bedirhan.
Aktif Üyemiz
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
1. Yukarılarda ve aşağıda bulunan bütün yaratıklar her zaman, devamlı surette Allah'ı tenzih eder durur. Bu sûrenin böyle tesbih ile başlaması, önceki sûrede zikredilen İlâhî üstünlüğün bir beyanı, müminleri Allah'ı zikre teşvik etmenin bir müeyyidesidir. Ayrıca eceli gelen bir kimsenin ecelini tehir etmemesi de, kudretindeki bir kusurdan dolayı değil; zat, sıfat ve fiillerinde her noksanlıktan berî olarak mülk ve tasarruflarında tam üstünlük ve hakimiyyetinden dolayı olduğuna bir tenbih ve bu sûrede zikredilecek yeniden dirilme konusunda bir mukaddime demektir. Ölüm, gözlerinin önünde duran gafiller, kâfirler anlamaz düşünmezlerse de göklerde ve yerde her ne varsa Allah Teâlâ'nın kemal ve yüceliğini her an ilan edip durmakta, zerresinden cisimlerine, cisimlerinden fezasına her neye bakılsa hepsi O'nun yüceliğine şehadet etmektedir. Mülk O'nun, hamd O'nundur. O'ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini yaratan, hepsini tutan, koruyan O'dur. Hepsinde dilediği gibi yaratma ve yok etme, öldürme ve yaşatma, üstün ve zelil kılma vesaire gibi tasarruf etme hakkı da O'nun, her nede olursa olsun hamd ve şükür, övülme ve ta'zim edilme hakkı da O'nundur. Ve o her şeye kâdirdir. Binaenaleyh bu gün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük galibiyetlere erdirmeye, zengin ve güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye, sorumlu olmayız zannedenleri sorumlu tutmaya, uykudakileri uyandırmaya, ölüleri diriltmeye, Resulü'ne vaad ettiğini yerine getirmeye, kısacası varları yok, yokları var etmeye kâdirdir.
2. Kudretinin izlerinden bazısının beyanı şöyledir: O, o kudret sahibidir ki sizi yaratmıştır sonra da içinizden kimi kâfir, O'nu, O'nun kudretini ve kudretinin delillerini tanımaz, inkâr eder, yalanlar, nankörlük eder, hakikati örter ve kendi yaratılışında gizlenmiş bulunan alâmetleri görmemezlikten gelir, kimi de mümin; O'na, O'nun kudretine, gönderdiklerine, indirdiklerine inanır ve yaratılıştaki görüntüye muttali olur. Şu halde kâfir de, mümin de O'nun yaratığıdır. İnsanın yaratılışı, yaratıcıya imanı gerektirmekle beraber, küfre de imana da kabiliyetlidir. Mahlukat içinde hepsinden farklı bir insan cinsi yaratmak, sonra da aynı cins içinde bir birine zıt iki grup meydana çıkarmak şüphesiz yaratıcının her şeye kadir olduğuna delalet eden kudretinin izlerinden önemli bir delildir. Bu cümlenin "kâfiren ev müminen" gibi hal ve kayd veya "ba'züküm kâfir ve ba'züküm mümin" gibi fâsıl suretinde ifade edilmeyip de açıklama veya kısımlara ayrılma ile tertibe delalet eden ile şeklinde yan bir cümle olarak getirilmesi, küfür ve imanın da Allah tarafından yaratılıp takdir edilmesiyle beraber insanların bizzat yapma ve iradeleriyle alakalı olarak talî ve gerekli bir şekilde yaratılmış bulunduğuna işaretle kâfirlere bir tehdit ifade etmektedir.
