TASAVVUF VE ŞERİAT
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
Üzerimize saçtığı sonsuz nimetlerine Rabbimizin, beşer takati içinde, sonsuz hamd ü senâlar olsun... Alemlere rahmet olarak gönderdiği Habîb-i Edîbi, numune-i imtisalimiz, rehberimiz, başımızın tacı, Muhammed Mustafa'sına gönül dolusu salât u selâmlar...
Çok tatlı bir tatilin, çalışmayla dolu bir tatilin, eğitimle dolu bir eğitim arası tatilin sonuna geldik. Tatile çıkan çocuklar gibi sevinçliyiz, ayrıldığımız için üzüntülüyüz... Haccı bitirenler gibi sevinçliyiz, mukaddes yerlerden ayrılanlar gibi bir burukluk içindeyiz. Yunus Emre merhum, "Tez geçer sağıçlı gün" buyurmuş. (sağıçlı: sayılı) Hakikaten, galiba göz yumup açıncaya kadar geçiverdi.
Bizler birbirimizin, Allah tarafından birbirlerine bağlanmış kardeşleriyiz.
(İnnemel mü'minûne ihvetün) ifadesinde "innemâ" edat-ı tahsisi, "Müslümanlar ancak ve ancak, sadece ve sadece kardeştir; başka hiç bir vasıf onlara uygun düşmez, ancak kardeşlik vasfı uygun düşer. Kardeşliğin dışında başka bir sıfat onlara yakışmaz. Münasebetlerini isimlendiren, tavsif eden ancak kardeşlik olabilir." manasını taşıyor. Ayrıca birbirimizle yol kardeşliğimiz, uhuvvet-i fillah; Allah rızası için, daha özel bir kardeşliğimiz de var... Daha yakın bir kardeşliğimiz var... Akrabalık gibi içiçe olan kardeşlikler, çok zevkli, hareketli günler geçirdik. Çok değerli bir başkanın, çok dirayetli bir yönetiminde, --asıl konuşmalar arasında onun konuşmaları da bir eğitim idi hepimiz için-- çok zevkli günler geçirdik. Ve gerçekten, --kendi adıma söylüyorum, başkaları için de kuvvetle tahmin ediyorum-- hakikaten bilgilendik... Hakikaten bilgi ve görgümüzde yükselme, ilerleme, gelişme sağladı, bu topluluk... Bu da Peygamber SAV Efendimiz'in hadis-i şerifi ile müjdelediği bir husustur:
(Ve men leka mü'minâni kattu izâ efâdallahu bi ehadihimâ min sahibihî hayrâ) "İki müslüman bir araya gelir karşılaşırsa; manevî mükâfat olarak Allah birinden ötekisini, ötekisinden berikisini, mutlaka faydalandırır." Demek ki, müslümanların bir araya gelmesi lâzım, mülâkatları çok olması lâzım; bu mükâfatları daima almak için...
Va'dedilen konuşmaların hepsi yapıldı. Ayvalık'taki ve Gemlik'teki gibi oldu. Herkes memnun; hanımlar, beyler, ve çocuklar... Çocukların yine sergileri, sanat eserleri yüreğimizi heyecanlandırdı, sevgi doldurdu, takdir doldurdu; öğretmenlerinden Allah razı olsun... "Biraz hafif program yapalım da kardeşlerimiz hakikaten dinlensin, birbirleriyle tanışsınlar, sohbet etsinler!" diye düşünmüştük... Ama, ben ne zaman çay istesem çok açık olsun diye, yine koyu çay gelir. Çünkü çay deyince, illa koyu renkte olmasını düşünüyor galiba, ev sahipleri... Nihayet, beyaz olsun deyinceye kadar, koyu çay gelir. Biz de hafif program olsun derken gene epeyce yoğun, tenkit alan, yoğun bir program yaptık galiba...
