Tasavvuf ve Felsefe

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Tasavvuf - www.RasuleHasret.com

Fennî ilimler, varlıkları ve hâdiseleri tek tek tahlîl ederek, onların husûsiyetlerini umûmî kâideler hâlinde ifâde etmeye çalışırlar ki, bunlara "tabiat kânunları" denildiği bilinen bir keyfiyettir. Bütün bu ilimlerin ortaya koyduğu ûmûmî hükümleri bir kere daha birleştirmeye yahut daha ûmûmî kâideler hâlinde ortaya koymaya çalışan beşerî ilim ve tefekkür ise "felsefe sahasını" teşkîl eder.

Bu bakımdan, ilimlerin ilmi olarak kabul edilen felsefenin, hakîkate ulaşma maksadıyla başvurduğu yegâne vâsıta "akıl"dır. Her felsefî ekolde akıl, felsefenin bir şûbesi olan "rasyonalizm"deki kadar -âdetâ- ilâh mevkiine yükseltilmezse de, yine de filozofların hakîkat arayışında dayandıkları tek vâsıta olarak kabul edilmiştir.

İslâm, aklı, mükellefiyetin asgarî şartlarından biri sayar. Bununla birlikte onun gerçeklere ulaşmak husûsunda kifâyetsizliğini kabul ettiğinden, "aklî" sayılan felsefeye nazaran aynı zamanda "nakli" de esas alır. İslâm'da bir anlayış ve mükemmellik arayışı demek olan "tasavvuf" da, birtakım metafizik gerçekler peşinde koşmuş olmasına rağmen, onun "keşif" hudûduna kadar dayanan fikrî faâliyeti, nassa bağlı olarak gerçekleşmektedir. Yâni temel tasavvufî düşüncelerin birer şer'î mesnede bağlı olmaları, bu fikrî faâliyetin de naklî olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Akıl, nassın hikmetine vukûf için kullanılmakla berâber, onun müstakillen faâliyeti, İslâmî ahkâmın tespitinde câiz görülmez. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da aklın kâmil bir fayda sağlayabilmesi için, vahiyle terbiye edilmesi ve salâhiyetinin bu sûretle sınırlandırılması gerekir. Böylece yürünen yol, keşif sınırında tükenip de kalbî faâliyetlere bağlı olarak ulaşılan gerçeklerin câiz görülmesi veya benimsenmesi, umûmun kabulünü gerekli kılmaz. Bu gerçeği ifade için: "Keşif ehlinin keşfi, ancak kendisine delildir; başkasına değil." denilmiştir.

Bununla beraber aklın takat ve salâhiyetinin tükendiği noktada, hakîkatin de nihâyete ereceği iddiâ edilemeyeceğine göre, bu noktadan itibâren sonsuza doğru teselsül edip giden gerçeklere ulaşma temâyülü bertaraf edilemez. Çünkü bu fıtrîdir. Bundan dolayı gerek dînde ve gerekse dîn dışı tefekkürlerde, gerçeklerin bu kısmına lâ-kayd kalınmamıştır. Metafizik (fizikötesi) meselelere âit felsefî düşüncelerin muazzam bir külliyat teşkîl ettiği herkesçe mâlumdur. Ancak, filozoflar sırf aklı kullandığı için tenâkuzlardan kurtulamamış ve ortaya çıkan her filozof, kendinden öncekileri red ve tenkitle işe başlamıştır. Bunda benlik duygusunun ve nefsani iddiâların ön planda tutulmasının rolü varsa da, asıl sebep, aklın tenâkuzlardan sâlim olamama özelliğidir.

Hakikaten akıl, bir bıçak gibidir. İnsana terör de yaptırır, sâlih ameller de işletir. "Ahsen-i takvîm"e (kulun ulaşabileceği en yüksek seviyeye) aklın yardımı olmaksızın gidilemez, fakat insanı çoğu kez "bel hüm edall"e, yani idrâk bakımından hayvandan da aşağı bir seviyeye götüren de akıldır. O hâlde aklın bir disiplin altına alınması icap eder. O disiplin de vahiy terbiyesidir. Eğer akıl, vahyin kontrolünde ise, insanı selâmete götürür. Fakat vahyin dışına çıkartılırsa, insanı felâkete götürür. Onun için aklın rızâ-yı ilâhî yönünde istikametlenmesi lâzımdır.

Tarih boyunca aklın zirvesindeki birçok zâlim, yaptıklarından en ufak bir vicdan azabı bile duymamıştır. Çünkü yaptıkları zulümler kendilerine göre en akıllıca hareketlerdi. Bağdat'a girip Dicle'nin sularında 400 bin mâsum insanı boğan Hülâgu hiçbir vicdân azâbı duymamıştı. Veya İslâm'dan önce Mekke devrinde bir efendi kölesini boğazlasa aslâ vicdânı sızlamaz, en ufak bir pişmanlık hissi duymazdı. Bir köle veya bir odunu kesmek onların akıl nazarında aynı idi. Hattâ bunu tabiî ve meşrû hakları olarak görürlerdi. İşte bu insanlarda da akıl vardı, fakat vahyin terbiyesi altında olmadığı için, insanı idlâl ediyor, sayısız cinâyetlere sevk ediyor ve bunu da normal gösteriyordu. Böyle bir akıl, vicdanları köreltmiş; şefkat, merhamet ve acıma hislerinin önüne perde olmuştu.

Felsefe erbabı, her şeyi akılla izâha kalkıştığı için, ne kendilerini ve ne de toplumları irşâd edebilmişlerdir. Zâten akıl bütün işi görebilecek kudrette olsaydı; hidâyet rehberi Peygamberlere ihtiyaç olmazdı. Bu bakımdan, akıl vahyin kılavuzluğuna muhtaçtır.

Bu gerçeği fark eden bazı filozoflar, aklın bu âcizliğini îtiraf ile hakîkati araştırma konusunda başka vâsıtalar aramaya koyulmuşlardır. Böyle filozoflardan biri olan Fransız filozof Henry Bergson (d.1859, ö.1941), "Entuisyon" denilen "hads", yâni sezgiyi hakîkate ulaşmanın vâsıtalarından biri olarak kabul etmiştir. Bu kelime, eskilerin "sünûhât-ı kalbiyye" dedikleri mükâşefe ehlinin kalbî faâliyetinin adıdır. Bergson, birtakım rûhî temrinlerle (tasavvufta zikir vs.) kalben arınan dindarların vâsıl oldukları mânevî bir mertebede içlerine doğan gerçeklere, fizîkî hakîkatlerdeki gibi laboratuar tecrübeleriyle kontrol edilemedikleri gerekçesiyle itirazın yersiz ve mantıksız olduğunu ileri sürmüştür. Tasavvufî tecrübelerde olduğu gibi bütün mücerred gerçeklerin laboratuar tecrübesine mevzû olmadığını belirtmiştir. Bu da, felsefenin pek az bir kısmının dîne ve netîce itibariyle de tasavvufa yatkın bir mâhiyet arz ettiğini göstermektedir. Kâhir ekseriyetiyle filozoflar, hakîkate ulaşmak için akıldan başka bir vâsıta kabul etmemekte ve birbirlerini nakzetmekle vakit geçirmiş bulunmaktadırlar. Buna mukâbil enbiyâ ve onların vârisi mevkiindeki evliyâ, hep aynı kaynaktan, yâni vahiy ve ilham yoluyla feyizlendikleri için birbirlerini te'yîd edegelmişlerdir.

Büyük İslâm mütefekkiri İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur: "Felsefe mevzuundaki idrak, tetkik ve tenkit safhalarından sonra bu husustaki yoğun mesâimi sona erdirince maksadım itibariyle bu ilmin de yetersiz olduğunu, aklın tek başına her şeyi kavramaya elverişli olmadığını, onun her meselenin üzerindeki perdeyi kaldıramayacağını anladım."

Gazâlî Hazretleri'nin akıl ve mârifet sahaları arasındaki hâlini, Necip Fâzıl Kısakürek bir eserinde şöyle anlatır: "İslâm'ın hücceti" diye anılan büyük tefekkür adamı... O; ilmî, fikrî bütün kafa ve idrâk işlerini bir tarafa bırakıp gerçek mârifet istikâmetine yöneleceği zaman şöyle dedi: "- Gördüm ki, her şey Peygamberler Peygamberi'nin ruh feyzine sığınmaktan ibâret ve gerisi sâdece yalan ve dolan, vehim ve hayal! Akıl ise bir hiç... Sadece hudut!" ve cihanın bir eşini görmediği bu mutantan kafa, bütün istifhamlarını söndürüp, Peygamberler Peygamberinin rûh feyzine sığındı, hudutsuzu buldu." (Velîler Ordusundan, s. 213)

Hakikaten mahdud bir akıl ile belli bir noktaya kadar gidilebilir. Fakat bütün hakîkat bu sınırların muhtevasından mı ibarettir? Onun ötesinde hiç mi hakîkat yoktur? İşte bu gibi suâllerin tatmin edici cevâbını, felsefe gibi madde üstü bir tefekkür olan, fakat vahyin membaından beslendiği için ondan tamâmen ayrılan tasavvufun gönül dünyâsında bulmak mümkündür.

İnsanı yaratan ve onun husûsiyetlerini en iyi bilen, Allâh Teâlâ'dır. Bu sebeple hakîkat yolunda aklın, ilâhî tebliğin ışığında yürümeye mutlak bir sûrette ihtiyacı vardır. Aklın varabileceği son noktadan daha ötelerde ise kalp ve keşif yolunun devreye girmesi zarûrîdir. Kalbî hayat ve onun mânevî duyuş ve hissedişleri olmaksızın sırf akılla sonsuz hakîkatler âlemine geçilemez.
 
Üst Alt