TÜRKOĞLU
Aktif Üyemiz
Yaban toplumu insanı için yaşadığı tabiat, diğer insanlar, topluluklar hayatta kalabilmek açısından korku kaynağıdır. Çünkü doğal olayların izahını, modern bilimle açıklayan modern toplumun insanına göre, korkulara dayalı olarak yapar. Mesela şimşeğin çakması, rasyonalist, pozitivist eğitimden geçmiş modern insan için bulutlarda biriken elektrik yükünün boşalmasıdır. Halbuki yaban toplum insanı bunu, gökte bulunan bir şimşek tanrısının veya kutsal ruhun insanları cezalandırmak için yaptığı şeklinde açıklar. İşte mitolojinin başlangıç noktası da burasıdır. Doğal olgular, nesneler, bir kişilik ve işlev üstlenerek, gökteki kutsal varlıkların yaptırım gücüyle birleşip miti oluştururlar.
Mitoloji, yaban toplum insanı için günümüzün dini, ideolojisi, dünya görüşü, bilimi yerine geçer. Mitolojik anlatılar, onların tabiat güçleri karşısındaki korkularıyla doludur. Balık ve fok avını, çok zor koşullarda yapan Eskimoların tanrıları son derece kuralcı, ceberut ve erildir. Hiçbir hatayı affetmez. Afrika ormanlarının verimli alanlarında avcılık yapan bir toplumun tanrıları ise daha müşfik, verici ve dişildir. Tabi ki bunlar bütün dünya için yapılabilecek genellemeler değildir. Yine de Türk mitolojisinde de tabiat ve insan ilişkisinde benzer özellikleri görmemiz mümkündür.
Avcılıkla geçinen Türk boyları arasında, kısıtlı olan av alanlarında, av hayvanlarının ölçüsüzce avlanması, hatta bu hayvanların daha yavruyken öldürülmesi, av tanrısından korkuyu da beraberinde getirmektedir. Çünkü av alanındaki kaynakların tüketilmemesi ve yeni av hayvanlarının çoğalmasının sağlanması avcılığın genel kuralı olmuştur. İşte bu düşünce, avcılar üzerinde yaptırım gücü olan bir av tanrısını oluşturmuş, bunun sonucunda da Altaylarda bir av tanrısından bahsedilebilmiştir.
Tabiatta her nesnenin içinde ruh olduğu inancına, animistik düşünceye dayalı olan ev iyeleri inanışı da Anadolu’da hala görülebilmektedir. Evin iyesinin bulunduğu yer, makam ise eşiktir, bu sebeple eşiğe basılmaz. Eğer eşiğe basılır, ev iyesine saygısızlık edilirse, o eve bir felaket geleceğinden korkulur. Hatta uzun süre bir evin aile üyelerinin başına kötü şeyler gelmişse, o evde bereketsizlik varsa, evin eşiği çıkartılır, dualarla yeni eşik yerine konur.
İnsanlığın uygarlık tarihini düşünerek, insanların var olma, tabiatla baş edebilme, düşman topluluklardan korunma, hastalıklarla başa çıkabilme çabalarını, korkular ve bunların çareleri diye belirtebiliriz. Bunları şu şekilde örneklendirmemiz mümkündür.
Bir topluluğun üretim alanının, araçlarının tehdit altında olması, mitolojik anlatılarda, destan, masal, efsane gibi halk edebiyatı ürünlerinde hep bir canavar, dev, vahşi hayvan motifiyle belirtilmiştir. Avcı, çoban toplumun bir edebi üretimi olan Oğuz Kağan destanında av alanı, Uygurca metinde “kıyant”, Türkiye Türkçesine aktarılan metinde “gergedan” diye belirtilen vahşi bir canavarın kontrolündedir. Avcılıkla ve çobanlıkla geçinen bu toplum, av alanından yararlanamamak, ürettiği hayvanları vahşi hayvana kaptırmak gibi ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Bu toplumsal korkuyu bertaraf eden Oğuz Kağan, daha sonra kahraman olur, gök ve yer tanrısının kızlarıyla evlendirilerek ödüllendirilir.