Kadî Beydâvî daha ziyade birinci noktaya işaretle şöyle demiştir: "Kâfir, küfrü takdir edilen ve üzerine yüklenilen, mümin ise, imanı takdir edilen ve gereğini yapmaya muvaffak kılınan demektir." Ebu's-Suud da ikinci noktaya temas ederek şunları söylemiştir: "Sizi ilmî olgunlukların ve ameliyenin prensiplerini içeren güzel bir yaratılışla yaratmış, bununla beraber bazılarınız yaratılış gereğinin aksine olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazılarınız da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur. Halbuki üzerinize vacib olan hepinizin imanı tercih edip halk ve îcad nimetine ve ona bağlı diğer nimetlere şükretmekti. Siz ise yaratılışınız itibarıyla buna kabiliyetli olduğunuz halde öyle yapmadınız da kiminiz kâfir, kiminiz mümin olup gruplara ayrıldınız." Mamafih bu grup ve fırkalara ayrılmayı, Cebriyye'nin dediği gibi kulun hiç bir rolü olmayarak sırf Allah'ın takdirine nisbet etmek nasıl doğru değilse, Mu'tezile'nin anladığı gibi Allah'ın yaratma ve takdiri olmaksızın sadece kulların yaratmasına nisbet de doğru değildir. Âyet açıkladığımız gibi iki cihetin ikisine de işaret etmektedir. Abd b. Humeyd, İbnü Münzir, İbnü ebi Hatim, İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Ebu Zerr (r.a)'den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: Ebu Zerr demiştir ki: "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki:
Meni rahimde kırk gün durunca ona nüfus meleği gelir, sonra O Allah'a yükseltilir. Melek "Ya Rab, Erkek mi dişi mi?" der.
Allah Teâlâ ne kaza buyuracaksa buyurur. Sonra melek "Cehennemlik mi cennetlik mi?" der. Böylece ne ile karşılaşacaksa o yazılır." Ebu Zerr bu hadisi rivayet edip Teğâbün Sûresi'nin baş tarafından üç âyeti 'e kadar okumuştur. Bunun gibi başka hadisler de vardır. Bunlar insanın yaratılışının içerisinde gelecekteki mukadderatının takdir edilmiş bulunduğunu gösterir. Fakat bilindiği gibi bu mukadderatın böyle Allah tarafından bilinip takdir edilmesi onun, bir kısmını kulun işlemesine ve tercih etmesine engel değildir. Kulun bir fiili yapması üzerine cereyan eden yaratma da, "Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı. " (Saffât, 37/96) âyetine göre yine Allah'a aittir. Binaenaleyh iman da, küfür de yaratılmıştır.
Ancak Allah'ın imana rızası var, küfre rızası yoktur. Bu suretle iman ve küfrün yaratılması insanın iradesiyle ilgili tali ve gerekli bir yaratma olduğundan "İçinizden kimi kâfir, kimi mümindir." buyurulmuştur. Bu izahta, hem Kâdî Beydâvi'nin işaret ettiği mânâ, hem de Ebu's-Suud'un tercih ettiği anlam mevcuttur. Bunlardan birisi, "Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvir, 81/29) âyetine, diğeri de "Dileyen Rabbine varan bir yol tutar." (İnsan, 76/29) âyeti doğrultusundadır. Küfür ve nankörlükten sakındırma, iman ve iyiliğe teşvik mânâsını ifade eden şu cümle de, kulun fiilî tarafını kuvvetlendirmektedir. Halbuki Allah, her ne yaparsanız görücüdür. Gerek küfür ve gerek küfürle ilgili ameller ve gerekse iman ve imana bağlı ameller olsun her ne yaparsanız hepsini görüp duruyor. İyiliği de, kötülüğü de görüyor. Siz O'nu göremeseniz de O sizi ve yaptıklarınızı görüyor. O halde O'na karşı