Ama memnunuz. Yâni tatlı bir yoğunluk oldu. Hatta daha başka şeyler de belki yapılabilirdi. Konuşmaların hepsi hakikaten birbirinden güzel oldu. Toplantıların hepsi birbirinden faydalı oldu. Hele finish-final, --böyle rahat rahat koşan koşucuların sonuca yaklaştıkları, finişe yaklaştıkları zaman tekrar hızlanmaları gibi-- bugünün programı bende çok büyük takdir uyandırdı. Katılan kardeşlerimize, zahmet edip buraya geldikleri için hakikaten teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun... Gerçekten çok kaliteliydi. Derler ki efendim işte, "Teşrif ettiniz" --yâni, şeref verdiniz demek-- "Huzurlarınızla şeref verdiniz" filan derler, klasik sözler... Ama biz, hakikaten hem siz misafirlerimizden şeref bulduk; hem de konuşmacı ilim erbabı alim kardeşlerimizin katılmalarından, gerçekten toplantımız şeref kazandı. Elbette denilecek ki: "Falanca alim katıldı, filanca alim katıldı, çok kaliteli bir toplantı oldu." Bu da bizim için bir sevinç, bir övünç ve bir hamd ü senâ vesilesi... Allah hepsinden razı olsun... Bizim işimiz ve elimizden gelen dua... Onların güzel jestlerini karşılayacak daha başka bir şeyimiz olamıyor.
Yalnız bir husus aksadı: Benim akşamları konuşmamı istemişlerdi. Ben istemiyordum, programa öyle konmuştu. Allah gönlümün muradını verdi, beni konuşturtmadı; çünkü, ben istemiyordum. Ama benim yerime, benden çok daha güzel konuştu kardeşlerim; Allah razı olsun... Halil Gönenç Hoca konuşmasaydı da ben konuşsaydım, sanki tasavvufun önemini ben daha mı güzel anlatacaktım?.. "Tasavvufu inkâr, küfür olur." desem beni mi dinlerlerdi; yoksa --bir alim ve fakih olarak-- Gönenç Hoca'yı mı daha saygıyla, ceketlerini ilikleyerek dinlerlerdi?.. Elbette onun konuşması çok daha güzel oldu, çok daha faydalı oldu; çok daha fazla zevk, şevk ve güç verdi, Allah razı olsun...
Biz böyle bir çalışmayı, daha önce İslâm Mecmuası'nda da Mehmet Emin Er Hoca ile röportaj yaparak sunmuştuk efkârı umûmîye... Çünkü, Mustafa Kara kardeşimizin çok güzel ifadeleri var, diyor ki: "Öyle İslâmcı mütefekkir kardeşlerimiz var ki, ilmihalden imtihan olsa sınıfta kalırlar!.." Hakikaten bazı kültürel kuvvetli tarafları var ama, dinî bilgileri zayıf... Bazı kimseler öyle şeyleri inkâr ediyorlar ki, ayetle sabit... Ehl-i Sünnet itikadının ana umdelerinden... Alimlerimizin aşağı yukarı ittifak ettiği, --tabi her konuda herkesin ittifak etmesi mümkün değil ama-- büyük çoğunluğunun kabul ettiği şeylerde dahi salâhiyetleri olmadığı halde, çeşitli ileri geri konuşmalar yapanlar oluyordu. Biz de fıkıh bilgisiyle ve sağlam mantığıyla tanınmış kimselerden bir kimse olarak --kulakları çınlasın, Allah afiyet versin, ömrünü uzun eylesin-- Mehmet Emin Er Hocamıza bazı meseleleri sordurduk. Gayet sakin, gayet telaşsız, gayet vakur cevaplarını dergimizde neşrettik.
Ayrıca Hocamızın vefatı sene-i devriyesinde de kardeşlerimiz, "Sadece bir anma olmasın, aynı zamanda bir ilmî çalışma olsun, daha da güzel olur. --Çünkü çalışmaların en sevaplısı ilim çalışmalarıdır.-- Tasavvuf sempozyumu olsun!" demişlerdi. Tasavvuf üzerine iki gün gayet güzel konuşmalar oldu; gayet salâhiyetli, o konunun tam ehli, erbabı kimseler tarafından konuşmalar yapıldı ve bu konuşmalar Sehâ Neşriyat'ımız tarafından neşr de edildi. Onlar da bu konuda gerçekleri ortaya koydu. Yâni biz söylesek, nihayet biz bir tarafız. Taraf olduğumuz için tenkit edilebilir veya kuvvetli görülmeyebilirdi. Onların sözleri, elleri vicdanına konulmuş, objektif sözler olduğu için daha da uygun oldu. Gerçeklerin anlaşılmasına yardımcı oldu.