Aynı şekilde tarım toplumunun edebi metinlerinde de suyun başını tutmuş bir dev, gölü kirleten bir canavar motifleriyle karşılaşırız. Bunlar üretim alanlarının ve araçlarının tehdit altında olmasını belirten sembollerdir aslında. Tarım toplumu için asıl korku, kuraklık, kıtlıktır. Suyun olmaması, kullanılamamasıdır asıl sebep. Devler, canavarlar, vahşi yaratıklar, oradaki korkuyu cisimleştirirler.
Yaban toplum insanı, güvensiz yerlerde, bilmediği topraklarda yolculuğa başlamadan önce yol tanrısına saçı saçmakta, böylelikle bu korkusunu, var olduğunu zannettiği iyi güçlerin yardımıyla bastırmaktadır. Her ne kadar günümüzde yola çıkarken yola gidenin ardından su dökmek adeti, yolcunun yolda su gibi akıcı olması şeklinde bir tür benzerlik büyüsü yapılsa da bunun kökenine indiğimizde suyun, yol tanrısına sunulan bir tür kurban veya rüşvet olduğu da düşünülmelidir.
Peki, cisimleşmiş bu korkulara karşı yaban toplumlardan günümüz halk inançlarına doğru gelen süreçte, acaba insanlar ne tür yollara başvurmuşlardır? Tabiatı, kutsal varlıkları, insanları, nesneleri denetleyebilmek için büyüye, fallara yönelmişlerdir. Gelecek korkusu, var olma telaşı, yaşanacakları önceden bilme, geleceği öğrenebilme çabasıyla kahve, bakla, kurbanın kürek kemiği falından, ateşe tuz atarak renk ve seslerden yorum yapmaya giden çok çeşitli uygulamalar oluşturulmuştur.
İyi amaçla yapılana ak, kötü amaçla yapılana kara büyü denir. Büyü yapma yolları da temas, benzerlik, taklit diye belirtilir. Bir velinin, dervişin türbesindeki taşa vücudunu süren insan, hastalığına, talihine iyi geleceğini düşündüğü büyüsel bir harekette bulunur. Aynı şekilde ava çıkmadan önce avcı hayvanlar gibi dans eden avcılar da benzerlik büyüsünü gerçekleştirmektedir. Ayrıca amulet, nazarlık, fetiş, put denilen çeşitli nesnelerle temas eden insan, onun içinde bulunduğunu vehmettiği kutsal gücü kendisine geçirdiğini düşünmektedir. Böylelikle korkularını kontrol edebilmekte, bastırabilmektedir.
İnsanların doğduğunda yaşayabileceği hastalık, ölüm gibi tehlikeler, Türk halk kültüründe al karısı, albıs, hal anası denilen bir varlığa yüklenmektedir. Al karısının lohusa kadını ve bebeği boğup ciğerini çıkarıp yediğine inanılmakta, bu korkuyu bastırabilmek için de kırmızı renkli nesneler, bıçak, iğne, makas gibi demirden yapılmış eşyalar, erkek elbisesi veya Kuran-ı Kerim, lohusanın ve bebeğin yakınında bulundurulmakta, lohusa yalnız bırakılmamaktadır. Bunun çok önemli bir yararı, doğum sonrası depresyonunun, sosyal ortam içinde konuşarak, dertleşerek kolay atlatılabilmesidir. Kadının doğum yaptıktan sonra vücudunun kaybettiği kan ve suyun bedeni, zihni zayıflatması, açık yaraların mikrop kaparak hastalanması ise al karısına bağlanmaktadır. Böylelikle bu korku cisimleştirilerek, eski Türk inançlarından gelen motifler, günümüz toplumunda da sürdürülmektedir.
Çeşitli psikolojik sebepleri olan halüsinasyonlar da dev, cadı, cin, peri, kapos, kepoz, mayısa, hıbilik, enkebir, karakoncolos, şubat karısı, çarşamba karısı gibi demonlarla, korkunç varlıklarla ilintilenmektedir . Uyaran yoksunluğunun yol açtığı durumlarda görülen halüsinasyonlar, çeşitli ateşli hastalıklar sebebiyle veya uyurken kan dolaşımının yeterli olmamasıyla vücutta, beyinde oluşan ağrılar, bu sırada uykuyla uyanıklık arasında görülenler, halk arasında yukarıda sıralanan korkunç varlıklarla açıklanmaktadır.