küfür ve nankörlükten utanmaz mısınız? Utanmazsanız korkmaz mısınız? Şüphe yok ki insanın işledikleri ameller içinde, elinde olmayan mecburi fiiller de vardır. İnsan bunların da dünyada lezzet ve acı gibi sonuçlarına dayanmaya mecbur olursa da, başlangıçları itibariyle olsun hiç kesb ve iradeye bağlı olmayan cebri fiiller, sırf mecburi olduklarından dolayı ahiretle ilgili sorumlulukları yönüyle insana ait değildir. "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21) âyetlerinden de anlaşılacağı üzere insana ait olan, insanın gayreti ve çalışması ile alakalı bulunan fiilerdir. Onun için bu âyette de "ne yaparsanız" ifadesi ile kasdedilen, gerek doğrudan doğruya, gerek başlangıçları itibariyle insanın çalışmasıyla ilgili amellerin olması lazım gelir ki, küfür ve imana sebeb olanlar da nazar ve düşünce yönüyle bu kabildendir. Gerçi Allah Teâlâ insanların yaptıkları her fiili de görür. Fakat sırf vehbî (Allah'ın lütfuyla) veya zorunlu olan fiillerde sorumluluk ve yükümlülük bulunmadığından bu cümlenin ifade ettiği tehdit, ancak irade ile yapılan fiillere yöneliktir. Bu suretle sorumluluğun mânâsı da, kulun ihtiyar ve iradesini Allah Teâlâ yerine getirdiği takdirde ilâhî hikmetin gereği olarak, yaratılacak iyi veya kötü bütün sonuçların kula ait olması ve böylece kulun, Allah'ın yanında ceza veya mükafat görmesi demektir. O halde Allah yaptıklarımızı görürse ne olur? denilmemelidir.
3. Çünkü Allah Teâlâ bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Boşuna ve oyuncak olarak değil, kendisinin vasfı olan hak mânâsını gösteren, eşya arasında bir sıralanma ve intizam ifade edip hepsini hak gayesine doğru götüren sabit bir irade ve üstün bir hikmetle yaratmıştır. Onun için yaratıcının hakkını yaratığa, yaratanın hakkını da yaratıcıya isnad etmemek nasıl bir hak ise, bir yaratığın hakkını diğer bir yaratığa isnad etmemek de aynı şekilde bir haktır. Bütün fiilleri görüp duran Allah Teâlâ, her birine hakkıyla gerekli görerek yaratacağı sonuçları, elbette ki mahallinden başkasına isnad etmez. Küfür ve nankörlüğe vereceği cezayı imana, iman ve ihsana (iyiliğe) vereceği mükafatı da küfre ve nankörlüğe vermez. O, bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır ve size suret vermiş, bütün yaratıkları içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuş sonra suretlerinizi, güzel de yapmıştır. Ahsen-i takvim denilen en güzel biçime sokmuştur. Haşr Sûresi'nde "O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır..." (Haşr, 59/24) âyetinde geçtiği üzere suret, hususi olan bedenle ilgili şekil ve biçime denildiği gibi akılla anlaşılan manevî sınır ve belirtilere de denir. İnsanlar da gerek beden ve boy uygunluğu ve gerek eşyayı birbirinden ayırdettiren suretlerini kavramakla hak anlamını idrak eden ruhanî şekillenmeler açısından en güzel surette yaratılmışlardır. Bu suretle kâinatın hak ile yaratılmış olan özelliklerini kendinde hülasa ederek hakkı batıldan, güzeli çirkinden, hayrı şerden, tatlıyı acıdan ayırmak mümkün ve mukadder olduğu kadar tasarruf edip dilediğini yaratıcıdan isteyebilir. Böylece hayatta elde ettiği şeye göre insan kendini ya daha ziyade güzelleştirir, cennetin en yüksek makamına ulaşır, yahutta çirkinleştirir, cehennemin dibine yuvarlanır. Denilmiştir ki :"İnsan cennet ile cehennem arasını birleştiricidir." Bu da soyutlar âleminden Rabbın emri olan ruhu ile maddeler âleminden olan bedeni sebebiyledir. Şu beyti Hz. Ali'ye nisbet ederler:
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
64-TEĞABUN:
1. Yukarılarda ve aşağıda bulunan bütün yaratıklar her zaman, devamlı surette Allah'ı tenzih eder durur. Bu sûrenin böyle tesbih ile başlaması, önceki sûrede zikredilen İlâhî üstünlüğün bir beyanı, müminleri Allah'ı zikre teşvik etmenin bir müeyyidesidir. Ayrıca eceli gelen bir kimsenin ecelini tehir etmemesi de, kudretindeki bir kusurdan dolayı değil; zat, sıfat ve fiillerinde her noksanlıktan berî olarak mülk ve tasarruflarında tam üstünlük ve hakimiyyetinden dolayı olduğuna bir tenbih ve bu sûrede zikredilecek yeniden dirilme konusunda bir mukaddime demektir. Ölüm, gözlerinin önünde duran gafiller, kâfirler anlamaz düşünmezlerse de göklerde ve yerde her ne varsa Allah Teâlâ'nın kemal ve yüceliğini her an ilan edip durmakta, zerresinden cisimlerine, cisimlerinden fezasına her neye bakılsa hepsi O'nun yüceliğine şehadet etmektedir. Mülk O'nun, hamd O'nundur. O'ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini yaratan, hepsini tutan, koruyan O'dur. Hepsinde dilediği gibi yaratma ve yok etme, öldürme ve yaşatma, üstün ve zelil kılma vesaire gibi tasarruf etme hakkı da O'nun, her nede olursa olsun hamd ve şükür, övülme ve ta'zim edilme hakkı da O'nundur. Ve o her şeye kâdirdir. Binaenaleyh bu gün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük galibiyetlere erdirmeye, zengin ve güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye, sorumlu olmayız zannedenleri sorumlu tutmaya, uykudakileri uyandırmaya, ölüleri diriltmeye, Resulü'ne vaad ettiğini yerine getirmeye, kısacası varları yok, yokları var etmeye kâdirdir.
2. Kudretinin izlerinden bazısının beyanı şöyledir: O, o kudret sahibidir ki sizi yaratmıştır sonra da içinizden kimi kâfir, O'nu, O'nun kudretini ve kudretinin delillerini tanımaz, inkâr eder, yalanlar, nankörlük eder, hakikati örter ve kendi yaratılışında gizlenmiş bulunan alâmetleri görmemezlikten gelir, kimi de mümin; O'na, O'nun kudretine, gönderdiklerine, indirdiklerine inanır ve yaratılıştaki görüntüye muttali olur. Şu halde kâfir de, mümin de O'nun yaratığıdır. İnsanın yaratılışı, yaratıcıya imanı gerektirmekle beraber, küfre de imana da kabiliyetlidir. Mahlukat içinde hepsinden farklı bir insan cinsi yaratmak, sonra da aynı cins içinde bir birine zıt iki grup meydana çıkarmak şüphesiz yaratıcının her şeye kadir olduğuna delalet eden kudretinin izlerinden önemli bir delildir. Bu cümlenin "kâfiren ev müminen" gibi hal ve kayd veya "ba'züküm kâfir ve ba'züküm mümin" gibi fâsıl suretinde ifade edilmeyip de açıklama veya kısımlara ayrılma ile tertibe delalet eden ile şeklinde yan bir cümle olarak getirilmesi, küfür ve imanın da Allah tarafından yaratılıp takdir edilmesiyle beraber insanların bizzat yapma ve iradeleriyle alakalı olarak talî ve gerekli bir şekilde yaratılmış bulunduğuna işaretle kâfirlere bir tehdit ifade etmektedir.