İkinci gün tabii, yine aramızda İlâhiyat fakültesinden tefsir doçenti kardeşimiz vardı. Biz evsahibi durumundaydık, biz konuşsak olmazdı. Onu konuşmaya teşvik ettik, rica ettik. O da Kur'an-ı Kerim üzerinde, çok beğenilen bir ses tonuyla, gayet güzel bir üslûb ile, Kur'an-ı Kerim'i sevdirici, Kur'an-ı Kerim'i anlamaya teşvik edici, okumaya teşvik edici, manâsını tedebbür ettikten sonra, ahkâmını uygulamaya sevkedici çok güzel konuşmalar yaptı. Zaten tasavvufun en yüksek mertebesi nedir?.. En yüksek mutasavvıfın en yüksek meşgalesi ve zevki nedir?.. Kur'an-ı Kerim ve namazdır. O da o bakımdan gayet güzel oldu.
Tasavvuf bahis konusu edildiği zaman, tabii tasavvufla şeriat, tarikatla şeriat arasındaki münasebetler, çatışmalar, ayrılıklar, gayrılıklar daima bahis konusu edilmiştir kitaplarda... Haklıdır bazı konuşmacılar, bazı tenkid edenler... Çünkü tasavvuf, çok uzun bir tarihte, çok geniş bir sahada asırlar boyu uygulanmış, farklı kültür çevrelerinin insanları tarafından uygulanmış bir dini yaşama tarzı... Muhakkak ki İslâm'dan önceki yaşam tarzlarının, örflerinin, adetlerinin, kültürlerinin, çevrelerindeki insanların tesiri var... İran-Hind tesiri, hristiyanların daha önceki zâhidlerinin, rahiblerinin tesirleri var. Bu kadar uzun asırlar Atlas Okyanusu'ndan Büyük Okyanus'a, Sibirya'dan Afrika'nın güney ucuna kadar geniş sahalarda yayılmış olan, bir dini yaşam tarzının arasında farklılıklar olabilir. Bunun güzel temsil edilmesi de olabilir, cahillik veya yozlaşma da olabilir. Bunu her sahada müşahede etmek veya her sahadan buna misal göstermek mümkündür. Teknolojiden bile mümkündür.
Onun için, tasavvufun çeşitleri çok olunca, birisi tasavvufu tenkid ediyorsa, tarikati tenkid ediyorsa; onunla terminolojimizi eşitlememiz lâzım, neyi kasdettiğini beraber düşünmemiz lâzım... "Sen hangisini kasdediyorsun?.. Neye düşmansın, neye dostsun?.." diye kavramdan, kelimeden anladığımız manâ üzerine bir ortak zemin bulmamız lâzım ki, ondan sonra haklısın veya haksızsın denilebilsin. Çünkü, belki aynı şeyi söylüyoruz; belki, onların tenkit ettiği hususu biz daha çok tenkit ediyor ve düzeltmeye çalışıyoruz.
Biz hiçbir zaman, şeriatin dışında, Kur'an-ı Kerim'e aykırı, Sünnet-i Seniyye'ye aykırı bir davranışı, küçük bir jesti bile tasvip etme zevkinde ve zihniyetinde değiliz. İnsanın kendisinden bahsetmesi herhalda çok ayıp olur, ama tabii burada icab ediyor. Ben de müsaadenizle itiraf ediyorum, çok koyu bir şer'-i şerîf bağlısıyım ben de... Hem de, bu böyle sonradan olma bir hastalık da değil; çocukluğumdan beri olan bir şeydir. İlkokul, ortaokul çağlarından beri böyle... Bu vasfım hiç değişmedi. Herkes de beni bu bakımdan tenkit ettiler. Üniversitede de elhamdülillah hep bu yüzden tenkit edildim; sakalımdan dolayı, kravat niye takmıyorum diye... filan. Çok koyu olduğum gibi şeyler, tenkitler; tavizsiz olduğumuz, tutucu olduğumuza dair sözler söylendi. Ben onları yazsalar da kabrime koysam diye de düşünüyorum. Yâni onlardan hiç şikayetçi değilim.