Mutlaka bu varlıklara saygı gösterilmesi gerektiği öğütlenmekte, olağanüstü varlıklarla, insanlar arasında uyumlu bir hayat sürmek, ilahi bir hakikat olarak belirtilmektedir.
Türk mitolojisinde en önemli şeytani varlık, Erlik’tir. Onun, kaşı, gözü, saçı kara, yaban domuzu dişli, kara ata, öküze binen, yılan kamçılı, kan gibi parlak yüzlü şeklindeki vücut tasviri ne kadar korkunç olduğu hakkında bir fikir verebilir.
Çeşitli sosyal durumlarla ilgili rahatsızlıklar, korkular da halk şiirinde kendisini göstermektedir. En çok korkulansa ayrılık, gurbet ve ölümdür. Sosyal ve ekonomik şartların zorlamasıyla ayrı düşen insanlar, bunları türkülerde; ölüm acısı ve korkusunu ise en etkili şekilde ağıtlarda işlemişlerdir. Özellikle ölen şahsın nitelikleri üstün gösterilerek ölümün yok ediciliğine karşı hiç değilse sözle bir üstünlük kurmak istenmiştir. Osmanlı devletinin vergi vermeyen göçebelerle ilgili kanunları ise “ferman padişahın dağlar bizimdir” şeklinde reddedilmiştir. Dadaloğlu’nun şiirinde bunu görmemiz mümkündür. Osmanlı tarihi düşünüldüğünde burada Osmanlı korkusunun bir meydan okumayla yok edilmeye çalışıldığı da anlaşılabilir. Şathiyelerde Allah’a karşı sitemkar sözlerin de arkasında hayatın zorluğu, cehennem korkusu da kendisini hissettirmektedir. Kıldan köprü yaptıran Allah’a geçebilirsen sen geç diye seslenmenin arkasında bu korkuyu hissetmek mümkündür.
Türk halk kültürü gibi engin bir alanda bizim bu yazıdaki tespitlerimiz birkaç tipik örnek vermek ve genel çerçeveyi tespit etmeye çalışmakla sınırlıdır. Yoksa bu konu yüzlerce sayfalık tezlerde, kitaplarda işlenebilecek yapıya ve malzemeye sahiptir.Muharrem Kaya, Türk Halk Kültüründe Korku,
Mitoloji, yaban toplum insanı için günümüzün dini, ideolojisi, dünya görüşü, bilimi yerine geçer. Mitolojik anlatılar, onların tabiat güçleri karşısındaki korkularıyla doludur. Balık ve fok avını, çok zor koşullarda yapan Eskimoların tanrıları son derece kuralcı, ceberut ve erildir. Hiçbir hatayı affetmez. Afrika ormanlarının verimli alanlarında avcılık yapan bir toplumun tanrıları ise daha müşfik, verici ve dişildir. Tabi ki bunlar bütün dünya için yapılabilecek genellemeler değildir. Yine de Türk mitolojisinde de tabiat ve insan ilişkisinde benzer özellikleri görmemiz mümkündür.
Avcılıkla geçinen Türk boyları arasında, kısıtlı olan av alanlarında, av hayvanlarının ölçüsüzce avlanması, hatta bu hayvanların daha yavruyken öldürülmesi, av tanrısından korkuyu da beraberinde getirmektedir. Çünkü av alanındaki kaynakların tüketilmemesi ve yeni av hayvanlarının çoğalmasının sağlanması avcılığın genel kuralı olmuştur. İşte bu düşünce, avcılar üzerinde yaptırım gücü olan bir av tanrısını oluşturmuş, bunun sonucunda da Altaylarda bir av tanrısından bahsedilebilmiştir.
Tabiatta her nesnenin içinde ruh olduğu inancına, animistik düşünceye dayalı olan ev iyeleri inanışı da Anadolu’da hala görülebilmektedir. Evin iyesinin bulunduğu yer, makam ise eşiktir, bu sebeple eşiğe basılmaz. Eğer eşiğe basılır, ev iyesine saygısızlık edilirse, o eve bir felaket geleceğinden korkulur. Hatta uzun süre bir evin aile üyelerinin başına kötü şeyler gelmişse, o evde bereketsizlik varsa, evin eşiği çıkartılır, dualarla yeni eşik yerine konur.
İnsanlığın uygarlık tarihini düşünerek, insanların var olma, tabiatla baş edebilme, düşman topluluklardan korunma, hastalıklarla başa çıkabilme çabalarını, korkular ve bunların çareleri diye belirtebiliriz. Bunları şu şekilde örneklendirmemiz mümkündür.
Bir topluluğun üretim alanının, araçlarının tehdit altında olması, mitolojik anlatılarda, destan, masal, efsane gibi halk edebiyatı ürünlerinde hep bir canavar, dev, vahşi hayvan motifiyle belirtilmiştir. Avcı, çoban toplumun bir edebi üretimi olan Oğuz Kağan destanında av alanı, Uygurca metinde “kıyant”, Türkiye Türkçesine aktarılan metinde “gergedan” diye belirtilen vahşi bir canavarın kontrolündedir. Avcılıkla ve çobanlıkla geçinen bu toplum, av alanından yararlanamamak, ürettiği hayvanları vahşi hayvana kaptırmak gibi ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır. Bu toplumsal korkuyu bertaraf eden Oğuz Kağan, daha sonra kahraman olur, gök ve yer tanrısının kızlarıyla evlendirilerek ödüllendirilir.
Aynı şekilde tarım toplumunun edebi metinlerinde de suyun başını tutmuş bir dev, gölü kirleten bir canavar motifleriyle karşılaşırız. Bunlar üretim alanlarının ve araçlarının tehdit altında olmasını belirten sembollerdir aslında. Tarım toplumu için asıl korku, kuraklık, kıtlıktır. Suyun olmaması, kullanılamamasıdır asıl sebep. Devler, canavarlar, vahşi yaratıklar, oradaki korkuyu cisimleştirirler.
Yaban toplum insanı, güvensiz yerlerde, bilmediği topraklarda yolculuğa başlamadan önce yol tanrısına saçı saçmakta, böylelikle bu korkusunu, var olduğunu zannettiği iyi güçlerin yardımıyla bastırmaktadır. Her ne kadar günümüzde yola çıkarken yola gidenin ardından su dökmek adeti, yolcunun yolda su gibi akıcı olması şeklinde bir tür benzerlik büyüsü yapılsa da bunun kökenine indiğimizde suyun, yol tanrısına sunulan bir tür kurban veya rüşvet olduğu da düşünülmelidir.
Peki, cisimleşmiş bu korkulara karşı yaban toplumlardan günümüz halk inançlarına doğru gelen süreçte, acaba insanlar ne tür yollara başvurmuşlardır? Tabiatı, kutsal varlıkları, insanları, nesneleri denetleyebilmek için büyüye, fallara yönelmişlerdir. Gelecek korkusu, var olma telaşı, yaşanacakları önceden bilme, geleceği öğrenebilme çabasıyla kahve, bakla, kurbanın kürek kemiği falından, ateşe tuz atarak renk ve seslerden yorum yapmaya giden çok çeşitli uygulamalar oluşturulmuştur.
İyi amaçla yapılana ak, kötü amaçla yapılana kara büyü denir. Büyü yapma yolları da temas, benzerlik, taklit diye belirtilir. Bir velinin, dervişin türbesindeki taşa vücudunu süren insan, hastalığına, talihine iyi geleceğini düşündüğü büyüsel bir harekette bulunur. Aynı şekilde ava çıkmadan önce avcı hayvanlar gibi dans eden avcılar da benzerlik büyüsünü gerçekleştirmektedir. Ayrıca amulet, nazarlık, fetiş, put denilen çeşitli nesnelerle temas eden insan, onun içinde bulunduğunu vehmettiği kutsal gücü kendisine geçirdiğini düşünmektedir. Böylelikle korkularını kontrol edebilmekte, bastırabilmektedir.
