ÜMMET BİLİNCİ
Ümmet; öne düşen, çeşitli insan gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki, hepsinin önünde de ‘imam’ (önder, lider) bulunur. Bu şekilde hayra davet ve iyiliği emir, kötülüğü de men edecek bir topluluk ve imamet (önderlik) teşkil edilmesi, Müslümanların imandan sonra ilk dinî farzlarındandır.
Bu farzı (yani Allah’ın emrini) yerine getirebilen Müslümanlar ancak Âl-i İmran sûresi, 104. Ayetinin açık hükmü gereğince, tam kurtuluşa ererler. Yoksa Âl-i İmran 102. ayetinin manası, yani Allah Teâlâ’dan gereği gibi korkmak ve Müslüman olarak can vermek, çok zor ve belki de imkânsız olur. Allah (c.c.)’ın vaadi bütünüyle temin edilmez. İnsanları hayra çağırmak, iyiliği emretmek, kötülüğe engel olmak bütün Müslümanlara ‘farz-ı kifaye’dir. Bu farz yapılmayınca hiçbir Müslüman sorumluluktan kendini kurtaramaz.
Cenâb-ı Hak buyuruyor: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız. (Çünkü) Allah’a inanırsınız.”[1]
Genelde Müslümanların görevleri, içlerinden bunu yapacak belli, özel bir topluluk meydana getirmek, onlara yardım ederek ve tâbi olarak, bu şekilde o görevi yapmaktır. Bunlar tayin ve görevlendirildikten sonra, emretmek ve yasaklamak doğrudan onların üzerine farz-ı ayın olur. Fakat bunlar görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce görevlilere, ikinci olarak herkese yönelir.
Tevhid düzeni bozulduğu zaman, ortaya çıkacak şer belâ da yalnız zalimlere isabet etmekle kalmaz, herkese ulaşır. Hayra davet (çağırma), dine ve dünyaya ait bir iyiliği içeren herhangi bir şeye davettir ki, tevhidin ve İslâm’ın esasıdır. İyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır. Maruf (iyilik), İslâm’ın gereği olan Allah Teâlâ’ya itaat; münker (kötülük) de İslâm’ın gereğine uymayıp, Allah (c.c.)’a karşı gelmek demektir. İyiliği ve kötülüğü Allah’ın ipinden (Kur’an’dan) başka ölçü ile ölçmeye kalkmak, müracaat yerim (yani referansım) İslâm değildir demek, isteklere ve nefse ait arzulara uymaktır ki, bu da tefrika çıkarmak (ayrılıkçılık yapmak)tır.
Bu noktayı daha çok açıklamak için Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.”[2]
Dikkat edilirse, ayrılığa düşenler, yani Yahudi ve Hıristiyanlar gibi olmayın, onların yaptıklarını yapmayın, onlara benzemeyin, deniliyor. Ayrılıkçılar da sadece onlara benzemekle yetinmiyorlar, aynı zamanda onların işbirlikçileri olarak her arzularını yerine getirmek için çırpınıyorlar.
Halbuki biz Müslümanlar ümmet şuuruyla hareket ettiğimiz dönemlerde, Allah (c.c.) bizi yeryüzünde adaleti tesis eden, halkını asırlar boyu güven ve huzur içinde idare eden büyük devletleri kurmakla şereflendirdi. Bütün insanlık hala, bizim, tarihteki o adil yönetimimizden bahsetmektedir.