Lisede edebiyat derslerinde hatırlarım; meyden, kadehten bahseden divan edebiyatı şairlerini hiç sevemedim... Camiye, vaize, zâhide ta'n eden halk ozanlarını hiç sevemedim... Sazı medhetmeye kalkıp da, "İçinde mi, dışında mı, püskülünün ucunda mı? Şeytan bunun neresinde?" diye lâubâli konuşan bir ozanı sevemedim... Vaiz ve zâhidler hakkındaki sözler, daima sanki bana söylenmiş gibi çok dokunurdu bana... İslâm'ı hiç bilmeyen insanların, çok kaba bir şekilde vahdet-i vücud'u anlatış tarzlarına da, şiddetle içimden bir infial ve itiraz vardı. Panteist, yâni nereye baksan her şey... Onların anlayışıyla söylemeyi bile istemiyorum, ama bana zor gelirdi.
Onun için tabii bazı tarikatlara, mesela içki içen, içkiyi medheden; "Işkını açmaya, mey nûş edelim!" diye bir de bunu aşkullahı, muhabbetullahı açmak için vasıta sayıp da, bir de meşrulaştırmaya çalışan bazı tarikatları sevemedim, sevemeyiz, sevemezsiniz!.. Namazsız tasavvuf erbabını sevemedim... Bu işin laf olmadığını, kal olmadığını, hâl olduğunu düşündüğümüz için, herhalde biraz da aşırılığımdan --içinizde sigara içenler varsa bağışlayın-- sigara içenlere, sigarayı savunanlara, tekkeye gelenlere sigara ikram edenlere bile bir müsamaha oluşamadı içimde... Halâ oluşabilmiş değil...
Bilmiyorum Hocamızın çok çok tabii, olgun talebeleri vardı. Benim de eksiğim, kusurum kendisine muhakkak ki malûmdu. Ama bizi sizlere hizmetçi olarak tayin buyurması nedendir bilmiyorum... Sanki bana biraz da bu, şer'-i şerîfe bağlılık tarafımdandır gibi geliyor bana... Böyle bir his var içimde... Şer'-i şerife bağlı, yâni Kur'an-ı Kerim'e ve hadis-i şeriflere bağlı bir terbiye içinde yetiştik. Tekkemizin müridleri terbiye kitabı, Ramûz el-Ehâdis; İmam Suyuti (Rh.A)'in El-Camius Sağîr'i gibi bir alfabetik hadis kitabı... Bunu okutan bir yerde yetişmiş olduğumuz için, hadisleri uygulamak, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini uygulamak bize göre tasavvuf olduğundan; şer'-i şerîfe bağlı olduğumuzdan tarikatçı olduk, tasavvufçu olduk mecburen... Şer'-i şerîfe bağlılığımız bizi tasavvufa götürdü. Galiba bu da, İslâm tarihindeki bazı büyük sîmaların çizgisine de benziyor. Çünkü ilk önce sıbyan mektebine gitmişler, elifbâyı öğrenmişler... Sonra dârül Kur'anlarda Kur'an-ı Kerîm'i öğrenmişler... Ondan sonra âlet ilimleri'ni öğrenmişler; Arapça, sarf, nahiv, mantık... vs. Ondan sonra, yüksek ilimleri, ulûm-ü şer'iyye'yi öğrenmişler.Ondan sonra "İlimden maksad, onun uygulanması, ilmiyle âmil olmak, bildiklerini hayatına uygulamak, tatbik etmek." diye --Halil Gönenç hocamızın çok güzel taksim edip ifade ettiği gibi-- bir bakıma ilm-i ahlâk demek olan, tasavvufa geçmişler... Tasavvufun uygulama biçimleri ve insanların terbiye edilmesinde düşünülen metodlar dolayısıyla yollar, yâni tarikatlar meydana gelmiş; o uygulamalarla marifetullaha ve dinin hakayıkına, hakikate erişilmiş...