İnsanların doğduğunda yaşayabileceği hastalık, ölüm gibi tehlikeler, Türk halk kültüründe al karısı, albıs, hal anası denilen bir varlığa yüklenmektedir. Al karısının lohusa kadını ve bebeği boğup ciğerini çıkarıp yediğine inanılmakta, bu korkuyu bastırabilmek için de kırmızı renkli nesneler, bıçak, iğne, makas gibi demirden yapılmış eşyalar, erkek elbisesi veya Kuran-ı Kerim, lohusanın ve bebeğin yakınında bulundurulmakta, lohusa yalnız bırakılmamaktadır. Bunun çok önemli bir yararı, doğum sonrası depresyonunun, sosyal ortam içinde konuşarak, dertleşerek kolay atlatılabilmesidir. Kadının doğum yaptıktan sonra vücudunun kaybettiği kan ve suyun bedeni, zihni zayıflatması, açık yaraların mikrop kaparak hastalanması ise al karısına bağlanmaktadır. Böylelikle bu korku cisimleştirilerek, eski Türk inançlarından gelen motifler, günümüz toplumunda da sürdürülmektedir.
Çeşitli psikolojik sebepleri olan halüsinasyonlar da dev, cadı, cin, peri, kapos, kepoz, mayısa, hıbilik, enkebir, karakoncolos, şubat karısı, çarşamba karısı gibi demonlarla, korkunç varlıklarla ilintilenmektedir . Uyaran yoksunluğunun yol açtığı durumlarda görülen halüsinasyonlar, çeşitli ateşli hastalıklar sebebiyle veya uyurken kan dolaşımının yeterli olmamasıyla vücutta, beyinde oluşan ağrılar, bu sırada uykuyla uyanıklık arasında görülenler, halk arasında yukarıda sıralanan korkunç varlıklarla açıklanmaktadır.
Mutlaka bu varlıklara saygı gösterilmesi gerektiği öğütlenmekte, olağanüstü varlıklarla, insanlar arasında uyumlu bir hayat sürmek, ilahi bir hakikat olarak belirtilmektedir.
Türk mitolojisinde en önemli şeytani varlık, Erlik’tir. Onun, kaşı, gözü, saçı kara, yaban domuzu dişli, kara ata, öküze binen, yılan kamçılı, kan gibi parlak yüzlü şeklindeki vücut tasviri ne kadar korkunç olduğu hakkında bir fikir verebilir.
Çeşitli sosyal durumlarla ilgili rahatsızlıklar, korkular da halk şiirinde kendisini göstermektedir. En çok korkulansa ayrılık, gurbet ve ölümdür. Sosyal ve ekonomik şartların zorlamasıyla ayrı düşen insanlar, bunları türkülerde; ölüm acısı ve korkusunu ise en etkili şekilde ağıtlarda işlemişlerdir. Özellikle ölen şahsın nitelikleri üstün gösterilerek ölümün yok ediciliğine karşı hiç değilse sözle bir üstünlük kurmak istenmiştir. Osmanlı devletinin vergi vermeyen göçebelerle ilgili kanunları ise “ferman padişahın dağlar bizimdir” şeklinde reddedilmiştir. Dadaloğlu’nun şiirinde bunu görmemiz mümkündür. Osmanlı tarihi düşünüldüğünde burada Osmanlı korkusunun bir meydan okumayla yok edilmeye çalışıldığı da anlaşılabilir. Şathiyelerde Allah’a karşı sitemkar sözlerin de arkasında hayatın zorluğu, cehennem korkusu da kendisini hissettirmektedir. Kıldan köprü yaptıran Allah’a geçebilirsen sen geç diye seslenmenin arkasında bu korkuyu hissetmek mümkündür.
Türk halk kültürü gibi engin bir alanda bizim bu yazıdaki tespitlerimiz birkaç tipik örnek vermek ve genel çerçeveyi tespit etmeye çalışmakla sınırlıdır. Yoksa bu konu yüzlerce sayfalık tezlerde, kitaplarda işlenebilecek yapıya ve malzemeye sahiptir.Muharrem Kaya, Türk Halk Kültüründe Korku,