Lügatte fıkıh, bilmek, anlamak, incelikleri kavramak manasındadır. İslâm'ın ilk zamanlarında dînî ve dünyevî bütün hususlarda bilinmesi lâzım gelen her şey fıkıh adı altında öğreniliyor, bu ilimle uğraşanlara da fakih, yâni âlim deniliyordu. Bu mânâda fakih kelimesi, varlığın ve hâdiselerin hikmetine vâkıf, insanın dînî konularda leh ve aleyhindeki hususları ayırt etmeye muktedir bir kimseyi ifâde ediyordu. Nitekim İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri fıkhı: "Kişinin dini bakımdan lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir." diye târif eder.
İnsanın saadet ve felâketinde birinci derecede müessir olan, "Rabbini doğru olarak bilmek" bu ilmin en önemli kısmını teşkil ediyordu. Bu sebepledir ki İmâm-ı Âzam Hazretleri'nin îtikâdî meseleler hakkında ortaya koyduğu ve talebeleri tarafından zabtolunarak zamânımıza kadar intikâl etmiş metne, "en büyük fıkıh" mânâsında "Fıkh-ı Ekber" denilmiştir. Başlangıçta durum böyle olduğu hâlde daha sonraları bu husustaki ilmî faâliyetin genişlemesiyle fakihler, îtikâdî ve ahlâkî hükümleri fıkhın dışında bırakarak onu sırf amelî ve kazâî hükümlere hasretmişlerdir. Bugün de fıkıhtan anlaşılan mânâ budur.
Tasavvuf da insanın lehinde ve aleyhinde olanları hem zâhir ve hem de bâtın cephesiyle bilip gereğini yapmasıdır. Fıkıh; abdest, tahâret, namaz ve oruç gibi amelî meselelerin zâhirî sıhhat şartlarını bildirir. Tasavvuf ise kalbi temizleyip kulu huzûr, mârifet ve kalbî duyuşlara hazırlar. Bu, o ibâdetin kemâli için en müsâit zeminin hazırlanması demektir. Bu itibarla tasavvufa, fıkıh ilminin rûhânî zemîni ve özü mânâsında "fıkh-ı bâtın" veya "fıkh-ı vicdânî" de denilmiştir.
Hiç şüphesiz fıkıh ilminin gâyesi, amelin mükemmel, yâni Allâh katında en makbûl olacak bir tarzda îfâsını temin etmektir. Böyle bir mükemmellik ise, ancak, tasavvufî düşüncelerin sağladığı rûhî olgunlukla gerçekleşebileceğinden, bu iki ilmi birbirinin -âdetâ- tamamlayıcısı saymak icap eder. Zîrâ tasavvufun asıl hedeflerinden biri de, insanı dînin metafizik, yâni rûhânî hakîkatlerinde zirveye çıkarmak kadar, onun bütün amel ve davranışlarını da mükemmeliyete ulaştırmaktır. Amellerin zâhirî şartlarını târif ve tedvîn eden fıkıhtaki asıl gâye, ancak tasavvufî olgunlukla gerçekleşebilir. Meselâ namazın, temizlik ve tâdil-i erkân gibi zâhirî şartlarının nasıl yerine getirileceği fıkıh ilminde gösterilir. Hattâ niyet gibi derûnî bir şartın lüzûmu da anlatılır.
Zâhirî şartlarına riâyet edilmiş olan ibâdetin kabul olması için, kalbin riyâ ve hased gibi hastalıklardan sâlim olması elzem olduğu hâlde fıkıh, bu mânevî sahâyı tanzîm etme işiyle meşgul olmamıştır. Bu alanı da tasavvuf tanzîm ederek, ibâdetin zâhiri kadar bâtınî şartlarını da gerçekleştirmeye çalışır. Çünkü fıkıh ilmi, umûm için olan şeriatın bir şûbesi olmak itibâriyle sırf zâhirle meşgûl olur. İnsanların şeriat planında mükellefiyeti de zâhirden ibârettir. Lâkin ibâdetleri kabul veya reddetmek hakkı yalnız kendisine âit olan Cenâb-ı Allâh, zâhir kadar bâtına da mutlak bir sûrette vâkıftır ve bâtınî temizlik de O'nun kulda görmeyi murâd ettiği temel husûsiyetlerden biridir.
Fakihler namaz, oruç ve hac gibi ibâdetlerle nikâh, talâk, ticâret ve kısas gibi muâmelâtı inceleyip hükümlerini tedvin ederken; mutasavvıflar bunların zühd, takvâ ve ihlâs gibi mânevî müessirlerle birlikte îfâsına ehemmiyet vermişlerdir. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerîm de ibâdetlerin mânevî tarafına daha çok ağırlık verir, kulu zühd ve takvâya istikâmetlendirir. Tabii ki bu, tasavvuf ehlinin fıkha önem vermediği veya fıkıh ilmiyle yeterince ilgilenmediği mânâsına gelmez. Bilakis Gazâlî, İbn-i Arabî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, İmâm-ı Rabbânî ve Hâlid-i Bağdâdî gibi pek çok mutasavvıf, zâhirî ilimlerde de salâhiyet sahibi birer büyük âlim ve fakihtirler.
Dinin zahiri ahkâmının muhtevasını da, tasavvufî gerçekleri de lâyıkıyla kavrayamamış bulunan bâzı kimseler, fıkıh ve meşreb-i sûfiye arasında bir aykırılık olduğu iddiâsında bulunmuş ve bundan da zaman zaman yersiz bir ihtilâf vücûda gelmiştir. Fakat tasavvufun kâmilleri ile gerçek fakihler arasında esâsen herhangi bir anlaşmazlık söz konusu değildir. İhtilaf ve münâkaşa, kendini âlim zanneden câhillerle, kendini kâmil zanneden ham sofular arasındadır.