Müslümanları kardeş yapan pek çok faktör vardır. Birbirlerine destek olmaları¸ sıkıntılı anlarında yardıma koşmaları¸ İslâm’ın yücelmesi için Allah yolunda fedakârlıklar göstermeleri onları bir arada tutan ve kaynaştıran unsurlardan sadece bir kaçıdır. Esasında Müslümanları birbirine kenetleyen ne kadar faktör varsa¸ bunları bir şemsiye altında birleştiren ana unsur ümmet bilincidir. Müminler ümmet oldukları için bir aradadırlar. Camide bir safta omuz omuza vermeleri¸ tüm dünyadaki Müslümanların namaz kılarken tek bir Kâbe’ye yönelmeleri, zekâtlarını ihtiyaç sahibi müminlere takdim etmeleri¸ Kâbe’nin etrafında tavafa koşmaları, yılın aynı günlerinde oruç tutmaları, tüm dünyada aynı ezanı okumaları, aynı amentüye inanmaları hep ümmet oldukları içindir. Başka bir ifadeyle¸ tüm bunlar¸ İslâm bir arada yaşanması gereken din olduğundandır. Nitekim dünyanın herhangi bir bölgesinde inleyen müminlerin derdine derman olmak için seferber olmaları¸ onlar için gözyaşı dökmeleri ve her bir müminin derdini kendi dertleri edinmeleri onlardaki ümmet bilincindendir. Çünkü Allah (c.c.) onları kardeş kılmıştır. Kardeşliğin gereği ise diğer mümin kardeşine sahip çıkmaktır. Bundan dolayı Müslümanlıktaki kaynaşma ve birlik başka hiçbir dinde ve inanışta yoktur¸ olamaz. Olamadığı için de¸ İslâmî hassasiyetlerden habersiz olanlar¸ ümmetin ne olduğunu bilemeyenler¸ bir ülkedeki Müslümanların dünyanın diğer tarafında zorda kalmış müminler için endişelenmelerini ve yüreklerinin sızlanmasını anlayamazlar. ‘Kendi yurdundaki insanlar dururken başkaları için ne diye seferber oluyorlar’ derler. Yardım kampanyalarını¸ çırpınışları gereksiz görürler. Çünkü onlar için destek olunması gerekenler¸ devlet sınırları içerisinde yaşayanlar ve soydaşlarla sınırlıdır. Hz Muhammed (s.a.v)’in şöyle buyurduğundan habersizdirler: “Müminler bir vücudun organları gibidirler. Hangisi bir acı duysa diğer organlar da bunu hissederler.”[3]
Kudüs, bizim topraklarımız içinde iken, orada tüm inanç mensupları barış ve huzur içinde yüzyıllar boyu yaşamışlar, kimse, kimsenin kanını dökmemiş, malını gasp etmemiş ve namusuna dokunmamıştır. Ne zamanki; Osmanlı, dünya siyaset sahnesinden çekildi ve o topraklar zalimlerin eline geçti, işte o zamandan beri sadece Filistin değil, bütün dünya yaşanmaz hale geldi.
Ümmet bilinci, tüm inananları kardeş yaptığı gibi, bütün insanlığın da adalet, barış ve insan haklarına saygılı bir düzende yaşamasının teminatıdır.
Ümmet şuurundan yoksun kavimlerin, itaat ve sadakat bilincini de yitirdiklerini Kur’an-ı Kerim’de geçen Talut-Calut kıssasında bütün açıklığıyla görmekteyiz.
Bu bilinçten yoksun olan toplumlar, düşmanlarına karşı zayıf ve savunmasız kalarak mağlup olmaktadır. Ama ümmet şuuruyla hareket eden Müslümanlar, sayıları az olsa bile Allah Teâlâ’nın izni ile galip gelmektedirler.
Buna göre bir toplumda birlik ve beraberliği sağlamanın yolu, önce zihinlerde, kanaat ve duygularda, sonra davranış ve hareketlerde birliği temin etmektedir. Eski deyimle birincisine ‘Tevhidu’l-Kulûb’ (kalplerin birleştirilmesi) yahut ‘Tevhidi efkar’ (fikirlerin birleştirilmesi), ikincisine de ‘Tevhid-i Ef’al’ (davranış ve hareketlerin birleştirilmesi) adı verilir.[4]
İnsanların ortak noktalarda birleşmesini temin edecek esaslar İslâm’a göre Allah (c.c.) ve Rasûlü (s.a.v.)’nün emir ve yasaklarıdır. Ancak onlar sayesinde davranış ve hareketlerde birlik ve beraberlik sağlanır, tefrikaya düşülmez. Düşünce, duygu ve kanaatte, inançta vahdeti sağlayan müminlerin gerçekten Allah’a inanmış olmaları ve bu hal üzere Rablerine kavuşabilmeleri için “Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız, tefrikaya düşmeyiniz!”[5] Buyrulmuştur.