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
Üzerimize saçtığı sonsuz nimetlerine Rabbimizin, beşer takati içinde, sonsuz hamd ü senâlar olsun... Alemlere rahmet olarak gönderdiği Habîb-i Edîbi, numune-i imtisalimiz, rehberimiz, başımızın tacı, Muhammed Mustafa'sına gönül dolusu salât u selâmlar...
Çok tatlı bir tatilin, çalışmayla dolu bir tatilin, eğitimle dolu bir eğitim arası tatilin sonuna geldik. Tatile çıkan çocuklar gibi sevinçliyiz, ayrıldığımız için üzüntülüyüz... Haccı bitirenler gibi sevinçliyiz, mukaddes yerlerden ayrılanlar gibi bir burukluk içindeyiz. Yunus Emre merhum, "Tez geçer sağıçlı gün" buyurmuş. (sağıçlı: sayılı) Hakikaten, galiba göz yumup açıncaya kadar geçiverdi.
Bizler birbirimizin, Allah tarafından birbirlerine bağlanmış kardeşleriyiz.
(İnnemel mü'minûne ihvetün) ifadesinde "innemâ" edat-ı tahsisi, "Müslümanlar ancak ve ancak, sadece ve sadece kardeştir; başka hiç bir vasıf onlara uygun düşmez, ancak kardeşlik vasfı uygun düşer. Kardeşliğin dışında başka bir sıfat onlara yakışmaz. Münasebetlerini isimlendiren, tavsif eden ancak kardeşlik olabilir." manasını taşıyor. Ayrıca birbirimizle yol kardeşliğimiz, uhuvvet-i fillah; Allah rızası için, daha özel bir kardeşliğimiz de var... Daha yakın bir kardeşliğimiz var... Akrabalık gibi içiçe olan kardeşlikler, çok zevkli, hareketli günler geçirdik. Çok değerli bir başkanın, çok dirayetli bir yönetiminde, --asıl konuşmalar arasında onun konuşmaları da bir eğitim idi hepimiz için-- çok zevkli günler geçirdik. Ve gerçekten, --kendi adıma söylüyorum, başkaları için de kuvvetle tahmin ediyorum-- hakikaten bilgilendik... Hakikaten bilgi ve görgümüzde yükselme, ilerleme, gelişme sağladı, bu topluluk... Bu da Peygamber SAV Efendimiz'in hadis-i şerifi ile müjdelediği bir husustur:
(Ve men leka mü'minâni kattu izâ efâdallahu bi ehadihimâ min sahibihî hayrâ) "İki müslüman bir araya gelir karşılaşırsa; manevî mükâfat olarak Allah birinden ötekisini, ötekisinden berikisini, mutlaka faydalandırır." Demek ki, müslümanların bir araya gelmesi lâzım, mülâkatları çok olması lâzım; bu mükâfatları daima almak için...
Va'dedilen konuşmaların hepsi yapıldı. Ayvalık'taki ve Gemlik'teki gibi oldu. Herkes memnun; hanımlar, beyler, ve çocuklar... Çocukların yine sergileri, sanat eserleri yüreğimizi heyecanlandırdı, sevgi doldurdu, takdir doldurdu; öğretmenlerinden Allah razı olsun... "Biraz hafif program yapalım da kardeşlerimiz hakikaten dinlensin, birbirleriyle tanışsınlar, sohbet etsinler!" diye düşünmüştük... Ama, ben ne zaman çay istesem çok açık olsun diye, yine koyu çay gelir. Çünkü çay deyince, illa koyu renkte olmasını düşünüyor galiba, ev sahipleri... Nihayet, beyaz olsun deyinceye kadar, koyu çay gelir. Biz de hafif program olsun derken gene epeyce yoğun, tenkit alan, yoğun bir program yaptık galiba...
Ama memnunuz. Yâni tatlı bir yoğunluk oldu. Hatta daha başka şeyler de belki yapılabilirdi. Konuşmaların hepsi hakikaten birbirinden güzel oldu. Toplantıların hepsi birbirinden faydalı oldu. Hele finish-final, --böyle rahat rahat koşan koşucuların sonuca yaklaştıkları, finişe yaklaştıkları zaman tekrar hızlanmaları gibi-- bugünün programı bende çok büyük takdir uyandırdı. Katılan kardeşlerimize, zahmet edip buraya geldikleri için hakikaten teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun... Gerçekten çok kaliteliydi. Derler ki efendim işte, "Teşrif ettiniz" --yâni, şeref verdiniz demek-- "Huzurlarınızla şeref verdiniz" filan derler, klasik sözler... Ama biz, hakikaten hem siz misafirlerimizden şeref bulduk; hem de konuşmacı ilim erbabı alim kardeşlerimizin katılmalarından, gerçekten toplantımız şeref kazandı. Elbette denilecek ki: "Falanca alim katıldı, filanca alim katıldı, çok kaliteli bir toplantı oldu." Bu da bizim için bir sevinç, bir övünç ve bir hamd ü senâ vesilesi... Allah hepsinden razı olsun... Bizim işimiz ve elimizden gelen dua... Onların güzel jestlerini karşılayacak daha başka bir şeyimiz olamıyor.
Yalnız bir husus aksadı: Benim akşamları konuşmamı istemişlerdi. Ben istemiyordum, programa öyle konmuştu. Allah gönlümün muradını verdi, beni konuşturtmadı; çünkü, ben istemiyordum. Ama benim yerime, benden çok daha güzel konuştu kardeşlerim; Allah razı olsun... Halil Gönenç Hoca konuşmasaydı da ben konuşsaydım, sanki tasavvufun önemini ben daha mı güzel anlatacaktım?.. "Tasavvufu inkâr, küfür olur." desem beni mi dinlerlerdi; yoksa --bir alim ve fakih olarak-- Gönenç Hoca'yı mı daha saygıyla, ceketlerini ilikleyerek dinlerlerdi?.. Elbette onun konuşması çok daha güzel oldu, çok daha faydalı oldu; çok daha fazla zevk, şevk ve güç verdi, Allah razı olsun...
Biz böyle bir çalışmayı, daha önce İslâm Mecmuası'nda da Mehmet Emin Er Hoca ile röportaj yaparak sunmuştuk efkârı umûmîye... Çünkü, Mustafa Kara kardeşimizin çok güzel ifadeleri var, diyor ki: "Öyle İslâmcı mütefekkir kardeşlerimiz var ki, ilmihalden imtihan olsa sınıfta kalırlar!.." Hakikaten bazı kültürel kuvvetli tarafları var ama, dinî bilgileri zayıf... Bazı kimseler öyle şeyleri inkâr ediyorlar ki, ayetle sabit... Ehl-i Sünnet itikadının ana umdelerinden... Alimlerimizin aşağı yukarı ittifak ettiği, --tabi her konuda herkesin ittifak etmesi mümkün değil ama-- büyük çoğunluğunun kabul ettiği şeylerde dahi salâhiyetleri olmadığı halde, çeşitli ileri geri konuşmalar yapanlar oluyordu. Biz de fıkıh bilgisiyle ve sağlam mantığıyla tanınmış kimselerden bir kimse olarak --kulakları çınlasın, Allah afiyet versin, ömrünü uzun eylesin-- Mehmet Emin Er Hocamıza bazı meseleleri sordurduk. Gayet sakin, gayet telaşsız, gayet vakur cevaplarını dergimizde neşrettik.
Ayrıca Hocamızın vefatı sene-i devriyesinde de kardeşlerimiz, "Sadece bir anma olmasın, aynı zamanda bir ilmî çalışma olsun, daha da güzel olur. --Çünkü çalışmaların en sevaplısı ilim çalışmalarıdır.-- Tasavvuf sempozyumu olsun!" demişlerdi. Tasavvuf üzerine iki gün gayet güzel konuşmalar oldu; gayet salâhiyetli, o konunun tam ehli, erbabı kimseler tarafından konuşmalar yapıldı ve bu konuşmalar Sehâ Neşriyat'ımız tarafından neşr de edildi. Onlar da bu konuda gerçekleri ortaya koydu. Yâni biz söylesek, nihayet biz bir tarafız. Taraf olduğumuz için tenkit edilebilir veya kuvvetli görülmeyebilirdi. Onların sözleri, elleri vicdanına konulmuş, objektif sözler olduğu için daha da uygun oldu. Gerçeklerin anlaşılmasına yardımcı oldu.
İkinci gün tabii, yine aramızda İlâhiyat fakültesinden tefsir doçenti kardeşimiz vardı. Biz evsahibi durumundaydık, biz konuşsak olmazdı. Onu konuşmaya teşvik ettik, rica ettik. O da Kur'an-ı Kerim üzerinde, çok beğenilen bir ses tonuyla, gayet güzel bir üslûb ile, Kur'an-ı Kerim'i sevdirici, Kur'an-ı Kerim'i anlamaya teşvik edici, okumaya teşvik edici, manâsını tedebbür ettikten sonra, ahkâmını uygulamaya sevkedici çok güzel konuşmalar yaptı. Zaten tasavvufun en yüksek mertebesi nedir?.. En yüksek mutasavvıfın en yüksek meşgalesi ve zevki nedir?.. Kur'an-ı Kerim ve namazdır. O da o bakımdan gayet güzel oldu.
Tasavvuf bahis konusu edildiği zaman, tabii tasavvufla şeriat, tarikatla şeriat arasındaki münasebetler, çatışmalar, ayrılıklar, gayrılıklar daima bahis konusu edilmiştir kitaplarda... Haklıdır bazı konuşmacılar, bazı tenkid edenler... Çünkü tasavvuf, çok uzun bir tarihte, çok geniş bir sahada asırlar boyu uygulanmış, farklı kültür çevrelerinin insanları tarafından uygulanmış bir dini yaşama tarzı... Muhakkak ki İslâm'dan önceki yaşam tarzlarının, örflerinin, adetlerinin, kültürlerinin, çevrelerindeki insanların tesiri var... İran-Hind tesiri, hristiyanların daha önceki zâhidlerinin, rahiblerinin tesirleri var. Bu kadar uzun asırlar Atlas Okyanusu'ndan Büyük Okyanus'a, Sibirya'dan Afrika'nın güney ucuna kadar geniş sahalarda yayılmış olan, bir dini yaşam tarzının arasında farklılıklar olabilir. Bunun güzel temsil edilmesi de olabilir, cahillik veya yozlaşma da olabilir. Bunu her sahada müşahede etmek veya her sahadan buna misal göstermek mümkündür. Teknolojiden bile mümkündür.
Onun için, tasavvufun çeşitleri çok olunca, birisi tasavvufu tenkid ediyorsa, tarikati tenkid ediyorsa; onunla terminolojimizi eşitlememiz lâzım, neyi kasdettiğini beraber düşünmemiz lâzım... "Sen hangisini kasdediyorsun?.. Neye düşmansın, neye dostsun?.." diye kavramdan, kelimeden anladığımız manâ üzerine bir ortak zemin bulmamız lâzım ki, ondan sonra haklısın veya haksızsın denilebilsin. Çünkü, belki aynı şeyi söylüyoruz; belki, onların tenkit ettiği hususu biz daha çok tenkit ediyor ve düzeltmeye çalışıyoruz.
Biz hiçbir zaman, şeriatin dışında, Kur'an-ı Kerim'e aykırı, Sünnet-i Seniyye'ye aykırı bir davranışı, küçük bir jesti bile tasvip etme zevkinde ve zihniyetinde değiliz. İnsanın kendisinden bahsetmesi herhalda çok ayıp olur, ama tabii burada icab ediyor. Ben de müsaadenizle itiraf ediyorum, çok koyu bir şer'-i şerîf bağlısıyım ben de... Hem de, bu böyle sonradan olma bir hastalık da değil; çocukluğumdan beri olan bir şeydir. İlkokul, ortaokul çağlarından beri böyle... Bu vasfım hiç değişmedi. Herkes de beni bu bakımdan tenkit ettiler. Üniversitede de elhamdülillah hep bu yüzden tenkit edildim; sakalımdan dolayı, kravat niye takmıyorum diye... filan. Çok koyu olduğum gibi şeyler, tenkitler; tavizsiz olduğumuz, tutucu olduğumuza dair sözler söylendi. Ben onları yazsalar da kabrime koysam diye de düşünüyorum. Yâni onlardan hiç şikayetçi değilim.
Lisede edebiyat derslerinde hatırlarım; meyden, kadehten bahseden divan edebiyatı şairlerini hiç sevemedim... Camiye, vaize, zâhide ta'n eden halk ozanlarını hiç sevemedim... Sazı medhetmeye kalkıp da, "İçinde mi, dışında mı, püskülünün ucunda mı? Şeytan bunun neresinde?" diye lâubâli konuşan bir ozanı sevemedim... Vaiz ve zâhidler hakkındaki sözler, daima sanki bana söylenmiş gibi çok dokunurdu bana... İslâm'ı hiç bilmeyen insanların, çok kaba bir şekilde vahdet-i vücud'u anlatış tarzlarına da, şiddetle içimden bir infial ve itiraz vardı. Panteist, yâni nereye baksan her şey... Onların anlayışıyla söylemeyi bile istemiyorum, ama bana zor gelirdi.
Onun için tabii bazı tarikatlara, mesela içki içen, içkiyi medheden; "Işkını açmaya, mey nûş edelim!" diye bir de bunu aşkullahı, muhabbetullahı açmak için vasıta sayıp da, bir de meşrulaştırmaya çalışan bazı tarikatları sevemedim, sevemeyiz, sevemezsiniz!.. Namazsız tasavvuf erbabını sevemedim... Bu işin laf olmadığını, kal olmadığını, hâl olduğunu düşündüğümüz için, herhalde biraz da aşırılığımdan --içinizde sigara içenler varsa bağışlayın-- sigara içenlere, sigarayı savunanlara, tekkeye gelenlere sigara ikram edenlere bile bir müsamaha oluşamadı içimde... Halâ oluşabilmiş değil...
Bilmiyorum Hocamızın çok çok tabii, olgun talebeleri vardı. Benim de eksiğim, kusurum kendisine muhakkak ki malûmdu. Ama bizi sizlere hizmetçi olarak tayin buyurması nedendir bilmiyorum... Sanki bana biraz da bu, şer'-i şerîfe bağlılık tarafımdandır gibi geliyor bana... Böyle bir his var içimde... Şer'-i şerife bağlı, yâni Kur'an-ı Kerim'e ve hadis-i şeriflere bağlı bir terbiye içinde yetiştik. Tekkemizin müridleri terbiye kitabı, Ramûz el-Ehâdis; İmam Suyuti (Rh.A)'in El-Camius Sağîr'i gibi bir alfabetik hadis kitabı... Bunu okutan bir yerde yetişmiş olduğumuz için, hadisleri uygulamak, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini uygulamak bize göre tasavvuf olduğundan; şer'-i şerîfe bağlı olduğumuzdan tarikatçı olduk, tasavvufçu olduk mecburen... Şer'-i şerîfe bağlılığımız bizi tasavvufa götürdü. Galiba bu da, İslâm tarihindeki bazı büyük sîmaların çizgisine de benziyor. Çünkü ilk önce sıbyan mektebine gitmişler, elifbâyı öğrenmişler... Sonra dârül Kur'anlarda Kur'an-ı Kerîm'i öğrenmişler... Ondan sonra âlet ilimleri'ni öğrenmişler; Arapça, sarf, nahiv, mantık... vs. Ondan sonra, yüksek ilimleri, ulûm-ü şer'iyye'yi öğrenmişler.Ondan sonra "İlimden maksad, onun uygulanması, ilmiyle âmil olmak, bildiklerini hayatına uygulamak, tatbik etmek." diye --Halil Gönenç hocamızın çok güzel taksim edip ifade ettiği gibi-- bir bakıma ilm-i ahlâk demek olan, tasavvufa geçmişler... Tasavvufun uygulama biçimleri ve insanların terbiye edilmesinde düşünülen metodlar dolayısıyla yollar, yâni tarikatlar meydana gelmiş; o uygulamalarla marifetullaha ve dinin hakayıkına, hakikate erişilmiş...