Kadî Beydâvî daha ziyade birinci noktaya işaretle şöyle demiştir: "Kâfir, küfrü takdir edilen ve üzerine yüklenilen, mümin ise, imanı takdir edilen ve gereğini yapmaya muvaffak kılınan demektir." Ebu's-Suud da ikinci noktaya temas ederek şunları söylemiştir: "Sizi ilmî olgunlukların ve ameliyenin prensiplerini içeren güzel bir yaratılışla yaratmış, bununla beraber bazılarınız yaratılış gereğinin aksine olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazılarınız da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur. Halbuki üzerinize vacib olan hepinizin imanı tercih edip halk ve îcad nimetine ve ona bağlı diğer nimetlere şükretmekti. Siz ise yaratılışınız itibarıyla buna kabiliyetli olduğunuz halde öyle yapmadınız da kiminiz kâfir, kiminiz mümin olup gruplara ayrıldınız." Mamafih bu grup ve fırkalara ayrılmayı, Cebriyye'nin dediği gibi kulun hiç bir rolü olmayarak sırf Allah'ın takdirine nisbet etmek nasıl doğru değilse, Mu'tezile'nin anladığı gibi Allah'ın yaratma ve takdiri olmaksızın sadece kulların yaratmasına nisbet de doğru değildir. Âyet açıkladığımız gibi iki cihetin ikisine de işaret etmektedir. Abd b. Humeyd, İbnü Münzir, İbnü ebi Hatim, İbnü Cerir ve İbnü Merduye, Ebu Zerr (r.a)'den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir: Ebu Zerr demiştir ki: "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki:
Meni rahimde kırk gün durunca ona nüfus meleği gelir, sonra O Allah'a yükseltilir. Melek "Ya Rab, Erkek mi dişi mi?" der.
Allah Teâlâ ne kaza buyuracaksa buyurur. Sonra melek "Cehennemlik mi cennetlik mi?" der. Böylece ne ile karşılaşacaksa o yazılır." Ebu Zerr bu hadisi rivayet edip Teğâbün Sûresi'nin baş tarafından üç âyeti 'e kadar okumuştur. Bunun gibi başka hadisler de vardır. Bunlar insanın yaratılışının içerisinde gelecekteki mukadderatının takdir edilmiş bulunduğunu gösterir. Fakat bilindiği gibi bu mukadderatın böyle Allah tarafından bilinip takdir edilmesi onun, bir kısmını kulun işlemesine ve tercih etmesine engel değildir. Kulun bir fiili yapması üzerine cereyan eden yaratma da, "Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı. " (Saffât, 37/96) âyetine göre yine Allah'a aittir. Binaenaleyh iman da, küfür de yaratılmıştır.
Ancak Allah'ın imana rızası var, küfre rızası yoktur. Bu suretle iman ve küfrün yaratılması insanın iradesiyle ilgili tali ve gerekli bir yaratma olduğundan "İçinizden kimi kâfir, kimi mümindir." buyurulmuştur. Bu izahta, hem Kâdî Beydâvi'nin işaret ettiği mânâ, hem de Ebu's-Suud'un tercih ettiği anlam mevcuttur. Bunlardan birisi, "Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz." (Tekvir, 81/29) âyetine, diğeri de "Dileyen Rabbine varan bir yol tutar." (İnsan, 76/29) âyeti doğrultusundadır. Küfür ve nankörlükten sakındırma, iman ve iyiliğe teşvik mânâsını ifade eden şu cümle de, kulun fiilî tarafını kuvvetlendirmektedir. Halbuki Allah, her ne yaparsanız görücüdür. Gerek küfür ve gerek küfürle ilgili ameller ve gerekse iman ve imana bağlı ameller olsun her ne yaparsanız hepsini görüp duruyor. İyiliği de, kötülüğü de görüyor. Siz O'nu göremeseniz de O sizi ve yaptıklarınızı görüyor. O halde O'na karşı küfür ve nankörlükten utanmaz mısınız? Utanmazsanız korkmaz mısınız? Şüphe yok ki insanın işledikleri ameller içinde, elinde olmayan mecburi fiiller de vardır. İnsan bunların