İnsanın saadet ve felâketinde birinci derecede müessir olan, "Rabbini doğru olarak bilmek" bu ilmin en önemli kısmını teşkil ediyordu. Bu sebepledir ki İmâm-ı Âzam Hazretleri'nin îtikâdî meseleler hakkında ortaya koyduğu ve talebeleri tarafından zabtolunarak zamânımıza kadar intikâl etmiş metne, "en büyük fıkıh" mânâsında "Fıkh-ı Ekber" denilmiştir. Başlangıçta durum böyle olduğu hâlde daha sonraları bu husustaki ilmî faâliyetin genişlemesiyle fakihler, îtikâdî ve ahlâkî hükümleri fıkhın dışında bırakarak onu sırf amelî ve kazâî hükümlere hasretmişlerdir. Bugün de fıkıhtan anlaşılan mânâ budur.
Tasavvuf da insanın lehinde ve aleyhinde olanları hem zâhir ve hem de bâtın cephesiyle bilip gereğini yapmasıdır. Fıkıh; abdest, tahâret, namaz ve oruç gibi amelî meselelerin zâhirî sıhhat şartlarını bildirir. Tasavvuf ise kalbi temizleyip kulu huzûr, mârifet ve kalbî duyuşlara hazırlar. Bu, o ibâdetin kemâli için en müsâit zeminin hazırlanması demektir. Bu itibarla tasavvufa, fıkıh ilminin rûhânî zemîni ve özü mânâsında "fıkh-ı bâtın" veya "fıkh-ı vicdânî" de denilmiştir.
Hiç şüphesiz fıkıh ilminin gâyesi, amelin mükemmel, yâni Allâh katında en makbûl olacak bir tarzda îfâsını temin etmektir. Böyle bir mükemmellik ise, ancak, tasavvufî düşüncelerin sağladığı rûhî olgunlukla gerçekleşebileceğinden, bu iki ilmi birbirinin -âdetâ- tamamlayıcısı saymak icap eder. Zîrâ tasavvufun asıl hedeflerinden biri de, insanı dînin metafizik, yâni rûhânî hakîkatlerinde zirveye çıkarmak kadar, onun bütün amel ve davranışlarını da mükemmeliyete ulaştırmaktır. Amellerin zâhirî şartlarını târif ve tedvîn eden fıkıhtaki asıl gâye, ancak tasavvufî olgunlukla gerçekleşebilir. Meselâ namazın, temizlik ve tâdil-i erkân gibi zâhirî şartlarının nasıl yerine getirileceği fıkıh ilminde gösterilir. Hattâ niyet gibi derûnî bir şartın lüzûmu da anlatılır.
Zâhirî şartlarına riâyet edilmiş olan ibâdetin kabul olması için, kalbin riyâ ve hased gibi hastalıklardan sâlim olması elzem olduğu hâlde fıkıh, bu mânevî sahâyı tanzîm etme işiyle meşgul olmamıştır. Bu alanı da tasavvuf tanzîm ederek, ibâdetin zâhiri kadar bâtınî şartlarını da gerçekleştirmeye çalışır. Çünkü fıkıh ilmi, umûm için olan şeriatın bir şûbesi olmak itibâriyle sırf zâhirle meşgûl olur. İnsanların şeriat planında mükellefiyeti de zâhirden ibârettir. Lâkin ibâdetleri kabul veya reddetmek hakkı yalnız kendisine âit olan Cenâb-ı Allâh, zâhir kadar bâtına da mutlak bir sûrette vâkıftır ve bâtınî temizlik de O'nun kulda görmeyi murâd ettiği temel husûsiyetlerden biridir.
Fakihler namaz, oruç ve hac gibi ibâdetlerle nikâh, talâk, ticâret ve kısas gibi muâmelâtı inceleyip hükümlerini tedvin ederken; mutasavvıflar bunların zühd, takvâ ve ihlâs gibi mânevî müessirlerle birlikte îfâsına ehemmiyet vermişlerdir. Aynı şekilde Kur'ân-ı Kerîm de ibâdetlerin mânevî tarafına daha çok ağırlık verir, kulu zühd ve takvâya istikâmetlendirir. Tabii ki bu, tasavvuf ehlinin fıkha önem vermediği veya fıkıh ilmiyle yeterince ilgilenmediği mânâsına gelmez. Bilakis Gazâlî, İbn-i Arabî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, İmâm-ı Rabbânî ve Hâlid-i Bağdâdî gibi pek çok mutasavvıf, zâhirî ilimlerde de salâhiyet sahibi birer büyük âlim ve fakihtirler.
Dinin zahiri ahkâmının muhtevasını da, tasavvufî gerçekleri de lâyıkıyla kavrayamamış bulunan bâzı kimseler, fıkıh ve meşreb-i sûfiye arasında bir aykırılık olduğu iddiâsında bulunmuş ve bundan da zaman zaman yersiz bir ihtilâf vücûda gelmiştir. Fakat tasavvufun kâmilleri ile gerçek fakihler arasında esâsen herhangi bir anlaşmazlık söz konusu değildir. İhtilaf ve münâkaşa, kendini âlim zanneden câhillerle, kendini kâmil zanneden ham sofular arasındadır.