Birçok hadiste vahdetin sağlanmasında Peygamber Efendimizin tavsiyelerini görmekteyiz: “Size cemaatle (vahdet üzere) olmanızı tavsiye eder, ayrılıp dağılmaktan (tefrikaya düşmekten) şiddetle sakınmanızı isterim. Zira Şeytan yalnız başına yaşayan insana yakın, birlik olan iki kişiye uzaktır. Kim cennetin tam ortasında yaşamak isterse toplu halde ve vahdet içinde olmaya gayret etsin.”[6]
“Müslüman topluluğundan bir karışta olsa ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çözmüş demektir.”[7]
“Müminler birbirini sevmede ve korumada ve birbirine acımada bir vücudun azaları gibidirler. Vücudun herhangi bir organı rahatsız olsa diğer organları da bu yüzden ateşlenir, uykusuz kalır.”[8]
Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik sağlandıktan sonrasında bunu dağıtacak pek çok şer unsur elbette devreye girecektir. Çünkü düşmanlar Müslümanların bu başarısını istemeyecektir. Bu unsurları devre dışı bırakmanın yolunu yukarıdaki ayet ifade etmektedir. Allah (c.c.)’ın emirlerine uyulmayan ve bu sebeple tefrikanın hâkim olduğu, birbirine düşman, birbirinden şikâyetçi insanlardan oluşan cemiyetlerde huzur ve sükûn olmaz; eziyet, sıkıntı, kriz ve belirsizlik baş gösterir. Ayet-i Kerime bunu açık ve kesin olarak ortaya koymaktadır: “Allah’a ve Rasûle itaat ediniz, birbirinizle çekişmeyiniz, yoksa dağılırsınız, böylece gücünüz, kuvvetiniz kaybolur!”[9]
Cemaat Olarak Çalışmanın Gerekliliği
İşte bunun içindir ki, cemaat olmak, bütün insanlığın üzerinde dikkat ve özenle durduğu önemli bir sosyal olaydır. Cemaat ve ümmet olmanın önemini kavrayan tüm Müslümanlar şunu iyi idrak etmelidir ki; fertlerin ulaşamadığı ve elde edemediği birçok iyilik ve sevaba, ancak cemaatler ulaşır ve elde ederler. Hatta bundan dolayıdır ki sadece İslâm dini değil, bütün batıl din ve fikirler de cemaat olayı üzerinde titizlikle dururlar. Tabi ki İslâm’ın istediği cemaat anlayışıyla diğer din ve fikirlerin istemiş olduğu cemaat anlayışı farklıdır.
İslâm, kuru bir kalabalıktan, kelle topluluğundan ziyade, az ve öz olsun, ihlâslı, samimî, ciddî fertlerin yan yana gelmesine önem vermiştir. Yani çokluk ve kalabalıktan ziyade bir kişi olsun, iki kişi de olsun eğer onlar tevhid çizgisinde iseler, onlara önem vermiş ve onları cemaat saymıştır. Aynen Hz İbrahim (a.s.)’i tek başına bir ümmet, bir cemaat saydığı gibi.[10]
İşte bu noktadan hareketle, tevhidi anlayıp kavrayan bir ferdin mutlaka İslâm cemaatine bağlanmada bir sorumluluğu vardır. Hatta bu onun için önemli farizalardan birisidir.
Müslüman’ın ‘Emr-i bil-ma’ruf ve Nehy-i ani’l-münker’ farzını hakkıyla yerine getirebilmesi için cemaat olarak ve birlikte çalışmasının vacip olduğunu ifade eden delillerden birisi Allah Teâlâ’nın şu ayetidir: “Hep birlikte Allah’ın İpine (Hablullah’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın!”[11] Allah Teâlâ, bu ayette çok açık bir şekilde, Müslümanlara “Bölünmeyin, parçalanmayın!” Buyurarak, bir arada kalıp cemaat olmalarını emretmiştir.
Konumuza delil olan ayetlerden bir diğeri de şudur: “Birr (İyilik) ve Takva (sakınma) üzerine birbirinizle yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın! Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir!”[12]
Müfessir İbn-i Kesir şöyle der: ‘Allah Teâlâ, bu ayet-i Kerime’de mümin kullarına, hayırlı işleri yapma ve kötü işleri terk etmede yardımlaşmalarını emretmiş, günah ve haramlarda ise birbirine destek vermelerini yasaklamıştır.’ Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı üzere, Allah Teâlâ çok açık bir şekilde dini yaşama konusunda, yardımlaşmayı emretmiştir. Allah Teâlâ’nın emri, (zorunluluk) ifade eder.
Allah (c.c.)’ın dini için çalışmayı terk edenlerin, kendilerine acımaları ve Allah’ın, meleklerin, yeryüzünde yürüyen ve uçan canlıların lanetlerinin kendilerine dokunmasından sakınmaları gerekir. Onların gecikmeden tekrar hayırlı işlere başlamaları ve hatta hayırda yarışmaları, Emr-i bil-ma’ruf ve Nehy-i ani’l-münker yapmaları gerekmektedir ki Allah (c.c.)’ın izni ile sadık mücahidlerin sevabına nail olsunlar.