da dünyada lezzet ve acı gibi sonuçlarına dayanmaya mecbur olursa da, başlangıçları itibariyle olsun hiç kesb ve iradeye bağlı olmayan cebri fiiller, sırf mecburi olduklarından dolayı ahiretle ilgili sorumlulukları yönüyle insana ait değildir. "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21) âyetlerinden de anlaşılacağı üzere insana ait olan, insanın gayreti ve çalışması ile alakalı bulunan fiilerdir. Onun için bu âyette de "ne yaparsanız" ifadesi ile kasdedilen, gerek doğrudan doğruya, gerek başlangıçları itibariyle insanın çalışmasıyla ilgili amellerin olması lazım gelir ki, küfür ve imana sebeb olanlar da nazar ve düşünce yönüyle bu kabildendir. Gerçi Allah Teâlâ insanların yaptıkları her fiili de görür. Fakat sırf vehbî (Allah'ın lütfuyla) veya zorunlu olan fiillerde sorumluluk ve yükümlülük bulunmadığından bu cümlenin ifade ettiği tehdit, ancak irade ile yapılan fiillere yöneliktir. Bu suretle sorumluluğun mânâsı da, kulun ihtiyar ve iradesini Allah Teâlâ yerine getirdiği takdirde ilâhî hikmetin gereği olarak, yaratılacak iyi veya kötü bütün sonuçların kula ait olması ve böylece kulun, Allah'ın yanında ceza veya mükafat görmesi demektir. O halde Allah yaptıklarımızı görürse ne olur? denilmemelidir.
3. Çünkü Allah Teâlâ bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Boşuna ve oyuncak olarak değil, kendisinin vasfı olan hak mânâsını gösteren, eşya arasında bir sıralanma ve intizam ifade edip hepsini hak gayesine doğru götüren sabit bir irade ve üstün bir hikmetle yaratmıştır. Onun için yaratıcının hakkını yaratığa, yaratanın hakkını da yaratıcıya isnad etmemek nasıl bir hak ise, bir yaratığın hakkını diğer bir yaratığa isnad etmemek de aynı şekilde bir haktır. Bütün fiilleri görüp duran Allah Teâlâ, her birine hakkıyla gerekli görerek yaratacağı sonuçları, elbette ki mahallinden başkasına isnad etmez. Küfür ve nankörlüğe vereceği cezayı imana, iman ve ihsana (iyiliğe) vereceği mükafatı da küfre ve nankörlüğe vermez. O, bütün gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır ve size suret vermiş, bütün yaratıkları içinde sizi ayrı şekil ve suret ile tasvir edip insan biçimine koymuş sonra suretlerinizi, güzel de yapmıştır. Ahsen-i takvim denilen en güzel biçime sokmuştur. Haşr Sûresi'nde "O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır..." (Haşr, 59/24) âyetinde geçtiği üzere suret, hususi olan bedenle ilgili şekil ve biçime denildiği gibi akılla anlaşılan manevî sınır ve belirtilere de denir. İnsanlar da gerek beden ve boy uygunluğu ve gerek eşyayı birbirinden ayırdettiren suretlerini kavramakla hak anlamını idrak eden ruhanî şekillenmeler açısından en güzel surette yaratılmışlardır. Bu suretle kâinatın hak ile yaratılmış olan özelliklerini kendinde hülasa ederek hakkı batıldan, güzeli çirkinden, hayrı şerden, tatlıyı acıdan ayırmak mümkün ve mukadder olduğu kadar tasarruf edip dilediğini yaratıcıdan isteyebilir. Böylece hayatta elde ettiği şeye göre insan kendini ya daha ziyade güzelleştirir, cennetin en yüksek makamına ulaşır, yahutta çirkinleştirir, cehennemin dibine yuvarlanır. Denilmiştir ki :"İnsan cennet ile cehennem arasını birleştiricidir." Bu da soyutlar âleminden Rabbın emri olan ruhu ile maddeler âleminden olan bedeni sebebiyledir. Şu beyti Hz. Ali'ye nisbet ederler:
Moderatör tarafında düzenlendi: