ahamenniş İmparatorluğu döneminde Pers ordusunun özel bir bilimi olan "Ölümsüzler" isimlerini hiçbir zaman eksilmemelerinden almaktadır. Tarihi M.Ö. 6 yy'a dayanan ve sayıları 10.000 kadar olan bu birlik asla eksilmezdi aralarından birisi eksilse hemen yenisi gelir 10.000 sayısını tamamlardı Ahammeniş İmparatorluğunun topraklarında yapılan özel yarışmalar neticesinde seçilen bu savaşçılar belirli bir fiziki standartlara sahip olmak zorundaydılar.
2 yıl boyunca özel beslenen bu ekip ilgili coğrafyadaki kılıç ustalarından özel eğitimler alırlardı. Fakat bu da bu birlğe katılmak için yeterli olmazdı. 2-3 yıl da uzak bölgelerde savaş katılıp usta birer savaşçı olarak dönerler ve anca öyle ölümsüzler birliğine katılabilirlerdi.
Pers Ölümsüzleri genellikle savaşlara katılmazlardı sadece özel durumlarda aksiyon alırlardı. Mesela Spartlaılar 30-40 kişilik Pers öncü kuvvetlerini bir çırpıda katledince Ölümsüzler Spartlalıların etrafını sarmış ve savaşa son verniştir. Heredot'tan öğrendiğimize göre Pers'lilerin Yunan işgali sırasında da önemli rol oynayan ölümsüzler Thermoplyae muharebesinin de kilit isimlerindedir.
Pers ölümsüzleri Pers imparatorluğu zamanında (özellikle bunları 300 Spartalı filminden hatırlayabiliriz) Çok özel bir ordudur. İsimlerinin Ölümsüzler olmasının sebebi; 10 bin kişilik bu özel kuvvetin sayılarının hiç azalmamasıdır. Bir kişi bile eksilse Hemen onun yerine biri alınır ve 10 bin kişi tamamlanacak şekilde oluşturulmuştur.
Ölümsüzler, Güçlü kuvvetli uzun boylu atletik gençler arasından seçilen, dünyanın dört bir tarafından getirilen özel Savaş hocaları eşliğinde iki yıl boyunca özel eğitilen ve Güçlü kuvvetli olmalarını sağlayacak şekilde özel beslenme beslenmeye tabi tutulan Seçkin askerlerden oluşan bir birliktir.
2 sene boyunca çok ağır şartlarda savaş ve harp üzerine yetiştirilen bu Birlikler, Ölümsüzlerin arasına katılması için sağlam hazırlanma ve intibak süreci yetmemektedir. İki senelik özel eğitimi bitiren ölümsüz adayları, imparatorluğun sınır bölgelerine göndererek buradaki savaşlarda kendilerini ispatlaması sağlanır.
Bu savaşlarda Zorlu şartları yerine getirip hayatta kalmayı başaran askerler geri döner ve Ancak bu şekilde Ölümsüzler arasına katılır.
Pers ölümsüzleri düşmana korku salan efsaneleşen bir ordudur. Savaşlara direkt olarak katılmayan Pers ölümsüzleri, tehlikeli şartlarda ve savaşın gidişatını göre savaşa dahil olurlar.
Ölümsüzler özellikle Pers İmparatorluğu'nun Yunanistan işgali sırasında ve Thermoplyae Savaşı'nda ön plana çıkmıştır. Savaşın bitirilmesinde kilit rol oynayan Pers Ölümsüzleri, Savaşan Sparta ordusunun etrafını sararak savaşın bitmesini sağlamışlardır. Tabii ki bu o kadar kolay olmamıştır ilk etapta Spartalılar, devasa Pers ordularına 3 gün boyunca ufak bir kuvvetle direnmesinin ardından Ölümsüzler, Bir askerin ihanet etmesi ve yol göstermesi de farklı yoldan Spartalıların etrafını çevirerek, aynı filmdeki gibi Kral Leonidas kafasının kesilmesiyle savaşı kazanmışlardır.
Asırlardan beri efsaneleşen bu önemli Ordu, dünya ve Pers tarihine geçmiştir. Gizemli bir halde görünen Pers ölümsüzleri savaşlarda ok,yay, mızrak, balta, hançer, Kılıç dışında silah ve zırh kullanmayan, tamamen atağa dönük bir Savaş sanatı politikası izleyen savaşçılardan oluşmuştur.
Spartalılar, çoğumuzun 300 Spartalı filminden tanıdığımız, Antik Yunanistan'da yaşamış olan Savaşçı bir topluluktur.Spartalılar, deyince akla Savaşçılar ve savaş gelmektedir, çünkü Sparta Devleti kuruluşundan itibaren savaşmayı ilke edinmişlerdir.
Çocukluklarından itibaren Asker olmak için yetiştirilmişlerdir.
Sparta askeri olmak için özel bir komisyon kurulur ve bu komisyon Yeni doğmuş bebekler üzerinde gözle görülen fiziksel bir kusur olup olmadığına bakar, kusuru bulunmayan bebekler ayrılır, ilerleyen yaşlarda eğitimlere tabi tutmaya başlarlardı, diğer yandan yeni doğan bebekler içerisinde fiziksel bir kusurun görülmesi durumunda, bebekleri ölüme terk edecek kadar acımasız bir topluluktur.
Spartalılar, özellikle Perslerle yaptıkları Thermoplyae Savaşı ile tarihe geçmişlerdir. Sparta ordusunun devasa Pers ordusunu, üç gün boyunca bir geçti tutmasıyla efsaneleşen Sparta askerleri savaşın sonunda yenilmiş olsalar da tarihe geçmişlerdir.
Spartalılar, Tarım ve Hayvancılık gibi işlerle uğraşmazlardı, bu işleri kölelere ve işçilere yaptırırlardı. Sparta askerleri 30 yaşına gelince, evlenme çağına geldiklerini hisseder ve 21 yaşlardaki Sparta kadınlarıyla evlenirlerdi, kadınların amacı sadece Sparta ülkesine asker doyurmaktı.
Küçük yaşlardan itibaren asker olarak yetiştirilen halk, yaşamları boyunca savaşmışlar ve Savaşçı bir kavim olarak kalmışlardır. Nazizmin temellerinin Spartalılara dayandığına dair tarihçilerin iddiaları mevcuttur. Irk ayrımcılığı sadece kendi düşüncelerinin benimsenmesi, o dönemki demokrasinin temelleri olarak görünen Atina öğretilerine karşı, Kuzey Yunanistan'da yaşamış Sparta gibi aşırı ırkçı ve sadece Savaş düşünen bir topluluğa tezat oluşturmuştur.
Roma Centurion'ları tarihin ilk profesyonel askerleridir. M.Ö 107 yılında başlayan tarihleri Bizans İmparatorluğuna kadar uzanır.
Roma ordusu 3 bölümden oluşmaktadır;
1) Sezar'ın korumaları,
2) Lejyonerler,
3) Roma vatandaşı olmayanlardan oluşan birlikler Centurionların olduğu birlikler Lejyonerler bölümüne aitti. Centurion'lar ordunun içerisinden özel olarak seçilirdi ve yüksek ödeme alırdı. Her bir centurion 100 kişiden oluşan centuria adlı birliklerin başında dururdu. 6000 kişiden oluşan bu özel toplulukta 60 tane centuria yani 60 lejyon vardı.
Her bir centurion bu birliklerin başında veteran olarak dururdu. Normal bir asker yılda 200-300 dinari alırken, centurionlar yılda 5.000 dinarı alırdı. Centurionlar arasından ilk 5 seçilirdi bunlara da yılda 10.000 dinari verilirdi. Bir de şef Centurion vardı ki o ise yılda 20.000 dinari alırdı.
Centurionlar sürekli terfi ihtimali olan savaşçılardı ve en zor savaşlara gönderilirlerdi. Oldukça donanımlı olan bu savaşçılar Roma İmparatorluğu'nun 3 kıtada geniş topraklara yayılmasında önemli rol oynamışlardır.
Roma'nın askeri gücü profesyonelleşmiş lejyonlardı. Bu lejyonlar, süvari ataklarında, gerilla savaşında ve kuşatmada nasıl savaşması gerektiğini bilen, hem saldırı hem de savunma konusunda eğitilmiş, tam donanımlı lejyonerlerden oluşuyordu.
Roma Lejyonlarının düşman ordulara karşı en büyük üstünlükleri, uyguladıkları katı disiplindi. Savaş sırasında gidişat ne yönde, sayıca üstünlük kimde olursa olsun, bütün lejyonerlerin emir ve talimatlara koşulsuz bir şekilde uyması gerekiyordu. Bu muntazam disiplini sağlamak kolay değil tabi. Cezalar da bu katı disiplin ölçüsünde çok ağırdı.
Bu cezalar ise ;
Castigatio cezası, basit suçlar için kullanılırdı. Roma ordusunda yüzbaşıya denk gelen Centurion'ların taşıdığı, asma ağacından yapılan sopalarla dayak atılırdı. Günümüzdeki şınav cezası gibi düşünülebilir.
Askerler bir alete zarar mı verdi, orduya ait bir şeyi mi kaybetti? Cezası belli; Pecuniaria multa, yani maaş kesintisi ve para cezası.
Huzursuzluk çıkaran, kavga eden tipler, pis işlere sürülürdü. Munerum indictio cezası alan lejyonerlere, rutin görevlerinin yanında tuvalet temizliği, hayvan pisliği temizleme gibi işler yaptırılırdı.
Kırbaçlama yani flagrum sıkça kullanılan bir ceza türü olmakla birlikte, özel yapılmış kısa kamçılar çok daha kanlı cezalar öngörüyordu, tabi ki köle olup da özgürlükleri için gönüllü olarak orduya katılan volonesler bu cezaya çarptırılabilirdi, Roma vatandaşı olan askerler değil.
Cezaya sebep olan hareketlerin tekrarı durumunda Gradus deiectio (Rütbe düşürme), Militiae mutatio (daha alt hizmet ya da görevlere sürgün), Missio ignominiosa (ordudan atılma) gibi cezalar da masada duruyordu.
Bunların yanında bir de büyük askeri suçlar vardı.
Savaş sırasında firar eden, korkakça davranan, nöbet yerlerini terk eden askerler çok sert biçimde cezalandırılırdı. Çünkü onlar hem lejyonun onuruna leke sürmüş, hem de silah arkadaşlarının hayatlarını riske atmıştı. Fustuarium kararı sonrası, suçlu bulunan asker, silah arkadaşlarının gözleri önünde, taşlanarak ve sopa ile dövülerek feci şekilde can verirdi. Cezanın büyük bir caydırıcı etkisi olsa gerek.
Gelelim Desimasyon'a (Latince decimatio). Cezaların içinde en ağırı, en insafsızı, en acımasızı. Savaş esnasında isyan eden veya görev yerini terk eden ya da emirlere uymayan askerlerin ait olduğu Cohors'un (Tabur) tamamına verilen cezadır. Ne olacak, taburun hepsi mi katledilecek? Tabi ki hayır. Bir tabur askerin tamamen ortadan kaldırılması orduda zafiyete yol açacağından başka bir yöntem düşünülmüş; Kura.
Ceza verilen birlik, hiç bir ayrım gözetilmeden, suçlu-suçsuz bakılmadan, ister binbaşı, yüzbaşı olsun ya da sıradan bir lejyoner, iltimas geçilmeden onarlı gruplara ayrılır, ölümüne bir kuraya tabi tutulurdu.
Antik Roma ...
MÖ 900'lü yıllarda, İtalya Yarımadası'nda kurulan bir şehir devletiyken, fetihlerle büyüyerek İskoçya'dan Büyük Sahra Çölüne, İspanya'dan Basra körfezi'ne kadar uzanan, bütün Akdenizi çevreleyen 5 milyon km[SUP]2[/SUP]'lik muazzam bir imparatorluk haline geldi.
Peki Roma'yı dönemin tek süpergücü yapan, onların tabiriyle bütün barbar kavimleri bozguna uğratan, fetihten fethe koşan Roma ordusunu farklı kılan neydi?
Roma'nın askeri gücü profesyonelleşmiş lejyonlardı. Bu lejyonlar, süvari ataklarında, gerilla savaşında ve kuşatmada nasıl savaşması gerektiğini bilen, hem saldırı hem de savunma konusunda eğitilmiş, tam donanımlı lejyonerlerden oluşuyordu.
Roma Lejyonlarının düşman ordulara karşı en büyük üstünlükleri, uyguladıkları katı disiplindi. Savaş sırasında gidişat ne yönde, sayıca üstünlük kimde olursa olsun, bütün lejyonerlerin emir ve talimatlara koşulsuz bir şekilde uyması gerekiyordu. Bu muntazam disiplini sağlamak kolay değil tabi. Cezalar da bu katı disiplin ölçüsünde çok ağırdı.
Bu yazımda da Roma ordusunda uygulanan disiplin cezalarını anlatıyorum. Önce küçük cezalardan başlayalım.
Castigatio cezası, basit suçlar için kullanılırdı. Roma ordusunda yüzbaşıya denk gelen Centurion'ların taşıdığı, asma ağacından yapılan sopalarla dayak atılırdı. Günümüzdeki şınav cezası gibi düşünebiliriz castigatio'yu.
Askerler bir alete zarar mı verdi, orduya ait bir şeyi mi kaybetti? Cezası belli; Pecuniaria multa, yani maaş kesintisi ve para cezası.
Huzursuzluk çıkaran, kavga eden tipler, pis işlere sürülürdü. Munerum indictio cezası alan lejyonerlere, rutin görevlerinin yanında tuvalet temizliği, hayvan pisliği temizleme gibi işler yaptırılırdı.
Kırbaçlama yani flagrum sıkça kullanılan bir ceza türü olmakla birlikte, özel yapılmış kısa kamçılar çok daha kanlı cezalar öngörüyordu, tabi ki köle olup da özgürlükleri için gönüllü olarak orduya katılan volonesler bu cezaya çarptırılabilirdi, Roma vatandaşı olan askerler değil.
Cezaya sebep olan hareketlerin tekrarı durumunda Gradus deiectio (Rütbe düşürme), Militiae mutatio (daha alt hizmet ya da görevlere sürgün), Missio ignominiosa (ordudan atılma) gibi cezalar da masada duruyordu.
Bunların yanında bir de büyük askeri suçlar vardı.
Savaş sırasında firar eden, korkakça davranan, nöbet yerlerini terk eden askerler çok sert biçimde cezalandırılırdı. Çünkü onlar hem lejyonun onuruna leke sürmüş, hem de silah arkadaşlarının hayatlarını riske atmıştı. Fustuarium kararı sonrası, suçlu bulunan asker, silah arkadaşlarının gözleri önünde, taşlanarak ve sopa ile dövülerek feci şekilde can verirdi. Cezanın büyük bir caydırıcı etkisi olsa gerek.
Gelelim Desimasyon'a (Latince decimatio). Cezaların içinde en ağırı, en insafsızı, en acımasızı. Savaş esnasında isyan eden veya görev yerini terk eden ya da emirlere uymayan askerlerin ait olduğu Cohors'un (Tabur) tamamına verilen cezadır. Ne olacak, taburun hepsi mi katledilecek? Tabi ki hayır. Bir tabur askerin tamamen ortadan kaldırılması orduda zafiyete yol açacağından başka bir yöntem düşünülmüş; Kura.
Ceza verilen birlik, hiç bir ayrım gözetilmeden, suçlu-suçsuz bakılmadan, ister binbaşı, yüzbaşı olsun ya da sıradan bir lejyoner, iltimas geçilmeden onarlı gruplara ayrılır, ölümüne bir kuraya tabi tutulurdu.
Bu kuranın kaybedeni kimi zaman kısa çöpü kimi zaman boyalı taşı çeker ve amansız bir ölüme yürürdü. En nihayetinde taburdaki her 10 askerden 1'i, kurayı kazanan diğer 9 silah arkadaşı tarafından taşlanarak ve sopa ile dövülerek katledilirdi.
Gözünüzün önünebir getirin. Binlerce asker, ordunun kendisi tarafından katlediliyor. Çok zalimce ve gaddarca bir uygulama değil mi? Askerlerin psikolojisini bir düşünün. Geçirdikleri ölüm korkusunun yanında, kurayı kazansalar bile arkadaşlarının katili oluyorlar. Bu da yetmiyor, geride kalan askerlere zahire istihkakı olarak buğday yerine arpa veriliyor ve Roma ordugahının dışında kölelerle birlikte uyumak zorunda bırakılıyorlar.
Desimasyon ilk olarak MÖ 471 yılında Roma Cumhuriyeti'nin Volscilerle olan savaşı sırasında kullanılmış, olayı kaydeden tarihçiler cezayı o kadar acımasızca bulmuşlar ki kimse bu yönteme başvurmamış dört asır boyunca. Ta ki köle ayaklanmasında Spartacus'la savaşan Marcus Licinius Crassus'a kadar.
Spartacus'un gladyatör ve kölelerden oluşan ordusu İtalya içlerinde ilerleyip şehirleri talan ederken karşılarında hiçbir birlik dayanamıyordu. Roma Lejyonları arasında dedikodular kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı bile. "Spartacus ve gladyatörleri yenilmezdi, hiç kimse onları yenemezdi. Bir yıldırım gibi düşmanı yarıp geçiyorlardı. Tanrılar Roma'yı cezalandırmak istiyorlardı, başka bir açıklama olamazdı." E tabi bu psikolojiyle girilen savaşta, çabuk demoralize olup mevzilerini terk ettiler, geri çekilmeme emrine rağmen.
Crassus'un gazabı kendi ordusunun üstüne kara bir bulut gibi çökecekti. Kendi askerlerine öyle bir bedel ödetmeliydi ki bir daha Spartacus'un karşısına çıkınca savaştan kaçmayı kimse aklına bile getirmemeliydi.
Karar verildi; Desimasyon.
Tam 4000 asker desimasyon emriyle katledildi. Ceza o kadar tesirli oldu ki, lejyonerler düşmandan çok kendi komutanından korkmaya başladılar. Asla mevzilerini terk etmediler. Öleceklerse de şerefleriyle, kahraman gibi ölmeliydiler, dövülerek, taşlanarak, ve onursuzca değil. Savaşın seyri artık değişmişti. Köle ordularının isyanı bastırıldı, Spartacus'ün ordusu yok edildi. Birçok tarihçi savaşın kırılma noktasının bu ceza olduğunu düşünür.
Daha sonraları Augustus ve Marcus Antonyus da başvurdu bu kanlı yola.
“Vikingler veya Norslar, İskandinavyalı korsan ve tüccar kavimdir. Yılın büyük kısmını denizlerde geçirmiş olan savaşçı bir halktır. 8-11. yüzyıllar arasında kuzeybatı Avrupa'da birçok yeri fethetmişlerdir.” Vikingler, sekizinci ve onikinci yüzyıllar arasında dünyanın en çok korkulan savaşçılarındandır.
Vikingler için hiçbir şey unutulmaktan daha kötü olamaz. Başkalarının saygısını kazanmak Vikingler için servetlerin en değerlisidir. Vikingler tanrılarına tapmıyorlardı, onların gözünde tanrılar da kendilerininkine benzer sıkıntılarla başa çıkma gayreti içindeydiler. Onların ideali kendi kendine yetmeyi bilmekti, güçlükler karşısında direnmek, sarsılmamak, yıkılmaz olmaktı.
Vikingler “marjinal” olmaktan kıvanç duyan ilk insan topluluğu idi. Vikingler tüm korkulara meydan okumayı başarmıştı, çünkü, asi bir halk olarak, öngörülemeyen karşısında duyulan korkuyu doğal bir esin kaynağına çevirmenin yolunu keşfetmişlerdi.
Onuncu yüzyıla kadar, Jom-Viking'ler adı verilen bir pagan dinsel örgüt, İskandinavya'da etkinlik göstermişti. Bu örgüt, çok sıkı bir disiplin altında yaşayabilen, cesaretleri kanıtlanmış müthiş savaşçılardan oluşuyordu. Savaş alanında can vererek, Valhalla'ya gitmek ve orada Woden'e (Odin) kavuşmak en büyük arzularıydı. Norman'ların İngiltere'yi fethetmeleri ile sonuçlanan Hastings Savaşı'nda kendilerini pek kanlı bir biçimde kanıtlayan "Carles Birlikleri"nin kurucusu da, eski bir Jomsburg kardeşliği komutanı olan Kral Sweyn Forkbeard idi. Üstelik birçok Avrupalı soylu Norman kanı taşıyordu. Onikinci yüzyılda, bir tür kahramanlık şiiri olan "chanson de geste"ler bu savaşçıların pagan ülkülerini dile getirmeye devam ediyordu: fizik güç, yağmacılık ve intikam hırsı.
Thule Örgütü de tarihsel köklerini 13. Yüzyılda Vikinglere kadar götürür. Cermen (Töton) Şövalyeleri'ne kadar indirilen örgütün adı Thule Kornen’den gelir. Thule, İzlanda efsanelerindeki batık bir kıtanın adıdır. Ayrıca, Grönland’ın batısında, halen Thule kenti ve Thule hava alanı bulunmaktadır. Kornen ise, hem yarımada ve hem de “boynuz” anlamına gelmektedir. Thule Kornen, Thule Yarımadası anlamına gelmekle beraber, Thule kentinin gerçek adı Qaanaak'tır. Thule Örgütü’nün sembolü, çift boynuzlu Viking miğferidir.
Vikingler, toprağın birleşimi ve yaşamı olarak, ağacı köken bir damar olarak kabul ettikleri şekilde süslerlerdi. Çam ağacını sembolik anlatımların arkasında, bereketin simgesi olarak geçmişte olduğu gibi diğer inançların kabulü içinde günümüzde de kutlanarak geleneksel duruma gelmiştir.
Antik çağların denizcileri mevcut astronomi bilgilerini yol tayin etmekte kullanıyorlardı. Gündüzleri güneşe, geceleri de "Stella Marris" (Deniz Yıldızı) diye anılan Kutup Yıldızına bakıyorlardı. Kapalı havalarda Vikinglerin şeffaf kristallerle ışığı polarize ederek güneşin yönünü tayin ettiklerini sanılır.
Vikinglerin inancına göre, “Baş Tanrı Odin ya da Hella’nın beyaz atına binerek göklerde dolaştığına inanıldığından, bir evin sakinlerinin ruhlarını Odin’nin beyaz atının sırtına alarak başka Dünyaya götürmesi için, çatıdaki ana merteğin her iki başı, at başı biçiminde işlenirdi.
Viking adı muhtemelen Eski Norsça vik (dere) sözcüğünden ya da Eski İngilizce wic (kamp) sözcüğünden türemiştir. Nors ise Eski Norsça noord (kuzey) sözcüğünden türemiştir. Erken dönem İskandinav dillerinde "vikingr" sözcüğü “korsan” anlamına gelir.
Varyaglar: İsveçli olan Varyaglar doğuya doğru yayılmış, 11. yüzyılda Karadeniz'e, hattâ İran'a kadar uzanmışlardı. Bunların çoğu Rusya'da, Novgorod ve Ukrayna'da ise Kiev'e yerleştiler.
Normanlar: Danimarka ve Norveç Vikinglerinin Fransa'nın Normandiya bölgesine yerleşmiş ve Fransızca dilini benimsemiş olan kısmıdır. Danimarkalı ve Norveç'li olan Normanlar (kuzey adamları) batıya doğru denizleri fethe giriştiler. Usta gemici ve korkunç savaşçı olan bu insanlar İzlanda'yı, Grönland'ı ve Kanada kıyılarını ele geçirerek sömürgeleştirdiler.
İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda, Faroe Adaları, İskoç halkı ve Rus halklarının bir kısmı Viking kökenlidir. Viking ve Frenk soyundan gelen Normanlar 11.YY.'da Britanya'yı fethetmiş ve İngiltere'nin en güçlü hanedanı olmuşlardır. Norman fethi, Britanya'nın son fethidir.
Vikingler cenaze törenlerini de ölülerini tahtadan ve içi toprakla doldurulmuş bir kayığa koyup yakarak gerçekleştirirlerdi. İskandinavya'dan çok uzak ülkelere yaptıkları gemiler sayesinde keşifler ve baskınlar yapabilmişlerdir. Ayrıca birçok uzak ülkeyle ticaret yapmışlardır. "Viking" kelimesi eski Norse dilindeki "Korsan baskını" anlamına da gelmektedir. Kristof Kolomb'dan 500 yıl önce kadar yeni kıta Amerika'yı keşfetmeyi başarmışlardır. Kanada'yı M.S. 1000 yıllarında keşfetmişlerdir.
Çok tanrılı dinleri olmasına karşın esas olarak Thor'a yani Yıldırım Tanrısı'na inanırlardı ve onun tam zıttı olan her türlü hayvanın kılığına girebilen şekil değiştiren kötü tanrı Loki'ye inanırlardı. Vikingler özellikle denizcilik ve gemi yapımında ustalaşmışlardı. 16 ila 37 metre arasında manevra kabiliyeti yüksek gemiler inşa ettiler. Bu gemileri suyun üzerinde kolayca yol alabilecek ve kıyıya kolayca çıkabilecek şekilde tasarladılar.
Vikingler doğayla yaşamayı öğrenmişlerdi. Evlerinin çatıları çimenlik olurdu ve bu, ısıyı içerde daha çok tutmaya yarıyordu. Önemli bir şahıs öldüğü zaman Vikingler onu kişisel serveti, kıyafetleri ve hatta hayvanlarıyla bir gemiye koyarlar. Bu gemilere mezar da denir. Üzeri çam ağaçlarının yapraklarıyla kaplanan bu gemi ateşe verilerek denize salınırdı.
“Berserk” kelimesi de Vikingler'den gelmektedir. Vahşi savaşçı Berserk, karanlıklardan gelen (Berk kelimesi ile de köken biriliği vardır – sert, katı, sağlam, güçlü, hızlı, şimşek), ayı veya kurt postu giyen, İskandinav ve Cermen efsanelerinde adı geçen cesaret ve kuvvetiyle meşhur savaşçılardır. Berserkler savaş meydanına tamamen zırhsız olarak çıkmaları ve karşılarına çıkanları acımasızca öldürmeleri ile ünlüdürler. Avrupa’da bazı savaşçılara da "Berserker" denir. Bu sözcüğün kelime anlamı "gömleksiz"dir (bare sark). Savaşma hevesiyle yanıp tutuşan bu berserker’in bir boğa kadar güçlü olduğunu ve savaşmak için herhangi bir zırh ya da giyeceğe ihtiyacı olmadığına inanılırdı.
Sanıldığı gibi sadece yağma ile uğraşan bir topluluk değildiler. Yeni araştırmaların ışığında Vikingler'in ticarette de usta oldukları saptanmıştır. Gemilerini sırtlayıp yan nehre taşımaları ve oradan devam etmeleri dâhiyanedir. Bu gemiler iskelete sahip olmadığı ve gerdirme denilen bir sistem ile yapıldığı için son derece hafif olmaktadırlar ve sığ sularda kolaylıkla gidebilmektedir.
Onurlarına son derece düşkün bir halktı. Vikingler, drakkar isimli ünlü gemileriyle işgallere çıkardı. Viking kültüründe savaşta elinde kılıcı olarak ölmek gerekliydi, çünkü Vikingler öldükten sonra Odin'in cenneti olarak bilinen Valhalla'ya gidebilmeleri için elindeki kılıçlarla ölmeleri gerekirdi.
İskandinavya mitolojisi olarak bilinen Vikinglerin inançlarıyla, Yunan mitolojisi olan Antik Yunan inançları arasında ki en büyük fark, Yunanlıların tanrılarını tapılacak bir tanrı olarak görmesine karşın Vikingler kendi tanrılarını dost, arkadaş ve yol gösterici olarak kabul ederlerdi.
Deniz savaşı sırasında gemileri bir araya toplayıp birbirine bağlayarak, yüzen savaş platformları oluşturan usta denizcilerdi. İngiltere’de York, İrlanda’da ise Dublin gibi büyük kentler, aslında ilk kurulduklarında yerel halkın Vikinglerle buluşup mal değiş tokuşu yaptığı ticaret merkezleridir.
Ragnarök; İskandinav mitolojisinde son gündü. Vallhalla’ya gidecekler için son uyarı. Midgard ejderinin ortaya çıkıp her şeyi yıkacağı gün yani kıyamet günü. İskandinav mitolojisi en genel anlamıyla İskandinav topluluklarının Hıristiyanlık öncesi dinleri, inanışları ve efsaneleridir. Danimarka, İsveç, Norveç ve İzlanda gibi İskandinav ülkelerinde yaşayan halkların atalarının kuşaktan kuşağa aktardığı zengin bir mitos öykü ve masal dağarcığı vardır. İskandinavya’da tapılan tanrılara ilişkin efsanelerin yanı sıra ‘Saga’ denen ve kahramanların haydutların, hayaletlerin, canavarların deniz krallarının köylülerin cücelerin aşk ve serüvenlerinin anlatıldığı öyküleri de vardır. İskandinav mitolojisi günümüz dünyasında mitoslarda geçen tanrılar ve simgeler yönüyle oldukça bilinir bir durumdadır.
İskandinav mitolojisinin en önemli farkı tanrılarının ölümlü olmasıdır. İskandinav tanrıları insana benzemekle birlikte dev boyutluydu. Bu tanrılar yer, uyur, doğar, ölür, sever, nefret eder, korkar ve kederlenirdi. Başarılı olduğu kadar başarısızlık da gösterebilir, savaşta yenilebilirlerdi. Tanrılar ancak Idunn’un (gençlik tanrıçası) elmaları sayesinde Ragnarok’a (kıyamet tanrıların alacakaranlığı ya da büyük savaş) kadar yaşayabilmektedir. Her kültürde olduğu gibi İskandinav kültüründe de bir yaratılış/dünyanın varoluşuna dair bir mitos vardır.
Dünya yaratılmadan önce sadece Ginnungagap adı verilen bir uçurum vardı. Ginnungagap’ı Mısır mitolojisindeki Nun, Yunan mitolojisindeki Kaos olarak da görebiliriz. Dünya daha var olmadan önce 11 nehir akan Niffleheim’da ölüm var oldu. Niflheim’ın güneyinde başka bir sıcak dünya daha oluştu: Muspell, devlerin koruduğu yer. Devler buraya Stur yani Siyah dediler. Niflheim’ın nehirleri donmuştu. Bu nehirlere Ginnungagup dendi. Günün birinde Muspell’deki kıvılcımlar nehirlerin üzerine düştü ve nehirleri eritti. Muspelheim’dan çıkan ateşler Niflheim’dan çıkan buzları eritti ve oluşan sihirli sudan ilk yaratık meydana geldi: dev Ymir. Ymir ne erkek ne de dişiydi fakat buz devleri sülalesinin atası oldu. Diğer devleri “terleyerek” yarattı. Vücudunu oluşturan sihirli sular koltukaltları eriyince aktı ve bunlardan diğer devler oluştu. Bir süre sonra çiftleşmeyi öğrenen bu devlerin çocukları oldu. Bu çiftleşmelerin en önemlisi Bor ile Besta’nın çiftleşmesidir. Bor ve Besta’nın üç çocukları oldu; Odin, Vili, Vé. Bu üç kardeş kendilerine bir dünya yaratmak isteyip devlerin saldırısına uğradıkları zaman Ymir’i öldürdüler.
Bu öykülerden birine göre de başlangıçtaki boşluk ve kargaşadan sonra önce tanrılar yaratıldı; sonra koca bir devin gövdesinden dünya oluştu. Devin dünyanın köşelerinde duran dört güçlü cücenin omuzlarında taşınan kafatası gökyüzüydü. Dünya yassıydı ve dünyayı kuşatan okyanusun dibinde yılan Jörmungand yaşıyordu. Dünya büyük dişbudak ağacı Yggdrasil’in üzerinde duruyordu. Bu ağacın en üst dalları Asgard’a değiyor yeraltındaki kökleri Mimir’in kuyusundan ya da insanların yazgılarını belirleyen Nornlar’ın pınarından sulanıyordu. İnsan ırkı tanrıların ağaç kütüklerinden biçimlendirdiği Askr ve Embla’dan türemişti. Ragnarök yani “tanrıların alacakaranlığı” dünyanın sonuna ilişkin bir öyküydü. Loki ve kurt Fenrir zincirlerinden kurtulacak devler Asgard’a saldıracak ölüm gemisi dehşet salacak Jörmungand yılanı denizden çıkacak dağlar titreyecekti. Tanrılar ve düşmanları arasındaki son savaşta herkes birbirini öldürerek yok olacak tüm dünya ve üzerindeki insanlar ateşte yanacaktı. Ne var ki bu mutlak son değildi. Bir süre sonra yeni bir çağ başlayacak Balder dirilecek ve eski dünyanın küllerinden yeni bir dünya oluşacaktı.
İskandinav tanrıları üç grupta toplanır;
Tanrıları Vanirler zenginliği ve bereketi sembolize ederler. Denizi ve toprağı yönetirler. Vanes tanrıları insanlar arasında en çok rağbet görülenlerdir. Onlar toprağı, zenginliği, aşkı, yani dünyevi ihtiyaçları temsil eder. Toprağa ve onun üzerin de yaşayan canlılara sağlığı ve mutluluğu getirenlerdir.
İskandinavlar birçok tanrıya tapıyorlardı. Ayrıca cinler, rüzgâr ve ateş devleri gibi tuhaf ve güçlü yaratıklara da inanıyorlardı. İlk tanrının adı Buri idi. Ymir’in ve Buri’nin yaratma güçleri vardı. Yalnız kalmamak için kendilerine eşler, bu eşlerden de çocuklar yarattılar. Tanrıların ve devlerin soyu Ginungagap içerisinde üremeye başlamıştı. Bu iki ırkın birleşiminden ise üç büyük tanrı doğdu. Odin, Vili ve Ve. Bütün tanrılar ve devler Odin’in bu zamana kadar doğmuş en güçlü canlı olduğunu anladılar ve ona saygı gösterdiler. O geleceğin, geçmişin ve insanların babası idi. Midgard’da bir sabah Odin kardeşleri Hoenir ve Lodur, deniz kıyısında dolaşmaya çıktılar. Sahilde yanyana duran iki ağaç ile karşılaşdıklarında bu ağaçları ilk insanlara dönüştürmeyi karar verdiler. Erkeğin ismi Ask kadınınki ise Embla idi. Lodur onlara fiziksel güzellikleri, Hoenir hareket yeteneğini, Odin ise duyguları verdi. Sonunda Ask ve Embla birleşerek insan ırkını oluşturdular ve önlerindeki yolda ilerlemeye başladılar. Ancak Odin onların kaderini o anda yazmıştı. Bütün insan ırkı devlerle yapılacak son savaşta Ragnarök’ta Odin’in yanında savaşacak ve yok olacaktı… İnsanın yaratıldığı esnada devler çoğalarak Ymir’in öcünü almak için and içiyor ve kendilerini intikam duyguları ile besliyordu.
Her şey tüm insanlık ve bizim bildiğimiz manadaki varoluş bir cinayetle başladı. Odin ve kardeşleri Vili ve Ve ilk varlık Ymir’i öldürdüğünde başladı. Bu cinayetin sebeplerini hiçbir saga anlatmaz. Ymir’in vücudu dünyanın topraklarına, vücudundaki su denizlere ve vücudundaki kan kaynayan lavlara dönüştü. Dünya artık oluşmuştu. Bu oluşumu Odin doğduğu günden beri biliyordu. Bu kaçınılmaz olan idi. Sıra devlerde idi. Odin ve kardeşleri tüm devleri öldürmek için yola koyulmuşlardı. Sadece Bergelmir ve ailesi bu katliamdan kurtulabilmişti. Kaçmışlar ve saklanmışlardı. Bundan sonra kendilerini ve çocuklarını intikam hırsı ile büyüttüler. Bir gün gelecek intikamlarını alacaklardı. Bunu Odin de biliyordu.
Toplam dokuz dünya (âlem) vardır:
Yggdrasıl (Kader Ağacı)
Ağacın altındaki dişi olarak tarif edilen kader kuyusunda insan yaşamının yönü tayin edilir. Ağaç iki kökten destek almaktadır. Köklerden biri yeraltı dünyasına uzanır (Hel), diğeri buz devlerinin dünyasına ve sonuncusu insan varlıklarının dünyasına Tüm dünyanın refahı Yggdrasil adlı bu ilkel ağaçla ilişkilidir. Yggdrasil kutsal ağaç, İskandinav mitolojisinin ana çizgisi hatta bu mitolojide hayatı ve yaşamı temsil eden yegâne semboldür. Yaprakları ve dalları görünmez bir biçimde tüm gökyüzünü ve evreni sarar kökleri de dünyanın her yerine ve en derinlere sıkı sıkıya tutunmuştur. En büyük kök tanrıların konakladığı Asaheim âlemindedir. Kutsal ağaç Yggdrasil Hvergelmir Mimir ve Urdar adlı üç kaynaktan beslenir bu kaynaklar ağacın hayatta kalmasını sağlarlve de onların varlığı sadece ağaçla mantık bulur. Urdar`in etrafında üç kadın oturur. Urd yani geçmiş Vervandi: şimdiki zaman ve son olarak Skuld yani gelecek. Bu üç kadın zamanın gerçek hâkimleri ve her şeyi bilen her şeyden haberdar olanlardır. Burada İskandinav mitolojisinin panteist kısmı ön plana çıkar bu üç kadın tanrı değillerdir sadece doğa tarafından yaratılmış üç nesnedir ancak tanrıların tanrısı bilge Odinden daha bilgedirler! Onlar kaderleri bilenlerdir tanrıların kaderlerini bile! Kader ve zaman kavramları İskandinavların en önem verdikleri iki kavramdır. İskandinav halkı (prehistorik çağlardan Viking dönemine kadar ) kaderci bir halktır yani kadere inanırlar ölüm zamanları daha önceden yazılmıştır ve bundan kaçmak imkânsızdır ancak buna rağmen kaderlerini yenmek için ölümüne savaşırlar bir şeye karşı savaşmak ve kazanmak İskandinav mitolojisinin en önemli olgularındandır. Kutsal ağaç Yggdrasil bile her gün hayatta kalmak ve evrenin düzenini korumak için savaş vermektedir.
Özgün ve özel bir topluluk olan Vikingler halen birçok yayın ile incelenmekte; geçmişten günümüze gelen kültürleri, mitleri, efsaneler çağımızda da yaşamaktadır. Tarihe damga vurmuş, cesaretin temsilcileri her dönem saygı ile anılmıştır.
960 yılı civarında Hıristiyan misyonerler İskandinavya’yı istila edip Vikingleri tehdit ettiler: “Eğer pagan adetlerini sürdürürseniz sonsuz ateşin yandığı cehenneme gidersiniz.” diye… Vikingler, bu güzel haber için teşekkür ettiler. Zira onlar soğuktan titriyorlardı, korkudan değil." “Los hijos de los dias” ("Ve günler yürümeye başladı") adlı kitabında Eduardo Galeano'nun yazdığına göre, topraklarına gelip onları tehdit eden Hıristiyan misyonerlere "sizin yaptığınız gider, bizim hoşumuza gider…" demişlerdir.
Moğol ordusunu farklı yapan, günümüzde modern silahlarla bile yapılması imkansız olan fetihleri yapmış olmasıdır. Bu kazanım, Moğolların savaşçı karakterinden kaynaklanıyordu. Ancak Cengiz Han'ın bu büyük başarısının altında bir başka neden daha vardı. Cengiz Han, dönemine kadar Moğollar dahil, Asya'da bütün kabileler birbirlerine düşmandı ve birlik sağlanamıyordu.
Cengiz Han, düşmanlarının bu karmaşık yapılarından ve birlik oluşturamamasından faydalanmıştır. Cengiz Han öncesinde Moğol savaşçıları daha çok hafif silahlarla donanmıştı. Cengiz Han, Moğollara dünyayı ele geçirme ülküsünü kazandırdıktan sonra, Moğollar, Çinlilerden öğrendikleri teknikleri de kullanarak Moğol ordusunu yenilmez bir hale getirmişlerdir. Cengiz Han, Çin savaş teknikleri ve tak-tiklerinden yararlanmıştır. Moğollar, Cengiz Han'ın bayrağı altında birleştikten sonra savaş tekniklerine çok önem vermişlerdi. Mancınık kullanma, humbaracılık (tünel kazma), kuşatma gereçlerini ve silahlarını edinme konusunda gayret gösteriyorlardı.
Moğollar için en önemli konulardan biri de ganimet paylaşımı olmuştur. Cengiz Han askerlerine, kendilerine karşı koyan, direnen ve savaşan düşmanlarına istediklerini yapma hakkı tanımıştı. Bütün askerler sınırsız bir yağma ve sınırsız bir öldürme hakkına sahipti. Moğollar, çevrelerindeki ülkelerde inanılmaz vahşet görüntüleri yaratmalarına rağmen kendi toplumlarında ciddi bir şekilde barışçıl bir düzen vardı.
Moğollar bölünmüş ve içlerinde sorunlar olan ülkelere saldırıyordu öncelikli olarak. Cengiz Han, bu tür devletlerin ele geçirilmesinin daha kolay olduğunu biliyordu. Moğollar belli disiplinler içinde hareket ediyordu ve disiplin yasalarla uygulanıyor ve korunuyordu. Moğollardan sonra kurulan Türk devletlerinin bu sistemi Moğollardan aldığı ve kendi devletlerinde kullandığı söylenmektedir.
Moğollar, ele geçirdikleri ülkelerden de birçok şey öğrenmiştir. İşgal ettikleri ülkeler belirli bir merkezden yönetilemeyecek kadar geniş bir alanı kaplamaktaydı. Moğollar devlet yönetimi konusunda deneyimsizdi. Bu kadar büyük toprakları ve farklı ülkeleri bir arada yönetme güçlüğü çekiyorlardı. Moğolların devlet işlerini yürütecek ne devlet adamları ne de devlet memurları vardı. Moğolların kurdukları İmparatorluk, Büyük İskender'in imparatorluğundan dört kat daha büyüktü.
Harzemşah İmparatorluğu topraklarına girdiğinde Cengiz Han'ın sadece 200 bin askerlik ordusu vardı ve bu kuvvetle bir milyon bölge insanını öldürmüştür. Bu 200 bin kişilik ordunun bir kısmı Avrupa içlerine yönelmiş ve Viyana kapılarına kadar ulaşmıştır. Sonrasında başka Moğol kuvvetleri de çok kez Avrupa içlerine seferler düzenlemiş, akınlar yapmıştır.
Japon topraklarının sadece %20’sinin tarıma elverişli olması nedeniyle, savaşçı klanlar sürekli kendi aralarında, topraklara egemen olmak için savaşıyordu. Toprakları ele geçirme ve yönetme mücadelesi, samuray sınıfının ortaya çıkıp yükselmesine yol açtı.
Savaşçı sınıfın ortaya çıkmasında önemli olan bir tarih ve olay vardır: M.Ö. 660’ta Jinmu Tenno savaşçı klanları birleştirerek başa geçen ilk Japon imparatoru olmuştur ve kendisi ilahi savaşçı olarak bilinir. Yamato Bölgesi’ne insanlarını da yerleştirerek, imparatorluk hanedanı olarak günümüze değin süre gelecek olan Yamato Klanı’nı ve Devleti’ni kurdu. Yamato Klanı üyeleri kendilerini ilahi soy olarak tanımlarlar.
Yamato Klanı’ndan gelen İmparator Keiko ilk Şogunluk’u kurdu ve kendisi ilk Şogun’dur. Şogun kelimesi aslında seii taishougun kelimesinin kısaltılışı olup “askeri kumandan” anlamına gelmektedir. Şogunluklar feodal yönetimlerdir. Şogunlar askeri ve rütbe olarak en üst düzey yönetici kişilerdir. Tarihte üç büyük şogunluk vardır. Bunlar kronolojik olarak şu sıradadır: Kamakura Şogunluğu, Ashikaga Şogunluğu ve Tokugawa Şogunluğu.
Samurayların Ortaya Çıkışı ve İlk Samuraylar
Heian Dönemi’nde samuraylar zengin toprak sahibi olan daimyoların silahlı destekçileridir ve 12. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Samuraylara bushi de denilmekle birlikte, bushi, “savaşçı” anlamına gelmektedir. Samuray kelimesi ise Japonca saburau (hizmet etmek) fiilinden gelmektedir.
12. yüzyılın ortalarından itibaren Japon politik gücü, imparatordan ve Kyoto’daki kendi soylularından büyük toprakların klan liderlerine kademe kademe geçmeye başladı. Gempei Savaşı iki büyük klanın – Minamoto Klanı ile Taira Klanı- mücadelesine sahne oldu. Minamoto Yoshitsune’nin, klanını zafere taşımasıyla savaş sona erdi.
Samurayların Yükselişi ve Kamakura Dönemi
Savaşın galibi olan lider Minamoto Yorimoto- sürgüne gönderen Yoshitsune’nin kardeşi- Kamakura’da merkezi hükümeti kurdu. Babadan oğla miras yoluyla geçen askeri bir diktatörlük olan Kamakura Şogunluğu’nun kuruluşu, Japonya’daki tüm politik gücü samuraylara aktardı. Yorimoto’nun otoritesi gücüne bağlı olduğundan Yorimoto, samurayların ayrıcalıklı konumunu inşa edip yeniden tanımladı; hiç kimse Yorimoto’nun izni olmadan kendisini samuray olarak tanımlayamazdı.
Çin’den Japonya’ya aktarılmış olan Zen Budizmi, birçok samurayın ilgisini çekiyordu. Zen Budizmi’nin sade, basit ritüelleri ve kurtuluşun kişinin kendisinde olduğu inancı, samurayların kendi davranış biçimlerinin oluşumu adına ideal bir felsefi altyapı sağladı. Ayrıca; Kamakura Dönemi süresince kılıç, samuray kültüründe büyük bir öneme sahip oldu. Bir adamın onuru, kılıcında ve kılıcının ustalığında, zanaatında saklıdır.
Karmaşa Altındaki Japonya: Ashikaga Şogunluğu
13. yüzyılın sonlarında iki Moğol istilasını bertaraf eden Kamakura Şogunluğu gittikçe zayıfladı ve Ashikaga Takauji’nin önderliğindeki isyanla karşılaştılar. Kyoto’yu merkez edinen Ashikaga Şogunluğu, başa gelişlerinden sonraki 2 asır boyunca, kan davalı klanlar arasındaki karmaşaya sahne oldu. Özellikle 1467-1477 yılları arasındaki ara bozucu Onin Savaşı’ndan sonra, Ashikaga Şogunları etkisini ve otoritesini yitirdi. Haliyle feodal Japonya merkezi gücünü de yitirdi. Toprak lordları, yani daimyolar ve onların samurayları, kanunu ve düzeni korumak için gücü ele almaya başladılar.
Politik karışıklığa rağmen, Muromachi olarak adlandırılan bu dönem, Japonya’da büyük bir ekonomik yayılmaya ve gelişmeye sahne oldu. Bu dönem aynı zamanda Japon sanatının altın çağıdır, çünkü samuray kültürü Zen Budizmi’nin gelişen etkisi altında kendini bulmaktaydı. Günümüzde hala ünlü olan çay seremonisi (chanoyu), kaya bahçeleri (karesansui), çiçek düzenleme sanatı (ikebana) , tiyatro ve resim özellikle bu dönemde yükseldi, gelişti.
Tokugawa Şogunluğu Dönemi’ndeki Samuraylar
Sengoku Jidai, yani Savaşlar Dönemi olarak adlandırılan dönem, 1615 yılında Japonya’nın Tokugawa Ieyasu‘nun yönetimi altında birleştirilmesiyle sona erdi. Bu yeni dönem, 250 yıllık bir barışa ve refaha sahne oldu. İlk kez bu dönemde samuraylar askeri bir güç olmaktan ziyade, sivil olarak yönetim sorumluluğunu üstlendi. Ieyasu, askeri birlikler için bir yönetmelik hazırlayarak samurayların eşit şartlarda eğitilmesini ve Konfüçyanizm ilkelerine göre kibarlık kazanmalarını amaçladı ve sağladı. Sadakat ve görev bilincini önemseyen muhafazakar bir inanç olan Konfüçyanizm, samuraylar için önemli olan Budizm inancını gölgede bıraktı yine bu dönemde. Budizm ve Konfüçyanizm’e göre Bushido -samurayların etik kuralıdır ve savaşçının yolu anlamına gelir- kimi çeşitlilikler ve küçük değişiklikler geçirdi; fakat savaşçı ruh aynı kaldı. Bushido; tutumluluk, nezaket, dürüstlük, aile bireylerini sevme ve gözetmeyi, korkuyu yenmeyi içerir.
Samurayların Etik Felsefesi: Bushido
Samuraylar:
Topraklar koku sistemine göre yönetilirdi. Koku sistemine göre daimyoular toprak genişliğine yetecek kadar insan beslediği ile aynı oranda samuray beslemeliydi. Herhangi bir sayısal fazlalık, savaşta sorun çıkarmasa da barışta sorun çıkarıyordu. Bu yüzden daimyoular zorunlu olarak en az değer verilenleri başka daimyoulara verebiliyordu. Bu yüzden samuraylar, savaşçılıklarını ve yeteneklerini geliştirmek için çok fazla çalışırlardı; ölümcül savaşlara ve seferlere bile giderlerdi. Sergiledikleri büyük başarılar sonucunda askeri olarak üst rütbelere geçebiliyorlardı.
Savaşta yenildiği halde hayatta kalmışsa bir samuray seppuku, yani harakiri, yapmalıydı. Samurayın seppuku yapması onurlandırılması ve onuru gereği olan bir intihardı. Seppukuda aslolan, ölümü bekleyen samurayın bunu korkunç acılar içinde yapmasıydı. Daha sonraları bu acıyı önlemek adına, seppukuya maruz kalacak kişi kendi karnını deşerken, en yakın arkadaşına buna maruz kalan kişinin kafasını eş zamanlı olarak kesme görevi verilirdi. Bu, kafayı kesen kişiye, kaishakunin adı verilirdi.
Seppuku öncesinde kişi banyo yapar, beyaz bir kimono giyer, sonrasında en sevdiği yemekten yerdi. Hazır olunca karnına tanto veya vakizaşiyi saplar, sağ ve sola bıçağı yönlendirerek karnını keserek diyaframını ve midesini parçalardı. Daha sonra kaishakunin, ölecek kişinin başını uçururdu. Bu seppuku türü normal seppukudur. Kaishakuninin olmadığı seppukuda, kişi karnını haç şeklinde keser, iç organlarını çıkarır ve gücü yetebiliyorsa toprağa gömerdi. Bu tür seppukuya Juun Buun Seppuku adı verilir.
Samuray seppuku yapmak zorunda kalmışsa, eşleri de bir tür harakiri yapmak zorundaydı. Bu harakirinin adı Jigaidir. Kaiken veya tanto ile boyunlarındaki atar damarı keserlerdi. Tutsak alınmayı ve tecavüzü önlemek için hızlı ölümü sağlamaktı burada amaç. Jigaiden önce kadınlar yere otururken bacaklarını birleştirir ve birbirine bağlardı. Burada amaç ölürken gururlu bir pozda bulunmaktı. Bu poz kadınlara çocukken öğretilirdi.
Filmlere romanları eserlere konu olan çok iyi dövüş tekniği olan ve gizli çalışan üstün yetenekli savaşçılara Ninja adı verilmiş ve pek çok alanda karşımıza çıkmaktadır. Peki bu Ninjalar kimlerdir ve nasıl kurulmuşlardır.
Ortaçağ yıllarında Japonya eyaletler halinde, derebeylikler şeklinde yönetilmekteydi. Kim güçlüyse onun kazandığı bir dönemde Japonya'da kurulan Ninjalar ön plana çıkmıştır. Aslında ninjaların nasıl felsefesine aldıklarını nasıl kuruldukları tam olarak bilinmemektedir.
Ancak mistik Çin öğretisinin Hint Tibet öğretileriyle harmanlanması ve bunların Japon yamabusi (dağlarda yaşayan savaşçı rahiplere) öğretilmesiyle doğduğuna inanılmaktadır. Ardından iyice uzmanlaşan bu savaşçılar, derebeyleri ve savaş lordları tarafından kendi saflarında savaşmak için kullanılmış, bir nevi paralı asker olmuşlardır.
Ninjalar casusluk, sabotaj, suikast gibi Gizli işleri ustalıkla yapabilecek seviyede iyi bir eğitim almış ve Ninjitsu adı verilen dövüş sanatında uzmanlaşmış askerler olmuşlardır.
Ninjalar Samuraylardan (iyi eğitimli Samuraylar olur Samuraylar genelde daha Bilgin ve üstün karakterde insanlardan oluşur) aralarından kendi istekleriyle ayrılan ya da harakiri yapmayı reddeden kişilerden oluşmaktadır. Ninjalar doğada dağ eteklerinde yaşayıp zihinlerini oldukça yüksek seviyede Zinde tutan ve burada oldukça mücadele veren askerlerden oluşmaktadır.
Ninjalar ninjutsu adı verilen dövüş tekniğini kendileri bulmuş ve uygulamış, kendi adlarını vermişlerdir. Ninjutsu da ustalaşan Ninjalar kendi özel teknikleriyle düşmanlarını oldukça korkutan Savaşçılar olmuşlardır.
Bilge ve aristokrat samurayların aksine Ninjalar daha çok paralı asker ve suikast işlerinde kullanıldığı için aralarında böyle bir fark oluşmaktadır.
Ninjalar oldukça iyi kamuflaj yapan, kılıç kullanan, beslenmelerinde özel takip eden pirinç balık yağı çay yaprağı şeklinde yiyecekler yiyen, Usta casus ve suikastçilerden oluşmuştur.
Japonya'da uzun yıllar faaliyet gösteren Ninjalar Japonya'nın batıya açılması ve demokrasi kazanmasıyla kaybolmuş, ancak özentilere hala devam etmektedir. Ninjaların ağaç ve binalara tırmanmak için ellerine pençe şeklinde aksesuarlar taktıkları, kaçış ve yanıltmak için Duman kullandıkları ve yıldız şeklinde aletlerini düşmanlarına fırlattıkları bilinmektedir.
Zande savaşçıları Afrika kıtasının en korkulan halklarından biridir.
Yerel kıyafetleri ve eskiden kalma kendi elleriyle yaptıkları mızrak ve silahlarıyla ormanlarda yaşayan bu eski kabile tüm Afrika'nın ve dışarıdan gelen Avrupalıların korkulu rüyası olmuştur.
Afrika'nın meşhur yamyamlık efsanelerinin ya da gerçeğin, başlangıç noktası kabul edilen Zande halkı, düşmanlarını korkutmak amacıyla dişlerini bilerek sivriltirler çocukluktan itibaren ve korkunç bir görüntüleri olur.
Tamamı Askerlerden oluşurlar.
Ateşli silah kullanmayan Zandeler, ormanların içerisinde Yaşar ve özellikte Afrika'yı sömürgeleştirmek isteyen Avrupalıların korkulu rüyası olmuşlardır.
Geçmişten beri yakalanamamış ve sömürgeleştirilmiş vahşi bir halk olan Zandeler, çok Savaşçı ilkel ve vahşi bir haktır.
Bugün hala Sudan ve Orta Afrika'da görülen Zande halkı aynı şekilde yaşamlarına devam etmektedirler.
Aztekler 14. yüzyıla kadar Meksika ve Güney Amerika'da yaşanmış yerli haktır. Oldukça Kadim bir uygarlık olan Aztekler, İspanyollar'ın bölgeyi zapt etmesinin ardından Bir nevi kırılmışlar ve yeni beyaz efendileri tarafından toprakları sömürülmüştür.
Azteklerin kendine özgü tanrıları ve gelenekleri mevcuttu. Korkunç Jaguar orduları vardı. Ancak ordu yeni tanıştıkları beyaz efendilerine karşı başarılı olamamıştır.
Azteklerin Gözde Savaşçılarından en önemlileri Jaguar gibi giyinen Jaguar Savaşçıları olmuştur. Jaguar Savaşçıları Özel seçilmiş askerlerden oluşmaktaydı. Jaguar Savaşçısı olmak için savaşlarda 10 ya da daha fazla düşman askerini esir almak gerekmektedir. Bu savaşçılar ucunda cam kesikleri bulunan tahta sopalarla, at üzerinde savaşır tanrılarına taptıkları için onlar gibi giyinmeye çalışırlardı.
Jaguar savaşları yakaladıkları, esir aldıkları düşmanlarını geceleri Jaguar tanrısına kurban ederlerdi.
Ancak ilginçtir İspanyollar çok ufak bir orduyla koca imparatorlukları, medeniyetleri alt etmiştir. Bunun nedenleri arasında beyazların Tanrı olarak algılanması ve Avrupa'dan getirdikleri hastalıklar etkili olmuştur. Hatta İspanyollarla savaşan Aztek ve İnkalar, İspanyol askerlerinden birinin savaşta kafasının kopup öldüğünü görene kadar onların Tanrı olduklarını inanmaktaydılar.
Öyle ki bu savaşçılarla karşı karşıya gelip de sağ kurtulan normal bir askere pek rastlanmamıştır.
Bazıları imparatorluklarının büyümesinde etkin rol oynamış bazıları ise efendilerini korumak için görevlendirilmişlerdir.
İşte tarihteki en iyi , en acımasız savaşçılar:
1- Yeniçeriler
Yeniçeriler, 600 yıllık Osmanlı tarihinin yaklaşık 450 yıllık dönemine damgasını vurmuş ve birçok zaferde büyük rol oynamıştır. Kapıkulu Ocakları’nın piyade kısmını oluşturan Yeniçeriler, Osmanlı ordusunun çoğunluğunu oluşturmamasına rağmen sürekli adından söz ettirmiştir. XVI. yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başlayan Yeniçeri Ocağı, fonksiyonunu kaybederek devlete yük olmaya başlamıştır. İşte zaferlerden isyanlara yeniçeriler:
Yeniçeri Ocağı Nasıl Kuruldu?
Osmanlı Beyliği, devletleşme sürecinde gaziler ordusunu kullanıyordu. Eli silah tutan herkes sefere birlikte çıkıyordu. Sınırların genişlemesiyle birlikte bu ordu yetersiz kalmaya başladı. Ayrıca savaşa çıkıldığında yerleşim bölgeleri korumasız halde kalıyordu. Çandarlı Kara Halil Paşa’nın teşebbüsleriyle Yaya ve Müsellem Ordusu kuruldu. Ancak bu ordu devletin büyümesiyle askeri ihtiyaçlara cevap veremedi. I. Murad, Edirne’nin fethinin ardından Kara Halil’in de çabaları ile “Yeni-çeri” (yeni-asker) adıyla bir ocak kurdurdu. İlk olarak Pençik Sistemi ile savaşta ele geçirilen esirlerden seçilenlerin yetiştirilmesiyle asker alımı başlatılmıştır.
Ardından Devşirme Sistemi ile özellikle Rumeli’deki Hristiyan ailelerden alınan çocuklar yetiştirilerek çağa damgasını vuran Yeniçeri Ocağı’nın mekanizması oluşturuldu. Sonrasında Enderun Mektebi’nin kurulmasıyla bu sistem oturtulmuştur. Fatih Sultan Mehmet zamanında ise geliştirmeler yapılmıştır.
Devşirmelerin Yetiştirilmesi
Devşirilen çocuklar 100-200 kişilik kafileler halinde İstanbul’a gönderilir, sünnet edilir ve Müslüman olurdu. Yeniçeri ağasının teftişi sonrası, belli bir süre, Anadolu ve Rumeli çiftlik sahiplerinin hizmetlerine verilir, Türkçeyi ve Türk Müslüman geleneklerini öğrenmeleri sağlanırdı. 3-8 sene sonrasında yeniden İstanbul ve Gelibolu’ndaki Acemi Ocaklarına sevk edilirlerdi. Burada Acemi oğlan adıyla kabiliyetlerine göre yetiştirilirlerdi. Askeri kabiliyeti en üst düzeyde olanlar Yeniçeri, diğerleri ise Cebeci, topçu, lağımcı ve tersane hizmetlisi gibi Kapıkulu Ordusu’nun birimlerini oluştururdu. Zeki olanlar ise saraya giderdi.
Yeniçeri Ocağı’nın Kuralları ve Özellikleri
Yeniçerilerin savaş zamanları dışında kışladan çıkması yasaktı. Talimle zaman geçiriyorlardı. Emekli olana kadar evlenemezlerdi. Yeniçeri ağası hariç diğerlerinin sakal bırakması yasaktı. Şartsız itaat etmek zorundaydılar. İslamiyet’in emirlerini eksiksiz yerine getirmeleri gerekiyordu. Öldüklerinde tüm mal varlıkları Yeniçeri Ocağı’na kalırdı. Kendilerinin tek ailesi babaları olan padişahtı. Osmanlı padişahları geleneksel olarak ocağa kaydedilir ve rütbe olarak padişah veya sultan değil “baba” yazılırdı. Ayrıca her 3 ayda bir dağıtılan maaşlarda padişahlar yeniçeri kıyafetlerini giyerek maaşını alırdı.
Yeniçeri Ocağı, XVI. yüzyılın sonlarına kadar disiplin ve donanımıyla rakipsizdi. Eğitimlerinde askeri talimlerine ve terbiyelerine çok dikkat edilirdi. Çok iyi kılıç kullanırlar ve hiç durmadan 300 ila 400 ok atabilirlerdi. Yağlı mermerleri tokatlayarak ellerinin sertleşmesini sağlarlar ve çok güçlü darbeler indirebilirlerdi. Ateşli silahların keşfedilmesinden sonra tüfek talimleri de yapmaya başladılar.
Savaş alanına ayak bastıklarında sefer duası yaparlardı. Savaşlarda topları ve tüfekleri ile padişahın önünde yer alırlardı. Ordunun geri kalan bölümlerine göre daha küçük bir mevcuda sahiptiler. Osmanlı ordusunun asıl gücünü hafif süvariler ve sipahiler oluşturmaktaydı. Süvarilerin ve sipahilerin vur kaç taktiği ile yorduğu düşmana yeniçeriler ve topçular son darbeyi indirirdi. Asıl amaçları padişahı korumaktı. Ayrıca yeniçerilerin baskın olarak etki ettiği birçok savaş vardı. Kale kuşatmalarında ise çok başarılıydılar. Yeniçeriler Osmanlı Devleti’nin düşmanlarına korku salan piyadeleriydiler.
Yeniçeriler kıyafetlerinden de çokça söz ettirmiştir. Başlarına giydikleri keçeden yapılma külaha “börk” denilirdi. Börkün arkasında enseyi ve omuzları darbelerden ve iklim şartlarından koruyan “yatırma” denen bir parça yer alırdı. Elbiseleri topuklarına kadar inerdi. Genellikle savaş alanlarında çizme giyerlerdi.
Yeniçeriler Bektaşi tarikatına mensuptular. Hacı Bektaş-ı Veli, Osman Bey veya onun neslinden herhangi biriyle karşılaşacak kadar uzun yaşamamış olsa da onun yetiştirdiği âlimlerin yeniçerileri etkilediği düşünülmektedir.
Osmanlı Mehteranı da Yeniçeri Ocağı’nın bir parçasıydı. Düşmanın moralini bozmak, emirlerin bildirilmesi ve askerlerimizin moralini arttırmakta kullanılıyordu. Yaptıkları bestelerle Avrupa’ya ilham kaynağı olmuşlardır. Birçok Avrupalı bestekâr bu bestelerden esinlenmiştir. Ne yazık ki, Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) sırasında birçok beste kaybolmuştur.
Yeniçeri Ocağı’nın Bozulması
Yeniçeriler gücü ve başarılarıyla ünlü olduğu kadar çıkardığı isyanlar ve devleti soktuğu zor durumlarla da ünlüdür. Bazen yöneticilerle bazen de ilmiye sınıfıyla anlaşarak padişahlar tahttan indirilmiş, nice vezirlerin canı alınmış, seferlere gitmek istememiş veya firar etmiş, yasağa rağmen evlenip ticarete atılmış, padişah sözü dinlemez olmuş ve devlet içinde devlet haline gelmişlerdir. İşte Yeniçeri Ocağı’nın bozulması ve kaldırılmasını tetikleyen olaylar:
Devşirme Sistemi’nin temel kurallarından bir tanesi Türk-Müslüman halkın bu müesseseye alınmasının yasak olmasıydı. Kanuni Sultan Süleyman ve öncesindeki padişahların güçlü otoriteleri ve ordunun başında sefere çıkmaları Yeniçeri Ocağı’nın düzenini korumuştu. Bu dönemlerde ocağa Türk ve Müslüman halkın veya eğitimsiz kişilerin girmesi mümkün değildi. II. Selim’den itibaren Osmanlı padişahları seferlere katılmamaya başladılar. Bu durum yeniçerilerin disiplinini etkilemeye başladı.
III. Murad devrine kadar Yeniçeri Ocağı’nın bu kuralı devam etmiştir. III. Murad, şehzadesi Mehmed’in sünnet düğününde bazı küçük hizmetleri olan ve çeşitli hünerler gösteren kişileri, mükâfat olarak ocağa aldırmasıyla bu kapı aralanmış ve bir daha kapatılamamıştır. Yine aynı zamanda İran ve Avusturya Savaşları dolayısıyla yeniçeri sayısını arttırmak için ocağa dışarıdan alımlar yapılmıştır. Kurulduğu dönemde sayısı 4 bin civarında olan Yeniçeriler, XVII. yüzyıl ortasında 100 bini bulmuştur.
Osmanlı akçesinin değerinin düşmesi ve maaşların ödenmesinin gecikmesiyle maddi durumları bozulan Yeniçeriler ek işlere girişmişlerdir. Yeniçerilerin ocakta talim yapması gerekirken ticarete atılmış ve esnaflığa girişmişlerdir. Bu durum askerliğin ikinci planda kalmasına ve ocağın bozulmasına neden olmuştur.
XVI. yüzyılın sonlarından itibaren bazı devlet adamları mevkilerini kuvvetlendirmek için ocakları tahrik etmişleridir. Örneğin III. Mehmed döneminde sadrazamlık yapmış olan Yemişçi Hasan Paşa azlettirilmek istenmiş ancak Yeniçeri Ocağı’nın yardımıyla yerinde kalabilmiştir.
Yeniçeriler bazen yönetici kesimle bazen de ilmiye sınıfıyla anlaşarak padişahları tahttan indirmişlerdir. Sultan İbrahim, III. Ahmed ve II. Mustafa bu duruma örnektir.
Yeniçeriler bu dönemlerde halka çok zulüm yapmışlardır. Çıkardıkları isyanlarda çarşı ve pazarlarda yağma yapmışlardır. Esnaftan ve İstanbul’a gelen gemilerden haraç almışlardır. Bu durumlar büyük huzursuzluklara neden olmuş ve dükkânların uzun süre kapalı kaldığı zamanlar olmuştur.
Yenilik Hareketleri
II. Osman (Genç), 1621’de Lehistan Seferine çıktı. Yeniçerilerin disiplinsizlikleri bu savaşın sonuçlanamamasına yol açtı. II. Osman bu seferdeki başarısızlığın sebebini anlamıştı. Yeniçeri ve sipahi ocaklarını kaldırarak yeni bir ordu kurmayı planladı. Ancak yeniçeriler bu durumu haber alınca kendisini tahttan indirerek öldürdüler. Bu durum yeniçerilerin artık tamamen bozulduğunun kanıtıydı. II. Osman’ın planladığı birçok yenilik gerçekleştirilememiş oldu. Yeniçeriler ilk defa padişah kanı döktü. Sonraki padişahlar yeniçeri ocağına dokunmayarak yeniliklerine devam ettiler. Askeri tehlikeden dolayı Edirne’de hüküm süren padişahlar oldu.
III. Selim, Nizam-ı Cedid adıyla yeni ve modern bir ordu kurdu. Bu yeni ordu Napolyon’un Suriye’ye saldıran ordusunu mağlup etti. Yeniçeriler akıbeti görerek ayaklandılar. Arkasında Rus tahriki de bulunan bu isyan sonrasında padişah tahttan indirilmiştir.
II. Mahmud, amcası III. Selim’in yolundan ilerledi. Nizam-ı Cedid ordusunu yeniden düzenleyerek Sekban-ı Cedid adını verdi. Bu ordunun güçlenmesi ve maaşlarının iyi olması sebebiyle yeniçeriler isyan etti. Alemdar Vakası denilen bu olayda Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa öldürüldü. Yenilik hareketleri durmuş oldu. Ayrıca Sekban-ı Cedid ordusu kaldırıldı.
Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay)
II. Mahmud bu olayların ardından bu ocağı kaldırmaya tamamen kararlıydı. Eşkinci Ocağı adlı bir ordu kurdurttu. Ayrıca yeniçerilerin içinden bazı subaylarla anlaştı. Ardından yeniçeriler ayaklandı. Bu durumun ardından yeniçerilerin kaldırılması kararına varıldı.
Sancak-ı Şerif çıkarılarak halk silahlandırıldı. Padişah ve devlet adamları da kılıçlarını kuşandı. Padişaha sadık topçu birlikleri kışlaları topa tuttu. Şiddetli çarpışmalardan sonra Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırılmış oldu. Şehirlerdeki birçok yeniçeri de idam edilmiş ve sürgüne gönderilmiştir. Firar edenler de yakalanmış ve aynı akıbeti görmüştür.
Bu olay tarihe Vaka-i Hayriye olarak geçmiştir. 6 bin ila 10 bin civarında yeniçerinin öldüğü düşünülmektedir. Sağ kalanlar ise idam edilmiştir. Anadolu vilayetlerine ocağın kaldırıldığına dair fermanlar gönderilmiş Taşradaki Yeniçeri birlikleri bu fermana boyun eğmişlerdir. İsyana katılmayan sadık birliklerden “Asâkir-i Mansure-i Muhammediyye” adlı yeni bir ordu kurulmuştur. Ayrıca Bektaşi tarikatı da kapatılmıştır.
Yeniçerilerin Kaldırılmasından Sonra
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının ardından arkasında büyük bir askeri boşluk bırakmıştır. Henüz düşmana karşı koyabilecek güçte bir kuvvetin bulunmamasından Ruslar istifade edecektir. Rusya’nın askersiz kalmış Osmanlı topraklarına saldırarak kısa zamanda büyük toprak parçalarını kolayca ele geçirmesi bu askeri boşluğa bağlanmaktadır. Diğer yandan birçok yeniliğe engel olan ve devlete yük haline gelmiş olan bu ocak kaldırılmış oldu.
Yeniçeri ocağı kaldırılmış ancak askeri gücün, siyasete müdahale etme geleneği bitmemiş; Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamid, askerî komplolarla tahttan indirilmiştir.
Sonuç Olarak…
Yeniçeri Ocağı, Osmanlı Devleti’nin askeri gücü olarak birçok zaferde ve toprakların genişlemesinde rol oynamıştır. Yapılan bazı hatalar sebebiyle zamanla fonksiyonunu kaybetmiş ve görevini yerine getirememiştir. Yeniliklere ve düzenlemelere sürekli karşı çıkmışlardır. Devlet malını yağmalamış, devlet adamlarını ve padişahları katletmişlerdir. Halka zulmetmişlerdir. Ve sonunda ortadan kaldırılmıştır.
2- Pers Ölümsüzleri
Ahamenniş İmparatorluğu döneminde Pers ordusunun özel bir bilimi olan "Ölümsüzler" isimlerini hiçbir zaman eksilmemelerinden almaktadır. Tarihi M.Ö. 6 yy'a dayanan ve sayıları 10.000 kadar olan bu birlik asla eksilmezdi aralarından birisi eksilse hemen yenisi gelir 10.000 sayısını tamamlardı Ahammeniş İmparatorluğunun topraklarında yapılan özel yarışmalar neticesinde seçilen bu savaşçılar belirli bir fiziki standartlara sahip olmak zorundaydılar.
2 yıl boyunca özel beslenen bu ekip ilgili coğrafyadaki kılıç ustalarından özel eğitimler alırlardı. Fakat bu da bu birlğe katılmak için yeterli olmazdı. 2-3 yıl da uzak bölgelerde savaş katılıp usta birer savaşçı olarak dönerler ve anca öyle ölümsüzler birliğine katılabilirlerdi.
Pers Ölümsüzleri genellikle savaşlara katılmazlardı sadece özel durumlarda aksiyon alırlardı. Mesela Spartlaılar 30-40 kişilik Pers öncü kuvvetlerini bir çırpıda katledince Ölümsüzler Spartlalıların etrafını sarmış ve savaşa son verniştir. Heredot'tan öğrendiğimize göre Pers'lilerin Yunan işgali sırasında da önemli rol oynayan ölümsüzler Thermoplyae muharebesinin de kilit isimlerindedir.
Pers ölümsüzleri Pers imparatorluğu zamanında (özellikle bunları 300 Spartalı filminden hatırlayabiliriz) Çok özel bir ordudur. İsimlerinin Ölümsüzler olmasının sebebi; 10 bin kişilik bu özel kuvvetin sayılarının hiç azalmamasıdır. Bir kişi bile eksilse Hemen onun yerine biri alınır ve 10 bin kişi tamamlanacak şekilde oluşturulmuştur.
Ölümsüzler, Güçlü kuvvetli uzun boylu atletik gençler arasından seçilen, dünyanın dört bir tarafından getirilen özel Savaş hocaları eşliğinde iki yıl boyunca özel eğitilen ve Güçlü kuvvetli olmalarını sağlayacak şekilde özel beslenme beslenmeye tabi tutulan Seçkin askerlerden oluşan bir birliktir.
2 sene boyunca çok ağır şartlarda savaş ve harp üzerine yetiştirilen bu Birlikler, Ölümsüzlerin arasına katılması için sağlam hazırlanma ve intibak süreci yetmemektedir. İki senelik özel eğitimi bitiren ölümsüz adayları, imparatorluğun sınır bölgelerine göndererek buradaki savaşlarda kendilerini ispatlaması sağlanır.
Bu savaşlarda Zorlu şartları yerine getirip hayatta kalmayı başaran askerler geri döner ve Ancak bu şekilde Ölümsüzler arasına katılır.
Pers ölümsüzleri düşmana korku salan efsaneleşen bir ordudur. Savaşlara direkt olarak katılmayan Pers ölümsüzleri, tehlikeli şartlarda ve savaşın gidişatını göre savaşa dahil olurlar.
Ölümsüzler özellikle Pers İmparatorluğu'nun Yunanistan işgali sırasında ve Thermoplyae Savaşı'nda ön plana çıkmıştır. Savaşın bitirilmesinde kilit rol oynayan Pers Ölümsüzleri, Savaşan Sparta ordusunun etrafını sararak savaşın bitmesini sağlamışlardır. Tabii ki bu o kadar kolay olmamıştır ilk etapta Spartalılar, devasa Pers ordularına 3 gün boyunca ufak bir kuvvetle direnmesinin ardından Ölümsüzler, Bir askerin ihanet etmesi ve yol göstermesi de farklı yoldan Spartalıların etrafını çevirerek, aynı filmdeki gibi Kral Leonidas kafasının kesilmesiyle savaşı kazanmışlardır.
Asırlardan beri efsaneleşen bu önemli Ordu, dünya ve Pers tarihine geçmiştir. Gizemli bir halde görünen Pers ölümsüzleri savaşlarda ok,yay, mızrak, balta, hançer, Kılıç dışında silah ve zırh kullanmayan, tamamen atağa dönük bir Savaş sanatı politikası izleyen savaşçılardan oluşmuştur.
3- Spartalılar
Spartalılar, çoğumuzun 300 Spartalı filminden tanıdığımız, Antik Yunanistan'da yaşamış olan Savaşçı bir topluluktur.Spartalılar, deyince akla Savaşçılar ve savaş gelmektedir, çünkü Sparta Devleti kuruluşundan itibaren savaşmayı ilke edinmişlerdir.
Çocukluklarından itibaren Asker olmak için yetiştirilmişlerdir.
Sparta askeri olmak için özel bir komisyon kurulur ve bu komisyon Yeni doğmuş bebekler üzerinde gözle görülen fiziksel bir kusur olup olmadığına bakar, kusuru bulunmayan bebekler ayrılır, ilerleyen yaşlarda eğitimlere tabi tutmaya başlarlardı, diğer yandan yeni doğan bebekler içerisinde fiziksel bir kusurun görülmesi durumunda, bebekleri ölüme terk edecek kadar acımasız bir topluluktur.
Spartalılar, özellikle Perslerle yaptıkları Thermoplyae Savaşı ile tarihe geçmişlerdir. Sparta ordusunun devasa Pers ordusunu, üç gün boyunca bir geçti tutmasıyla efsaneleşen Sparta askerleri savaşın sonunda yenilmiş olsalar da tarihe geçmişlerdir.
Spartalılar, Tarım ve Hayvancılık gibi işlerle uğraşmazlardı, bu işleri kölelere ve işçilere yaptırırlardı. Sparta askerleri 30 yaşına gelince, evlenme çağına geldiklerini hisseder ve 21 yaşlardaki Sparta kadınlarıyla evlenirlerdi, kadınların amacı sadece Sparta ülkesine asker doyurmaktı.
Küçük yaşlardan itibaren asker olarak yetiştirilen halk, yaşamları boyunca savaşmışlar ve Savaşçı bir kavim olarak kalmışlardır. Nazizmin temellerinin Spartalılara dayandığına dair tarihçilerin iddiaları mevcuttur. Irk ayrımcılığı sadece kendi düşüncelerinin benimsenmesi, o dönemki demokrasinin temelleri olarak görünen Atina öğretilerine karşı, Kuzey Yunanistan'da yaşamış Sparta gibi aşırı ırkçı ve sadece Savaş düşünen bir topluluğa tezat oluşturmuştur.
4- Roma Centurion'ları
Roma Centurion'ları tarihin ilk profesyonel askerleridir. M.Ö 107 yılında başlayan tarihleri Bizans İmparatorluğuna kadar uzanır.
Roma ordusu 3 bölümden oluşmaktadır;
1) Sezar'ın korumaları,
2) Lejyonerler,
3) Roma vatandaşı olmayanlardan oluşan birlikler Centurionların olduğu birlikler Lejyonerler bölümüne aitti. Centurion'lar ordunun içerisinden özel olarak seçilirdi ve yüksek ödeme alırdı. Her bir centurion 100 kişiden oluşan centuria adlı birliklerin başında dururdu. 6000 kişiden oluşan bu özel toplulukta 60 tane centuria yani 60 lejyon vardı.
Her bir centurion bu birliklerin başında veteran olarak dururdu. Normal bir asker yılda 200-300 dinari alırken, centurionlar yılda 5.000 dinarı alırdı. Centurionlar arasından ilk 5 seçilirdi bunlara da yılda 10.000 dinari verilirdi. Bir de şef Centurion vardı ki o ise yılda 20.000 dinari alırdı.
Centurionlar sürekli terfi ihtimali olan savaşçılardı ve en zor savaşlara gönderilirlerdi. Oldukça donanımlı olan bu savaşçılar Roma İmparatorluğu'nun 3 kıtada geniş topraklara yayılmasında önemli rol oynamışlardır.
Roma'nın askeri gücü profesyonelleşmiş lejyonlardı. Bu lejyonlar, süvari ataklarında, gerilla savaşında ve kuşatmada nasıl savaşması gerektiğini bilen, hem saldırı hem de savunma konusunda eğitilmiş, tam donanımlı lejyonerlerden oluşuyordu.
Roma Lejyonlarının düşman ordulara karşı en büyük üstünlükleri, uyguladıkları katı disiplindi. Savaş sırasında gidişat ne yönde, sayıca üstünlük kimde olursa olsun, bütün lejyonerlerin emir ve talimatlara koşulsuz bir şekilde uyması gerekiyordu. Bu muntazam disiplini sağlamak kolay değil tabi. Cezalar da bu katı disiplin ölçüsünde çok ağırdı.
Bu cezalar ise ;
Castigatio cezası, basit suçlar için kullanılırdı. Roma ordusunda yüzbaşıya denk gelen Centurion'ların taşıdığı, asma ağacından yapılan sopalarla dayak atılırdı. Günümüzdeki şınav cezası gibi düşünülebilir.
Askerler bir alete zarar mı verdi, orduya ait bir şeyi mi kaybetti? Cezası belli; Pecuniaria multa, yani maaş kesintisi ve para cezası.
Huzursuzluk çıkaran, kavga eden tipler, pis işlere sürülürdü. Munerum indictio cezası alan lejyonerlere, rutin görevlerinin yanında tuvalet temizliği, hayvan pisliği temizleme gibi işler yaptırılırdı.
Kırbaçlama yani flagrum sıkça kullanılan bir ceza türü olmakla birlikte, özel yapılmış kısa kamçılar çok daha kanlı cezalar öngörüyordu, tabi ki köle olup da özgürlükleri için gönüllü olarak orduya katılan volonesler bu cezaya çarptırılabilirdi, Roma vatandaşı olan askerler değil.
Cezaya sebep olan hareketlerin tekrarı durumunda Gradus deiectio (Rütbe düşürme), Militiae mutatio (daha alt hizmet ya da görevlere sürgün), Missio ignominiosa (ordudan atılma) gibi cezalar da masada duruyordu.
Bunların yanında bir de büyük askeri suçlar vardı.
Savaş sırasında firar eden, korkakça davranan, nöbet yerlerini terk eden askerler çok sert biçimde cezalandırılırdı. Çünkü onlar hem lejyonun onuruna leke sürmüş, hem de silah arkadaşlarının hayatlarını riske atmıştı. Fustuarium kararı sonrası, suçlu bulunan asker, silah arkadaşlarının gözleri önünde, taşlanarak ve sopa ile dövülerek feci şekilde can verirdi. Cezanın büyük bir caydırıcı etkisi olsa gerek.
Gelelim Desimasyon'a (Latince decimatio). Cezaların içinde en ağırı, en insafsızı, en acımasızı. Savaş esnasında isyan eden veya görev yerini terk eden ya da emirlere uymayan askerlerin ait olduğu Cohors'un (Tabur) tamamına verilen cezadır. Ne olacak, taburun hepsi mi katledilecek? Tabi ki hayır. Bir tabur askerin tamamen ortadan kaldırılması orduda zafiyete yol açacağından başka bir yöntem düşünülmüş; Kura.
Ceza verilen birlik, hiç bir ayrım gözetilmeden, suçlu-suçsuz bakılmadan, ister binbaşı, yüzbaşı olsun ya da sıradan bir lejyoner, iltimas geçilmeden onarlı gruplara ayrılır, ölümüne bir kuraya tabi tutulurdu.
Antik Roma ...
MÖ 900'lü yıllarda, İtalya Yarımadası'nda kurulan bir şehir devletiyken, fetihlerle büyüyerek İskoçya'dan Büyük Sahra Çölüne, İspanya'dan Basra körfezi'ne kadar uzanan, bütün Akdenizi çevreleyen 5 milyon km[SUP]2[/SUP]'lik muazzam bir imparatorluk haline geldi.
Peki Roma'yı dönemin tek süpergücü yapan, onların tabiriyle bütün barbar kavimleri bozguna uğratan, fetihten fethe koşan Roma ordusunu farklı kılan neydi?
Roma'nın askeri gücü profesyonelleşmiş lejyonlardı. Bu lejyonlar, süvari ataklarında, gerilla savaşında ve kuşatmada nasıl savaşması gerektiğini bilen, hem saldırı hem de savunma konusunda eğitilmiş, tam donanımlı lejyonerlerden oluşuyordu.
Roma Lejyonlarının düşman ordulara karşı en büyük üstünlükleri, uyguladıkları katı disiplindi. Savaş sırasında gidişat ne yönde, sayıca üstünlük kimde olursa olsun, bütün lejyonerlerin emir ve talimatlara koşulsuz bir şekilde uyması gerekiyordu. Bu muntazam disiplini sağlamak kolay değil tabi. Cezalar da bu katı disiplin ölçüsünde çok ağırdı.
Bu yazımda da Roma ordusunda uygulanan disiplin cezalarını anlatıyorum. Önce küçük cezalardan başlayalım.
Castigatio cezası, basit suçlar için kullanılırdı. Roma ordusunda yüzbaşıya denk gelen Centurion'ların taşıdığı, asma ağacından yapılan sopalarla dayak atılırdı. Günümüzdeki şınav cezası gibi düşünebiliriz castigatio'yu.
Askerler bir alete zarar mı verdi, orduya ait bir şeyi mi kaybetti? Cezası belli; Pecuniaria multa, yani maaş kesintisi ve para cezası.
Huzursuzluk çıkaran, kavga eden tipler, pis işlere sürülürdü. Munerum indictio cezası alan lejyonerlere, rutin görevlerinin yanında tuvalet temizliği, hayvan pisliği temizleme gibi işler yaptırılırdı.
Kırbaçlama yani flagrum sıkça kullanılan bir ceza türü olmakla birlikte, özel yapılmış kısa kamçılar çok daha kanlı cezalar öngörüyordu, tabi ki köle olup da özgürlükleri için gönüllü olarak orduya katılan volonesler bu cezaya çarptırılabilirdi, Roma vatandaşı olan askerler değil.
Cezaya sebep olan hareketlerin tekrarı durumunda Gradus deiectio (Rütbe düşürme), Militiae mutatio (daha alt hizmet ya da görevlere sürgün), Missio ignominiosa (ordudan atılma) gibi cezalar da masada duruyordu.
Bunların yanında bir de büyük askeri suçlar vardı.
Savaş sırasında firar eden, korkakça davranan, nöbet yerlerini terk eden askerler çok sert biçimde cezalandırılırdı. Çünkü onlar hem lejyonun onuruna leke sürmüş, hem de silah arkadaşlarının hayatlarını riske atmıştı. Fustuarium kararı sonrası, suçlu bulunan asker, silah arkadaşlarının gözleri önünde, taşlanarak ve sopa ile dövülerek feci şekilde can verirdi. Cezanın büyük bir caydırıcı etkisi olsa gerek.
Gelelim Desimasyon'a (Latince decimatio). Cezaların içinde en ağırı, en insafsızı, en acımasızı. Savaş esnasında isyan eden veya görev yerini terk eden ya da emirlere uymayan askerlerin ait olduğu Cohors'un (Tabur) tamamına verilen cezadır. Ne olacak, taburun hepsi mi katledilecek? Tabi ki hayır. Bir tabur askerin tamamen ortadan kaldırılması orduda zafiyete yol açacağından başka bir yöntem düşünülmüş; Kura.
Ceza verilen birlik, hiç bir ayrım gözetilmeden, suçlu-suçsuz bakılmadan, ister binbaşı, yüzbaşı olsun ya da sıradan bir lejyoner, iltimas geçilmeden onarlı gruplara ayrılır, ölümüne bir kuraya tabi tutulurdu.
Bu kuranın kaybedeni kimi zaman kısa çöpü kimi zaman boyalı taşı çeker ve amansız bir ölüme yürürdü. En nihayetinde taburdaki her 10 askerden 1'i, kurayı kazanan diğer 9 silah arkadaşı tarafından taşlanarak ve sopa ile dövülerek katledilirdi.
Gözünüzün önünebir getirin. Binlerce asker, ordunun kendisi tarafından katlediliyor. Çok zalimce ve gaddarca bir uygulama değil mi? Askerlerin psikolojisini bir düşünün. Geçirdikleri ölüm korkusunun yanında, kurayı kazansalar bile arkadaşlarının katili oluyorlar. Bu da yetmiyor, geride kalan askerlere zahire istihkakı olarak buğday yerine arpa veriliyor ve Roma ordugahının dışında kölelerle birlikte uyumak zorunda bırakılıyorlar.
Desimasyon ilk olarak MÖ 471 yılında Roma Cumhuriyeti'nin Volscilerle olan savaşı sırasında kullanılmış, olayı kaydeden tarihçiler cezayı o kadar acımasızca bulmuşlar ki kimse bu yönteme başvurmamış dört asır boyunca. Ta ki köle ayaklanmasında Spartacus'la savaşan Marcus Licinius Crassus'a kadar.
Spartacus'un gladyatör ve kölelerden oluşan ordusu İtalya içlerinde ilerleyip şehirleri talan ederken karşılarında hiçbir birlik dayanamıyordu. Roma Lejyonları arasında dedikodular kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı bile. "Spartacus ve gladyatörleri yenilmezdi, hiç kimse onları yenemezdi. Bir yıldırım gibi düşmanı yarıp geçiyorlardı. Tanrılar Roma'yı cezalandırmak istiyorlardı, başka bir açıklama olamazdı." E tabi bu psikolojiyle girilen savaşta, çabuk demoralize olup mevzilerini terk ettiler, geri çekilmeme emrine rağmen.
Crassus'un gazabı kendi ordusunun üstüne kara bir bulut gibi çökecekti. Kendi askerlerine öyle bir bedel ödetmeliydi ki bir daha Spartacus'un karşısına çıkınca savaştan kaçmayı kimse aklına bile getirmemeliydi.
Karar verildi; Desimasyon.
Tam 4000 asker desimasyon emriyle katledildi. Ceza o kadar tesirli oldu ki, lejyonerler düşmandan çok kendi komutanından korkmaya başladılar. Asla mevzilerini terk etmediler. Öleceklerse de şerefleriyle, kahraman gibi ölmeliydiler, dövülerek, taşlanarak, ve onursuzca değil. Savaşın seyri artık değişmişti. Köle ordularının isyanı bastırıldı, Spartacus'ün ordusu yok edildi. Birçok tarihçi savaşın kırılma noktasının bu ceza olduğunu düşünür.
Daha sonraları Augustus ve Marcus Antonyus da başvurdu bu kanlı yola.
5- Viking Savaşçıları
“Vikingler veya Norslar, İskandinavyalı korsan ve tüccar kavimdir. Yılın büyük kısmını denizlerde geçirmiş olan savaşçı bir halktır. 8-11. yüzyıllar arasında kuzeybatı Avrupa'da birçok yeri fethetmişlerdir.” Vikingler, sekizinci ve onikinci yüzyıllar arasında dünyanın en çok korkulan savaşçılarındandır.
Vikingler için hiçbir şey unutulmaktan daha kötü olamaz. Başkalarının saygısını kazanmak Vikingler için servetlerin en değerlisidir. Vikingler tanrılarına tapmıyorlardı, onların gözünde tanrılar da kendilerininkine benzer sıkıntılarla başa çıkma gayreti içindeydiler. Onların ideali kendi kendine yetmeyi bilmekti, güçlükler karşısında direnmek, sarsılmamak, yıkılmaz olmaktı.
Vikingler “marjinal” olmaktan kıvanç duyan ilk insan topluluğu idi. Vikingler tüm korkulara meydan okumayı başarmıştı, çünkü, asi bir halk olarak, öngörülemeyen karşısında duyulan korkuyu doğal bir esin kaynağına çevirmenin yolunu keşfetmişlerdi.
Onuncu yüzyıla kadar, Jom-Viking'ler adı verilen bir pagan dinsel örgüt, İskandinavya'da etkinlik göstermişti. Bu örgüt, çok sıkı bir disiplin altında yaşayabilen, cesaretleri kanıtlanmış müthiş savaşçılardan oluşuyordu. Savaş alanında can vererek, Valhalla'ya gitmek ve orada Woden'e (Odin) kavuşmak en büyük arzularıydı. Norman'ların İngiltere'yi fethetmeleri ile sonuçlanan Hastings Savaşı'nda kendilerini pek kanlı bir biçimde kanıtlayan "Carles Birlikleri"nin kurucusu da, eski bir Jomsburg kardeşliği komutanı olan Kral Sweyn Forkbeard idi. Üstelik birçok Avrupalı soylu Norman kanı taşıyordu. Onikinci yüzyılda, bir tür kahramanlık şiiri olan "chanson de geste"ler bu savaşçıların pagan ülkülerini dile getirmeye devam ediyordu: fizik güç, yağmacılık ve intikam hırsı.
Thule Örgütü de tarihsel köklerini 13. Yüzyılda Vikinglere kadar götürür. Cermen (Töton) Şövalyeleri'ne kadar indirilen örgütün adı Thule Kornen’den gelir. Thule, İzlanda efsanelerindeki batık bir kıtanın adıdır. Ayrıca, Grönland’ın batısında, halen Thule kenti ve Thule hava alanı bulunmaktadır. Kornen ise, hem yarımada ve hem de “boynuz” anlamına gelmektedir. Thule Kornen, Thule Yarımadası anlamına gelmekle beraber, Thule kentinin gerçek adı Qaanaak'tır. Thule Örgütü’nün sembolü, çift boynuzlu Viking miğferidir.
Vikingler, toprağın birleşimi ve yaşamı olarak, ağacı köken bir damar olarak kabul ettikleri şekilde süslerlerdi. Çam ağacını sembolik anlatımların arkasında, bereketin simgesi olarak geçmişte olduğu gibi diğer inançların kabulü içinde günümüzde de kutlanarak geleneksel duruma gelmiştir.
Antik çağların denizcileri mevcut astronomi bilgilerini yol tayin etmekte kullanıyorlardı. Gündüzleri güneşe, geceleri de "Stella Marris" (Deniz Yıldızı) diye anılan Kutup Yıldızına bakıyorlardı. Kapalı havalarda Vikinglerin şeffaf kristallerle ışığı polarize ederek güneşin yönünü tayin ettiklerini sanılır.
Vikinglerin inancına göre, “Baş Tanrı Odin ya da Hella’nın beyaz atına binerek göklerde dolaştığına inanıldığından, bir evin sakinlerinin ruhlarını Odin’nin beyaz atının sırtına alarak başka Dünyaya götürmesi için, çatıdaki ana merteğin her iki başı, at başı biçiminde işlenirdi.
Viking adı muhtemelen Eski Norsça vik (dere) sözcüğünden ya da Eski İngilizce wic (kamp) sözcüğünden türemiştir. Nors ise Eski Norsça noord (kuzey) sözcüğünden türemiştir. Erken dönem İskandinav dillerinde "vikingr" sözcüğü “korsan” anlamına gelir.
Varyaglar: İsveçli olan Varyaglar doğuya doğru yayılmış, 11. yüzyılda Karadeniz'e, hattâ İran'a kadar uzanmışlardı. Bunların çoğu Rusya'da, Novgorod ve Ukrayna'da ise Kiev'e yerleştiler.
Normanlar: Danimarka ve Norveç Vikinglerinin Fransa'nın Normandiya bölgesine yerleşmiş ve Fransızca dilini benimsemiş olan kısmıdır. Danimarkalı ve Norveç'li olan Normanlar (kuzey adamları) batıya doğru denizleri fethe giriştiler. Usta gemici ve korkunç savaşçı olan bu insanlar İzlanda'yı, Grönland'ı ve Kanada kıyılarını ele geçirerek sömürgeleştirdiler.
İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda, Faroe Adaları, İskoç halkı ve Rus halklarının bir kısmı Viking kökenlidir. Viking ve Frenk soyundan gelen Normanlar 11.YY.'da Britanya'yı fethetmiş ve İngiltere'nin en güçlü hanedanı olmuşlardır. Norman fethi, Britanya'nın son fethidir.
Vikingler cenaze törenlerini de ölülerini tahtadan ve içi toprakla doldurulmuş bir kayığa koyup yakarak gerçekleştirirlerdi. İskandinavya'dan çok uzak ülkelere yaptıkları gemiler sayesinde keşifler ve baskınlar yapabilmişlerdir. Ayrıca birçok uzak ülkeyle ticaret yapmışlardır. "Viking" kelimesi eski Norse dilindeki "Korsan baskını" anlamına da gelmektedir. Kristof Kolomb'dan 500 yıl önce kadar yeni kıta Amerika'yı keşfetmeyi başarmışlardır. Kanada'yı M.S. 1000 yıllarında keşfetmişlerdir.
Çok tanrılı dinleri olmasına karşın esas olarak Thor'a yani Yıldırım Tanrısı'na inanırlardı ve onun tam zıttı olan her türlü hayvanın kılığına girebilen şekil değiştiren kötü tanrı Loki'ye inanırlardı. Vikingler özellikle denizcilik ve gemi yapımında ustalaşmışlardı. 16 ila 37 metre arasında manevra kabiliyeti yüksek gemiler inşa ettiler. Bu gemileri suyun üzerinde kolayca yol alabilecek ve kıyıya kolayca çıkabilecek şekilde tasarladılar.
Vikingler doğayla yaşamayı öğrenmişlerdi. Evlerinin çatıları çimenlik olurdu ve bu, ısıyı içerde daha çok tutmaya yarıyordu. Önemli bir şahıs öldüğü zaman Vikingler onu kişisel serveti, kıyafetleri ve hatta hayvanlarıyla bir gemiye koyarlar. Bu gemilere mezar da denir. Üzeri çam ağaçlarının yapraklarıyla kaplanan bu gemi ateşe verilerek denize salınırdı.
“Berserk” kelimesi de Vikingler'den gelmektedir. Vahşi savaşçı Berserk, karanlıklardan gelen (Berk kelimesi ile de köken biriliği vardır – sert, katı, sağlam, güçlü, hızlı, şimşek), ayı veya kurt postu giyen, İskandinav ve Cermen efsanelerinde adı geçen cesaret ve kuvvetiyle meşhur savaşçılardır. Berserkler savaş meydanına tamamen zırhsız olarak çıkmaları ve karşılarına çıkanları acımasızca öldürmeleri ile ünlüdürler. Avrupa’da bazı savaşçılara da "Berserker" denir. Bu sözcüğün kelime anlamı "gömleksiz"dir (bare sark). Savaşma hevesiyle yanıp tutuşan bu berserker’in bir boğa kadar güçlü olduğunu ve savaşmak için herhangi bir zırh ya da giyeceğe ihtiyacı olmadığına inanılırdı.
Sanıldığı gibi sadece yağma ile uğraşan bir topluluk değildiler. Yeni araştırmaların ışığında Vikingler'in ticarette de usta oldukları saptanmıştır. Gemilerini sırtlayıp yan nehre taşımaları ve oradan devam etmeleri dâhiyanedir. Bu gemiler iskelete sahip olmadığı ve gerdirme denilen bir sistem ile yapıldığı için son derece hafif olmaktadırlar ve sığ sularda kolaylıkla gidebilmektedir.
Onurlarına son derece düşkün bir halktı. Vikingler, drakkar isimli ünlü gemileriyle işgallere çıkardı. Viking kültüründe savaşta elinde kılıcı olarak ölmek gerekliydi, çünkü Vikingler öldükten sonra Odin'in cenneti olarak bilinen Valhalla'ya gidebilmeleri için elindeki kılıçlarla ölmeleri gerekirdi.
İskandinavya mitolojisi olarak bilinen Vikinglerin inançlarıyla, Yunan mitolojisi olan Antik Yunan inançları arasında ki en büyük fark, Yunanlıların tanrılarını tapılacak bir tanrı olarak görmesine karşın Vikingler kendi tanrılarını dost, arkadaş ve yol gösterici olarak kabul ederlerdi.
Deniz savaşı sırasında gemileri bir araya toplayıp birbirine bağlayarak, yüzen savaş platformları oluşturan usta denizcilerdi. İngiltere’de York, İrlanda’da ise Dublin gibi büyük kentler, aslında ilk kurulduklarında yerel halkın Vikinglerle buluşup mal değiş tokuşu yaptığı ticaret merkezleridir.
Ragnarök; İskandinav mitolojisinde son gündü. Vallhalla’ya gidecekler için son uyarı. Midgard ejderinin ortaya çıkıp her şeyi yıkacağı gün yani kıyamet günü. İskandinav mitolojisi en genel anlamıyla İskandinav topluluklarının Hıristiyanlık öncesi dinleri, inanışları ve efsaneleridir. Danimarka, İsveç, Norveç ve İzlanda gibi İskandinav ülkelerinde yaşayan halkların atalarının kuşaktan kuşağa aktardığı zengin bir mitos öykü ve masal dağarcığı vardır. İskandinavya’da tapılan tanrılara ilişkin efsanelerin yanı sıra ‘Saga’ denen ve kahramanların haydutların, hayaletlerin, canavarların deniz krallarının köylülerin cücelerin aşk ve serüvenlerinin anlatıldığı öyküleri de vardır. İskandinav mitolojisi günümüz dünyasında mitoslarda geçen tanrılar ve simgeler yönüyle oldukça bilinir bir durumdadır.
İskandinav mitolojisinin en önemli farkı tanrılarının ölümlü olmasıdır. İskandinav tanrıları insana benzemekle birlikte dev boyutluydu. Bu tanrılar yer, uyur, doğar, ölür, sever, nefret eder, korkar ve kederlenirdi. Başarılı olduğu kadar başarısızlık da gösterebilir, savaşta yenilebilirlerdi. Tanrılar ancak Idunn’un (gençlik tanrıçası) elmaları sayesinde Ragnarok’a (kıyamet tanrıların alacakaranlığı ya da büyük savaş) kadar yaşayabilmektedir. Her kültürde olduğu gibi İskandinav kültüründe de bir yaratılış/dünyanın varoluşuna dair bir mitos vardır.
Dünya yaratılmadan önce sadece Ginnungagap adı verilen bir uçurum vardı. Ginnungagap’ı Mısır mitolojisindeki Nun, Yunan mitolojisindeki Kaos olarak da görebiliriz. Dünya daha var olmadan önce 11 nehir akan Niffleheim’da ölüm var oldu. Niflheim’ın güneyinde başka bir sıcak dünya daha oluştu: Muspell, devlerin koruduğu yer. Devler buraya Stur yani Siyah dediler. Niflheim’ın nehirleri donmuştu. Bu nehirlere Ginnungagup dendi. Günün birinde Muspell’deki kıvılcımlar nehirlerin üzerine düştü ve nehirleri eritti. Muspelheim’dan çıkan ateşler Niflheim’dan çıkan buzları eritti ve oluşan sihirli sudan ilk yaratık meydana geldi: dev Ymir. Ymir ne erkek ne de dişiydi fakat buz devleri sülalesinin atası oldu. Diğer devleri “terleyerek” yarattı. Vücudunu oluşturan sihirli sular koltukaltları eriyince aktı ve bunlardan diğer devler oluştu. Bir süre sonra çiftleşmeyi öğrenen bu devlerin çocukları oldu. Bu çiftleşmelerin en önemlisi Bor ile Besta’nın çiftleşmesidir. Bor ve Besta’nın üç çocukları oldu; Odin, Vili, Vé. Bu üç kardeş kendilerine bir dünya yaratmak isteyip devlerin saldırısına uğradıkları zaman Ymir’i öldürdüler.
Bu öykülerden birine göre de başlangıçtaki boşluk ve kargaşadan sonra önce tanrılar yaratıldı; sonra koca bir devin gövdesinden dünya oluştu. Devin dünyanın köşelerinde duran dört güçlü cücenin omuzlarında taşınan kafatası gökyüzüydü. Dünya yassıydı ve dünyayı kuşatan okyanusun dibinde yılan Jörmungand yaşıyordu. Dünya büyük dişbudak ağacı Yggdrasil’in üzerinde duruyordu. Bu ağacın en üst dalları Asgard’a değiyor yeraltındaki kökleri Mimir’in kuyusundan ya da insanların yazgılarını belirleyen Nornlar’ın pınarından sulanıyordu. İnsan ırkı tanrıların ağaç kütüklerinden biçimlendirdiği Askr ve Embla’dan türemişti. Ragnarök yani “tanrıların alacakaranlığı” dünyanın sonuna ilişkin bir öyküydü. Loki ve kurt Fenrir zincirlerinden kurtulacak devler Asgard’a saldıracak ölüm gemisi dehşet salacak Jörmungand yılanı denizden çıkacak dağlar titreyecekti. Tanrılar ve düşmanları arasındaki son savaşta herkes birbirini öldürerek yok olacak tüm dünya ve üzerindeki insanlar ateşte yanacaktı. Ne var ki bu mutlak son değildi. Bir süre sonra yeni bir çağ başlayacak Balder dirilecek ve eski dünyanın küllerinden yeni bir dünya oluşacaktı.
İskandinav tanrıları üç grupta toplanır;
- Aesir (tanrılar),
- Asynjur (tanrıçalar),
- Vanir (hem tanrı hemde tanrıçalar)
Tanrıları Vanirler zenginliği ve bereketi sembolize ederler. Denizi ve toprağı yönetirler. Vanes tanrıları insanlar arasında en çok rağbet görülenlerdir. Onlar toprağı, zenginliği, aşkı, yani dünyevi ihtiyaçları temsil eder. Toprağa ve onun üzerin de yaşayan canlılara sağlığı ve mutluluğu getirenlerdir.
İskandinavlar birçok tanrıya tapıyorlardı. Ayrıca cinler, rüzgâr ve ateş devleri gibi tuhaf ve güçlü yaratıklara da inanıyorlardı. İlk tanrının adı Buri idi. Ymir’in ve Buri’nin yaratma güçleri vardı. Yalnız kalmamak için kendilerine eşler, bu eşlerden de çocuklar yarattılar. Tanrıların ve devlerin soyu Ginungagap içerisinde üremeye başlamıştı. Bu iki ırkın birleşiminden ise üç büyük tanrı doğdu. Odin, Vili ve Ve. Bütün tanrılar ve devler Odin’in bu zamana kadar doğmuş en güçlü canlı olduğunu anladılar ve ona saygı gösterdiler. O geleceğin, geçmişin ve insanların babası idi. Midgard’da bir sabah Odin kardeşleri Hoenir ve Lodur, deniz kıyısında dolaşmaya çıktılar. Sahilde yanyana duran iki ağaç ile karşılaşdıklarında bu ağaçları ilk insanlara dönüştürmeyi karar verdiler. Erkeğin ismi Ask kadınınki ise Embla idi. Lodur onlara fiziksel güzellikleri, Hoenir hareket yeteneğini, Odin ise duyguları verdi. Sonunda Ask ve Embla birleşerek insan ırkını oluşturdular ve önlerindeki yolda ilerlemeye başladılar. Ancak Odin onların kaderini o anda yazmıştı. Bütün insan ırkı devlerle yapılacak son savaşta Ragnarök’ta Odin’in yanında savaşacak ve yok olacaktı… İnsanın yaratıldığı esnada devler çoğalarak Ymir’in öcünü almak için and içiyor ve kendilerini intikam duyguları ile besliyordu.
Her şey tüm insanlık ve bizim bildiğimiz manadaki varoluş bir cinayetle başladı. Odin ve kardeşleri Vili ve Ve ilk varlık Ymir’i öldürdüğünde başladı. Bu cinayetin sebeplerini hiçbir saga anlatmaz. Ymir’in vücudu dünyanın topraklarına, vücudundaki su denizlere ve vücudundaki kan kaynayan lavlara dönüştü. Dünya artık oluşmuştu. Bu oluşumu Odin doğduğu günden beri biliyordu. Bu kaçınılmaz olan idi. Sıra devlerde idi. Odin ve kardeşleri tüm devleri öldürmek için yola koyulmuşlardı. Sadece Bergelmir ve ailesi bu katliamdan kurtulabilmişti. Kaçmışlar ve saklanmışlardı. Bundan sonra kendilerini ve çocuklarını intikam hırsı ile büyüttüler. Bir gün gelecek intikamlarını alacaklardı. Bunu Odin de biliyordu.
Toplam dokuz dünya (âlem) vardır:
- Muspelheim (Ateş ve ısı)
- Niflheim (Buhar ve duman ki Ejder Nşdhug’un eviydi burası)
- Helheim (Karanlığın ve acıların dünyası)
- Jotunheim (Devlerin yaşadığı dağlardan ibaret olan âlem)
- Asaheim (Asa tanrılarının yaşadığı âlem)
- Vanaheim (Vane tanrılarının yaşadığı yer)
- Alfaheim (Beyaz alfların (elf) yaşadığı âlem)
- Svartalfaheim (Siyah alfların (Kara elfler)dünyası)
- Mannaheim (İnsanların yaşadığı âlem (Midgard Mannaheimde bulunur)
Yggdrasıl (Kader Ağacı)
Ağacın altındaki dişi olarak tarif edilen kader kuyusunda insan yaşamının yönü tayin edilir. Ağaç iki kökten destek almaktadır. Köklerden biri yeraltı dünyasına uzanır (Hel), diğeri buz devlerinin dünyasına ve sonuncusu insan varlıklarının dünyasına Tüm dünyanın refahı Yggdrasil adlı bu ilkel ağaçla ilişkilidir. Yggdrasil kutsal ağaç, İskandinav mitolojisinin ana çizgisi hatta bu mitolojide hayatı ve yaşamı temsil eden yegâne semboldür. Yaprakları ve dalları görünmez bir biçimde tüm gökyüzünü ve evreni sarar kökleri de dünyanın her yerine ve en derinlere sıkı sıkıya tutunmuştur. En büyük kök tanrıların konakladığı Asaheim âlemindedir. Kutsal ağaç Yggdrasil Hvergelmir Mimir ve Urdar adlı üç kaynaktan beslenir bu kaynaklar ağacın hayatta kalmasını sağlarlve de onların varlığı sadece ağaçla mantık bulur. Urdar`in etrafında üç kadın oturur. Urd yani geçmiş Vervandi: şimdiki zaman ve son olarak Skuld yani gelecek. Bu üç kadın zamanın gerçek hâkimleri ve her şeyi bilen her şeyden haberdar olanlardır. Burada İskandinav mitolojisinin panteist kısmı ön plana çıkar bu üç kadın tanrı değillerdir sadece doğa tarafından yaratılmış üç nesnedir ancak tanrıların tanrısı bilge Odinden daha bilgedirler! Onlar kaderleri bilenlerdir tanrıların kaderlerini bile! Kader ve zaman kavramları İskandinavların en önem verdikleri iki kavramdır. İskandinav halkı (prehistorik çağlardan Viking dönemine kadar ) kaderci bir halktır yani kadere inanırlar ölüm zamanları daha önceden yazılmıştır ve bundan kaçmak imkânsızdır ancak buna rağmen kaderlerini yenmek için ölümüne savaşırlar bir şeye karşı savaşmak ve kazanmak İskandinav mitolojisinin en önemli olgularındandır. Kutsal ağaç Yggdrasil bile her gün hayatta kalmak ve evrenin düzenini korumak için savaş vermektedir.
Özgün ve özel bir topluluk olan Vikingler halen birçok yayın ile incelenmekte; geçmişten günümüze gelen kültürleri, mitleri, efsaneler çağımızda da yaşamaktadır. Tarihe damga vurmuş, cesaretin temsilcileri her dönem saygı ile anılmıştır.
960 yılı civarında Hıristiyan misyonerler İskandinavya’yı istila edip Vikingleri tehdit ettiler: “Eğer pagan adetlerini sürdürürseniz sonsuz ateşin yandığı cehenneme gidersiniz.” diye… Vikingler, bu güzel haber için teşekkür ettiler. Zira onlar soğuktan titriyorlardı, korkudan değil." “Los hijos de los dias” ("Ve günler yürümeye başladı") adlı kitabında Eduardo Galeano'nun yazdığına göre, topraklarına gelip onları tehdit eden Hıristiyan misyonerlere "sizin yaptığınız gider, bizim hoşumuza gider…" demişlerdir.
6- Moğol Süvarileri
Moğol ordusunu farklı yapan, günümüzde modern silahlarla bile yapılması imkansız olan fetihleri yapmış olmasıdır. Bu kazanım, Moğolların savaşçı karakterinden kaynaklanıyordu. Ancak Cengiz Han'ın bu büyük başarısının altında bir başka neden daha vardı. Cengiz Han, dönemine kadar Moğollar dahil, Asya'da bütün kabileler birbirlerine düşmandı ve birlik sağlanamıyordu.
Cengiz Han, düşmanlarının bu karmaşık yapılarından ve birlik oluşturamamasından faydalanmıştır. Cengiz Han öncesinde Moğol savaşçıları daha çok hafif silahlarla donanmıştı. Cengiz Han, Moğollara dünyayı ele geçirme ülküsünü kazandırdıktan sonra, Moğollar, Çinlilerden öğrendikleri teknikleri de kullanarak Moğol ordusunu yenilmez bir hale getirmişlerdir. Cengiz Han, Çin savaş teknikleri ve tak-tiklerinden yararlanmıştır. Moğollar, Cengiz Han'ın bayrağı altında birleştikten sonra savaş tekniklerine çok önem vermişlerdi. Mancınık kullanma, humbaracılık (tünel kazma), kuşatma gereçlerini ve silahlarını edinme konusunda gayret gösteriyorlardı.
Moğollar için en önemli konulardan biri de ganimet paylaşımı olmuştur. Cengiz Han askerlerine, kendilerine karşı koyan, direnen ve savaşan düşmanlarına istediklerini yapma hakkı tanımıştı. Bütün askerler sınırsız bir yağma ve sınırsız bir öldürme hakkına sahipti. Moğollar, çevrelerindeki ülkelerde inanılmaz vahşet görüntüleri yaratmalarına rağmen kendi toplumlarında ciddi bir şekilde barışçıl bir düzen vardı.
Moğollar bölünmüş ve içlerinde sorunlar olan ülkelere saldırıyordu öncelikli olarak. Cengiz Han, bu tür devletlerin ele geçirilmesinin daha kolay olduğunu biliyordu. Moğollar belli disiplinler içinde hareket ediyordu ve disiplin yasalarla uygulanıyor ve korunuyordu. Moğollardan sonra kurulan Türk devletlerinin bu sistemi Moğollardan aldığı ve kendi devletlerinde kullandığı söylenmektedir.
Moğollar, ele geçirdikleri ülkelerden de birçok şey öğrenmiştir. İşgal ettikleri ülkeler belirli bir merkezden yönetilemeyecek kadar geniş bir alanı kaplamaktaydı. Moğollar devlet yönetimi konusunda deneyimsizdi. Bu kadar büyük toprakları ve farklı ülkeleri bir arada yönetme güçlüğü çekiyorlardı. Moğolların devlet işlerini yürütecek ne devlet adamları ne de devlet memurları vardı. Moğolların kurdukları İmparatorluk, Büyük İskender'in imparatorluğundan dört kat daha büyüktü.
Harzemşah İmparatorluğu topraklarına girdiğinde Cengiz Han'ın sadece 200 bin askerlik ordusu vardı ve bu kuvvetle bir milyon bölge insanını öldürmüştür. Bu 200 bin kişilik ordunun bir kısmı Avrupa içlerine yönelmiş ve Viyana kapılarına kadar ulaşmıştır. Sonrasında başka Moğol kuvvetleri de çok kez Avrupa içlerine seferler düzenlemiş, akınlar yapmıştır.
7- Samuraylar
Japon topraklarının sadece %20’sinin tarıma elverişli olması nedeniyle, savaşçı klanlar sürekli kendi aralarında, topraklara egemen olmak için savaşıyordu. Toprakları ele geçirme ve yönetme mücadelesi, samuray sınıfının ortaya çıkıp yükselmesine yol açtı.
Savaşçı sınıfın ortaya çıkmasında önemli olan bir tarih ve olay vardır: M.Ö. 660’ta Jinmu Tenno savaşçı klanları birleştirerek başa geçen ilk Japon imparatoru olmuştur ve kendisi ilahi savaşçı olarak bilinir. Yamato Bölgesi’ne insanlarını da yerleştirerek, imparatorluk hanedanı olarak günümüze değin süre gelecek olan Yamato Klanı’nı ve Devleti’ni kurdu. Yamato Klanı üyeleri kendilerini ilahi soy olarak tanımlarlar.
Yamato Klanı’ndan gelen İmparator Keiko ilk Şogunluk’u kurdu ve kendisi ilk Şogun’dur. Şogun kelimesi aslında seii taishougun kelimesinin kısaltılışı olup “askeri kumandan” anlamına gelmektedir. Şogunluklar feodal yönetimlerdir. Şogunlar askeri ve rütbe olarak en üst düzey yönetici kişilerdir. Tarihte üç büyük şogunluk vardır. Bunlar kronolojik olarak şu sıradadır: Kamakura Şogunluğu, Ashikaga Şogunluğu ve Tokugawa Şogunluğu.
Samurayların Ortaya Çıkışı ve İlk Samuraylar
Heian Dönemi’nde samuraylar zengin toprak sahibi olan daimyoların silahlı destekçileridir ve 12. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Samuraylara bushi de denilmekle birlikte, bushi, “savaşçı” anlamına gelmektedir. Samuray kelimesi ise Japonca saburau (hizmet etmek) fiilinden gelmektedir.
12. yüzyılın ortalarından itibaren Japon politik gücü, imparatordan ve Kyoto’daki kendi soylularından büyük toprakların klan liderlerine kademe kademe geçmeye başladı. Gempei Savaşı iki büyük klanın – Minamoto Klanı ile Taira Klanı- mücadelesine sahne oldu. Minamoto Yoshitsune’nin, klanını zafere taşımasıyla savaş sona erdi.
Samurayların Yükselişi ve Kamakura Dönemi
Savaşın galibi olan lider Minamoto Yorimoto- sürgüne gönderen Yoshitsune’nin kardeşi- Kamakura’da merkezi hükümeti kurdu. Babadan oğla miras yoluyla geçen askeri bir diktatörlük olan Kamakura Şogunluğu’nun kuruluşu, Japonya’daki tüm politik gücü samuraylara aktardı. Yorimoto’nun otoritesi gücüne bağlı olduğundan Yorimoto, samurayların ayrıcalıklı konumunu inşa edip yeniden tanımladı; hiç kimse Yorimoto’nun izni olmadan kendisini samuray olarak tanımlayamazdı.
Çin’den Japonya’ya aktarılmış olan Zen Budizmi, birçok samurayın ilgisini çekiyordu. Zen Budizmi’nin sade, basit ritüelleri ve kurtuluşun kişinin kendisinde olduğu inancı, samurayların kendi davranış biçimlerinin oluşumu adına ideal bir felsefi altyapı sağladı. Ayrıca; Kamakura Dönemi süresince kılıç, samuray kültüründe büyük bir öneme sahip oldu. Bir adamın onuru, kılıcında ve kılıcının ustalığında, zanaatında saklıdır.
Karmaşa Altındaki Japonya: Ashikaga Şogunluğu
13. yüzyılın sonlarında iki Moğol istilasını bertaraf eden Kamakura Şogunluğu gittikçe zayıfladı ve Ashikaga Takauji’nin önderliğindeki isyanla karşılaştılar. Kyoto’yu merkez edinen Ashikaga Şogunluğu, başa gelişlerinden sonraki 2 asır boyunca, kan davalı klanlar arasındaki karmaşaya sahne oldu. Özellikle 1467-1477 yılları arasındaki ara bozucu Onin Savaşı’ndan sonra, Ashikaga Şogunları etkisini ve otoritesini yitirdi. Haliyle feodal Japonya merkezi gücünü de yitirdi. Toprak lordları, yani daimyolar ve onların samurayları, kanunu ve düzeni korumak için gücü ele almaya başladılar.
Politik karışıklığa rağmen, Muromachi olarak adlandırılan bu dönem, Japonya’da büyük bir ekonomik yayılmaya ve gelişmeye sahne oldu. Bu dönem aynı zamanda Japon sanatının altın çağıdır, çünkü samuray kültürü Zen Budizmi’nin gelişen etkisi altında kendini bulmaktaydı. Günümüzde hala ünlü olan çay seremonisi (chanoyu), kaya bahçeleri (karesansui), çiçek düzenleme sanatı (ikebana) , tiyatro ve resim özellikle bu dönemde yükseldi, gelişti.
Tokugawa Şogunluğu Dönemi’ndeki Samuraylar
Sengoku Jidai, yani Savaşlar Dönemi olarak adlandırılan dönem, 1615 yılında Japonya’nın Tokugawa Ieyasu‘nun yönetimi altında birleştirilmesiyle sona erdi. Bu yeni dönem, 250 yıllık bir barışa ve refaha sahne oldu. İlk kez bu dönemde samuraylar askeri bir güç olmaktan ziyade, sivil olarak yönetim sorumluluğunu üstlendi. Ieyasu, askeri birlikler için bir yönetmelik hazırlayarak samurayların eşit şartlarda eğitilmesini ve Konfüçyanizm ilkelerine göre kibarlık kazanmalarını amaçladı ve sağladı. Sadakat ve görev bilincini önemseyen muhafazakar bir inanç olan Konfüçyanizm, samuraylar için önemli olan Budizm inancını gölgede bıraktı yine bu dönemde. Budizm ve Konfüçyanizm’e göre Bushido -samurayların etik kuralıdır ve savaşçının yolu anlamına gelir- kimi çeşitlilikler ve küçük değişiklikler geçirdi; fakat savaşçı ruh aynı kaldı. Bushido; tutumluluk, nezaket, dürüstlük, aile bireylerini sevme ve gözetmeyi, korkuyu yenmeyi içerir.
Samurayların Etik Felsefesi: Bushido
Samuraylar:
- bağlılığı, cesareti, doğruluğu, şefkati ve onuru her şeyin üzerinde tutar.
- yaşama karşı minnettar ve saygılıdır.
- savaşta ve mücadelede ölümcül olsa da, zayıflara ve çocuklara karşı şefkatli ve anlayışlıdır.
- doğru yargılama ve muhakeme, kişisel gelişim ve kişisel farkındalık için aydınlanmaya çabalar.
- kimi dövüş sanatlarında veya mental, fiziksel, duygusal ve spiritüel olarak kendi gelişimine yardım edecek alanlarda pratikler yapar.
- ölümü kendi düşmanı olarak değil, kendi danışmanı olarak kullanır.
- Kendini bilmenin yollarını arar ve kendini bilmeyi amaçlar.
- toplumsal ve ailevi ilişkiler aramanın yanında usta – çırak ilişkisini de anlamayı arar.
Topraklar koku sistemine göre yönetilirdi. Koku sistemine göre daimyoular toprak genişliğine yetecek kadar insan beslediği ile aynı oranda samuray beslemeliydi. Herhangi bir sayısal fazlalık, savaşta sorun çıkarmasa da barışta sorun çıkarıyordu. Bu yüzden daimyoular zorunlu olarak en az değer verilenleri başka daimyoulara verebiliyordu. Bu yüzden samuraylar, savaşçılıklarını ve yeteneklerini geliştirmek için çok fazla çalışırlardı; ölümcül savaşlara ve seferlere bile giderlerdi. Sergiledikleri büyük başarılar sonucunda askeri olarak üst rütbelere geçebiliyorlardı.
Savaşta yenildiği halde hayatta kalmışsa bir samuray seppuku, yani harakiri, yapmalıydı. Samurayın seppuku yapması onurlandırılması ve onuru gereği olan bir intihardı. Seppukuda aslolan, ölümü bekleyen samurayın bunu korkunç acılar içinde yapmasıydı. Daha sonraları bu acıyı önlemek adına, seppukuya maruz kalacak kişi kendi karnını deşerken, en yakın arkadaşına buna maruz kalan kişinin kafasını eş zamanlı olarak kesme görevi verilirdi. Bu, kafayı kesen kişiye, kaishakunin adı verilirdi.
Seppuku öncesinde kişi banyo yapar, beyaz bir kimono giyer, sonrasında en sevdiği yemekten yerdi. Hazır olunca karnına tanto veya vakizaşiyi saplar, sağ ve sola bıçağı yönlendirerek karnını keserek diyaframını ve midesini parçalardı. Daha sonra kaishakunin, ölecek kişinin başını uçururdu. Bu seppuku türü normal seppukudur. Kaishakuninin olmadığı seppukuda, kişi karnını haç şeklinde keser, iç organlarını çıkarır ve gücü yetebiliyorsa toprağa gömerdi. Bu tür seppukuya Juun Buun Seppuku adı verilir.
Samuray seppuku yapmak zorunda kalmışsa, eşleri de bir tür harakiri yapmak zorundaydı. Bu harakirinin adı Jigaidir. Kaiken veya tanto ile boyunlarındaki atar damarı keserlerdi. Tutsak alınmayı ve tecavüzü önlemek için hızlı ölümü sağlamaktı burada amaç. Jigaiden önce kadınlar yere otururken bacaklarını birleştirir ve birbirine bağlardı. Burada amaç ölürken gururlu bir pozda bulunmaktı. Bu poz kadınlara çocukken öğretilirdi.
8- Ninja
Filmlere romanları eserlere konu olan çok iyi dövüş tekniği olan ve gizli çalışan üstün yetenekli savaşçılara Ninja adı verilmiş ve pek çok alanda karşımıza çıkmaktadır. Peki bu Ninjalar kimlerdir ve nasıl kurulmuşlardır.
Ortaçağ yıllarında Japonya eyaletler halinde, derebeylikler şeklinde yönetilmekteydi. Kim güçlüyse onun kazandığı bir dönemde Japonya'da kurulan Ninjalar ön plana çıkmıştır. Aslında ninjaların nasıl felsefesine aldıklarını nasıl kuruldukları tam olarak bilinmemektedir.
Ancak mistik Çin öğretisinin Hint Tibet öğretileriyle harmanlanması ve bunların Japon yamabusi (dağlarda yaşayan savaşçı rahiplere) öğretilmesiyle doğduğuna inanılmaktadır. Ardından iyice uzmanlaşan bu savaşçılar, derebeyleri ve savaş lordları tarafından kendi saflarında savaşmak için kullanılmış, bir nevi paralı asker olmuşlardır.
Ninjalar casusluk, sabotaj, suikast gibi Gizli işleri ustalıkla yapabilecek seviyede iyi bir eğitim almış ve Ninjitsu adı verilen dövüş sanatında uzmanlaşmış askerler olmuşlardır.
Ninjalar Samuraylardan (iyi eğitimli Samuraylar olur Samuraylar genelde daha Bilgin ve üstün karakterde insanlardan oluşur) aralarından kendi istekleriyle ayrılan ya da harakiri yapmayı reddeden kişilerden oluşmaktadır. Ninjalar doğada dağ eteklerinde yaşayıp zihinlerini oldukça yüksek seviyede Zinde tutan ve burada oldukça mücadele veren askerlerden oluşmaktadır.
Ninjalar ninjutsu adı verilen dövüş tekniğini kendileri bulmuş ve uygulamış, kendi adlarını vermişlerdir. Ninjutsu da ustalaşan Ninjalar kendi özel teknikleriyle düşmanlarını oldukça korkutan Savaşçılar olmuşlardır.
Bilge ve aristokrat samurayların aksine Ninjalar daha çok paralı asker ve suikast işlerinde kullanıldığı için aralarında böyle bir fark oluşmaktadır.
Ninjalar oldukça iyi kamuflaj yapan, kılıç kullanan, beslenmelerinde özel takip eden pirinç balık yağı çay yaprağı şeklinde yiyecekler yiyen, Usta casus ve suikastçilerden oluşmuştur.
Japonya'da uzun yıllar faaliyet gösteren Ninjalar Japonya'nın batıya açılması ve demokrasi kazanmasıyla kaybolmuş, ancak özentilere hala devam etmektedir. Ninjaların ağaç ve binalara tırmanmak için ellerine pençe şeklinde aksesuarlar taktıkları, kaçış ve yanıltmak için Duman kullandıkları ve yıldız şeklinde aletlerini düşmanlarına fırlattıkları bilinmektedir.
9- Zande Savaşçısı
Zande savaşçıları Afrika kıtasının en korkulan halklarından biridir.
Yerel kıyafetleri ve eskiden kalma kendi elleriyle yaptıkları mızrak ve silahlarıyla ormanlarda yaşayan bu eski kabile tüm Afrika'nın ve dışarıdan gelen Avrupalıların korkulu rüyası olmuştur.
Afrika'nın meşhur yamyamlık efsanelerinin ya da gerçeğin, başlangıç noktası kabul edilen Zande halkı, düşmanlarını korkutmak amacıyla dişlerini bilerek sivriltirler çocukluktan itibaren ve korkunç bir görüntüleri olur.
Tamamı Askerlerden oluşurlar.
Ateşli silah kullanmayan Zandeler, ormanların içerisinde Yaşar ve özellikte Afrika'yı sömürgeleştirmek isteyen Avrupalıların korkulu rüyası olmuşlardır.
Geçmişten beri yakalanamamış ve sömürgeleştirilmiş vahşi bir halk olan Zandeler, çok Savaşçı ilkel ve vahşi bir haktır.
Bugün hala Sudan ve Orta Afrika'da görülen Zande halkı aynı şekilde yaşamlarına devam etmektedirler.
10- Jaguar Savaşçıları - Aztek Ordusu
Aztekler 14. yüzyıla kadar Meksika ve Güney Amerika'da yaşanmış yerli haktır. Oldukça Kadim bir uygarlık olan Aztekler, İspanyollar'ın bölgeyi zapt etmesinin ardından Bir nevi kırılmışlar ve yeni beyaz efendileri tarafından toprakları sömürülmüştür.
Azteklerin kendine özgü tanrıları ve gelenekleri mevcuttu. Korkunç Jaguar orduları vardı. Ancak ordu yeni tanıştıkları beyaz efendilerine karşı başarılı olamamıştır.
Azteklerin Gözde Savaşçılarından en önemlileri Jaguar gibi giyinen Jaguar Savaşçıları olmuştur. Jaguar Savaşçıları Özel seçilmiş askerlerden oluşmaktaydı. Jaguar Savaşçısı olmak için savaşlarda 10 ya da daha fazla düşman askerini esir almak gerekmektedir. Bu savaşçılar ucunda cam kesikleri bulunan tahta sopalarla, at üzerinde savaşır tanrılarına taptıkları için onlar gibi giyinmeye çalışırlardı.
Jaguar savaşları yakaladıkları, esir aldıkları düşmanlarını geceleri Jaguar tanrısına kurban ederlerdi.
Ancak ilginçtir İspanyollar çok ufak bir orduyla koca imparatorlukları, medeniyetleri alt etmiştir. Bunun nedenleri arasında beyazların Tanrı olarak algılanması ve Avrupa'dan getirdikleri hastalıklar etkili olmuştur. Hatta İspanyollarla savaşan Aztek ve İnkalar, İspanyol askerlerinden birinin savaşta kafasının kopup öldüğünü görene kadar onların Tanrı olduklarını inanmaktaydılar.