Müslüman’ın ahlâkı olan cemaat halinde yaşamanın gerçekten sayılamayacak kadar yararları vardır. Bunların en önemlisi bilindiği gibi bir insana manevî kişilik teşekkül ettirmesidir. Çünkü insanoğlu gerek bedeni itibari ile gerekse iradesi itibariyle çok zayıf ve cılız bir yapıya sahiptir. Bir toplum oluşturduğunda birbirinden etkilenir. Bundan dolayıdır ki, insanların yan yana gelmeleri, maddi olsun manevi olsun her iki konuda da yardımlaşmaları bir ihtiyaçtır.
Ümmet bilinci o kadar güzel bir tutkaldır ki¸ insan nefsine uyarak bir takım hatalar içine düşse bile¸ ümmetin önünde mahcup olmamak ve yaptığıyla diğerlerine kötü örneklik sergilememek başka bir ifadeyle toplumun ifsadına sebebiyet vermemek için günahını bile yalnızken yapmaya çalışır. Haram fiili işlerken toplumu kendisinin zararından korur¸ o kadar bilinçlidir. Bu nedenle İslâm ümmetinde günah her zaman gizlidir. Gerçi kişi aşikâre bir şeyler yapmaya cüret ettiğinde toplumun reaksiyonu çok güçlü olur ve hemen onu dışlar¸ itibarsızlaştırır. Bu nedenle de ahlakî zafiyetleri olan kişiler ümmet içinde değersizdir. Toplum onlara itibar etmez. Ayrıca unutmamak gerekir ki¸ İslâm ahlakının Kur’an ve sünnetle birlikte Müslümanların önüne koyduğu bütün güzellikler hep ümmeti inşa etme amacına matuftur. İslâm hukukunun öngördüğü bütün cezalar da bu ümmetin vahdetine ve güzelliğine halel getirebilecek her bir adıma engel olma amacına dönüktür. Çünkü İslâm kendisine inananları öncelikle ümmet yapmayı hedefler. Bütün emir ve yasakları Müslümanları ümmet yapmak içindir.
Bundan dolayıdır ki¸ günahkârları bir yana¸ ümmet bilincine sahip olan herkes "ümmet muhasebesi" yapar. Örneğin bilginler¸ söylediklerinin ve yazdıklarının inananların gidişatı üzerindeki etkilerini mutlaka hesap ederler. Bir takım makamları elde etmek veya bir yerlere sempatik görünmek için konuşmazlar¸ kalemlerini oynatmazlar. Onlar için Rabb’in rızası her şeyin önündedir ve ümmeti kollamak gibi bir görevleri olduğunu düşünürler. Gönülden bağlı oldukları ve sevdikleri ümmete karşı sorumluluk taşıdıklarını bilirler. Bu yüzden de Müslümanlara zarar verecek her şeyden uzak dururlar. Günümüzde olduğu gibi¸ bu bilinç kaybolduğu zaman ise¸ söylemlerinin ve eylemlerinin ümmet üzerindeki etkilerini hesaba katmaksızın konuşurlar ve yazarlar. Böylesi insanların Müslüman kimliğiyle ümmete verdikleri zarar¸ İslâm karşıtı olanların açık ve net saldırılarından daha ağırdır. İçeriden kabul edildikleri için ümmetin bağrı onlara açıktır ve beklemedikleri yerden yürekleri harap edilir. Şimdilerde ekranlarda boy göstererek müminlerin zihin dünyalarını allak bulak eden¸ geçmişi saygısızca kötüleyen ve İslâm’ı ilk kez kendisinin doğru anladığını iddia edercesine bu dinin bugüne kadar yaşanmadığını iddia edenleri bir de bizim dediğimiz zaviyeden seyrediniz. Bu kişilerin ülkemiz insanlarının zihin dünyalarında neden oldukları kırılmalara¸ dine olan bağlılıklarının sarsılmasına ve artık hiçbir şeye inanamaz hale gelişlerine tanıklık ediniz.
İslâm’ın her şeyin önünde tuttuğu ancak yaşadığımız dönemde kaybolmaya yüz tutmuş olan ‘Ümmet Bilinci’nin zayi olma nedenleri hususunda söylenecek şeyler elbette pek çoktur. Lakin manevî boyutun zayıflamasının¸ inananların olabildiğine dünyevîleşmeye başlamasının ve ahlakî sefahatin artmasının şüphesiz bunda pek çok etkisi vardır. Velhasıl pek çok etkenin tesiriyle ümmet bilincimizi yavaş yavaş kaybediyoruz. Değerlerimiz zayıflıyor ve pek çok vasfımız sadece sözde kalıyor. Buna paralel olarak ibadet şuurumuz da kayboluyor. Hatta ibadetlerimiz sıradanlaşıyor¸ lezzet alamaz oluyoruz. Görünürde bir dindarlık sergiliyoruz ama bu dindarlık içi doldurulamamış bir Müslümanlık olarak kalıyor. Bunun olumsuz sonuçlarını elbette hep birlikte yaşıyoruz. En basitinden¸ biz gerçek anlamda ümmet olabilseydik¸ İslâm dünyası bugünkü zilleti yaşıyor olabilir miydi acaba? İslâm coğrafyasının üzerine musallat olmuş zalim idareciler kendi halklarına bunca eziyetleri çektirebilir miydi? Müslümanlar kendi küçük hesaplarını bir tarafa bırakıp İslâm’la dertlenebilseydi¸ dünyanın her yanına dağılmış olan Müslümanların gücü böyle mi olurdu?
Ayrıca her birimiz ümmet bilincinin bir tarafını törpülemekle meşgulken kardeşlikten söz etmek ne derece mümkün olabilir ki? Her türlü tefrika ile savrulduğumuz şu günlerde bir kısmımız asabiyet ile kendisini diğer Müslüman kardeşlerinden farklılaştırmanın peşinde. Irak’ta Müslümanların birbirlerini kelimenin tam anlamıyla ‘telef’ etmelerine bir bakınız. Bir Müslüman diğer Müslümanları hem de caminin içinde bombayla imha edebilecek kadar canileşebilmekte. Veya ülkemize çevirin bakışlarınızı. Tertemiz masum yürekler kurulan tuzaklarla veya mermilerle toprağa yıkılabiliyor. Bağlarından kopan ve kendisini geçmişine götüren değerleri zayıflayan veya hiç kalmayan bir kuşaktan ümmeti koruma bilinci elbette beklenemez. Beklenmediği için de her türlü aymazlığı yapmasına şaşılmaz. Katlettiği kişinin önce ailesine sonra da ümmetin vahdetine darbe vurduğunu düşünmemektedir ki¸ bunun hesabını yapsın. Yüreğinde hâlâ ümmet endişesi olan insana düşen nedir¸ derseniz. Kardeşlik duygularımızı canlı tutan ve birbirimize bağlanmamızı sağlayan ümmet bilincinin korunmasını ve yüceltilmesini sağlamak için elimizden gelen gayreti göstermek durumundayız. Çünkü bu dinin endişesini bizler taşıyoruz. Bu nedenle büyük bir aile olarak kabul edebileceğimiz İslâm ümmetinin bir ferdi olarak öncelikle kendi davranışlarımıza dikkat etmek ve diğer aile bireylerine kötü örnek olmaktan kaçınmak¸ onlar için fedakârlık yapmak durumundayız. Kendi ailemizi korumak için neler yapıyorsak ümmet içinde aynısını yapmak zorundayız. Zira kulluk sadece beş vakit namaz¸ oruç ve hac gibi ibadetlerden ibaret değildir. Samimiyetle ve sabırla çabalarsak bir şeylerin düzelmeye başladığını göreceğiz.
İşte bunun içindir ki, Ümmet olmanın gereklerini yerine getirmek, İslâm Birliğinin temel esaslarındandır. Birbirinin din kardeşi olan Müslümanlar, tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde dünya hayatını sürdürürken karşılaştıkları zorluklar ve düşmanları ile yaptıkları savaş ve mücadelelerin üstesinden gelebilmek için yardımlaşmaları, dayanışma içinde olmaları, güçlü olanın zayıfa, zengin olanın fakire, desteği olanın olmayana yardımcı olması şarttır. Bu yardımlaşma ve destek, Müslümanlar için isteğe bağlı bir davranış da değildir. Bu yardımlaşma ve destek, Allah (c.c.) ve Rasûlü’nün Müslümanlara emri ve tavsiyeleridir. Dolayısıyla imanının bir gereğidir.
Ne mutlu Ümmet Bilincine sahip Müslümanlara!
[1] Âl-i İmran sûresi, 3/110.
[2] Âl-i İmran sûresi, 3/105.
[3] Buhârî¸ 5552.
[4] İslâm Fıkıh Ansiklopedisi, İ. Kâfi Dönmez, ‘Vahdet’ md.
[5] Âl-i İmran sûresi, 3/103
[6] Tirmizi, Fiten, 7.
[7] Tirmizi, Adab, 78.
[8] Buharî, Edeb, 8/12; Müslim, Birr ve Sıla, 4/1999,66.
[9] Enfal Sûresi, 8/46.
[10] Nahl sûresi, 16/120.
[11] Âl-i İmran sûresi, 3/103.
[12] Maide sûresi, 5/2.